Der ki Platon, iki tür evren vardır, yaşadığımız evren ve idealar evreni. İdealar evrenine ruhumuz, yaşadığımız evrene ise bedenimiz aittir.
Bu dünyada algıladığımız herşey, tıpkı bir mağara duvarına yansıyan gölgeler gibidir. Asıl olanın, gerçek olanın basit bir kopyasıdır bu algıladıklarımız. Biz oynayan gölgeler görür, onun eksiklerini mantığımızla kapatırız, hikaye devam eder...
Şimdi asıl sorulması gereken soruyu böyle uzunca bir introdan sonra sorabiliriz herhalde. Platon haklı mıydı?
Dijital çağda yaşıyoruz, evet bu adlandırma haklıdır desek... Algıladığımız herşeyin paket bir şekilde "burada algılanmışı var" diye önümüze sürüldüğünü düşünsek bir anlığına. Filmler mesela, müzik, hatta internet. Gölgenin de gölgesidir bu diyebilir miyiz?
Dijital çağın getirileri kanımıza işledikçe gerçekten uzaklaşıyoruz anlamına geliyor bu. idealar evreninden de kopuyoruz o zaman. hmmm
Peki, algılamadan önce neyi biliyorduk? Bu yoldan gidersek işler karışacak gibi görünüyor. Düşüncelerini ifade eden birey, 3-5 yaşında bile olsa o ana kadar tonlarca algılayış yaşamış oluyor.
Peki bu yoldan gitmesek? İdea dediğimiz kavramı sorgulasak belki işimiz daha kolaylaşır. İdea'ya gerçek olan demesek de bir süreliğine, gerçek olmasını arzuladığımız şey desek. ideal olan ama aslında varlığına dair bir tek ipucu olmayan desek...
Gene çözemedim!
Senelerdir düşünüyorum, gene çözemedim!