TİRADLAR

3,037 views
Skip to first unread message

Kemal ORUÇ

unread,
Nov 16, 2006, 8:19:36 AM11/16/06
to Tiyatro Tayfası
Oyunun Adı: Satıcının Ölümü
Yazan: Arthur Miller
Çeviren: Orhan Burian

BIFF - Okulda altı yedi yıl geçirdim; tek, içimde bir heves
uyansın diye. Acentelerde katiplik, seyyar satıcılık, nasıl
olursa olsun bir iş bence iyi idi. Oysa öyle yaşamak, yaşamak
değilmiş. Sıcak yaz sabahları yer altı trenlerine tıkılmak,
ömrün olduğu kadar senet kaydetmek, telefona cevap vermek ya da
alıp satmak. Açık havaya çıkıp gömleğini atarak oturmak
dururken yılın elli haftasını, iki haftalık tatil uğruna,
işkence ile geçirmek. Yanındaki arkadaşlarının bir üstüne
geçmekten başka bir şey düşünmemek: İşte, geleceğini güvence
altına almak böyle yapmakla oluyor. (Heyecanı artmaktadır.)
Savaştan önce evden ayrılalı beri yirmi otuz iş değiştirdim.
Happy, hepsi de sonunda aynı çıkıyor. Bunun farkına ancak son
zamanlarda vardım. Nebraska'da sürücülük ettiğim sırada, ondan
önce Arizona'da, son kez de Teksas'da. Bu kez onun için eve geldim;
galiba bunun farkına vardım da geldim. Son çalıştığım çiftlik
var ya, şimdi orda bahardır. On beş kadar tayları olacaktı.
Biliyor musun, anasıyla yavru tay kadar iç açan, göze hoş
görünen manzara azdır. Hem şimdi oralar ılıktır da. Teksas
şimdi ılıktır, bahar içindedir. Benim bulunduğum yerde de ne
zaman bahar olsa içimden doğru bir şey depreşir. "Bir baltaya sap
olamıyorum," derim; "Ben ne halt ediyorum, haftada yirmi sekiz dolarla
yetinip atlarla vaktimi öldürüyorum. Otuz dördüne geldim, kişi
ev bark edinmeli vakitken." İşte, öyle zamanlarda koşup eve
geliyorum. Ama şimdi buradayım ya, ne yapıp edeceğimi
kestiremiyorum. (Biraz durduktan sonra.) Eskiden beri yaşamımı
boşa harcamamak baş düşüncemdi. Ama buraya her dönüşte
yaşamımı boşa harcamaktan başka bir şey yapmadığımı
anlıyorum.

Oyunu Adı: Vanya Dayı
Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Ataol Behramoğlu

SONYA - Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! (Bir sessizlik)
Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günlet, boğucu akşamlar
geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla
katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek
bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip
çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı
çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz...
Ve Tanrı acıyacak bize ve biz seninle, canım dayıcığım, parlak,
güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki
mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve
dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle,
tutkuyla inanıyorum... (Voynitski'nin önünde diz çöker ve
başını onun avuçlarına koyar. Yorgun bir sesle tekrar eder.)
Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi
yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm
kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa
kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve
hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak.
İnanıyorum, inanıyorum buna. (Dayısının gözyaşlarını
mendiliyle kurular.) Zavallı, zavallı Vanya Dayı, ağlıyorsun...
(Gözyaşları arasından) Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle
Vanya Dayı, bekle... Dinleneceğiz.... (Kucaklar onu.)
Dinleneceğiz! Dinleneceğiz!

Oyunu Adı: Yangın Yerinde Orkideler
Yazan: Memet Baydur

NURİ - Bir kere Zonguldak'a gitmiştim, yıllarca önce...
Karanlıktı abicim... (Sessizlik.) Kömür madenlerinde
çalışıyordum o zamanlar... Grizu patlar, herkes ölür, geriye
kalanlar çalışmaya devam eder, yine grizu patlar, yine herkes
ölür... geriye kalanlar çalışmaya devam eder... Ama bir gün
geldi ki.. kravatın icadını açıkladım abicim. Kravat abicim..
boyunbağı.. hani "kravatsız girlmez" derler ya.. işte oradaki
kravat.. (Bir elinde tabanca, öbüründe Dom Perignon) Madendeydik
abicim.. ineli on saat olmuştu... Hepimiz öksürüyorduk... Birisi
başlıyordu kısa bir öksürük solosu geçmeye.. derken bir diğeri
katılıyordu.. derken bir üçüncü, dördüncü derken onlarca,
yüzlerce, binlerce insan öksürmeye başlıyordu... Senfoni gibi!
Feci bir durum abicim.. bildiğin gibi değil.. orada.. o gün aklıma
geldi abicim... Kravat abicim.. boyunbağının icadını icat ettim
orada, yerin yedi kat dibinde... Şöyle dedim kendi kendime: Uygar
insan öksürmez. Doğrudur ha, kaç yüz kere gözlemiştim, o
herifler hiç öksürmüyordu.. karıları da öksürmüyordu,
çocukları da... Çünkü uygardılar... Neden uygardılar abicim ve
biz neden uygar değildik ve ha babam öksürüyorduk? Ha? Sorarım
size ulan dedim kendime içimden bağırarak! Biz neden
öksürüyorduk durup dururken?! Dokuzuncu koridorda bir patlama oldu
abicim.. ben bunları düşünürken... Bütün galeri çökmüş..
ertesi gün öğrendim... 44 ölü.. yaralı filan yok.. zaten o
meslekte ya ölürsün.. ya da yaşarsın.. ikisini de öksürerek
yaparsın ama.. ama.. neden, neden, neden öksürüyorduk acaba?
(Sessizlik.) Uygar değildik. Neden uygar değildik? Kravat
takmıyorduk çünkü! (Sessizlik.) Anlaman gerekiyor abicim,
kravatlar öksürmez. Bak anlatayım sana! Yıllarca.. yüzyıllarca
önce.. kravatın icadından epey önce.. kömüre ihtiyaç duyan bazı
insanlar.. bazı ince insanlar, boğazlarına kömür tozu kaçmasın
diye boyunlarına bez parçaları bağlamaya başladılar! Basit bir
eylemdi bu ama koskoca bir tekstil, mensucat sanayi doğdu bu
gereksinimden! (Sessizlik.) Bez parçaları pahalıydı.. yerin yedi
kat dibinde kendi ciğerini tükürmek ucuzdu.. dolayısıyla herkes
boynuna dolayamıyordu şu medeniyet yularını! Kravat takabilenler..
yeryüzüne çıktılar.. takamayanlar.. yeraltında kaldılar... O
gün orada bunu açıkladım herkese... Kravat, kömür tozları
boğazınıza kaçmasın diye icat edilmiş ve son derece uygar bir
alettir. İşime son verdiler abicim. Ben de buraya döndüm...
Yine... Kravatın İcadı ve Muhtelif Kullanılışı diye bir kitap
yazdım. Yazmak istedim yani... Heh heh heh.. kağıt kalem zor
bulunuyor buralarda.. kravat gibi namussuzum! (Sessizlik.) İşte
böyle! (Sessizlik. Birbirlerine bakarlar bir an. Sonra Nuri önüne
bakar hüzünlü.) Kravat.. kömür madenlerinde icat edilmiştir.


Oyunun Adı: Martı
Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Nihal Yalaza Taluy

NINA - Bastığım toprağı mı öpüyordunuz? Vurmanız,
öldürmeniz gerekirdi beni! (Masaya doğru eğilir.) O kadar
yorgunum ki... Biraz dinlensem! Dinlenebilsem... (Başını
kaldırır) Bir martıyım ben... Yo, değil... Aktrisim... Öyle
değil mi? (Arkadina ile Trigorin'in dışarıda gülüşünü duyar.
Silkinir, kulak kesilir. Sol kapıya koşarak anahtar deliğine
gözünü yaklaştırır.) O da burada demek... İyi... Tiyatroya
inanmıyordu; hayallerimle alay ederdi hep. Ona bakarak ben de
inancımı yitirdim; maneviyatım kırıldı... Aşk üzüntüleri,
kıskançlık da bir yandan... Yavrum için korkuyordum hep...
Miskinleştim, küçüldüm, oyunum manasızlaştı... Sahnede
düzgün yürüyemiyordum; ellerimi ne yapacağımı bilemiyor, sesimi
idare edemiyordum. İnsan kötü oynadığını hissedince ne acı
duyar, bilemezsiniz! Martıyım ben.. Yo... Değil de... Şey, siz
o sıralar bir martı vurmuştunuz, hatırlar mısınız? Yaa!..
Böyle işte... Gelmiş bir adam, durup dururken, laf olsun diye, yok
etmiş kuşcağızı... Tam küçük hikaye konusu... Gene de
söylemek istediğim bu değildi. (Alnını uğuşturur.) Ne
diyordum?.. Evet, sahneden bahsediyordum. Şimdi öyle değilim
artık: gerçek bir artist oldum. Şevkle, coşkunlukla oynuyorum.
Kendimden geçiyorum sahnede... Oyunumu, herşeyimi gerçekten güzel,
gerçekten değerli görüyorum artık. Buraya geleli beri her yanı
dolaşıyorum. Hem yürüyor, hem düşünüyorum; ruhumun günden
güne nasıl kuvvetlendiğini duyuyorum. Siz bir şey söyleyeyim mi
Kostya, bizim işlerde, sahne olsun, yazı olsun, ün, yaldız,
kurduğumuz hayaller değil, sabırlı olmak önemli; buna iyice
inandım. Kaderine katlan, inancını yitirme... Şimdi acı
duymuyorum artık, ödevimi düşündükçe hayattan korkmuyorum.


