Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyânın ihbârât-ı gaybiyesi ve her asırda şebâbiyetini muhafaza
etmesi ve her tabaka insana muvafık gelmesiyle hasıl olan i’cazdır. Şu
Şuaın Üç Cilvesi var. BİRİNCİ
CİLVE
İhbârât-ı
gaybiyesidir. Şu Cilvenin Üç Şavkı var. BİRİNCİ
ŞAVK
Maziye
ait ihbârât-ı gaybiyesidir. Evet, Kur’ân-ı Hakîm, bil’ittifak, ümmî ve
emin bir zâtın lisanıyla, zaman-ı Âdem’den tâ Asr-ı Saadete kadar,
enbiyaların mühim hâlâtını ve ehemmiyetli vukuatını öyle bir tarzda
zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet
kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor.
Kütüb-ü
sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiştir. İhtilâf
ettikleri bahislerde, musahhihâne, hakikat-i vakıayı faslediyor. Demek,
Kur’ân’ın nazar-ı gayb-bînîsi, o kütüb-ü sâlifenin umumunun fevkinde
ahvâl-i maziyeyi görüyor ki, ittifakî meselelerde musaddıkane onları
tezkiye ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne onlara faysal
oluyor. Halbuki, Kur’ân’ın vukuat ve ahvâl-i maziyeye dair ihbârâtı
aklî bir iş değil ki akılla ihbar edilsin. Belki semâa mütevakkıf
nakildir. Nakil ise, kıraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın
ittifakıyla kıraatsiz, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmî lâkabıyla mevsuf
bir zâta nüzul ediyor. Hem o ahvâl-i maziyeyi öyle bir surette ihbar
eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünkü, uzun bir hadisenin
ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alır, maksadına mukaddime yapar. Demek,
Kur’ân’daki fezlekeler, hülâsalar gösteriyor ki, bu hülâsa ve fezlekeyi
gösteren, bütün maziyi bütün ahvâliyle görüyor. Zira bir zâtın bir fende
veya bir san’atta mütehassıs olduğu, hülâsalı bir sözle, fezlekeli bir
san’atçıkla, o şahısların maharet ve melekelerini gösterdiği gibi,
Kur’ân’da zikrolunan vukuatın hülâsaları ve ruhları gösteriyor ki, onları
söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor, tabiri caizse bir maharet-i
fevkalâde ile ihbar ediyor. İKİNCİ ŞAVK
İstikbale
ait ihbârât-ı gaybiyesidir. Şu kısım ihbârâtın çok envâı var. Birinci
kısım hususîdir. Bir kısım, ehl-i keşif ve velâyete mahsustur. Meselâ,
Muhyiddin-i Arabî الۤمۤ -
غُلِبَتِ
الرُّومُ
1
Sûresinde pek çok ihbârât-ı gaybiyeyi
bulmuştur. İmam-ı Rabbânî, sûrelerin başındaki mukattaât-ı hurufla çok
muamelât-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbârâtını görmüştür ve hâkezâ...
Ulema-yı bâtın için, Kur’ân baştan başa ihbârât-ı gaybiye nev’indendir.
Biz ise, umuma ait olacak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunun da pek çok
tabakatı var; yalnız bir tabakadan bahsedeceğiz.
Dipnotlar - Arapça İbareler -
Haşiyeler :
1 : “Elif lâm mim. Rumlar mağlûp
düştüler.” Rum Sûresi, 30:1-2. |
Lügatler :
ahvâl : haller, durumlar ahvâl-i maziye :
geçmişteki haller envâ : çeşitler, türler fasletmek :
çözüme kavuşturmak faysal : ayırıcı, çözüme
kavuşturucu fen : bilim fevkinde :
üstünde fezleke : netice, özet hâkezâ : bunun
gibi hakikat-i vakıa : olayın gerçekliği hususî :
özel hülâsa : özet ihata : kapsama, içine
alma ihbar : haber verme ihbârât : haber
vermeler ihbârât-ı gaybiye : gayptan verilen
haberler ihtilâf : ayrılık, anlaşmazlık ihtilafî :
tartışmalı istikbal : gelecek zaman kitabet :
yazma kütüb-ü sâlife : Tevrat, Zebur ve İncil gibi geçmiş
kitaplar maharet : ustalık, beceri maharet-i fevkalâde
: olağanüstü beceri maksad : gaye, amaç maruf :
bilinen mazi : geçmiş zamanı meleke : kabiliyet,
beceri mevsuf : vasıflandırılan muamelât-ı gaybiye :
gayba ait muamele ve işleyişler mukaddime : başlangıç,
giriş mukattaât-ı huruf : bazı sûrelerin başlarında bulunan ve
birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler musaddıkane :
doğrulayarak musahhihâne : düzelterek muvafakat etmek
: uyuşmak mütehassıs : ihtisas sahibi,
uzman mütevakkıf : bağlı nakil : aktarma,
anlatma nazar-ı gayb-bînî : gaybı gören bakış nev’ :
tür nüzul etmek : inmek semâ : işitme,
duyma suret : şekil, biçim şavk : ışık,
parıltı tezkiye : iyi hal üzere şahitlik etme ukde-i
hayatiye : hayat düğümü, çekirdeği ulema-yı bâtın : şeriatın
zâhirinden ve açık hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrârını bilen
âlimler umum : bütün ümmî : okuma yazma bilmeyen,
tahsil görmemiş vukuat : olaylar zikrolunmak :
anılmak, belirtilmek |