You do not have permission to delete messages in this group
Copy link
Report message
Show original message
Either email addresses are anonymous for this group or you need the view member email addresses permission to view the original message
to yama...@googlegroups.com
İlk
muhtıra bir kışkırtma mıydı?
I.Abdülhamit’e
gözdağı
Osmanlı
tarihinde ilk defa, bir padişah
böylesine ağır bir şekilde ve yazılı olarak uyarılıyordu... Sadaret kaymakamı,
bunun 'dış kaynaklı bir kışkırtma' olduğuna inandı... Kendisine yönelik bu
çıkışa I. Abdülhamit’in bakışı ise daha farklıydı... FİKRET
SARICAOĞLU/ Popüler
Tarih / Haziran 2000 1789 yılının başıydı. Galata'da Ceneviz
surlarının Karaköy kapısı yanındaki Kaptan Paşa sebilinin önüne kimliği
bilinmeyen biri bir kâğıt bırakarak kayboldu. Bulunduğunda 'evrak-ı muzırra'
muamelesi görecek kâğıdı kimsenin dikkatini çekmeden sebilin önüne bırakan
şahıs, Türk siyasi tarihinin en önemli eylemlerinden birini profesyonel bir
komplocu tavrıyla gerçekleştirmiş, büyük bir ihtimalle kendisi de bu topraklar
üzerinde hali hazırda yaşayan nesillerin yaşamını nasıl değiştirdiğini hiç
bilememişti. Oysa, imza olarak 'Ocaklı' kod adını kullanan meçhul darbeci, yakın
tarihimizin en çok tartışılan müdahale yöntemi olan 'muhtıra' stilini memleket
siyasetine kazandırmıştı. Kimliği hâlâ bir muamma olan bu şahıs, 1789 yılında
başlattığı bu talihsiz alışkanlığın nesiller boyu süreceğini, memleketimizi
derin bunalımlara ve büyük çalkantılara sürükleyeceğini bilseydi, yine de bu
kâğıdı bırakır mıydı, bilinmez. Bütün bunlar bir yana, biz, dönemin şartları
düşünüldüğünde rahatlıkla 'spektaküler' denilebilecek eylemin sonrasına
bakalım... SARAYDA
ENDİŞE 'Ocaklı'nın ahaliye sezdirmeden Kaptan
Paşa sebiline bıraktığı muhtırayı sebilci buldu. Ümmî olan talihsiz sebilci,
muhtırayı okutmak için yakındaki mektep hocasına götürdü. Daha ilk cümlesi
"Sultan Abdülhamit. Bizim takatimiz kalmadı. Aklın başına gelmiyor..." diye
başlayan metindeki akıl sır ermez cüret karşısında hocada şafak attı ve kâğıdı o
civarda oturan Mazrubî Efendi adlı bir zata gösterdi. Mazrubî Efendi, hocaya
kâğıdı saklamasını tembih ettikten kısa bir süre sonra saraya haber uçurdu ve
kâğıt sadrazamın baştebdili tarafından alınıp sadrazama vekâlet eden sadaret
kayma kamına götürüldü. Sadaret kaymakamı, bunun 'dış kaynaklı bir
kışkırtma' olduğuna inanıyordu ve Sultan I. Abdülhamit’e sunduğu bilgi notunda,
Kırım'a sefer açılmasından beri düşmanların Devleti Aliyye'yi ihtilale sevk
etmek ve fesat çıkarmak için uğraştıklarını; bazen barış dedikoduları bazen de
bunun gibi yalanlar uydurduklarını belirtiyordu. ŞÜPHELİ, CEZAYİRLİ HASAN PAŞA Abdülhamid'in, kendisine yönelik muhtıravarî bu çıkışa
bakışı ise daha değişikti. Her ne kadar 'kefere' tarafından gelebileceğini göz
ardı etmiyorsa da, onun şüphesi Cezayirli Hasan Paşa üzerinde yoğunlaşmıştı.