Oyunun Adı: Müfettiş
Yazan: Nikolay V. Gogol
Çevirenler: Melih Cevdet Anday - Erol Güney

OSIP - Allah belasını versin. Açlıktan geberiyorum. Midem
bomboş... karnım gur gur ötüp duruyor. Ah bir eve dönsek! Ne
yapsam bilmem ki! Piter'den* çıkalı iki ay oluyor. Çapkın, yolda
elindekini, avucundakini yedi, bitirdi. Şimdi de süt dökmüş kedi
gibi düşünüyor. Bol bol yol paramız vardı. Ama kendisini nasıl
gösterecek? (Taklit ederek) "Hey! Osip, git, bir oda tut, en güzel
odayı tut. En iyi tarafından yemek ısmarla. Ben, öyle olur olmaz
yemekleri yemem. Bana yemeğin en iyisi gerek." Önemli bir adam olsa
ne ise, küçük bir kayıt memuru! Önüne gelenle dost olur, sonra
da başlar kumar oynamaya. İşte sonu böyle oluyor. Off... bıktım
bu yaşamdan. Vallahi, köy daha rahattı. Orada kent yaşamı yoktur
ama üzüntüsü de azdır... Bir kadın alırsın, ondan sonra
ömrün boyunca keka, ye böreği, yat aşağı. Elbet doğrusunu
söylemek gerekirse, Piter'de yaşamak çok güzel. Yalnız, iş
parada... para olduktan sonra, günler daha ince, daha politikalı
geçer. Tilaturalar, dans eden köpekler, hepsi önünde... ne
istersen var. Herkes ince, nazik konuşur. Daha nazik konuşanlar
var, ama onlar soylular. Bir pazara gidersin. Satıcılar bağırır:
"Buyurun, bayım!" Diyelim salda giderken bir memurun yanında bile
oturursun. Kibarlık görmek istiyorsan bir mağazaya git. Orada
emeklinin biri sana askerlikten açar. Gökyüzündeki yıldızların
neye yaradığını, ne olduklarını anlatır. Onları sanki avucunun
içi gibi öğrenirsin. Bazen yaşlı bir subay karısı düşer...
bazen de bir hizmetçi girer, ama bir içim su... öf... öf... öf!
(Güler, başını sallar.) Hey canına yandığımın... ne
muameledir o! Hiç kaba bir sözcük işitilmez. Herkes sana, siz
der. Yürümekten mi bıktın, atla bir arabaya, bey gibi kurul.
Parasını vermek istemiyorsan, onun da kolayı bulunur: Her evin iki
kapısı vardır. Birinden girer, ötekinden çıkarsın. Şeytan
bile bulamaz seni. Yalnız, bu yaşamın kötü bir yanı var: Kimi
zaman karnını güzelce doyurursun, kimi zaman da, işte bugünkü
gibi açlıktan geberirsin. Ama bütün suç onda. Halimiz duman,
başımız dertte yahu! Babası para gönderiyor. İnsan biraz
tutumlu olur, değil mi? Nerede... başlar hovardalığa. Arabadan
aşağı inmez, her gün tilatura için bilet al, bir hafta sonra ne
görürsün? Yeni frağını bitpazarına satmaya yolluyor!
Gömleğine varıncaya kadar sattığı oldu. Üstünde bir ceketi,
bir de kaputu kaldı. Vallahi böyle. Kumaşı da ne güzeldi ama!
İngiliz. Bir frak 150 rubleye mal olur, ama bitpazarına götürdün
mü, vere vere 20 ruble verirler. Hele pantolon, yok pahasına gider.
Bu duruma düşmesinin nedeni de ne? Aklı havada, ondan! İşine
gücüne gideceğine piyasaya çıkıyor, kumar oynuyor. Ah, beyefendi
bunu bir öğrenirse, vallahi, memurmuş, falanmış dinlemez,
pantolonunu indirir, basar sopayı, bizimki de dört gün rahat
oturamaz. İnsan memursa, memurluğunu bilmeli. İşte, şimdi de,
otelci: "Birikmiş borçlarınızı ödemezseniz, artık yemek
vermem." dedi. Peki, parayı veremezsek ne olacak? (İç çeker.) Ah
Yarabbi, bir kaşık çorba olsa. Vallahi bana öyle geliyor ki,
şimdi bütün dünyayı yiyebilirim. Kapıyı vuruyorlar... O
olmalı. (Yataktan fırlar.)


*Petersburg


Oyunu Adı: Nemrut
Yazan: Gülşah Banda

NEMRUT - (Sinirli, çaresiz) Yüceliğim, büyüklüğüm küçücük
aciz bir Topal yüzünden tehlikededir. Hissediyorum, yakınımda,
sesini duyuyorum... Soluk alışını duyuyorum çok yakınımda...
Benim olan toprakların üzerinde, beni yok etmek için çırpınıyor.
(Bağırır) Topal! Topal! Çık ortaya... Çık karşıma...
Alamayacaksın canımı bu bedenden... Bu beden ebedidir... Ölüm
yoktur onun için...
(Çaresiz) Lakin halkın kafasını çelmiştir. Kullarım karşı
durmaya çalışmıştır, onlara can veren Nemrut'a. Ben düşemem
babamın düştüğü gaflete... Kolay değil Nemrut'un gücünü
silmek, yok etmek, ayak altında ezmek. Düzen yeniden kurulacak.
Topal'ın canı alınacak ve düzen yeniden Nemrut'un dilediği gibi
olacak. Başka kimsenin dilemeğe hakkı yoktur çünkü buralarda.
Hak benim... Düzen benim... Can benim... Uzak dur iktidarımdan
yarım adam, uzak dur!
(Hiddetle kapıya yeltenir, yardımcılarına seslenir. 1. ve 2.
yardımcıları girer.)
Buraya gelin! Buraya gelin! Sakın kimse saraya sokulmasın.
Dışardan kimse, halktan kimse içeri alınmasın! Demir odaya kimse
yaklaştırılmasın! Sarayın yakınından bile geçirilmesin kimse!
Şimdi çekilin karşımdan. (Çıkarlar.)
Topal! Topal! Bulacağım seni! Çocuk olmadan, çocuk doğmadan
çıkmalısın huzuruma! (Tahtına oturur) Zaman geçiyor! Zaman
durmuyor! Çık ortaya Topal! (Bir an) Ne yaparım ben böyle?
Demir bir odada kıskıvrak? Kim sokmuştur beni bu hale? Kimden
korkarım ki çevirdim etrafını demir zırhla? Yeni candan mı
korkarım? Yoksa Topal'dan mı? Değil... Kullarımdan mı?
Değil... Ölümden mi? Hayır! Ölüm bana değil, kullarımadır.
Kullar ölür, Nemrut sağ kalır.
(Kafasını elleri arasına alır.) Nemrut! Ne yaparsın sen burada?
Nemrut! Neden girdin bu demir sandığa? Yoksa, Nemrut'un zulmünden
mi korkarsın? Ne dedim ben? Kimedir Nemrut'un zulmü? Bana mı?
Kim kapatmış beni buraya? Nemrut mu?


Oyunun Adı: Sabahattin Ali
Yazan: Tuncer Cücenoğlu

SABAHATTİN ALİ - (Sanki bir gazeteciyle söyleşir gibi)
Evlendiklerinde babam otuz, annem ondört yaşındaymış.. Yani
babam annemden onaltı yaş daha büyükmüş.. Ailenin ilk erkek
çocuğu olarak Eğridere'de doğmuşum.. Çocuklara verilen adlar
genellikle babaların siyasal eğilimlerini belirleyecek ipuçlarını
da taşır içlerinde... Adımı neden Sabahattin koymuş babam,
biliyor musunuz? Çünkü babam Prens Sabahattin'in
düşüncelerine değer veren bir adamdı... Onunla tanışmak onuruna
sahip olduğunu söylerdi hep... Diğer erkek kardeşimin adı da
Fikret'tir... O da babamın hayranlık duyduğu şair Tevfik
Fikret'ten almıştır adını.. Yani babam edebiyatı seven,
özgür düşünceli bir subaydı.. Jön Türkleri tutardı..
O günün deyimiyle "Hürriyetçi"ydi.. Tevfik Fikret'in
şiirlerini, özellikle "Sis" i
ezbere bilir, her yerde okurdu.. (Babası gibi )
Sarmış yine ufuklarını bir inatçı duman,
Bir ak karanlıktır gittikçe artan.
Baskısı altında silinmiş gibi cisimler,
Bir tozlu yoğunluktan oluşmuş gibi resimler,
Bir tozlu ve ürkünç yoğunluk ki bakışlar
Dikkatle giremez derinliğine, korkar!
Sana layık bu derin, karanlık örtü,
Layık bu örtünme sana, ey zulümler mülkü!..
Ey zulümler alanı, evet ey parlak sahne.
...
Ey sonu gelmeyen kuyruklu yalan,
Ey mahkemelerden durmadan sürülen hak;
Ey kuruntu ve kuşkuyla duygusunu yitiren,
Vicdanlara kadar uzanan meraklı kulak;
Ey dinlenme korkusuyla kilitlenmiş ağızlar...
Erdem ve utancın unutulmuş yüzü...
Korku yüküyle iki büklüm gezmeye alışmış koca ünlü toplum...
Ey önüne eğilmiş baş.. Alnı pak ama iğrenç.
Ey kimsesiz başıboş çocuklar...
İkiyüzlü gülüşler...
Örtün evet ey facia... Örtün evet ey kent;
Örtün ve sonsuza dek uyu, ey dünya orospusu..."
Serveti Fünun, Şahbal ve İçtihat gibi dergileri okurdu babam...
İlkokula gitmeden bir yıl önce bana okuma yazmayı öğrettiğinden
beri, o dergilerin hemen bütün sayılarını biriktirdiğini
görmüşümdür kitaplığında... Müzikle de ilgilenirdi...
Mandolin ve flüt çalardı. Çok yönlü bir adamdı
anlayacağınız... Annem Hüsniye güzel ve gösterişli bir
kadındı.. Giyimine düşkündü, süslenmeyi severdi.. Roman okurdu
durmadan... Ama kavga ederdi babamla hep... Babama güler yüz
göstermezdi hiç... Nedenini anlayamadığım bir saldırganlık
içindeydi babama karşı.. Sürekli olay çıkartırdı evde...
Küçük kardeşim Fikret'i benden daha çok severdi...
Şımartırdı onu... Yedi yaşıma basınca İstanbul'da ilkokula
başladım.. Ama ailem Çanakkale'ye gidince öğrenimim orada
sürdü... Çanakkale'de boğazda bir ev kiralamıştı babam...
Ancak Birinci Dünya Savaşı nedeniyle okul ansızın kapanıverdi..
Çünkü öğretmen kalmamıştı okulda.. Pek uzun sürmedi bu
durum, öbür subayların da yardımıyla yeniden açıldı okul.
Subaylar öğretmenlikleri paylaşmışlardı... Okuldaki Türkçe
dersini de babam veriyordu. Babam her gece bir duble rakısını içer
sonra yatağına yollanırken "Ben yatmaya gidiyorum Sabahattin"
derdi kulağıma sessizce... "Annenin gene heyheyleri üstünde..."
Gider yatardı... Annem ve Fikret de erken yatarlardı... Ben
evimizin balkonuna çıkar saatlerce oturur, boğazdaki duran ya da
çok az sayıda da olsa geçmekte olan gemileri izlerdim hep... Bir
gece gene herkes uykuya çekildiğinde yatağımdan kalktım balkona
çıktım.. İstanbul'a gidişi engellemek için ağızlarını
boğaza bir yumruk gibi çeviren toplar gene öylece durmaktaydılar...
Bir karaltı gibiydi toplar.. Bizim güvenliğimizi koruduklarını
söylerdi babam ama gene de korkutucuydular... Ben ay ışığının
altında beklemekte olan gemileri izlemeyi seçerdim daha çok.. Gene
öyle yaptım.. O gemilerden birine bindiğimi ve çok uzaklara
gittiğimi düşlüyordum... Ama nedense bu tek başıma gidişe
gönlüm razı olmuyor, babamın da benimle gelmesi gerektiğini
düşünerek zenginleştiriyordum düşlerimi... Ama annemi asla
istemiyorum yanımızda! Çünkü babamla hep kavga ediyor ..
Fikret'i de istemiyorum. Fikret annemle kalsın... Çünkü annem
Fikret'i benden daha çok seviyor... Birden yanımda Fikret'i
gördüm... Herhalde onu da uyku tutmamıştı... "Ben de durayım
mı yanında" dedi.. "Peki" dedim... Sessizce oturdu yanıma...
Nefesini alıp verirken bile dikkatliydi... Düşlerimin bozulmasına
kızdığımı bilirdi... Benimle birlikte o da izliyordu gemileri...

