“İngilizlerin uçakları varsa bizim de imanımız
var”
Her yeni rejim inşası, o rejime uygun bir
insan tipinin yaratılmasını zorunlu kılıyor. Milliyetçilik soslu İslamcılığın,
otoriterleşmenin ve neo-liberalizmin üzerinde yükselen yeni rejim “yurttaş”a
değil, “tebaa”ya ihtiyaç duyuyor ve idealindeki insan tipini de buna göre
şekillendiriyor. Biat eden, sorgulamayan, yurttaşlık haklarının peşinde
koşmayan, sendikadan, grevden, örgütlenmeden uzak duran, tek adama ve güce
tapan, ne yana baksa iç ve dış düşmanlar gören, at üstünde Moskova’ya, Şam’a,
Musul’a gidebileceğine inanan, sürüleştirilmiş, cahil, lümpen kitleler yeni
rejimin ideal insan tipini oluşturuyor.
Her yeni rejim inşası kendi resmi tarih yazımını da
beraberinde getiriyor. Her yeni rejim, idealindeki insan tipini inşa ederken
tarihi eğip büküyor, tarihe bugün tahayyül ettiği toplumsal ve siyasal düzene
uygun bir şekilde başvuruyor, tarihi bir araç olarak kullanıyor.
İslamcı-milliyetçi lümpenliğin damgasını vurduğu ideal insan tipi, tarihi sadece
kendisine anlatılan birtakım masallar üzerinden biliyor, geçmişe zihnine
nakşedilen birtakım kurgular üzerinden bakıyor, çünkü böylesi daha kolay, çünkü
böylesi daha iyi hissettiriyor.
Bu kurguda ekonomi yok, siyaset bilimi yok,
sosyoloji yok, uluslararası ilişkiler yok. Dolayısıyla okumaya, düşünmeye,
incelemeye, sorgulamaya da gerek yok. Bu kurguda Osmanlı’nın 17. yüzyılından
itibaren nasıl yavaş yavaş düşüşe geçtiği yok. Batı Rönesans’la, reformla,
matbaayla, aydınlanmayla, coğrafi keşiflerle, sömürgecilikle, sanayi devrimiyle,
kapitalizmle yükselişe geçerken, Osmanlı’nın nasıl olan biteni kavrayamadığı,
nasıl çağın gerisinde kaldığı ve giderek nasıl bir yarı-sömürge haline geldiği
yok. Bunun yerine komplolar var, padişahların etrafındaki hainler var, İngiliz
derin devleti var, üst akıl var, masonlar var, onların işbirlikçileri var
vesaire.
Tarihe böyle bakınca, anlatılan her masalı
dinlemeye razı olunca, bir fantezi evreninde yaşayınca, Misak-ı Milli’nin Musul
üzerinde hak iddia etmemizi sağlayan bir belge olduğuna da, Lozan’ın gizli
maddelerinin bulunduğuna da, 2023’te hükmünü yitireceğine de inanabiliyorsunuz.
Dahası, 1920’ler Türkiye’sindeki iktisadi ve sosyal duruma dair en ufak bir
fikriniz olmadığı için, Lozan’ın bir hezimet olduğunu, Milli Mücadele’nin
kazanımlarının İngilizlere peşkeş çekildiğini, Mustafa Kemal, İnönü ve
diğerlerinin hain olduğunu iddia edebiliyorsunuz.
Oysa Yirminci Yüzyılın başındaki Osmanlı’ya şöyle
bir kuşbakışı bakmak bile tarihi anlamak için yeterli görünüyor. Korkut
Boratav’ın aktardığına göre, 1913 ve 1915 yıllarında yapılan sanayi sayımı
Anadolu’daki sınai tesislerini şöyle sıralıyor: 20 un değirmeni, 2 makarna, 6
konserve, 1 bira fabrikası, 2 tütün mağazası, 1 buz, 3 tuğla, 3 kireç, 7 kutu, 2
yağ, 2 sabun, 2 porselen imalathanesi, 11 tabakhane, 7 marangoz ve doğrama
atölyesi, 7 yün, 2 pamuklu iplik ve dokuma, 36 ham ipek, 1 ipekli dokuma
fabrikası, 35 matbaa, 8 sigara kağıdı, 5 madeni eşya ve 1 kimyasal ürün
fabrikası.
Evet, o yere göğe sığdıramadıkları ecdadın yirminci
yüzyılın başında memleketi getirdiği durum bu: Sanayisi olmayan, küçük ölçekli
üç beş fabrikada iç pazar için asla yeterli olmayacak ölçüde üretim yapılan,
dışa bağımlı bir ekonomi yani. Öyle ki 1915’te pamuklu dokuma tüketiminin sadece
% 9.5’i, pamuk ipliğinin ise sadece % 20.5’i içeride üretilirken gerisi
yurtdışından ithal ediliyordu. 1914-18 arasında buğday üretimi % 47, tütün
üretimi % 51, kuru üzüm üretimi % 54, koyun sayısı % 45, keçi sayısı % 33
azalmıştı.
Aynı şekilde, savaşın başında, yani 1914’te
enflasyonu 100 kabul edersek, bu oran 1915’te 130’a, 1916’da 212’ye, 1917’de
846’ya ve 1918’de 1823’e yükselmiş, hayat dört yılda on sekiz kattan fazla
pahalanmıştı. Yani zaten zayıf olan ülke ekonomisi savaşla birlikte bütünüyle
çökmüş, kopkoyu bir yoksulluk bütün bir Anadolu’yu teslim almıştı.
Yeni-Osmanlıcı cehalet ve lümpenlik Milli Mücadele
ve Lozan’a burun kıvırarak beğenmeyedursun, ülkede durum böyleydi. Savaş bu
koşullarda verilmiş, Lozan da bu koşullarda imzalanmıştı. TBMM’de yapılan Lozan
görüşmelerinde “Musul elden gitti” diye feveran edenlere Rauf Bey, “Meclisimiz
harp kararı alsın, karara uyalım ama beş vilayetin geliriyle mi İngiliz uçakları
ile baş edeceğiz” diye haklı olarak soruyordu. Bu soruyu Rize mebusu Abidin Bey,
“İngilizlerin uçakları varsa bizim de imanımız var” diye çok tanıdık bir şekilde
cevaplıyordu ama kimse savaşı göze alamadığı için konuya dair önerge dahi
verilmiyordu.
Bugün Türkiye’yi Rauf Bey’in ve dolayısıyla Mustafa
Kemal’in rasyonalitesi değil, Abidin Bey’in hamaset edebiyatı yönetiyor, lümpen
kitleler de o hamasetin peşine takılmış gidiyor. O gidişatın varacağı yerin pek
hayırlı olmayacağı ise şimdiden görülebiliyor.
Fatih Yaşlı 26.10.2016 08:23
-----------
BİNLERCE KİŞİ AYNI SLOGANI
ATIYOR, VARIZ…- ORTAK EYLEM BİRLİĞİ
Atatürk İlke ve Devrimlerinin,
laik, demokratik rejimin bekçisiyiz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve
milleti ile bölünmez birlik ve bütünlüğünün teminatıyız.
Türkiye Cumhuriyeti;
gerici ve bölücülerin oyuncağı olmayacaktır.
Her zamankinden daha çok sayıda
ve daha güçlüyüz.
BİZ VARIZ