
Salih Cem Pişkin : Yeni çözüm süreci : Bir devlet projesinin anatomisi
27/11/2025
E-POSTA : goru...@karar.com
***
Kürt sorununun neredeyse 50 yıl sonra geldiği bu evrede
“barış” kavramı, sürecin hiçbir tarafı için silahlara veda ile
sınırlı kalamaz. Konu dünyadaki çatışma çözümü deneyimlerinden
bu yönüyle büyük ölçüde farklılaşıyor. ‘Silah bırakma/terörü
bitirme’ ekseni ile çerçevelenmiş bir yaklaşım, Kürt sorununun
çözümünün yürütücü aktörleri için toplumsal rıza yaratma
inşasında bir anlatım kolaylığı sağlasa konunun çok katmanlı
ana özüne temas için yetersiz kalacaktır.
CHP’nin İmralı’ya vekil
göndermeme kararı, Türkiye siyasetinin tüm fay hatlarını bir
anda tetikledi. Destekleyenler, eleştirenler, “tarihi fırsat
kaçıyor” diyenler ya da “bu tuzağa düşülmez” diye
yorumlayanlar… Fakat bu yoğun tartışma, çoğu zaman sürecin
kendisini değil, süreç üzerinden verilen tepkilerin birbirini
tartışmasını üretti. Oysa bugün gelinen aşamayı anlamak, bu
duygusal savrulmalardan uzaklaşıp süreci bir “devlet projesi”
olarak kavramayı gerektiriyor. Bu yazı, yeni çözüm sürecinin
nihai hedefi konusunda büyük hükümlere varmak için değil,
aktörlerin niyetlerini ve birbirlerine dönük pozisyonlarını
anlamlandırmak için yazıldı.
Önce kısa bir kronoloji: 1 Ekim 2024’te Bahçeli’nin TBMM’de
DEM sıralarına gidip tokalaşması, ardından 9 Ekim’de
Erdoğan’ın “daha geniş uzlaşı” mesajı, devletin Kürt meselesi
dosyasını yeniden açtığının ilk belirtileriydi. 22 Ekim’de
Bahçeli’nin “Öcalan gelsin, Meclis’te konuşsun” çıkışı süreci
görünür kıldı. Bu ihtişamlı açılışın hemen ardından 30 Ekim’de
Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in gözaltına alınması ve
tutuklanması sürecin başladığı anda kendi muhalifini de
şekillendirme iradesi taşıdığını gösteriyordu.
Bu adım, belki de sürecin bir an önce nihayete kavuşmasından
ziyade uzun vadeli düşünülmüş, birtakım stratejik hedeflere
hizmet etmesi bakımından olabildiğince bir taşla birden fazla
kuş düşürmeyi hedeflediğinin de bir işaretiydi.
Bir yıl boyunca “ittifakta çatlak mı?”, “danışıklı rol
dağılımı mı?”, “AKP seçim stratejisi mi?” tartışmaları
sürerken Bahçeli Kasım 2025’te Kürt sorununu “yüz elli yıllık
mesele” olarak tanımlayarak çerçeveyi genişletti.
Dışarıdan bakıldığında yerinde sayıyor gibi görünen yeni süreç
için bu bir yıl içinde aslında tarihi önemde gelişmeler
yaşandı. Öcalan’ın örgütün feshi ve silah bırakma yönündeki
adımları, “devlet aklı” için bir samimiyet testi niteliği
taşıdı.
Buna karşılık CHP’ye yönelik sert yargısal operasyonlar,
sürecin “demokratikleşme” iddialarıyla uyuşmayan bir paralel
hat yarattı. Bu şartlara rağmen içinde CHP’nin de yer almaktan
kaçınmadığı bir meclis komisyonu kuruldu ve nihayet bu
komisyon, CHP’nin katılmama yönünde irade beyanı ile daha uzun
süre tartışılacağı görünen bir kararla, İmralı’ya giderek
Öcalan ile yüz yüze görüşme gerçekleştirdi.
Bu özetin ardından sürecin aktörleri ve üstlendikleri rollere
de kısaca değinmek gerek.
1. Devlet Aklı
Türkiye’de “devlet aklı” çoğu zaman mistikleştirilir. Oysa
basitçe üç katmanı içerir:
– güvenlik bürokrasisi,
– dış politika ve millî güvenlik doktrini,
– iç siyaseti buna göre düzenleyen yürütme.