(Birden aydınlanmaya başlar her yer.. Arkasından kararır... Sonra
ıslık sesi gibi sesler... Daha sonra silah ve bomba sesleri...
Sanki yaşamaktadır anlattıklarını..)
Fikret hemen sarıldı elime... Nasıl da titriyor zavallıcık...
Korkuyla açılmış gözleri... Anlamaya çalışıyor gibiydi
olanları... Ben de ona sarılıyorum... Öylece kaldık... Eylemsiz,
bekliyoruz... Gemilerin yanına yöresine bombalar düşmeye
başladı... Denize düşen bombaların ardından, denizden beyaz
minare gibi su sütunları yükseliyor gökyüzüne... Gemiler
kaçmaya çalışıyor... Bir gemi isabet aldı!
(Birden bir uğultu kopar gökyüzünden..)
Uçaklar geliyor... Aman allahım babam nerde? Neden gelip de
kurtarmıyor bizi?
İsabet alan gemiden insanlar atlıyor denize... Sahile yüzerek
kurtarmaya çalışıyorlar kendilerini... Fikret iyice sarılmış
bana... Yalnızca titriyor... Buna titreme denmez aslında... Zangır
zangır sallanıyor... Önce babam, ardından annem geldi koşarak
yanımıza... Annem Fikret'i yakaladı elinden... Babam da beni...
Kucaklarına aldılar bizi... Sokağa çıkıyoruz... İnsanlar
kaçışıyor yaylı arabalara binerek... Kenti terk ediyorlar... Bir
yaylıya da biz biniyoruz... Annem gene babamı suçluyor:
"Battaniyeleri unuttun!" Babam hiçbir şey söylemeden yeniden
dönüyor eve... Biraz sonra elinde battaniyelerle geliyor..
Çılgın gibi kaçışan insanlarla birlikte kentten epeyce
uzaklaşıyoruz... Artık sesler çok uzaklardan geliyor... Biraz
sonra da duyulmaz oluyor sesler... Fikret:
"Ü....ü....üü...şü...yo...rum.." diyor anneme... İşte o
gece kekeme oldu Fikret...
Babam da birkaç ay sonra istifa etti... Çünkü kalp hastasıydı
artık... Annemin histeri krizleri de iyice artmıştı...
İçlerinde en sağlamı bendim... Babam bir gün:
"Artık bu koşullarda bu kentte kalamayız..Bu bombardımanın
durması mümkün değil...İzmir'e gidiyoruz.." dedi.


Oyunun Adı: Hamlet
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu

HAMLET - Ey göklerde yaşayanlar! Ey dünya! Daha ne olsun?
Cehennem önüme mi gelsin? Ne yüz karası şey bu?
Tut kendini yüreğim, tut kendini!
Ve siz, ey sinirlerim, gevşemeyin birden;
Gerilin, destek olun bana!
Beni unutma mı dedin? Hayır, zavallı ruh,
Şu çılgın kafa durdukça çıkmayacaksın içinden,
Seni unutmak ha? Aklımın kara tahtasından
Silerim de bütün boş anıları,
Bütün kitaplarda yazılan, çizilenleri,
Gençliğimden, öğrenciliğimden kalanları.
Yalnız senin buyruğun kalır.
Beynimin defterinde, yapraklarında,
Ivır zıvır bütün bildiklerimin üstünde.
Evet, yemin Allahıma, o kalır yalnız.
Ey çürümüş yürekli kadın!
Yılan, yılan, yüze gülen zehirli yılan!
Yaz aklım, yaz defterine, yaz şunu:
Güler yüzlü, hep güler yüzlü bir insan
Zehirli bir yılan da olabilir.
Danimarka'da olabilir hiç değilse, inan buna.
Ya! Demek böyle, amca, sen buymuşsun demek!
Öyleyse benim parolam da şu bundan böyle:
Tanrı seninle olsun, unutma beni!
Yemin ettim, unutmam.


Oyunun Adı: Hamlet
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu

HAMLET - Verdiğim parçayı, ne olur, dediğim gibi, rahat, özentisiz
söyle. Çünkü birçok oyuncular gibi söz parlatmaya kalkacaksan,
mısralarımı şehrin tellalına okuturum daha iyi. Elini kolunu da
havalara savurma öyle; ölçüsünde, tadında bırak her şeyi.
Duyduğun coşkunluk bir sel, bir fırtına, bir kasırga gibi de olsa,
onu dindirecek bir hava bulmalı, buldurmalısın. Doğrusu, yürekler
acısı geliyor bana gürbüz bir delikanlının, takma saçlar
sakallar içinde, bir acıyı yüreğini paralarca, didik didik ederce
bağırıp halkın kulaklarını yırtması; o halk ki çoğu kez
anlaşılmaz, dilsiz oyunları, gürültü gümbürtüyü sever. Bir
oyuncu Termagant'ın kendisinden daha yaygaracı, Nemrut'tan daha
nemrut oldu mu, hak ettiği şey kırbaçtır bence. Bu hallere
düşme, rica ederim.
Fazla durgun da olma; aklını kullanıp ölçüyü bul. Yaptığın
söylediğini tutsun, söylediğin yaptığını. En başta
gözeteceğimiz şey, yaradılışa, tabiata aykırı olmamak.
Çünkü bunda sapıttık mı tiyatronun amacından ayrılmış oluruz.
Doğduğu gün de, bugün de tiyatronun asıl amacı nedir? Dünyaya
bir ayna tutmak, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini
göstermek, çağımızın ne olup ne olmadığını ortaya koymak.
Gerçeği büyütmek ya da küçültmekle bilgisizleri
güldürebilirsiniz, ama bu bilenleri üzer; oysa bir tek bilgili dost,
bilgisiz bütün bir kalabalıktan daha önemli olmalı sizin için.
Ah ben öyle oyuncular gördüm ki sahnede, öyle beğenilen,
alkışlanan oyuncular gördüm ki, günaha girmeyeyim ama, değil
Hıristiyan, değil Müslüman, insan bile değillerdi. Öylesine
şişirme, uydurma hallere giriyorlardı ki, dedim bunları tabiatın
kaba işçileri yaratmış olmalı, insan yapıyorum derken
insanlığın berbat bir kopyasını yapmışlar.
Az çok değil, iyice yenmeli bunu. Sakın söyleyeceklerinden
fazlasını söyletmeyin soytarılarınıza. Öylelerini gördüm ki,
kendi başlarına gülmeye ve seyircilerin en anlayışsızlarını
güldürmeye kalkıyorlar. Hem de oyunun anlayış isteyen en can
alıcı yerinde. Kötü bir şey bu; acıklı bir budalalık bu yoldan
tutunmaya çalışmak. Haydi, gidin hazırlanın.


Oyunun Adı: Hamlet
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu

OPHELIA - Nasıl ayırdederim bir bakışta
Seveni sevmeyenden?
Külahından, tozlu çarıklarından,
Elindeki değnekten.
Öldü, güzel sultanım çoktan öldü.
Öldü, gömüldü bile.
Başında yemyeşil otlar büyüdü,
Taşı dikildi bile.
Ne olur dinleyin!
Ak kefenler giyindi kardan beyaz,
Sarıldı çiçeklere.
Arar arar sevdiğini bulamaz,
Ağlayanlar içinde.
Fırıncının kızı baykuş olmuş diyorlar. Allah korusun. İnsan
ne olduğunu bilir, ama ne olacağını bilemez. Tanrı bereketini
eksik etmesin sofranızdan. Kendiniz hiçbir söz söylemeyin sakın
bunun üstüne, ama ne demek olduğunu soran olursa şöyle dersiniz:
Yarın bayram, Saint Valentine bayramı,
Erken uyanır herkes.
Ben bir kızım, gelirim pencerene,
Eşim ol derim sana.
Delikanlı kalktı, hemen giyindi,
Açtı kıza kapısını.
Kız girdi içeri, kız girdi ama,
Kız çıkmadı dışarı.
Ayıp, ne ayıp şey bu!
Fırsat bulan her genç yapıyor bunu
Yüzü kızarmaksızın.
Kız dedi: Bu işi yapmazdan önce
Evleniriz demiştin?
Delikanlı şöyle karşılık verdi:
Evlenirdim sabah sabah gelip de
Koynuma girmeseydin.
Elbet bir gün düzelir her şey. İnsan sabırlı olmalı; evet ama
ağlamamak elimde değil düşündükçe soğuk topraklara
gömüldüğünü. Geceniz hayrolsun, bayanlar, iyi geceler, güzel
bayanlar, iyi geceler, iyi geceler!


Oyunun Adı: Hamlet
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu

HAMLET - Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine kaşı
Dur, yeter! demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden.
Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altından inleyip terlemek,
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanı?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden,
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Ama sus, bak, güzel Ophelia geliyor.
Peri kızı dualarında unutma beni,
Ve bütün günahlarımı.


