Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı
cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsana en
mühim bir ilâç nev’inden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir
hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket
ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem
helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da
zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne
dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana
biner.
Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır,
riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de,
hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve
emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl
ve şeriattan gelen emri dinlemeye kàbiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi
bozmamaya çalışır.
Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok
defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete
muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört
saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve
bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve
tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.
Hem o mide fabrikasının çok
hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis,
eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o
fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara
unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair
cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve
dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder.
Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok
ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini
alıştırmışlar.
Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın
hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair
cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî
ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun
içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü’minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara,
feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi
letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri
vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne
gülüyorlar.
|
Lügatler :
alâkadar : alâkalı,
ilgili beşer : insan biçare : çaresiz,
zavallı celb etme : çekme cihazat : cihazlar,
âletler cihazat-ı insaniye : insana ait organlar,
duygular cihet : taraf, yön
derecât:
dereceler ehl-i velâyet : velîler, Allah
dostları ekseriyet-i mutlaka : genel
çoğunluk
feyiz : mânevî gıda, bereket hademe :
hizmetçi haram : dince kesin bir delil ile yasaklanan
şey hayat-ı mâneviye : mânevî hayat, maddî olmayan
hayat hayat-ı şahsiye : kişisel hayat helâl : dinen
yapılmasına izin verilmiş şey hımye : perhiz hikmet :
fayda, gaye husus : konu, mevzu hususî : özel, kendine
ait kàbiliyet : dıştan gelen tesirleri alabilme
gücü keyfemâyeşâ : kendi keyfince, keyfi nasıl
isterse
letâif : lâtifeler, duygular
mâsumâne : suçsuz, günahsız bir şekilde
mazhar : erişme, nail olma
melekî : melek gibi, meleğe ait musibet :
belâ, büyük sıkıntı muvakkat : gelip geçici muvakkaten
: geçici olarak
mübarek : bereketli, hayırlı müddet-i
açlık : açlık müddeti müptelâ : bağımlı,
düşkün müşevveş : karışık, düzensiz,
dağınık
nazar: bakış nazar-ı
dikkat : dikkatle bakış nefis : kişinin, kendisi; insanı
maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet nev’i : tür,
çeşit nükte : ince ve anlamlı söz peydâ etme :
kazanma, elde etme Ramazan-ı Şerif : şerefli Ramazan
ayı riyâzet : gelip geçici şeylerden nefsi çekerek, kanaat
içinde yaşama; ilim, ibadet ve fikirle meşgul
olma
ruhanî : ruh âlemine ait sair :
diğer, başka serkeşâne : başıbozuk bir
şekilde
süflî : alçak, âdî
sürur : mutluluk, sevinç tahakküm :
baskı, zorbalık tahammül : dayanma, katlanma,
sabretme tatil-i eşgal : işlere son verme, ara
vermek
tefeyyüz : feyizlenme tekemmül :
mükemmelleşme, olgunlaşma
telezzüz etmek : lezzet almak, tad almak
terakkiyat : ilerleme, yükselme ulvî :
yüce, büyük
|