Suriye’deki Esad sonrası oluşan parçalı yapıdan yeni bir denge
sağlanmaya çalışıldığı bir dönemde Ankara için temel soru
açık: Kürt hareketiyle hiçbir kanalı olmayan bir Türkiye,
Suriye’nin geleceğinde ne kadar etkili olabilir? İçeride
kriminalize edilmiş bir Kürt siyasetiyle masaya oturmak başka,
kontrollü ve müzakere edilebilir bir hatla oturmak başka.
AKP’nin iktidar pratiği şunu öğretti: Türkiye’de krizler
çözülmez, idare edilir. Çözüm ise bir yönetim tekniği olarak
sadece gerektiğinde masaya sürülür. Bugün gelinen haliyle yeni
çözüm süreci, toplumsal barıştan çok, rejimin
sürdürülebilirliğini sağlamaya dönük bir sigorta poliçesi gibi
duruyor.
İktidar sermayeye, dış aktörlere ve içeride “bıkmış” kesimlere
şu mesaj veriyor olabilir: “Gerekirse en zor dosyayı bile
açarız. Yeter ki ipler bizim elimizde kalsın.”
2. Devlet Bahçeli ve MHP: Fren Değil
Hızlandırıcı
Geçmişte çözüm sürecinin doğal freni olan MHP, şoke edici
çıkışlarla bu kez sürecin önünü açan aktör hâline geldi. Bu
durum paradoks gibi görünse de “devlet aklı” ile oldukça
uyumlu. Bahçeli’nin rolü, MHP tabanını ve milliyetçi
kamuoyunu İmralı merkezli olası gelişmelere hazırlamak ve
süreci normalleştirmek. Bahçeli bu kez süreçte, dışarıda
kalmış “muhalif” değil, tam tersine, süreci normalleştiren
taşıyıcı kolon.
3. Recep Tayyip Erdoğan ve AKP: Sisler Ardında
Bahçeli’nin riskli sembolik hamlelerine karşılık Erdoğan,
sisli bir alanda görünmez kalarak süreci uygulama düzeyinde
yöneten ama görünür olmaktan kaçınan bir pozisyonda. Bu iş
bölümü rasyonel: toplumsal şokun yükünü MHP taşıyor,
kurumsal yükü Erdoğan yönetiyor. Ancak Erdoğan’ın başkanlık
koltuğuna oturduktan itibaren geçmişten farklı olarak,
siyasette risk alabilen liderlik çizgisinden uzaklaşması,
“her hamlede kişisel kazanç hesabı” yapan bir algıya
kayması, sürecin sağlıklı yönetimi açısından soru işareti
yaratıyor.
4. Abdullah Öcalan ve DEM: İki Yönlü Mimari
Öcalan’ın pozisyonu bu yeni tabloda klasik “barış süreci”
anlatısının ötesine geçiyor.
Öcalan’ın perspektifi iki eksende şekilleniyor: Türkiye içinde
demokratik dönüşüm ve eşit yurttaşlık talebi; Suriye’de ise
Kürt yapılanmasının rolünü pazarlık edilebilir bir çerçevede
tutma isteği. Bu nedenle iç ve dış hat birbirini sürekli
etkiliyor. DEM’in pozisyonu bu tabloda zorlaşıyor: hem Kürt
tabanıyla Türkiye muhalefeti arasında kurduğu köprüyü korumak
hem de sürecin iç dengelerini yönetmek zorunda.
Bu noktada “devlet aklının” görmek isteyebileceği bir çatlak
potansiyeli doğuyor: Sol-muhalif çizgiye yakın DEM geleneği
ile daha muhafazakâr–milliyetçi kodlara yakın, devlete
pazarlığa daha açık bir “Kürt sağı” arasındaki ayrışma
ihtimali. Böyle bir ayrışma gerçekleşir, “Kürt sağı” kurumsal
bir çıkış fırsatı bulur ve kalıcı hâle gelirse yalnızca
Türkiye değil, Suriye ve Irak hattındaki Kürt siyasetinin
ağırlık merkezi de değişebilir.
İşin bu kısmı spekülasyondan ibaret elbette. DEM’in bugün
kullandığı, derin ve acil bir barış ihtiyacının yarattığı
duygusal ve heveskâr dilin speküle ettiğim yöne doğru evrilip
evrilmeyeceğini, yaşayıp göreceğiz.
5. Özgür Özel ve CHP:
2024 yerel seçimleri CHP’yi siyasetin merkezine yerleştirdi.