Oyunu Adı: Atinalı Timon
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu

TIMON - Sevgili dostlarım, oturmaz mısınız? (...) Herkes
sevgilisini öpmeye koşar gibi geçsin yerine. Hepiniz tıpatıp
aynı şeyi yiyeceksiniz. Resmi bir ziyafetteymiş gibi yer seçmekle
oyalanıp yemeği soğutmayın. Oturun, oturun! Ama tanrılara
şükran borcumuzu ödeyelim önce.
Ey yüce koruyucularımız; bu topluluğumuzdaki yüreklere şükran
duyguları serpin. Çünkü sizler, bizlere verdiklerinizle
yücelttiniz kendinizi, ama varınızı yoğunuzu da vermeyin, yoksa
tanrılığınız hor görülür. Herkese yetecek kadar verin ki,
kimse kimseye muhtaç olmasın. Çünkü siz tanrılar, insanlardan
borç istemek zorunda kalsanız gözlerinden düşersiniz. Yiyecekleri
yemeği yedirenden daha çok sevdirin insanları. Yirmi kişilik bir
toplantıda bir o kadar da alçak bulunsun her zaman. Bir sofraya
oturan on iki kadının bir düzinesi o bildiğiniz soydan olsun! Ey
tanrılar, ne kadar lanetiniz daha kaldıysa yağdırın Atina'nın
senatörleri ve aşağılık çirkef sürüleri üstüne!
İçlerindeki çamura boğun onları! Buradaki dostlarıma gelince,
hiçe saydığım için hepsini, hiçlik dilerim hepsine sizden,
buyursun hiç yesinler!
Açın tabaklarınızı, köpekler, açın da yalayın!
(...)
Dilerim görüp göreceğiniz en iyi ziyafet olsun bu!
Sizi gidi ağız dostları sizi!
Duman ve ılık su; tam sizin şanınıza layık işte.
Timon'un son yemeği budur size.
Yıkayıp temizliyor işte kendini Timon
Üstüne pul pul yapışan dalkavukluğunuzdan;
Savuruyor işte böyle suratınıza
Vıcık vıcık alçaklığınızı.
Herkesin lanetleriyle yaşayın, uzun uzun hem de;
Sizi sırıtkan, yapışkan, iğrenç sömürgenler sizi!
Para budalaları, sofra sülükleri, iyi gün sinekleri!
Süklüm püklüm uşaklar, uçarı dumanlar, kalleş kuklalar!
Bütün insan ve hayvan hastalıklarına tutulasıcalar!
Ne o? Kaçıyor musun? Dur biraz; ilacını iç de öyle git!
Sen de! Sen de! Dur, para vereceğim, borç istemeyeceğim.
Ne o? Kaçış mı hep birden? Bundan sonra
Alçakları çağırmadan kurulmasın hiçbir sofra.
Yansın konağım! Atina yerin dibine batsın!
Bundan böyle Timon'un yüreğinde yeri olmasın
İnsanların, hiçbir insanın!


Oyunu Adı: Julius Caesar
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Nurettin Sevin

ANTONIUS - Dostlar, Romalılar, vatandaşlar, beni dinleyin: Ben
Sezar'ı gömmeye geldim, övmeye değil. İnsanların yaptıkları
fenalıklar arkalarından yaşar, iyilikler çok zaman kemikleriyle
beraber gömülür; haydi Sezar'ınkiler de öyle olsun. Asil Brutus
size Sezar'ın haris olduğunu söyledi; eğer böyleyse, bu ağır bir
suç. Sezar da onu pek ağır ödedi. Şimdi burada Brutus'la
diğerlerinin izinleriyle, çünkü Brutus şeref sahibi bir zattır;
zaten hepsi, hepsi şerefli kimselerdir, evet müsaadeleriyle burada
Sezar'ın cenazesinde söz söylemeye geldim. O benim dostumdu, bana
karşı vefalı ve dürüsttü; lakin Brutus haris olduğunu söylüyor
ve Brutus şerefli bir zattır. Sezar Roma'ya birçok esir getirdi,
devlet hazinelerini bunların kurtuluş akçeleri doldurmuştu. Acaba
Sezar'da hırs diye görülen bu muymuş? Fakirler ne zaman ağlasa,
Sezar'ın gözleri yaşarırdı; hırs daha sert bir kumaştan olsa
gerek. Fakat gene Brutus onun için haristi diyor; Brutus da şerefli
bir adamdır. Siz hep gördünüz, Luperkalya yortusunda ben kendisine
üç defa kırallık tacı sundum, üç defasında da reddetti; hırs
bu muymuş? Gene Brutus, haristi diyor. Ve şüphesiz kendisi
şerefli bir adamdır. Ben Brutus'un dediklerini çürütmek için
söz söylemiyorum, buraya bildiklerimi söylemeye geldim. Bir
zamanlar siz onu hep severdiniz, bu sebepsiz değildi; öyleyse sizi
ona yas tutmaktan alıkoyan nedir? Ey izan! Sen hoyrat hayvanlara
sığınmışsın, insanlar da muhakemelerini kaybetmiş. Beni
affedin. Kalbim tabutun içinde, şurda, Sezar'ın yanında, tekrar
bana gelinceye kadar beklemeli.


Oyunu Adı: Kral Lear
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: İrfan Şahinbaş

EDMUND - Ey tabiat! Benim tanrım sensin! Ben senin kanunlarına
kul köleyim. Kardeşimden on, on beş ay sonra dünyaya geldim diye
niçin o baş belası göreneklerin zulmüne uğrayayım? Toplumların
o titizliği beni niçin haklarımdan mahrum bıraksın? Piçmişim,
alçağı, sefilin biriymişim, neden? Benim de namuslu, şerefli bir
kadının evladı kadar hatlarım düzgün, ruhum asil değil mi?
Bedenim babamın kalıbını taşımıyor mu? Öyleyse niçin piçlik,
alçaklık damgası vuruluyor bize? Biz tabiatın gizli şehvet
anlarında vücut bulurken, evliliğin soğuk, yavan ve bıkkın
döşeğinde, uyku ile uyanıklık arasında vücut bulan o ahmaklar
sürüsünden daha özlü, daha dinç, daha ateşli unsurlarla
yoğrulmadık mı? Ee... meşru kardeşim Edgar, mirasın benim
olacak! Babamız, piç Edmund'u meşru oğlu Edgar kadar seviyor.
"Meşru oğlu!" Ne de güzel söz!... Hel şu mektup istediğim
tesiri yapsın, hele yalanım muvaffak olsun, piç Edmund meşru
Edgar'ı nasıl alt edermiş, o zaman görürüz. Büyüyorum
artık... Yükseliyorum. Hadi tanrılar, koruyun piçleri!


Oyunu Adı: Kral Lear
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: İrfan Şahinbaş

LEAR - Esin rüzgarlar, esin! Yanaklarınız çatlayıncaya kadar
üfürün! Kudurun! Esin! Seller, boşanın! Kuleleri,
tepelerindeki fırıldaklara kadar sulara gömün! Düşünce
hızıyla bir an içinde çakıp sönen kükürtlü ateşler, meşeleri
yaran yıldırımın öncüleri, alazlayın şu ak saçlı başımı!
Siz de ey gökler, kainatı saran o korkunç gürlemelerinizle
yamyassı edin şu yuvarlak dünyayı! Tabiatın insan döken
kalıplarını paramparça edin; nankör insan üreten tohumları silip
süpürün!
(...)
Gökler, gürleyin var kuvvetinizle! Yağmurlar, akın!
Yıldırımlar, saçın ateşinizi! Siz benim kızlarım değilsiniz
ki! Ben sizi nankörlük ediyorsunuz diye yerebilir miyim? Koca bir
ülkeyi vermedim ki size; "evlatlarım" demedim ki size! Bana hiçbir
itaat borcunuz yok sizin! Onun için keyfinize bakın, neniz varsa
yağdırın üzerime... Görüyorsunuz, kölenizim artık... Gücü
kalmamış, adam yerine konmaz olmuş, zavallı, alil bir ihtiyarım.
Ancak "o habis kızlarıma yardakçılık ediyorsunuz" demekten de
kendimi alamıyorum. O melunlarla birlik oluyor, böyle yaşlı ve
ağarmış bir başa göklerden savaş açıyorsunuz. Ayıp! Ayıp!


Oyunu Adı: Macbeth
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu

MACBETH - Yapmakla olup bitseydi bu iş,
Hemen yapardım, olup biterdi.
Döktüğüm kanla akıp gitse her şey,
Bir vuruşta sonuna varılsa işin,
Bir anda bu dünyayı olsun kazanıversen,
Zaman denizinin bir kumsalı olan bu dünyayı
Öbür dünyayı gözden çıkarır insan.
Ama bu işlerin daha burada görülüyor hesabı.
Verdiğimiz kanlı dersi alan
Gelip bize veriyor aldığı dersi.
Doğruluğun şaşmaz eli bize sunuyor
İçine zehir döktüğümüz kupayı.
Adam burada, iki katlı güvenlikte:
Bir kere akrabası ve adamıyım:
Ona kötülük etmemem için iki zorlu sebep.
Sonra misafirim; Değil kendim bıçaklamak,
El bıçağına karşı korumam gerek onu.
Üstelik bu Duncan, ne iyi yürekli bir insan,
Ve ne bulunmaz bir kral.
Her değeri ayrı bir İsrafil borusu olur
Lanet okumak için onu öldürene!
Acımak yeni doğmuş bir çocuk olur, çırılçıplak,
Kasırganın yelesine sarılmış,
Ya da bir melek, görülmez atlarına binmiş göklerin,
Ve gider dört bir yana haber verir
Bu yürekler acısı cinayeti,
Göz yaşı savrulur esen yellerde.
Sebep yok onu öldürmem için,
Beni mahmuzlayan tek şey, kendi yükselme hırsım;
O da bir atlayış atlıyor ki atın üstüne
Öbür tarafa düşüyor, eğerde duracak yerde.


Oyunu Adı: Kadıncıklar
Yazan: Tuncer Cücenoğlu

PARLAK - Şimdi, Abdullahcığım.. İlk filmimi çevirmekteyim..
Cüneyt ağbi başrolde.. Kız da Türkan Sultan.. Cüneyt ağbi
gariban, bizim gibi.. Türkan Sultan varlıklı bir pezevengin
kızı.. Cüneyt ağbi de yoksul bir pezevengin oğlu.. Aşk ferman
dinler mi, bi görüşte vuruluyor Cüneyt ağbimize.. Buluşacaklar..
Türkan Sultan arabasıyla, yoksul delikanlı Cüneyt ağbimizin
beklediği Sarıyer sırtlarına gelmektedir.. Cüneyt ağbi uzaktan
arabayı tanıyor.. "Sultan, Sultaaaan" diye koşarken, aniden bir
kamyon.. (Müzik sesi yapar) altına alıyor Cüneyt ağbiyi.. Kör
oluyor kör.. Artık o, kör bir kemancıdır!.. Ona acıma, gözleri
açılacak sonunda.. Bana acı asıl.. Dublör benim!.. Kamyon bana
çarpıyor, Cüneyt ağbi yatıyor.. Sahneyi yeniden çekiyorlar,
kamyon bana çarpıyor, Cüneyt yatıyor.. Beğenmiyorlar yeniden
çekiyorlar, kamyon yine bana çarpıyor.. Cüneyt yatıyor!..
Türkan'ın sevgisi sahte değildir.. Babasının karşı
koymalarına rağmen, Cüneyt'in çalıştığı, kör keman çalıp
arabesk söylediği meyhaneye gelmektedir, her gece. Buraya dikkat..
Yeşilçam'da bir kahve vardır, siz görmediniz oraları.. O kahvede
bizim figüran takımı bekler.. (Duygulanır..) Bir rol verilir
umudu ile beklerler.. (Yeniden neşeli.) İşte o kahvede, günlerdir
bir rol verilir umuduyla bekliyoruz.. Bir minibüse doldurdular
hepimizi.. Yallah Sarıyer sırtlarındayız.. İşte o meyhanedeki
içki içenleri oynayacağız.. Hani dedim ki, madem içki içenleri
oynayacağız, filme uygun olarak sosyal gerçekçi olsun, baştan bir
iki kadeh atalım.. Tam bizim sahne geldi ki hepimiz zom, aynen.. O
Memduh olacak bağırdı!.. Recisör.. "Ben sizden meyhanede içer
gibi yapacak adamlar istedim.. Bunlarla olmaz.." Ben de vallaha da
billaha da sırf latife olsun diye, kolumla da destekleyerek
"Yeşilçam'da ayık adam nah bulursun!." demiş bulundum. Birden,
başta Memduh ağbi olmak üzere, setçisi, ışıkçısı, kameramanı
ve hatta Cüneyt'in üstüme doğru geldiklerini gördüm.. Fatma abla
var ya, o da çekimi seyrediyormuş, ayakkabıyı çıkarttığı gibi
yallah üstüme!. Yer misin yemez misin? Hani, Cüneyt karateci ya,
kolumu kırmaya çalışıyor, Fatma topuklusuyla başıma, hele o
Türkan yok mu, bi de hanımefendi derler, hayalarıma hayalarıma ver
ediyor tekmeyi.. Memduh ağbi desen, durmadan kafa atıyor!.. Tam
bayılıyordum ki Memduh'un şunu söylediğini duydum: "Bu ipneyi!"
Yani beni! "Bu delikanlıyı, en seri vasıtayla İstanbul il
sınırları dışına çıkartın, bu yaştan sonra hapishanelere
giremem!" Gözümü açtığımda burdaydım, Ankara'daydım.