Doğrudan Paşa suçlanamazsa bile, bu yazıyı onun hizmetindekiler hazırlamış
olabilirdi. Cezayirli
Hasan Paşa'nın 21 Kasım 1788'de İstanbul'a dönüşünden sonra
Özi kalesinin düştüğü öğrenilmiş ve padişah tarafından ağır ifadelerle suçlanan Paşa'ya
kara tarafında seraskerlik verilmesine dair yazışmalar yapılmıştı. Bu kalenin
düşmesinden sorumlu görülen Cezayirli Hasan Paşa, padişah ve sadrazam tarafından
baskı altına alınmıştı. Bütün bunlar Kaptan Paşa'nın adamlarını padişahı tehdite
itmiş olabilirdi. Durumun
hassasiyetini kavrayan Abdülhamid, "Sahte müzevvir (yalan içeren) kâğıttır.
Hemen setri (örtülmesi) lâzımdır" deyip derhal gizli bir soruşturma açılmasını
emretti. Ancak öyle anlaşılıyor ki, erken gelen ölümü, I. Abdülhamit’in, bu
tertibin arkasında kimler olduğunu belirlemesini olanaksız
kıldı. İLK MUHTIRA'YA GİDEN YOL 21 Ocak 1774'de tahta çıkan Sultan I. Abdülhamit,
izleyen birkaç aydan sonra Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamak zorunda
kalmıştı. İmparatorluk ilk kez halkı tamamen Müslüman olan bir parçasını,
Kırım'ı, kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya idi. İstanbul'un her yerinde dedikodular yayılmakta ve
zaman zaman tebdil-i kıyafetle halkın arasına karışan padişah bu durumdan son
derece rahatsız olmaktaydı. Bir de bunlara, şehrin her yanını alevler içinde
bırakan kundaklamalar eklenince, işler iyice içinden çıkılmaz bir hale geldi.
1782 yılında kenti kül yığınına çeviren yangınlar, 8 Ocak 1784 tarihli Kırım
Senedinden sonra daha da arttı. Kırım'ı işgal eden Rusya, bu hareketini Osmanlı
devletine onaylatma çabasına girmiş ve başarılı olmuştu. Kararın gizlenmesi için her türlü gayret
gösterilmekteyse de, toplumda muhalif seslerin yükselmesine engel olunamıyordu.
Memleketleri işgal edilen Kırım halkının kafilelerle göçe başlayıp Osmanlı
topraklarına ulaşmalarıyla, kamuoyundaki hassasiyet iyice arttı. Devletin sessiz
kaldığını düşünen halk, Abdülhamit ve sadrazamını savaş ilanına
zorluyordu. 1785'in Eylül
ayında on beş ayrı kundaklama meydana geldi. Yangınlar halk arasındaki
kaynaşmanın ve Sadrazam Yusuf Paşa'ya karşı duyulan tepkinin
göstergeleriydi.
O ZAMAN RADYO YOKTU Yangınlarla birlikte, padişahın kulağına
bazı yerlere bildiriler bırakıldığı haberleri gelmeye başlamıştı. Dönemin tek
iletişim biçimi, hadiseleri kulaktan kulağa yaymaktan ibaret olduğu için
'kâğıt', 'şukka' ya da 'varak-pâre' olarak adlandırılan siyasî içerikli bu
bildiriler, belirli bir yere bırakılıyor veya asılıyor, bu sayede halkın bunları
görmesi ve bunlar hakkında konuşması sağlanıyordu. Bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasının
bulunduğu yerde yükselen Eski Saray'ın duvarları, Karaköy'deki Kaptan Paşa
Sebili ve bazı konaklar, bildirilerin bulunduğu başlıca mekânlar arasındaydı.
Halkın hoşnutsuzluğu ve yönetimin endişeleri arasında nihayet, 16 Ağustos 1787
tarihindeki meşveret sonrasında beklenen karar verildi ve Rusya'ya savaş ilan
edildi. Liva-ı şerifin çıkarılması ve Sadrazam Yusuf Paşa'nın İstanbul'dan
İncirli'ye doğru yola çıkması için, aradan yaklaşık yedi ay geçmesi
gerekti. Ancak 17 Mart
1788 tarihinde gerçekleştirilen seferden umulan elde edilememiş, son derece
önemli bir kale olan Özi, 15 Aralık 1788'de Rusların eline geçmişti.
Gelen katliam