DEM ile kurulan dolaylı iş birliğinin başarısı, iktidara
mevcut pozisyonda ısrar ederek bir daha kazanamayacağı
mesajını açıkça verdi. Yeni çözüm sürecinin
motivasyonlarından biri de bu olsa gerek. Ancak “devlet
aklı” ve Öcalan, CHP’nin en azından zımnen onay vermediği
bir sürecin toplumsal meşruiyet üretemeyeceğini görüyor. Bu
nedenle iktidar CHP’yi sürecin içinde tutmaya mecbur, ama
“barışın kurucu aktörü” olarak görünmesini istemiyor.
CHP ise üç hattı koruyor: süreci fiilen engellememek; DEM ile
sürekli temas hâlinde olmak; sürecin iktidar tarafından “ben
yaptım oldu”ya dönüşmesini sınırlandırmak.
İmralı’ya gitmeme kararı da bu çerçevede okunmalı. CHP’nin
kararını yalnızca “ulusalcı refleks”e indirgemek yüzeysel
olur. Kürt sorunu konusunda son 40 yılda pek çok defa risk
almış, bazen “zamanın ruhu” ile uyumsuz ileri adımlar atmış,
bazen de “dokunulmazlıklar” konusunda olduğu gibi hatalarla
derin kırgınlıklara yol açmış bir parti CHP. Aynı zamanda
aldığı her pozisyonda, attığı her adımda farklı kesimlerden
dayak yemiş bir parti.
Partinin tarihsel tutarlılığı, aldığı riskler ve farklı
kesimlerden gördüğü bedeller düşünüldüğünde Özgür Özel’in
açıklamalarındaki temkinli tutumu, sürecin demokratikleşme
rotasında ilerlemesini sağlama çabasının parçası olarak görmek
gerek.
Özel, şunu farkında: Sürecin demokrasi ve hukuk rotasında
ilerlemesi ve toplumsal meşruiyeti CHP’nin tutumuna bağlı
olacak. En önemlisi, iktidarın süreci sadece kendi çıkarı için
manipüle etmesini engelleyebilecek tek güç CHP. Bu nedenle
CHP’nin İmralı’ya gitmeme kararı, Öcalan’ın aktör olarak
varlığını reddeden ideolojik bir refleks olarak değil, sürecin
sağlam ve kalıcı bir sonuca ulaşmasını isteyen sorumlu bir
tutum olarak okunmalı.
Süreç Barış mı Getirir Yeni Bir Denge mi?
Kürt sorununun neredeyse 50 yıl sonra geldiği bu evrede
“barış” kavramı, sürecin hiçbir tarafı için silahlara veda ile
sınırlı kalamaz. Konu dünyadaki çatışma çözümü deneyimlerinden
bu yönüyle büyük ölçüde farklılaşıyor. “Silah bırakma/terörü
bitirme” ekseni ile çerçevelenmiş bir yaklaşım, Kürt sorununun
çözümünün yürütücü aktörleri için toplumsal rıza yaratma
inşasında bir anlatım kolaylığı sağlasa konunun çok katmanlı
ana özüne temas için yetersiz kalacaktır.
50 yıllık çatışma süreci çok fazla acı yarattı, toplumun
ekonomiden sosyal hayatına çok fazla bedel ödetti ve en
önemlisi her kesimin kalbine, diline, kültürüne, hafızasına
kazınmış derin izler bıraktı. Tamamen bir yıkımla sonuçlanmasa
da geriye ağır hasarlı bir ülke kaldı. Bugün barış, bu büyük
ülkeyi temelden yeniden güçlendirme, kolonları onarma, her
katını, her merdivenini, her odasını, her penceresini yeniden
pırıl pırıl yapacak bir ortak iradeyle anlam kazanabilir.
Yeni çözüm süreci, toplumdaki ‘barış’ beklentisinin bu çok
katmanlı anlamını dikkate almadan; yalnızca aktörlerin kendi
ajandaları çerçevesinde yürütülürse, silahsız bir dönemin
kendiliğinden barış getireceği anlamına gelmez.
Bu yüzden temel soruyu tam da şimdi şöyle kurmak gerçekçi:
Yeni çözüm süreci, Kürt meselesini çözmek için mi, yoksa
silahsız ama çözülmemiş bir Kürt meselesiyle yaşamayı
kurumsallaştırmak için mi devrede?
Eğer ikinci şık ağır basıyorsa, evet, çatışma riski azalır,
Suriye masasında Ankara’nın eli güçlenir… ama eşit yurttaşlık
ve gerçek anlamda demokratik bir Türkiye yine çok uzaklarda
kalır.