Oyunun Adı: Lysistrata
Yazan: Aristophanes
Çeviren: Azra Erhat - Sabahattin Eyuboğlu

LYSISTRATA - Biz kadınlar savaşın ilk günlerinde haddimizi bildik,
her yaptığınıza boyun eğdik. Ağız açtırmadınız bize,
sustuk. Ama yaptıklarınızı beğeniyor muyduk? Hayır. Olanın
bitenin pek ala farkında idik. Çok defa köşemizden öğreniyorduk
önemli işler üstüne verdiğiniz kötü kararları. İçimiz kan
ağlarken, yine de gülümseyerek sorardık: "Bugünkü halk
toplantısında barış üstüne ne karara vardınız?" Kocamız "Sana
ne? Sen karışma!." der, biz de susardık.
Ama ara sıra da ne kötü kararlara varıldığını öğrenir ve
sorardık: "Aman kocacığım, nasıl olur, bu kadar çılgınca bir
işe nasıl girersiniz?" Ama kocamız bize yukardan bakarak: "Sen
elinin hamuruyla erkeklerin işlerine karışma. Cenk işi, erkek
işi!" derdi.
Başımızı derde sokuyordunuz, yine de bizim size öğüt vermeye
hakkımız yoktu. Ama sonunda siz kendiniz başladınız bağırmaya
ulu orta: "Erkek yok mu bu memlekette?" diye; erkekler cevap verdi
size: "Yok, erkek yok bu memlekette!" İşte o zaman biz kadınlar
toplandık ve Yunanistan'ı kurtarmaya karar verdik. Daha bekleyebilir
miydik? Söz bizim artık, susmak sırası sizde. Aklınızı
başınıza toplar, öğütlerimizi dinlerseniz, işlerinizi biz yoluna
koruz.


Oyunu Adı: Eski Fotoğraflar
Yazan: Dinçer Sümer

SEVTAP - Topunuz aynı çanağın çamurusunuz be! (Konyak içer.)
Bilmez miyim ben? Benim adım Sevtap oğlum, Sevtap! Varyetemde
bakarım da çevreme, ulan hiçbir adem, badem gözlü Sevrtap'ın
gözlerinin içine bakmaz. Milletin tüm aklı-gözü göbeğimde,
baldırımda. (İçer.) Şu odada bir gün ne oldu, biliyor musun?
Bilmem ne müdürlüğünden emekli bir herif, işte şu iskemlede
oturdu, sel gibi gözyaşı döküp yalvardı. Ne için biliyor musun?
(Kahkahalarla güler.) Yooo, onun için değil. Yüz yaşındaydı
belki manyak. Giyilmiş donlarımdan birini ona hediye etmem için.
Birinde de bir sarı oğlan. Beş kuruşluk rakı içmiş, elinde
bıçak, daldı odama. Höyyyt, ben adamı şişlerim, ben adamı
dişlerim! Hani bayağı da güzel çocuk, hoş çocuk. Baktım fos
fos ötüp duruyor çaylak, gülüverdim. Lan muhallebici dedim, senin
istediğin bu mu? Al sana öyleyse. Soyunuverdim anadan doğma. Nah,
fincan gibi oldu dürttüğün iki gözü. Şaşırdı kaldı, elden
ayaktan kesildi. Gel gel dedim, gel! Tir tir titriyor anasının
kuzusu. Şöyle bir gittim üstüne, attı bıçağı kaçtı.
(Kahkahalarla güler.) Yaa, böyle işte. (Sehpanın üstünden bir
bıçak alır.) İşte, durup durur bıçağı o günden beri.
(Bıçağı bırakıp içkiyi alır, içer.) Yaa, Seyit çocuk, kolay
mı Sevtap olmak? Benim hayatım roman be. (İçini çeker.) Oooof
of! Gidelim. (Aynaya bakar.) Gördün işte Veli Bey
hokkabazını... Biraz geç kaldım diye aklı fırttı kodoşun...
(Sarhoş, mutlu.) Elbet ya, ben o pavyonun kraliçesiyim ulan,
kraliçesiyim. Dur, azıcık daha allanacağım bu gece. (Allık
sürünür.) Gözlerime de kalem çekeceğim. Ne müdürleri, ne
jandarma kumandanlarını, ne pamukçu ağalarını kul etmiş
kadınım ben. Sen bakma pavyondaki öteki kızlara. Hepsi de
çürük-çarık şeyler. Teneke marka hepsi. Şimdikiler hepten
düttürü Leyla. Neslihan da, İnci de, hepsi. Varsa yoksa,
boşanmış zemberek gibi hi-hi-hi-hiyy diye gülmeler, bir de masanın
altından heriflerin bacaklarına bacak sürtmeler. (Öfkeli.)
Konsumasyonda etime el elleştirmiş kadın değilim ben. Ama
muhabbetim var benim, erkek ruhundan anlarım bir kere. Yeniler iki
viski içtiler mi, su muhallebisi gibi, peluze gibi
yavşayıveriyorlar. Lap düşüyorlar heriflerin kucağına. Sabaha
karşı da binip zamparanın taksisine doğru yaylaya, uçuşa! Ben de
bilirdim taksilerde gezmesini, güzel otellerde yatmasını. Ama
yoook, her kuşun eti yenmez. (Öfkelenmektedir iyice.) Erkek
karıyım ben, namus kumkuması değilsem de... Gene de kendime
göre... (Birdenbire sarsılır, ellerini göğsüne bastırır,
acıyla kıvranır.)
Aaa-ı-ıh... İşte... Gene... Bir bıçak ucu, girdi çıktı
şurama. (Soluk soluğa.) Şuram... Şuramda bir şey var benim.


Oyunun Adı: Fizikçiler
Yazan: F. Dürrenmatt
Çeviren: Zahide Gökberk

MOBIUS - Adam öldüren katildir. Bizim üçümüz de adam
öldürdük. Her üçümüzü de bu müesseseye getiren ödevlerimiz
vardı. Her üçümüz de belli bir amaç uğruna kendimize bakan
hemşireleri öldürdük: Sizler gizli ödevlerinizi tehlikeye
düşürmemek için, ben de Hemşire Monika bana inandığı için. O
beni yanlış anlaşılmış bir dahi sayıyordu. Bugün bir dahinin
asıl ödevinin tanınmamak olduğunu anlayamadı zavallı. Adam
öldürmek korkunç bir şey. Ben daha korkunç bir cinayetin önüne
geçmek için yapmıştım bunu. Şimdi de karşıma siz çıktınız.
Sizleri ortadan kaldıramam ama belki inandırabilirim. Düşünün,
işlediğiniz cinayetler boşa mı gitsin, hiç anlamları kalmasın
mı? Ya fedakarlık ettik, ya da cinayet işledik. Ya tımarhanede
kalırız, ya da dünya havaya uçar. Ya biz kendimizi insanların
aklından tamamen sileriz, ya da insanlık ortadan silinir.


Oyunu Adı: Ful Yaprakları
Yazan: Civan Canova

RICHARD - Ben Romeo'nun Jüliet'i tanıdığından dah fazla tanıyorum
seni. Sen de beni. Juliet'in Romeo'yu, Ophelia'nın Hamlet'i, Eva
Braun'un Hitler'i, Diana'nın Charles'ı tanıdığından daha fazla
tanıyorsun. En azından onlardan daha çok sohbet ettik. Daha çok
vakit geçirdik birlikte. Ve yakında sıra ölüme gelecek. Bütün
aşıklar gibi. Aşkımızla ilgili yazılı bir belge olmayacak
belki, ama ilgilenenler ilerde internet kayıtlarından bulabilirler
bizim hikayemizi. Ve ben, iki sevgiliye yaraşan en güzel ölümü
buldum. Anlatayım mı?
Siyanür dolu bir küvete girmeliyiz önce... Ya da baldıran otu...
Evet, bu daha iyi. Siyanür derimizden içeri girebilir. Ve de
vaktinden önce öldürebilir bizi. En iyisi baldıran otuyla
kaynatılmış köpüklü su. Üzerinde ful yaprakları. Binlerce
yaprak. Önce o suya girip yıkanmalıyız... Saatlerce... Sadece
dokunmalıyız birbirimize. Ellerimizle... Saçlarımızı
okşamalıyız. Omuzlarımızı, göğüslerimizi, bacaklarımızı...
Sonra çıkmalıyız köpüklerin ve ful yapraklarının arasından...
Gözlerimiz kapalı, kokularımız ciğerlerimizde, tenimiz, terimiz
ve baldıran otlu vücutlarımız birbirine karışmış, dakikalarca
sevişmeliyiz. Wagner çalmalı odada. Faust bizi izlemeli perdenin
kenarından, sessizce...
Gerçek aşkları göze alamadık. Ölüme bile atlayamadık gerçek
aşklarımız için. Oysa nedir ki ölüm? Hiç değilse
düşlerimizdeki aşklar için yapmalıyız bunu. Yok olsak bile
adresimiz belli olmalı bu saçma sapan boşlukta. Madonna ve Richard.
Güneş sistemi... Mars... Kainat... Özel ulak.
Gün ağırınca, önce kapıyı çalacaklar. Meraklılar. Sonra da
kıracaklar kapıyı. Sonra da, ne yazık ki iki ayrı beden
bulacaklar içerde. İki baş, dört kol, dört bacak ve birbirine
sırtını dönmüş iki yürek.
Ben şimdiye kadar hiçbir ölüme üzülmedim aslında. Ne bir savaş
esirine, ne babama, ne de ful yapraklarına... Gülüp geçmedim belki
ama hiç üzülmedim. Umursamadım. Ve de... Hep korktum ölümden.
Çok düşündüm ölmeyi ama cesaret edemedim.
Mars'a yollanacak olan kapsüle isimlerimizi yazdırdım bu sabah.
Düşünsene, aşkımız tarihe geçecek. Adem'den beri hiçbir aşk
bu kadar uzaklarda duyulmamış, hiçbir aşık böylesine bir gurur
yaşamamıştır. Mars'a isimleri yazılan ilk bir milyon insan
arasında biz de varız Madonna. Önce uzun bir süre boşlukta
dolaşacak adlarımız, sonra da bambaşka bir gezegene düşecek. Ve
insanlık kendini yok edinceye, kainat bir atom çekirdeği haline
gelinceye kadar orda kalacağız. Sonsuzluğa kazınan kutsal bir
aşk. Sen ve ben. Madonna ve R


