|
İKİNCİ MENBA:
Âfâkîdir. Yani, mükerrer müşahedat ve müteaddit vakıat ve kerrat ile
münasebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir.
Evet, tek bir
ruhun bâdelmemat bekàsı anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekàsını
istilzam eder. Zira, fenn-i mantıkça kat’îdir ki, zâtî bir hassa birtek
fertte görünse, bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü
zâtîdir. Zâtî olsa her fertte bulunur.
Halbuki, değil bir fert,
belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedâta istinad eden
âsâr ve bekà-i ervâha delâlet eden emârat o derece kat’îdir ki, bize nasıl
Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların
vücutlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de, şüphe kabul etmez ki, şimdi
âlem-i melekût ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervâhı pek çok
kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara
gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor.
Hem hads-i
kat’î ile vicdanen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir
ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle maruz
değil. Çünkü basittir; vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise,
kesret ve terkip edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi,
hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekàya sebebiyet
verir. Demek vahdet ve bekà, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet
eder.
Ruhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve
inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun.
Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade
etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i
vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri
alsın.
ÜÇÜNCÜ MENBA: Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u
hâricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir
kanun-u emrîdir. Halbuki, en zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat ve bekàya
mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde
birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tagayyürat ve inkılâbat ve etvâr-ı
hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki
kalıyor.
|
Lügatler :
âlem-i melekût ve ervah : ruhlar âlemi; hiçbir vasıta
ve sebebin müdahele etmediği, hüküm ve idaresi doğrudan Allah’ın elinde
bulunan âlem âsâr : eserler bâdelmemat : öldükten
sonra bâki : devamlı, kalıcı, ölümsüz basit : çeşitli
madde veya unsunların karışımından, birleşiminden meydana
gelmemiş bekà : devamlılık, süreklilik bekà-i ervâh :
ruhların devamlılığı, ölümsüzlüğü besâtet : birleşik maddelerden
olmama beyan etme : açıklama câmi’ :
kapsamlı Cevâd-ı Mutlak : sınırsız cömertlik ve ikram sahibi
Allah cihet : yön, taraf cûd :
cömertlik delâlet : delil olma, işaret etme efrat :
kişiler, şahıslar emârat : belirtiler, işaretler ervâh
: ruhlar fenâ : gelip geçicilik, ölümlülük fenn-i
mantık : mantık ilmi feyiz : ilham, bolluk,
bereket hads-i kat’î : kesin ve doğru sezgi hadsiz :
sayısız hakikattar : hakikatli, gerçek hasr :
sınırlama, birşeye mahsus kılma hassa : özellik hedâyâ
: hediyeler hükm-ü tecrübî : tecrübeyle elde edilen sonuç,
bilgi idam : yok etme inhilâl : çözülme,
dağılma istilzam etmek : gerektirmek istinad eden :
dayanan kanun-u emrî : Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek
vasıtasız işleyen kanunu kerrat : defalarca kesb etmek
: kazanmak kesret : çokluk külliyet : fertlerin
geneli, genellik maruz : tesirinde kalmış,
uğramış menba : kaynak münasebat : ilişkiler,
bağlantılar münasebettar : alâkalı, ilgili müstaid :
istidatlı, kabiliyetli müşahedât : gözlemler müştak :
çok istekli, arzulu neş’et etmek : doğmak, meydana
gelmek nev’i : çeşit, tür nihayetsiz :
sonsuz nimet-i vücud : varlık nimeti sabıkan : bundan
önce sirayet : bulaşmak, yayılmak şe’n : özellik,
belirleyici nitelik tarz-ı vahdet : birlik hali terkip
: birleştirme, birleşik olma vahdet : birlik vehim :
zan, kuruntu vücud-u hâricî : yokluktan veya ilim dairesinden
varlık âlemine çıkmış olan zâtî : öznel nitelik, temel
özellik
|