Oyunu Adı: Godot'yu Beklerken
Yazan: Samuel Beckett
Çeviren: Tuncay Birkan

VLADIMIR - Boş konuşmalarla zamanımızı harcamayalım! (Bir an,
şiddetle) Fırsat varken bir şeyler yapalım! Her gün birilerinin
bize ihtiyacı olmuyor. Aslında özellikle bize ihtiyaç duymuyorlar.
Başkaları da daha iyi olmasa bile, aynı derecede bizim
yaptıklarımızı yapabilirlerdi. Kulaklarımızda çınlayan şu
yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş! Ama burada,
zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz.
Çok geç olmadan bundan yararlanalım! Zalimce bir alın yazısının
bize layık gördüğü iğrenç güruhu hakkıyla temsil edelim! Ne
dersin? (Estragon hiçbir şey söylemez) Kollarımızı kavuşturup
yardım etmenin iyi ve kötü yanlarını hesaplarken cinsimize
kötülük etmediğimiz doğru. Kaplan hiç düşünmeden hemcinsinin
yardımına koşar ya da çalılıkların kuytularına siner. Ama
sorun bu değil. Sorun burada ne yaptığımız. Ve cevabı
bildiğimiz için mutluyuz. Evet, bu uçsuz bucaksız karmaşada kesin
olan tek bir şey var. Godot'nun gelmesini bekliyoruz. Ya da gecenin
çökmesini. (Bir an) Buluşacağımız yere saatinde geldik ve bu da
sonu işte. Aziz değiliz ama bu da sonu işte. Aziz değiliz ama
buluşacağımız yere saatinde geldik. Kaç insan böyle bir şeyle
övünebilir?


Oyunu Adı: 4. Murat
Yazan: Turan Oflazoğlu

SULTAN MURAT - Kur'andır bu!
Her karanlığı aydınlatandır bu!
Bütün sözlere, bütün eylemlere hakandır bu!
(Kalabalığın üstüne yürür.)
Kur'andır bu!
Yerin göğün sırrını kesin buyruklarla açıklayandır bu!
Tekmil peygamberleri doğrulayandır bu!
Kur'andır bu!
(Yavaş yavaş tahtına doğru çekilerek)
O doğmayan ve doğurmayanın ağzından,
doğrudan doğruya onun ağzından konuşandır bu.
O ki yerde insanların yürek vuruşunu ayarlıyandır,
gökte yıldızların dönüşünü sağlıyandır.
Onun ağzından konuşandır bu!
(Oturur.)
Kur'andır bu!
(Bekler. Kalabalık büyülenmiştir. Murat, Kur'andan bir yer açar,
sessiz okur, sonra.)
Sultanlar sultanı Hud suresinde buyuruyor ki:
"Büyüğünüz sizden nasıl davranmanızı isterse,
öyle davranacaksınız kullarım!"
Sorarım size: Bu kitabın yanıldığını
ileri sürecek müslüman var mı içinizde?
Sultanlar sultanı Et-tevbe suresinde buyuruyor ki:
"Ey inananlar, Tanrıdan korkun
ve sadık kişilerle beraber olun!" "İnananlar" deniyor...
Tanrıya inanmayan müslüman var mı içinizde?
Derim ki kullarım,
kıyamet göğü gergin bir davul kesilip
gümbür gümbür ötmeden,
yeryüzünü karanlık yankılar
kanlı çığlıklarla tir tir titretmeden
derim ki,
gecenin sarp doruklarından öfke yangınları kopmadan,
yamaçlardan inen som ateşten süvariler
tüm kentleri köyleri kasıp kavurmadan,
derim ki,
kara elmas tolgalı başbuğ, o yağız Yokluk Sultan,
suçlu suçsuz bütün canlıları
şimşek bakışlarıyla eritmeden,
güzel çirkin tekmil bedenleri kül etmeden.
kullarım, derim ki
kendinize gelin
iş işten geçmeden!


Oyunu Adı: Güldürü Üstüne Aldatma Ya da Tam Tersi
Yazan: Ahmet Önel

DALGACI - (Işıklar yandığında koltuğundadır. Elinde tenis
raketi..) Ne çok şey anlatabilirim! Hoşsohbet biriyimdir aslında.
Yine de, pek sevmezler beni. Nedense çekinirler. Huysuz herifin biri
olduğum söylenir orda burda. Aldırmam. Her söylenen lafa kulak
kabartırsanız işiniz iş demektir, yalan mı! Benim işim ise..
Size komik gelebilir belki ama, oyun oynarım ben. Sıkı bir
oyuncuyumdur hani. Fazlasını sormayın, anlatmam. Bir işim daha
vardır bu arada. Ona iş denir mi, bilmem ama.. (Kolundaki aleti
gösterir.) Bunu saat sanırsanız aldanırsınız. Dünya nüfus
göstergesidir bu. Şu an, evet şu an yeryüzünde kaç insan evladı
var, anında söyleyebilirim. Tam tamına, altı milyar, yediyüz
yirmi milyon üçyüz kırkaltı bin seksen dört kişi. Yemin ederim
ki doğru! Eh, ne yapalım, herkesin bir merakı var işte. Ben sizin
o minik içki şişelerini yan yana dizip de eşe dosta gösterip
böbürlenmenize karışıyor muyum! Aslında itiraf etmek gerekirse,
sorumluluk duygusu fazla olan biri değilim. Sorumluluk almaktan da ana
değilim hani. Dalgacının biri olduğum bile söylenebilir canım!
Bana kalsaydı ne o, ne bu, şair olmak isterdim! Çok ciddiyim.
Güzel, körpecik kızlar sırtımı kaşıyıp yelpaze sallarken ben
de şarabımı yudumlayıp şiirler döktürseydim fena mı olurdu
sanki! Ya da bir yazar olup öyküler kurmak! Bakın bu da fena
değil.. Yeni yeni insanlar salardım yeryüzüne ve onlar
birbirlerini didiklerlerken ben de bir köşeye çekilir ve keyifle
izlerdim kurguladığım dünyayı. Olmadı işte! Ne yaparsınız,
beni kurgulayan da böylesini uygun görmüş. Ancak hayatın kendine
has kuralları var. Acımasız bir dünyayla burun buruna geliyoruz
pencereyi araladığımızda. Üzümler kendiliğinden şaraba
dönüşmüyor. Çaba gerekiyor çünkü. Sonuç olarak, şiiri
çoktan bıraktım. Öyküye zaten başlamamıştım. Herkes gibi
yaşamayı seçtim sizin anlayacağınız. Ayrıca bir yazar nedir ki!
Eninde sonunda kendi gölgesiyle sohbet eden bir ademoğlu! Yalan
mı?
Şimdiden kantarın topuzunu kaçırdım bile. Yazmak şart değil ya,
bir öykü anlatacaktım size. Her ne kadar yazar olamadıysam da, bir
yazarın öyküsünü aktaracaktım. Aldığı bir siparişin
heyecanıyla soluğu kıyıkentteki bir motel odasında alan bir düş
ustasının öyküsünü, evet! Eh, motel masrafını ödeyecek olan
kendisi değil nasıl olsa! Motelin en güzel odasına yerleşmekten
kim alıkoyabilir ki kendisini! Ne keyifli bir durum, öyle değil mi!
Ancak şu üzümdeki çaba burada da gerekiyor. Sözcüklerden şarap
yapmak kolay mı sanıyorsunuz yoksa? Felsefe paralayacak değilim.
Yüzüme gözüme bulaştırmadan öyküyü anlatabileyim, yeter bana.
Son olarak söyleyeceğim şu: Yazarlar yarattıkları aracılığıyla
özlemlerini dile getirirler biraz da.. Maharet sözcüklerde sizin
anlayacağınız. Ah sözcükler! O görünmez kanatlar.. O
duyulmayan kanat çırpışları.. Kimi zaman da nasıl aldatır biz
çaresiz insanları! Bütün bu söylediklerim gibi tıpkı. Yoksa
siz.. deminden beri konuştuğumu mu sanıyorsunuz? (Yerinden
doğrulur, raketi sallayarak çıkar.


Oyunun Adı: Bir Evlenme
Yazan: Nikolay V. Gogol
Çevirenler: Melih Cevdet Anday - Erol Güney

AGAFYA TIHONOVNA - Aman yarabbim... Karar vermek ne güç şeymiş...
Bir kişi, iki kişi olsa ne ise... Ama dört kişi... Gel de birini
seç. Nikanor İvanoviç biraz zayıf ama hiç de fena değil. İvan
Kuzmiç de fena değil. Açık konuşmak gerekirse, İvan Pavloviç de
biraz şişman ama, pekala gösterişli bir erkek. Söyleyin bana ne
yapayım? Baltazar Baltazaroviç de değerli bir adam. Ah ne zor şey
bu karar vermek... Anlatamam, anlatamam. Nikonor İvanoviç'in
dudaklarını, İvan Kuzmiç'in burnunu alsak... Baltazar
Baltazaroviç'in de halini tavrını... Bunun üzerine de İvan
Pavloviç'in gösterişini katsak o zaman seçmek kolay olurdu. Oysa
şimdi düşün, düşün... Vallahi başıma ağrılar girdi. Bence
en iyisi ad çekmek. İşi kısmete bırakmalı. Kim çıkarsa kocam
o olour. Adlarını birer kağıda yazarım. Sonra kağıtları
kaparım. Kısmetim kimse belli olur. (Masaya yaklaşır. Kağıtla
makas alır. Kağıtları keser, katlar, bunları yaparken de
konuşur.) Ah şu kızlar ne talihsiz... Hele aşık olan kızlar...
Erkekler bunu kabul etmezler, anlamak da istemezler. Ne ise, hepsi
hazır. Bunları çantamın içine koyayım. Gözlerimi kapayıp
çekeyim. Ne olursa olsun. (Kağıtları çantaya koyar. Eliyle
karıştırır.) Ah, içime bir korku geldi. Allah vere de Nikonor
İvanoviç çıksa; ama ne diye o olsun... İvan Kuzmiç daha iyi.
Peki, İvan Kuzmiç de neden? Ötekilerin ne kusuru var? Hayır,
istemem. Kim çıkarsa o olsun. (Eliyle kağıtları karıştırır
ve çantadan yalnız birini değil, hepsini birden çıkarır.) A...
hepsi birden çıktı. Kalbim çarpıyor... Olmaz, olmaz. Yalnız
bir tane çekmek lazım. (Kağıtları gene çantasına koyar,
karıştırır. Bu sırada Koçkarev girer. Yavaşça ilerleyerek
arkasına gelir.) Ah Baltazar Balta... yok canım, Nikonor İvanoviç
çıksa.. Hayır, hayır, istemiyorum. Kısmetim ne ise o çıksın


Oyunu Adı: Cadı Kazanı
Yazan: Arthur Miller
Çevirenler: Sabahattin Eyuboğlu - Vedat Günyol

PROCTOR - Orospu, evet, orospu bu kız! Surata bakın! Bir çığlık
da benim için atar şimdi! Cadı der bana da! Yattım, bayım, ben
yattım bu kızla! İnsan durup dururken adını kirletmez. Bundan
kuşkunuz olmaz herhalde. (Utançtan sesi kısılır gibidir)
Hayvanlarımın yattığı ahırda, sekiz ay kadar önce... O günden
sonra da olan oldu bana. Bu kız, benim evimde hizmetçiydi, bayım.
(Ağlamamak için çenesini sıkar.) İnsan bazen Allahı uykuda
sanır, uyumaz oysa, Allah her şeyi, her şeyi görür. Biliyorum
artık bunu. Yalvarırım bayım, yalvarırım, bu kızı olduğu gibi
görün artık. Karım, sevgili, iyi yürekli karım, olan bitenden
biraz sonra bu kızı kapı dışarı etti, sokağa attı. İşte
içerlediği bu yalnızca, yediremediği bu kendine! Onun için de,
kalkmış şimdi... (Devam edemeyecek kadar perişandır.) Sayın
başkan, beni bağışlayın, bağışlayın bu halimi! (Kendi kendine
kızar, yüzünü Danforth'dan çevirir. Sonra içinde kalanı birden
boşaltır gibi) Niyeti karımın mezarı üstünde benimle hora
tepmek! Hani olmayacak şey de değil bu, düşkünlüğüm yok
değildi bu kıza. Allah yardımcım olsun! Düşkünlüğümü belli
ettim ona, umuda kapıldı bundan. Ama kahpece öç almak, onun
bütün istediği bu. Görün, böyle olduğunu. Kendimi teslim
ediyorum size, ne isterseniz yapın. Ama, görün her şeyi olduğu
gibi. Görmezlik edemezsiniz artık. Kendi onuruma teneke çaldım
uluorta! Kendimi kepaze ettim önünüzde! Bana inanmazlık
edemezsiniz artık, Bay Danforth. Karım suçsuzdur, tek kusuru bir
kahpenin kahpeliğini fark etmiş olmaktır.


Oyunun Adı: Çöplük
Yazan: Turgay Nar

AYMELEK - Deseler ki bana, bir canın var ona ver, veririm... Haço...
O da olmasa hepten yalnızlık çöker omuzlarıma... Onsuz ne
yaparım ben?.. Kardeş ne de olsa, anamın yadigarı. Etimi yese de
kemiklerimi saklar... İnsan yaşadığı yere benzer... Şu genç
yaşında yüzünün derisi ne hale geldi... Buruşturulup atılmış
bir kağıt parçası gibi... Şu çöplükten ne farkı var?.. Eller
ruhun ağaçlarıdır derdi de anam, aklım almazdı... Nasıl kök
salıp dallandığını anlayamaz insan; bir de bakarsın nerdeyse
güneşe değecek... O sıcaklığı yavaş yavaş canında
duyarsın... Ruhunu şeytana teslim eden ilk canlı yılandır!.. O
yüzden yılanların ne eli ne de ayağı vardır!.. Bu yıl çöplük
yılan kaynıyor!.. Korkumdan evde süt pişiremiyorum!.. Kokuyu alan
yılan püskürüp geliyor!.. Geçenlerde biri gelip çöreklenmiş
yatağımın yanına!.. Islığı bir çocuk ağlaması gibiydi,
korktum, kaçtım evden hemen!.. Sonra şet dedim kendi kendime, ya o
yılanın gelişinde bir hikmet varsa?!.. Kimbilir, belki bir
günahımız vardır da, o yılan da bizi sınamak için
gönderilmiştir!.. İnsanın aklına olmadık şeyler geliyor!.. Eve
geri dönüp yılana süt vereyim dedim!.. Bir de gördüm ki derisi
yanar döner yılan, ocaktaki ateşe düğüm olmuş, ateşi
boğmakta!.. Ateş, gözlerime baktı, umutsuzdu!.. Gözleri kan
çanağı gibiydi!.. Yılan, ateşi boğmuştu karşımda!.. Şurda,
çöplüğün tam doğusunda, birkaç gün sonra aynı yılanı tekrar
gördüm!.. Kulakları zümrüt küpeliydi!.. Beni görür görmez,
akıp gitti çöp dağının koynuna!.. Elim yılan öldürmeye
gitmiyor!.. Belki de yavruları vardı!.. Çöp makineleri gelince,
ne yılan kalacak ne de insan! Geç oldu... Haço!.. Haço!..
Kalkın artık!.. Uyanın!.. Uyan, uyan artık İsrafil!.. Börtü
böcek uyandı... Bugün çöplüğün öte yanına çöp
dökeceklermiş... Haberiniz olsun...


Oyunu Adı: Don Cristobita ile Dona Rosita'nın Acıklı Güldürüsü
Yazan: Federico G. Lorca
Çeviren: Memet Fuat

SİVRİSİNEK - Bayanlar, bir de baylar! Dinleyin hele! Küçük,
delikanlı, kapa çeneni... sen de, küçük hanım, otur yerine, yoksa
öyle bir pataklarım ki seni, yerinden bile kıpırdayamazsın bir
daha! Susun, sessizlik babasının evindeymiş gibi dolaşsın dursun.
Susun, susun da son söylenen sözlerin tatlı kalıntıları süzüle
süzüle suyun dibine otursun. (Bir davul sesi.) Ben, bir de benim bu
kumpanyam ta eskiden, soylu kişilerin tiyatrosundan kalmayız;
kontların, markizlerin tiyatrosundan; altınlar, aynalar tiyatrosu;
hani şu soylu bayların uyumaya geldiği, soylu bayanların da...
onların da uyumaya geldiği... Beni, bir de benim bu kumpanyamı
kapatıp üstümüze kilidi basmışlardı. Neler çektik,
bilemezsiniz. Ama bir gün ben anahtar deliğine gözümü uydurdum,
ışıkta taze menekşe gibi titreyen bir yıldız gördüm.
Zorladım, dayandım, sonuna kadar açtım gözümü... çünkü
rüzgar delikten içeri parmağını sokmuş, gözümü kapatayım diye
dürtüp duruyordu... o yıldızın altından, cici kayıkların yol
sürdüğü geniş bir ırmak bana bakıp gülümsedi. Söyledim
arkadaşlarıma, tarlalardan, çayırlardan koşa koşa kaçtık, basit
insanları, soylu olmayan kişileri aradık; onlara belki
gösterebiliriz diye şeyleri, küçük şeyleri, küçük, minik
işlerini dünyanın; dağlardaki yeşil ayların altında,
kıyılardaki gül rengi ayların altında. Eh, şimdi de ay
yükseldiğine, ateşböcekleri ufacık mağaralarına çekildiklerine
göre, "Don Cristobita ile Dona Rosita'nın Acıklı Güldürüsü"
adlı oyunumuza başlayabiliriz. Kaba Cristobita'nın tersliklerine,
yaratacağı üzüntülere, Dona Rosita'nın çekeceği acılara
hazırlayın kendinizi; yalnızca bir kadın değil Dona Rosita,
donmuş suların üzerinde uçan bir yağmurkuşu, dokunsan
kırılıverecek, küçücük bir ispinoz; onun çekeceği acılara
ağlamaya hazırlanın. Hadi, başlayalım öyleyse! (Çıkmasıyla
girmesi bir olur.) Gel, şimdi... ÇAL!... RÜZGAR GİBİ ES!... şu
merak dolu yüzleri yala geç; al götür iç çekişlerini dağların
ardına; sevgilisiz küçük kızların gözlerinde birken yaşları
kurut!
(Müzik)
Dört küçük yaprağı vardı
ağacımın
da rüzgar...
aldı götürdü.


Oyunun Adı: Cesaret Ana ve Çocukları
Yazan: Bertolt Brecht
Çeviren: Ayşe Selen

ANA - Yazık oldu komutana... yirmi iki çift çorap... kaza diyor
herkes. Sis sebep olmuş.Komutan alaylardan birine, "ileri", diye
bağırdıktan sonra atını geriye doğru mahmuzlamış. Ancak sis
dolayısıyla şaşırıp cepheye dalmış.Ve kurşun yemiş... Kala
kala dört fener kalmış... Ve kurşunu yemiş. (Arkadan bir ıslık
sesi işitilir. Cenaze töreninden kaçan erleri görür. Tezgaha
girer) Ayıp, ayıp, komutanın cenaze töreninden kaçılır mı?
Yağmurdan kaçıyorlar. Üniformanız ıslanır tabii. Söylentiye
göre, cenazede çan çalmak istemişler, ama sağken onun emriyle
kiliseler kapandığı için zavallı komutan mezara indirilirken çan
sesi duyulmayacak. Büsbütün garip gitmesin diye üç pare top
atacaklar... (İçki isteyen askerlere) İçki istiyorsanız paraları
sökülün önce. Yoo... çamurlu çizmelerle çadırıma giremezsiniz!
Yağmur yağsa da yağmasa da dışarı da zıkkımlanacaksınız.
Yalnız subayları içeri bırakıyorum. Komutan son zamanlarda epey
sıkıntı çekmiş, maaş ödeyemedeği için. İkinci Alay'da
karışıklık çıkmış. "Din uğruna savaşıyoruz, para
isteyemezsiniz" diye kestirip atmış. (Cenaze marşı duyulur)
Acırım böyle komutanlara, imparatorlara. Belki de ileride
kendilerinden bahsettirecek heykellerini diktirecek şöyle özel bir
şey yapmak isterlerdi; örneğin dünyanın fethi gibi, bu bir komutan
için yüce idealdir, zaten başka bir şeyi de beceremezler.
Kısacası, kıçı çatlayıncaya kadar çalışır, didinir, ondan
sonra da, hayatta bir bardak biradan ya da iki laklaktan daha yüce bir
ideali olmayan aşağılık halk gelip yaptıklarının içine eder.
Onların bütün güzel planları, yöneticilerin basitlikleri
yüzünden hep berbat olmuştur. Çünkü, imparatorlar hiçbir şeyi
kendi başlarına yapamazlar. Halkın ve askerlerinin desteğine
muhtaçtırlar. Haklı değil miyim? Savaş bitecek mi dersiniz? Laf
olsun diye sormuyorum, hani ucuz mal var da, alıp depoya koysak mı
diye soruyorum. Ama savaş biterse, onları atmaktan başka çare
kalmaz.


Oyunun Adı: Eşek Arıları
Yazan: Aristophanes
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu


YARGIÇLAR - Her girişten ve önsözden önce
Şurasını belirtmek zorundayım ki
Bizim egemenliğimiz bütün egemenliklerin üstündedir.
Yaşadığımız çağda hangi mutluluk
Bir yargıcın mutluluğundan daha mutludur?
Hangi yaratık ondan daha keyifli yaşar?
Hangi yaratıktan korkulur, ondan daha çok?
Kocamış, beli bükülmüş olduğu halde?
Ben daha yatağımdan kalkmadan
Bir sürü insan bekleşir mahkeme kapılarında.
Anlı şanlı adamlarda vardır aralarında.
Yanlarından geçerken, hemen yapışır elime
Başlar yalvarıp yakarmaya:
"Gel etme, acı bana, yargıç baba;
Senin başına da gelmiştir bu işler
Orduda ya da başka bir işte
Sen de birkaç para aşırmışsındır elbet
Arkadaşlara yiyecek alırken pazardan."
Kim yalvarırdı bana böyle, yargıç olmasam?
Bunlarla öfkem biraz yatışır,
Ama dışarıda verdiğim sözleri tutmam içeride.
Suçlular türlü diller dökmek zorundadırlar
Pençemden kurtulabilmek için.
Bir yargıçtan çok kime dalkavukluk edilir?
Kimi fakirliğini anlata anlata bitiremez.
Kimi Ezop masalları anlatır.
Kimi beni güldürüp öfkemi yatıştırmak için
Soytarılık, maskaralıklar yapar.
Bütün bunlar işe yaramadı mı
Kimi de tutar kız erkek çocuklarının elinden
Getirir hepsini mahkemeye.
Çocuklar boynunu büküp ağlar önünde;
Sonra baba, çocukları adına yalvarır bana
Bir Tanrıdan günahların bağışlanmasını ister gibi.
"Kuzuların sesini seversen,
Bu oğlancığın sesi de dokunur sana" der.
Dişi domuz yavrularını seversem
O zaman da kız çocuklarını ağlatır.
Biz de bir azıcık gevşetiriz artık
Öfkemizin gergin tellerini.
Az güç müdür bu? Para nedir bunun yanında?


Oyunun Adı: Cyrano de Bergerac
Yazan: Edmond Rostand
Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil

CYRANO - Bu kadarı az delikanlı! Asıl iş edada. Mesela bak,
hoyratça, "Burnum böyle olsaydı mösyö, mutlak Dibinden
kestirirdim!" Dostça, " Yana yatmaz mı? Senden önce davranıp
kadehe batmaz mı?" Tarifle, "Burun değil bir kere, coğrafyada
Böylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!" Mütecessis, "Acaba
ne işe yarar bu alet? Makas kutusu mudur, divit midir, izah et?"
Zarifhane, "kuşları sevdiğiniz besbelli! Yorulmasın diye
yavrucaklar, temelli Tünek kurmuşsunuz!" Pürneşe, " Birader şu
Koskocaman burunla türün içince, komşu yangın var demiyor mu?"
Müdebbir; "Aman yavrum! Bu ağırlıkla yere düşmenden
korkuyorum!" Müşfik, "Yaptırın ona küçük bir şemsiye,
Yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!" Alimane,
"Görmüşüm Aristophanes'de belki Hippocampelephantocamelos
adındaki Hayvanın burnu gayet büyükmüş!Sen ne dersin?" Nobran,
"Zaten bilirim, sen misafir seversin; Bu şapka asmak için mükemmel
icat!" Şairane, "Ey burun, bütün cihana inat, Seni baştan
aşağı nezle etmeye kaadir Tek rüzgâr bulunamaz, karayel
müstesnadır!" Hazin, "Bir de kanarsa, Kızıldeniz! Ne bela!
Hayran, " Lavantacıya ne mükemmel tabela!" Lirik, "Bu
Tanrıların bindiği bir gemidir!" Safiyane, "Abide ne günleri
gezilir?"" Hürmetkârane, "Mösyö, kibarsınız muhakkak, Yoksa
var mı cumba sahibi olmak!" Köylü, "Vış anam! Bu ne? Bilmem
guş muh, balık mıh? Yoğusa tohuma kaçmış bir salatalıh mı?"
Sivri akıllı, "Bunu tombalaya koymalı! Kim elinden kaçırmak
ister böyle bir malı?" Ve hıçkıra hıçkıra nihayet, Pyrame
gibi, "Bu ne felaket! Bu ne musibettir Yarabbi! Böyle berbat edip de
yüzünü sahibinin, Şimdi de utancından kızarıyor, bak hain!"
-Olsaydı biraz nükte, biraz malumatınız, İşte karşıma geçer
bunları sayardınız. Fakat sizde nükteden eser yok zerre kadar,
Neyleyeyim Cenabıhak ihsan buyurmamışlar! Zaten bir parça icat
kudreti olsa bile, Böyle seçkin, muhterem huzzar önünde hele, Bana
bu şakaları yapmazdınız elbet. Ağzınızdan çıkmaya daha olmadan
kısmet Bunlardan bir tekinin en ufak başlangıcı, Karşınıza
Bergerac'ın kılıcı! Ben bunları söylerim, oldukça belagatla!
Başkasından dinlemem fakat tekini bile.


Oyunun Adı: Antigone
Yazan: Sophokles
Çeviren: Güngör Dilmen

ANTİGONE - İsmene'm canım kardeşim benim babamız Oidipus'un
mirası hiçbir acı, kahır, utanç kaldı mı Zeus'un yaşarken
bize tattırmadığı? Şimdi de Kral bütün kente buyruk salmış
diyorlar, biliyor musun ne? İşittin mi? En sevgilimizin başına
gelecekten belki haberin bile yok senin. Sezmiştim böyle olduğunu,
ondan çağırdım seni buraya , sarayın dışına yalnız sen
işitesin diye.
Kreon yalnız birini gömüyor ağabeylerimizin, öbürünü
gömütsüz bırakıyor aşağılamak için. Eteokles'in cenazesini
doğru dürüst dua ile kaldırttı, saygınlık içinde varsın diye
ölüler ülkesine. Ama onunla kucak kucağa can veren Poluneikes'i
kimse gömmeyecek demiş, kimse yasını tutmayacak! Kardeşimizi
böyle gömütsüz, gözyaşsız leş kargalarına, akbabalara peşkeş
çekmiş tatlı bir şölen niyetine. Anlıyorsun ya. Sayın Kreon'un
buyruğu seni de beni de yakından ilgilendiriyor... Özellikle beni.
Duymayanlar iyice öğrensin diye kendi de geliyormuş buraya. Şakası
yok, uygulanacak emir. Yasağa karşı çıkan olursa , halkça
taşlanarak can verecek surlarda. Durum böyle, günü saati geldi
özündeki mayayı görelim yaratılıştan soylu musun yoksa soylu
ataların yozlaşmış bir çocuğu mu?
Israr etmiyorum, yardımın eksik olsun, işine bak sen. İlerde
gönlünden kopsa bile yardımını kabul etmem artık. Ben gömmeye
gidiyorum ağabeyimi. bu uğurda ölsem ne gam? Yan yana yatarız
kardeşimle iki sevgili gibi, suçsa kutsal bir suç benim ki. Şu
kısacık yaşamda dirilere yaranmaya değer mi? Öte yandan
sonrasızlık bekler beni Ölmüşlerime adıyorum sevgimi, sen ama
yüz çevirip kutsal yasalardan gönlünce sürdür günlerini.


Oyunun Adı: Antigone
Yazan: Sophokles
Çeviren: Güngör Dilmen

KREON:
Yurttaşlarım bu zorlu fırtınada
devlet gemisi epeyce bocaladı ya
tanrılar ulaştırdı çok şükür
sonunda esenliğe. Sizleri buraya
özel olarak çağırdım, sizler ki en güvendiğim
dayanaklarısınız devletin.
Laios'un soyuna bağlılığınızı bilirim
Oidipus bu ülkeyi kargaşadan kurtarıp
düzene koyduğu günlerde
onun arkasındaydınız sağlamca,
bu mutsuz hakanın ölümünden sonra da
onun çocuklarına bağlılıkta kusur etmediniz.
Şu gün iki kardeş öldüler ya birbirinin katili
tek varis olarak bana geçmiş bulunuyor
taht, taç, hakanlık yetkileri.
Devlet yönetimiyle yoğrulmadıkça kişi
Ölçülmez karakteri, zekâsı, gerçek düşünceleri.
Devlet adamı halkın esenliğinden öte
kaygılara kaptırırsa kendini
ve sonuçlardan çekinip omuzlarına yüklemezse sorumu
susup kalırsa korkudan, derim ki ben
-ve her zaman da demişimdir bunu-
aşağının aşağısıdır o. Her kim yakınlarını
üstün tutarsa yurt sevgisinden
onu adam yerine koymam, çünkü ben
-gözünden bir şey kaçmayan Zeus tanığım olsun-
devlet tehlikedeyken susamam,
yurt düşmanları da kendime dost saymam.
Şunu usumuzdan çıkarmayalım:
Varlığımız bu devletin gölgesinde
Bu gemi ki ancak kazasız belasız
geleceğe doğru yol aldığı sürece
dostluğun kardeşliğin anlamı var bizce.
Devleti bu kurallarla yüceltirim ben.
Şimdi Oidipus'un oğulları ile ilgili
yayınladığım buyrultuya değineceğim:
Yurdu için yiğitçe dövüşerek can veren Eteokles
törenle gömülecek, öte dünyaya giden ölülere
gösterilen tüm saygı, son görevler
eksiksiz uygulanacak cenaze töreninde.
Kardeşi olacak haine gelince,
sürgünden dönerek anayurdunu
ataların tapınaklarını ateşe salmak,
ulusu köle etmek isteyen Polüneikes'in
şu ya da bu biçimde törenle gömülmesi,
ona yas tutmak yasak! Böyle biline.
Açıkta ortalıkta kalan leşi
akbabalara köpeklere şölendir,
yesinler didiklesinler. Nasıl bir adam olduğumu
görün öğrenin işte.Şerefli bir yurttaşla bir haini
asla bir tutmam.Yalnız yurda hizmet etmiş
yurttaşlar
sağ olsunlar ölü olsunlar
bizden sevgi saygı görürler.

www.gibiyapanlar.com

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages