Günün Hadis-i Şerifi

154 views
Skip to first unread message

Resulullah.org

unread,
May 1, 2023, 12:01:21 PM5/1/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yedi kimseyi Allah Teâlâ kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyamet gününde, gölgesinde barındıracaktır. Bunlar: Adaletli devlet reisi, Rabbine ibadet ederek yetişen genç, gönlü mescidlere bağlı kimse, birbirlerini Allah rızâsı için seven ve buluşmaları da ayrılmaları da bu sevgiye dayalı olan iki şahıs, itibarlı ve güzel bir kadın kendisiyle beraber olmak isteyince ‘Ben Allah’tan korkarım’ diyerek buna yanaşmayan erkek, sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka veren adam, tenhâda Allah’ı anıp gözleri yaşla dolan kişidir.”

(Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rikak 24, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91)

 

Açıklamalar: Kıyamet gününde mü’minleri barındıracak ilâhî gölgenin, Allah Teâlâ’nın arşının gölgesi olduğunu bir kere daha hatırlayalım. İlk insandan son insana varıncaya kadar bütün beşeriyetin bir araya toplandığı o dehşetli mahşer gününde gölge nâmına sadece Cenâb-ı Hakk’ın arşının gölgesi bulunacaktır. O gölgeliğin altında barınacak bahtiyarların arasında bu yedi grup kimse de yer alacaktır. O müthiş günde Allah’ın himayesine sığınmış olmanın anlamı, şüphesiz gerek mahşerde gerek daha sonraki zor zamanlarda hiçbir sıkıntı ile karşılaşmamak ve hem cenneti hem de Allah’ın rızâsını kazanmak demektir.

Hadisimizde görüldüğü üzere o yedi bahtiyarın başında, adaletli devlet başkanı yer alacaktır.

Âdil devlet başkanı niçin bu kadar önemlidir?

Bunun sebebi şudur: Adaletli devlet başkanı, halkının derdine çözüm arar, onları huzur içinde yaşatmaya çalışır ve böylece Allah’ın pek çok kuluna iyiliği ve faydası dokunur. Kullarını çok seven Allah Teâlâ’nın, onlara iyilik edenlere büyük değer vermesi ve “Siz benim kullarıma faydalı oldunuz, onlara âdil davrandınız, dünyada onları himâye ettiniz, ben de bugün sizi himâye edeceğim”, diyerek onlara sahip çıkması son derece tabiidir.

Âdil devlet başkanı ifadesinin kapsamına halkı yöneten ve onların işlerini yürüten bütün idareciler girmektedir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in Tirmizî’deki şu ifadesi âdil devlet reisinin Allah katındaki üstün yerini ne güzel anlatmaktadır:

“Kıyamet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adaletli devlet başkanıdır” (Tirmizî, Ahkâm 4).

Ya devlet başkanı adaletli davranmazsa, Allah Teâlâ’nın pek sevdiği ve değer verdiği kullarına kötülük yapar, zulmederse?

Peygamber Efendimiz hadisin devamında bu soruya şu cevabı vermiştir:

“Kıyamet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesafede bulunanı zâlim devlet başkanıdır” (Ayrıca bk. Nesâî, Zekât 77).

İdaresi altındaki insanlara âdil davranan yöneticilere ne mutlu!..

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Mahşer günü insanlar yakıcı güneş altında perişan olacaklardır.

2. Fakat Allah Teâlâ o dehşetli günde bazı kullarını himaye edecek ve onları özel gölgesinde barındıracaktır.

3. Cenâb-ı Hakk’ın kıyamet günü himaye edeceği insanların başında âdil devlet başkanı gelmektedir.

4. Adaletli yönetim insanların huzur içinde yaşamalarını sağladığı için, Allah Teâlâ âdil yöneticileri sever ve onlardan hoşnut olur.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 2, 2023, 3:42:24 PM5/2/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Hüzeyl kabilesinin Lihyânoğulları üzerine ordu sevketmek istedi. Bu sebeple şöyle buyurdu:

“İki kişiden biri cihada gitsin.
Kazanılacak sevap ikisi arasında ortaktır.”

(Müslim, İmâre 137)

 

Açıklama: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ in üzerlerine ordu sevketmek istediği Lihyânoğulları, o sırada henüz müslüman olmamıştı. Peygamberimiz’in onlara ordu göndermesinin sebebi, dine dâvet edildikleri halde İslâm’ı kabul etmemeleriydi. Gönderilecek ordu, onları son kez İslâm’a dâvet edecek, kabul etmedikleri takdirde onlarla savaşacaktı.

Peygamberimiz, Lihyânoğulları üstüne asker sevkine karar verince, “Her kabileden yarısı cenge çıksın”  diye talimat göndermişti. Hadiste geçen “her iki erkekten biri” denilmesinden maksat budur.

Cihadda kazanılacak sevabın, gazaya gidenle yerine kalacak kimse arasında ortak oluşu, yukarıda da açıklandığı gibi, mücahid askerin bakmakla yükümlü olduğu geride kalan aile fertlerinin ihtiyaçlarını giderme şartıyladır. Bu en büyük sevaplardan biri olduğu için, cihadla neredeyse hükmen eşit sayılmıştır. Bu durum cephede savaşan mücahidin psikolojisi açısından ehemmiyet arzeder. Psikolojik rahatlık ve güven cihadda başarının en önemli şartlarından biridir. O halde mü’minlerin görevi, bu konularda birbirleriyle yardımlaşmak ve Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılmak için bütün gayretlerini sarfetmektir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Hayâtî bir zaruret olmadıkça, bütün insanların cepheye gitmesi şart olmadığı gibi bu doğru da değildir.

2. Cepheye gitmeyenler, gidenlerin çoluk çocuğuna bakıp ihtiyaçlarını karşıladığı takdirde cihada katılmış gibi sevap kazanırlar.



(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 3, 2023, 9:39:14 AM5/3/23
to resulu...@googlegroups.com

 

“Kıyamet gününde, haklar sahiplerine mutlaka verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.”

(Müslim, Birr 60)

 

Açıklama: Kıyamet günü hakların sahiplerine verilmesi, dünya hayatında insanlara zulmedenlerle, başkalarının haklarını gaspedenlerin cezalandırılması, mazlum ve suçsuzların ise mükâfata nâil olmasıyla sağlanacaktır. Riyazü’s-sâlihîn’ in çeşitli konularında, ilgili hadisler açıklanırken bunlara yer verilmiştir. Bilinmesi gereken şaşmaz hakikat, “Zerre miktarı hayır ve iyilik yapan onun mükâfatını, zerre miktarı şer ve kötülük yapan da onun cezasını görür” (Zilzâl, 99/7-9). Mutlak adâlet, Allah Teâlâ’nın adâleti olup, hesap gününde tecelli edecektir. İman edenler için, âhiret inancı bütün dünyevi müeyyidelerin önünde ve üstündedir. 

Bu hadis, kıyamet gününde hayvanların da dirilerek mahşer yerine getirileceğine delil teşkil eden rivayetlerden biri kabul edilir. Bu rivayet, Kur’ân-ı Kerîm’in: “Vahşi hayvanlar bir araya gelip toplandığında...” (Tekvîr, 81/5) âyetini açıklayıcı niteliktedir. Gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse sahih sünnetde bu konuda pek çok deliller bulunabilir. Akıl ve din açısından bir engel bulunmadığı sürece, şer’î delilleri görünürdeki mânaları üzere bırakmak ve öyle anlamak dînî bir vecîbedir.

Kıyamet gününde, mahşer yerinde toplanmak, mutlaka sevap veya ceza vermek içindir denilemez. Boynuzsuz koyun için boynuzludan kısas almak, kısas-ı mukâbele denilen cinsten olup, mükellefler arasında yapılan kısasla bir alâkası yoktur. Çünkü hayvanların mükellefiyetle bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu teşbih, her türlü hakkın hak sahibine verileceğini anlamamıza vesile olmaktadır. Mükellef olmayan hayvanlara bile böyle davranılınca hareketinden sorumlu tutulan insana yapılacak muamelenin ne derece âdil ve hakkaniyetli olacağı kolayca anlaşılabilir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Allah mutlak adâlet sahibidir. Mahşer gününde bütün haklar sahiplerine verilecek ve kimseye zerre kadar zulüm yapılmayacaktır.

2. Zâlimler, insanların haklarını gasbedenler, kıyamet gününde cezalarını en ağır şekilde göreceklerdir.

3. Dünyada yapılan haksızlıklar, ölmeden önce sahiblerine iade edilerek helâlleşilmelidir.

4. Hayvanlar da kıyamette diriltilecektir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)





Resulullah.org

unread,
May 4, 2023, 1:14:16 PM5/4/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Abbas ve Enes İbni Mâlik radıyallahu anhüm’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“İnsanoğlunun bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Ama Allah, tövbe edenin tövbesini kabul eder.”

(Buhârî, Rikak 10; Müslim, Zekât 116-119)

 

Açıklama: İnsanın tövbe etmesini gerektiren kabahatleri, herkesin günah diye bildiği bazı aşırı ve Allah’a karşı saygısızca yapılmış davranışlardan ibaret değildir. Açgözlülük ve kanaatsizlik de diğer günahlar kadar çirkindir. Hadîs-i şerîf, bunlardan dolayı da Allah’a tövbe edilmesi gerektiğini belirtmektedir.

Günahlar insanın mânevî dünyasını nasıl hırpalarsa, dünya malına duyulan aşırı hırs da tıpkı günahlar gibi insanın geleceğini tehlikeye sokar. Zira insanın tabiatında doyumsuzluk vardır. Elde ettiği ile yetinmeme, daha çoğunu isteme duygusu ona hâkimdir. Bir dere dolusu altınla yetinmeyip bir o kadar daha istemesi, diğer bir rivayette görüldüğü üzere “iki dere dolusu altını olsa bir üçüncüyü arzu etmesi”, onun bu huyu sebebiyledir. 

Peygamber Efendimiz şu hadisiyle bu doyumsuzluğun asıl sebebini gün ışığına çıkarmıştır:

“İnsan ihtiyarlasa bile, onun iki duygusu hep genç kalır: Biri çok kazanma hırsı, öteki çok yaşama arzusu” (Buhârî, Rikak 5; Müslim, Zekât 115).

Resûl-i Ekrem Efendimiz insanın “ağzını”, bir diğer rivayete göre “karnını sadece toprak doyurur” buyururken, onu bu açgözlülük derdinden ancak ölüm kurtarabilir; ölmeden onun gözü doymaz demek istemiştir. İnsanoğlunun bu doyumsuzluğu cimriliğinden kaynaklanmaktadır. Harcamadan biriktirmek cimriliğin en belirgin özelliğidir. Bu açığımızı Allah Teâlâ şöyle sergilemektedir:

“De ki, Rabbimin rahmet hazineleri sizin elinizde olsaydı, onu harcayıp tüketmekten korkar, cimrilik ederdiniz. Zaten insan da pek cimridir” [İsrâ sûresi (17), 100].

Çok kazanma duygusu ölçülü olduğu, insanı yaratılış gayesinden uzaklaştırmadığı sürece faydalı olabilir. Zira çok kazanan bir müslümanın, elde ettiği servetle daha çok hayır ve iyilik yapması arzu edilir. İslâmiyet’in verilmesini emrettiği zekât ve sadakayı verebilmek, Allah yolunda sarfedilmesini istediği harcamaları yapabilmek için zengin olmak lâzımdır. Zengin olabilmek için de, insanda çok kazanma arzusu bulunmalıdır. Ama gönüldeki bu çok kazanma duygusu ona âhiret hayatını unutturuyorsa, dünya sevgisi onu esir alarak bütün gönlüne el koyuyorsa, o takdirde bu duygu son derecede tehlikeli bir hâle gelmiş demektir. 

Şükürler olsun ki, Allah Teâlâ insana zararlı duyguları ve aşırı istekleri frenleme gücü vermiştir. İradesine hâkim olan kimsenin bu nevi zaaflarını kontrol altına alması her zaman mümkündür. Dünya malına, dünya zevkine aşırı bağlandığını hissettiği anda Rabbine dönen ve el açıp O’ndan yardım isteyen kuluna Cenâb-ı Hakk’ın yardım edeceği de hadisimizde müjdelenmiştir.

Bu hadîs-i şerîfte şöyle bir incelik de sezilmektedir. İnsanoğlu topraktan yaratıldığı için onun tabiatında toprağın özellikleri vardır. Toprak zaman zaman kurur, sıcaktan kavrulur, suya hasret çeker. Onu ancak Allah Teâlâ’nın lutfedeceği bol yağmurlar canlandırabilir. İşte o zaman yeniden hayat bulan toprak, gönül okşayan binbir güzelliğini ortaya çıkarır. İnsan da böyledir. Onu nefsi ve bitip tükenmeyen hırsı esir alıp da insânî özelliklerini kaybettirince, yeniden kendine gelebilmesinin yegâne yolu Allah’a dönmesi ve O’ndan yardım istemesidir. Yoksa dünya malına olan açlığı artarak devam eder. O zaman da topraktan yaratılan bu varlığın gözünü ancak kabir toprağı doyurur.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Kanaatkâr olmak, Allah Teâlâ’nın verdikleriyle yetinmek güzel bir huydur.

2. Açgözlülük insanı dünyada huzursuz ettiği gibi, onu haksızlığa yönelteceği için âhiretini de perişan eder.

3. Açgözlülük derdinden kurtulmanın yegâne çaresi, önce bu dertten kurtarması için Allah’a yalvarmak ve açgözlülük sebebiyle yaptığı günahları bağışlaması için ona yönelmektir.

4. Allah Teâlâ kötü huylarından dolayı tövbe eden kulunun tövbesini kabul eder.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 5, 2023, 2:32:40 PM5/5/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Biri diğerini öldüren ve her ikisi de cennete giren iki kişiden Allah Teâlâ hoşnut olur. Bunlardan biri Allah yolunda savaş ederken diğeri tarafından öldürülür. Katil olan da daha sonra tövbe eder, Müslüman olur, o da Allah yolunda savaşırken şehid düşer.”

(Buhârî, Cihâd 28; Müslim, İmâre 128, 129)

 

Açıklama:  Bütün kullarını rahmet ve şefkatiyle kucaklayan Cenâb-ı Hakk’ın, kâfirleri de tövbe yoluyla temize çıkarıp cennetine alabileceği bu hadîs-i şerîfle ortaya konmaktadır.

Günahlarına tövbe etmek, bütün insanlık için bir kurtuluş yoludur. Bitmeyen bir bahtiyarlığı, ebedî âhiret saadetini isteyen herkes tövbe ederek geleceğini garantiye alabilir. Hatta bir insan, Allah’ın yüce dinini daha ötelere götürmek ve cihana yaymak için savaşan bir mücahidi şehid etse, böylece günah çukuruna daha çok batsa, ama birgün yanlış yolda gittiğini anlayarak İslâm’a dönse ve böylece bütün günahlarına tövbe etmiş olsa, o da şehid ettiği kimseyle beraber cennete girecek ve Allah’ın cemâlini görecektir. İşte Efendimiz biri diğerini öldüren, sonra da ikisi birden cennete girecek olan iki şahsın bu garip hâllerinin Allah Teâlâ’yı pek memnun edeceğini haber vermektedir.

Hadisimizin metninde, Cenâb-ı Hakk’ın bu iki kulunun durumuna memnun olması hâli, “Allah Teâlâ iki kulunun durumuna güler” diye istiâre yoluyla anlatılmıştır. Gülmek, ağlamak gibi hâller Cenâb-ı Hak için düşünülemeyeceğine göre, bu sözle onun kullarından hoşnut ve razı olması ve onlara sevap yazması anlatılmak istenmiştir.

Görüldüğü üzere Allah Teâlâ’nın rahmeti ve şefkati pek büyüktür. “Rabbinin affı çok geniştir” (Necm, 53 / 32) âyet-i kerîmesi de bunu göstermektedir. Allah Teâlâ’nın rahmeti geniş olduğu gibi, rahmetinin eseri olan cenneti de son derece geniştir. Bütün insanlığı alacak ve -hadîs-i şerîflerde belirtildiği üzere- cennete en son girecek kimseye dünya kadar, hatta dünyanın on misli büyüklüğünde bir yer ikram edilecek kadar geniştir (bk. 1887-1888. hadisler). 

Allah Teâlâ’nın hem rahmetinin hem de cennetinin böylesine büyük olduğunu öğrendikten sonra O’nun gösterdiği tövbe yolunu tutarak rahmetini ve cennetini elde etmeye çalışmamak ne büyük gaflettir!...

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Allah Teâlâ’nın rahmeti ve lutfu son derece geniştir.

2. İşlenen günah ne kadar büyük olursa olsun, insan ümitsizliğe düşmemeli ve günahlarına mutlaka tövbe etmelidir.

3. Müslüman olmak, insanı dinsizliğin bütün kirlerinden arındırdığı gibi, tövbe de daha önce yapılan bütün günahları bağışlatır.

4. Allah yolunda can veren herkes cennete girecektir.

5. Kimin nasıl öleceği bilinemez. Bir kâfir hidâyete ererek müslüman olabilir. Cenneti ve cemâlullahı kazanabilir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 6, 2023, 8:55:37 AM5/6/23
to resulu...@googlegroups.com

Câbir İbni Abdullah radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Vefâtından üç gün önce Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i
şöyle buyururken dinledim:

“Her biriniz (başka şekilde değil) ancak
Allah’a hüsnü zan ederek ölsün.”

(Müslim, Cennet 81,82)

 

Açıklama:  Bu hadiste görüldüğü gibi ravinin, hadisi duyduğu zamanı veya yeri belirtmesi, verdiği bilgiyi doğru ve sağlam bir şekilde aktardığını gösterir. Câbir radıyallahu anh, bu hadisi Hz. Peygamber’in vefatından üç gün önce kendisinden duyduğunu bildirmek suretiyle, bir taraftan ilmî olarak güven telkin ederken bir taraftan da Hz. Peygamber’in son tavsiyelerinden birini bize haber vermiş olmaktadır. Demek ki Hz. Peygamber, konunun öneminden ötürü, Allah’a karşı güzel duygular ve beklentiler içinde olmayı yani hüsnüzan beslemeyi son günlerinde ashâbına ve ümmetine tavsiye buyurmuştur.

Hüsnüzan, düşünce güzelliği, güzel şeyler temenni ve beklentisi demektir. Allah’a karşı hüsnüzan beslemek ise,  O’nun merhametini, rahmetini ve keremini dilemek, af ve rahmetiyle muamele edeceğini ummak, hatta tereddütsüz bir şekilde böyle bir mutluluğa ereceğine inanmaktır. Nitekim önceki hadîs-i kudsîde görüldüğü gibi bizzat yüce Yaratıcı, “Ben, kulumun beni düşündüğü gibiyim, benden ne bekliyorsa ona öylece muamele ederim” buyurmaktadır.

İnsanın hangi hal üzere öleceğini bilmek ve tayin etmek kendisinin elinde değildir. Böyle olunca Sevgili Peygamberimiz’in bizden hüsnüzandan  başka bir hal üzere ölmemeyi istemesi, ümit ve recâ üzere yaşamamızı ve ölümü de o hal ile karşılamamızı istemesi anlamındadır. Yani Allah Teâlâ’dan güzel şeyler beklentisi içinde olabilmek için güzel bir hayat yaşamaya çalışmak gerekmektedir. Nitekim “Ey iman edenler, Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün” (Âl-i İmrân, 3 / 102) âyet-i kerîmesi de bizden sürekli iman üzere olmamızı istemektedir.

Nevevî, korku ve ümit ile ilgili sahih hadisleri incelemiş ve ümit ile ilgili rivayetlerin, korkuya dair hadislerden kat kat fazla olduğunu görmüştür. Ali el-Karî de “Bu konuda sadece “Rahmetim gazabımı aşmıştır” (420 numaralı hadis) hadisi bile yeter” demektedir.

Kulluk ya ümit ya da korku ile yapılır. Ümitle yapılan kulluk daha üstündür. Çünkü o hürlerin kulluğudur, korku ile yapılan ise, kölelerin kulluğudur. Bu sebepledir ki Peygamber Efendimiz, kendisine çok ibadet ettiği hatırlatılınca, “Şükreden bir kul omayayım mı?” (bk. Buhârî, Teheccüd 6; Müslim, Münâfikîn 79-81) buyurmuştur.

Ölüm anında güzel duygu ve beklentiler içinde olabilmek için yaşarken güzel ameller yapmak lâzımdır. Hayatını kötülükler içinde geçirmiş kimselerin, son demlerinde pek fazla ümitli olamayacakları açıktır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. Mü’min Allah’a karşı hüsnü zan beslemelidir. Özellikle ölümünün yaklaştığı zaman bu duygusu daha yoğun olmalıdır.
2. Allah, kendisinden af ve rahmet ümit eden kullarını mahrum ve mahcup etmez.
3. Hayatın sonunda hüsnü zanna sahip olabilmek için önceden güzel işler yapmaya bakmak, güzellikler içinde iken ölümü karşılamaya çalışmak gerekir.
4. Sağlıkta korku ve güzel ameller, hastalık ve ölüm anında da ümit ve hüsnü zan kuvvetli olmalıdır.


(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)
 

    




Resulullah.org

unread,
May 8, 2023, 10:25:18 AM5/8/23
to resulu...@googlegroups.com

Câbir  radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, 
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.”

(Müslim, Fezâil 19)
 

 

Açıklama: Bu hadis, Peygamber Efendimiz’in ümmetine olan şefkat ve merhametinin, onlara bir zarar gelmemesi için ne kadar gayret gösterdiğinin delilidir. Kendilerini ateşe atan pervaneler, bilgisizlik ve idraksizlikleri sebebiyle böyle yapıyor ve helâk oluyorlar. Oysa insanoğlu akıl ve idrak sahibidir. Bu vasıflara sahip olmayan hayvanlar gibi hareket etmemesi gerekir. İnsanın içine gireceği ateş cehennemdir. Cehennemden, onun yakıcı ateşinden korunmanın ve kurtulmanın yolu Allah ve Resûlü’nün emir ve tavsiyelerine uymak, helal-haram sınırını bilip tanımakla mümkündür. Peygamber Efendimiz, “Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum” derken, size helâl ve haramın hudutlarını öğretiyor, insanı cehenneme götüren davranışlardan sizi haberdar ediyorum; buna rağmen siz, nefislerinizin arzusuna uyarak haramlara dalıyor, cehenneme girmenizi gerektirecek işler yapıyorsunuz, demek istiyor.

Gerçekten Kur’an ve Sünnet, hangi amellerin insanı cennete götüreceğini, hangilerinin cehenneme girmeye sebep olacağını çok açık bir şekilde ortaya koymuş, gözler önüne sermiştir. Yanmakta olan bir ateşe cırcır böceklerinin ve pervanelerin gelip düştüğünü, yanıp helâk olduğunu nasıl apaçık görüyorsak, cehennemlik ameller de onun kadar apaçık bellidir. Bu yasakları çiğneyenler, günahları ve dünyalık şehvetleri sebebiyle cehennem ateşinde yanacaklardır. Bu, Allah’a ve Peygamber’ine itaat etmemenin, emirlerine uymamanın sonucudur.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Peygamber Efendimiz, ümmetine karşı son derece merhametli ve şefkatlidir. Onun sünnetine uyanlar, şefaatine ulaşırlar; karşı gelenler ise, kendi nefislerine zulmetmiş olurlar ve cehenneme girerler.

2. İnsanların büyük bir çoğunluğu bilgisizdir. Onları uyarmak âlimlerin, bilenlerin görevidir.

3. Uyarıya kulak asmayanlar, helâl ve haramı gözetmeyenler, mü’min de olsalar cehenneme girerler.

4. Peygamberimiz’in sünnetleri ve uyarıları ümmetine kıyamete kadar rehberdir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 9, 2023, 4:32:27 PM5/9/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Çiftlik ve akar edinerek dünyaya rağbet etmeyiniz.”

(Tirmizî, Zühd 20)
 

 

Açıklama:  İslam insanların meşrû yollardan mal elde etmesine, zengin olmasına karşı çıkmaz ve buna bir sınır da getirmez. Sadece zenginliğin gereklerinin yerine getirilmesini ister. İnsan, dünyada çiftlik veya başka akarlar sahibi de olabilir. Bu akarlar ziraat, ticaret veya başka kazanç yolları olabilir.
Şu kadar var ki, hadisimizde de belirtildiği gibi, insanın onlara rağbet etmesi, yani yegane değer olarak bunları kabul etmesi ve Allah’ı unuturcasına onlara bağlanması hoş görülmez. Çünkü bu durum, Allah’tan uzaklaşmak, hem Allah’a hem de insanlık ailesine karşı görevlerini yerine getirmemek anlamına gelir. Tabii ki böyle bir servetin ve zenginliğin kişinin kendisinden başka hiç kimseye faydası olmaz. Hatta daha ince ve köklü düşünülürse, kişiye faydası olduğunu kabul etmek de zordur. Çünkü hakkını yerine getirmediği servetinin ve zenginliğinin Allah katında hesabını veremez ve bu dünyada olmasa bile ebedî hayatta cezalandırılır. İşte yasaklanan, tavsiye edilmeyen böyle bir dünya ve dünyalık anlayışıdır. Bunun insanların lehine olduğu ise açıktır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. İslâm meşrû yoldan kazanç elde etmeyi, zengin olmayı yasaklamamış, helâl yoldan kazanmayı ve Allah yolunda sarfetmeyi teşvik etmiştir.
2. Dünyadaki servet ve zenginliği yegâne değer kabul edip Allah’tan gafil olmak dinimizde hoş karşılanmamıştır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 10, 2023, 2:33:14 PM5/10/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Abdullah! Falan adam gibi olma! Çünkü o, gece ibadetine devam ederken artık kalkmaz oldu.”

(Buhârî, Teheccüd 19; Müslim, Sıyâm 185)

 

Açıklama: Belli zamanlarda iyilik ve ibadet etmeyi âdet edinen kimseler, nefsinin veya dünyanın tuzağına kapılarak bu güzel âdetlerini bırakmamalıdır. Zira bu güzel âdetler, bir bakıma Allah’a verilmiş bir söz, O’nunla yapılmış bir anlaşma gibidir. Bu itibarla, güzel alışkanlıklarını bırakan kimseler, bir bakıma ahde vefâsızlık etmiş olurlar. 

Meseleye böyle bakan Resûl-i Ekrem Efendimiz, alışkanlık haline getirilen ibadetlerin ve hayırlı işlerin devamlı surette yapılmasına pek önem vermiştir. Şu halde insan, altından kalkabileceği işlere girişmeli, her zaman rahatlıkla yapabileceği davranışları alışkanlık haline getirmelidir. 

Gece ibadetlerine başlayanlar, bu güzel davranışı bir müddet sonra usanıp terketmemek için ölçülü hareket etmeli, bir miktar ibadet ettikten sonra yatıp dinlenmelidir. Birkaç gün kendini hırpalarcasına ibadet ettikten sonra usanıp bırakmak, Efendimiz aleyhisselâm’ın belirttiği gibi, hoş bir hareket tarzı değildir. 

Hadisimizin râvisi ve Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu hadisteki muhatabı Abdullah İbni Amr, hadis öğrenmeye pek istekli, eşini ihmâl edercesine ibadete düşkün genç bir sahâbî idi. Onun aşırı derecede oruç tutup namaz kıldığını, Kur’ân-ı Kerîm’i üç günden daha az bir zamanda hatmettiğini öğrenen Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, buna engel olmak isteyince, “gencim, yapabiliyorum” diye âdeta pazarlık etmişti. Fakat yaşı ilerlediği zaman Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in tavsiyesini tutmadığı için pişmanlık duymuştu. Ama Allah’ın Resûlü’nün yukarıda okuduğumuz tavsiyesini düşünerek, yetmiş yaşını aşkın olmasına rağmen, alışkanlık haline getirdiği ibadetleri hayatının sonuna kadar bırakmamıştı.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Alışkanlık haline getirilen hayır, iyilik ve ibadetler bırakılmamalıdır.

2. Müslümana istikrar yakışır.

3. Nâfile ibadetler ölçülü yapılmalı, bir müddet sonra usanıp büsbütün bırakmaya yol açacak aşırılıktan kaçınmalıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 11, 2023, 2:57:51 PM5/11/23
to resulu...@googlegroups.com

Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:

“Hz. Peygamber’in küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O sadece tebessüm ederdi.”

(Buhârî, Edeb 68; Müslim, İstiskâ 16)
 

 

Açıklama: Resûlullah Efendimiz’in gülmesine varıncaya kadar her hareketi ölçülüydü. Her hareketinde ilâhî terbiyenin izleri farkedilirdi. Yüzünden tebessüm hiç eksik olmadığı, hatta bir sahâbînin dediği gibi insanların en çok tebessüm edeni o olduğu halde (Tirmizî, Menâkıb 10), hiçbir zaman kahkahayla gülmezdi. Çok hoşlandığı bir davranış karşısında azı dişleri görünecek kadar tebessüm ettiği (meselâ bk. hadis nr.1887) ve o sırada inci dişleri pırıl pırıl parladığı halde, yine de çoğu kimsenin yaptığı gibi gülerken kendisini kaçırmazdı.

Katıla katıla gülmek şakacılığın, nüktedanlığın veya güler yüzlü olmanın değil, haktan gâfil olmanın bir sonucudur. Resûl-i Ekrem Efendimiz etrafındakilere şaka yapmaktan hoşlandığı, kendisine nükte yapan bazı sahâbîlerinin bu davranışlarını hoş gördüğü halde, yine de gülerken ölçüyü kaybetmezdi.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Hz. Peygamber son derece vakarlı ve ağırbaşlı olduğu için kahkahayla gülmezdi.

2. Kahkahayla gülmek insanın vakarını yitirmesine yol açacağı için müslüman tebessüm etmekle yetinmelidir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük) 





Resulullah.org

unread,
May 12, 2023, 4:37:32 PM5/12/23
to resulu...@googlegroups.com

Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Zulüm yapmaktan sakının. Çünkü zulüm kıyamet gününde zâlime zifirî karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakının. Zira cimrilik sizden önce yaşayan insanları, birbirini boğazlamaya ve dokunulmaz haklarını çiğnemeye götürmek suretiyle perişan etmiştir.”

(Müslim, Birr 56)

 

Açıklama: Hadîs-i şerîfte dinimizin şiddetle yasakladığı iki fenalığa işaret edilmekte ve onlardan uzak durulması istenmektedir. 

Bunlardan birincisi zulümdür. 

Zâlim, haksızlık yapan kimsedir. Bu haksızlık ya Allah’a karşı veya Allah’ın kullarına karşı yapılır.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, kendisine inanmayanları, Hz. Peygamber’i tanımayanları, Kur’an’ı bir hayat nizâmı olarak kabul etmeyenleri, emirlerine uymayanları, yasaklarını çiğneyenleri ve bu nevi kötülükleri yapanları zâlim olarak nitelemiştir (Meselâ bk. Bakara, 2/229, 254; Mâide, 5/45; Furkân, 25/8).

Allah’a karşı zulmedenler olduğu gibi, O’nun kullarına zulmedenler de vardır. Kullarını çok seven Allah Teâlâ, onlara haksızlık edilmesine râzı olmaz. Kullarına haksızlık edenleri de sevmez. 

Zulmedenleri bekleyen felâketler nelerdir?

Bu hadîs-i şerifte belirtildiğine göre, âhirette zâlimler zifirî karanlıklar içinde kalacaklar, çevrelerini göremeyeceklerdir. Zifirî karanlıklar içinde kalmak onlara büyük bir sıkıntı ve işkence verecektir. Buna karşılık mü’minlerin önlerinde ve yanlarında nurlar parıldayıp duracak, nerede olduklarını, nereye gittiklerini ayân beyân göreceklerdir. Demekki insanlar âhirete karanlığı da ışığı da dünyadan alıp götüreceklerdir.

Öte yandan Allah Teâlâ zâlimleri çok iyi tanıdığını, yakalarını ilâhî adaletin pençesinden kurtaramayacak olan bu kimseleri âhirette rezil ve perişan edeceğini haber vermektedir. Hadisimizde işaret edilen zifirî karanlıklar ifadesiyle, aynı zamanda bu korkunç âkıbet kastedilmiş olabilir.  

Bu kadarla yetiniyor, hadisimizin ikinci konusuna geçiyoruz.

Resûlullah Efendimiz’in sakınmamızı istediği ikinci fena huy cimriliktir. Peygamber Efendimiz cimriliğin insanoğlunu nasıl azdırdığına işaret buyurmakta, bir zamanlar yeryüzünde yaşayanların cimrilik yüzünden birbirine düştüklerini, yok yere kan döküp namusları çiğnemekte sakınca görmediklerini ve bu yüzden yok olup gittiklerini söylemektedir. Cimrilerin helâk edilmesi sözüyle, onların ayrıca âhirette ağır cezalara uğratılacağı anlatılmak istenmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın esirgemeden verdiği serveti muhtaçlara harcamayıp cimrilik edenlerin çok kötü bir davranışta bulunduğu, bunun kendilerine hayır değil şer getireceği, üstelik Allah yolunda harcamadıkları o malın, kıyamet gününde boyunlarına dolanacağı belirtilmektedir (Âl-i İmrân, 3/180). Kendileri cimrilik ettiği gibi bu kötü huyu başkalarına da tavsiye eden kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği kişiler olarak tanıtılmaktadır (Nisâ, 4/37).

Resûl-i Ekrem Efendimiz bir kimsenin hem mü’min hem cimri olamayacağını (Nesâî, Cihâd 8), cimrinin cennete giremeyeceğini (Tirmizî, Birr 41) belirtmiştir. Cimri diye bilinmekten çok korktuğu için de, kendisinin cimri olmadığını, gerektiğinde ashâbına hatırlatmıştır. Onun sık sık yaptığı şu dua, cimriliğin ne kötü bir huy olduğunu, onun hangi fenalıklar seviyesinde bulunduğunu ve cimrilikten Allah’a sığınılması gerektiğini göstermektedir:

“Rabbim! Cimrilikten, tembellikten, çok yaşlanıp bunamaktan, kabir azâbından, deccâlin oyununa gelmekten, hayatın ve ölümün getireceği huzursuzluktan sana sığınırım” (Buhârî, Tefsîru sûre (16), 1).

Kendisinde bu hastalık bulunan kimse, cimriliği hem Allah’ın hem Resûlü’nün kötülediğini, insanların cimrilerden nefret ettiğini düşünmeli, kendisinin cömert olduğunu gören kişiler tarafından sevileceğini ve böylece nice gönülleri kazanacağını hesap etmelidir. Şunu da bilmelidir ki, kendisine bile faydası olmayan ihtiyaç fazlası altını biriktirmekle parlak ve cilâlı taşları biriktirmek arasında hiç fark yoktur.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Mü’min olduğunu söyleyen bir kimse,
zulüm ve cimrilik yapmamalı, âdil ve cömert olmalıdır.

2. Zulüm yapan kimse büyük günahlardan birini yapmış ve
âhirette zâlimler için hazırlanan korkunç cezaları haketmiş olur.

3. Dünya zevkine ve malına aşırı düşkünlük, cimrilik
insanı günaha ve dinin yasaklarını çiğnemeye iter.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 13, 2023, 3:51:38 PM5/13/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, - ki Allah, helâlden başkasını kabul etmez - Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.”

(Buhârî, Zekât 8; Tevhîd 23; Müslim, Zekât 63, 64)

 

Açıklama: Yüce Kitabımız’da Allah Teâlâ’nın fâizi batıracağı, sadakaları arttıracağı (bk.Bakara, 2/276) bildirilmiştir. Hadisimiz, helâlinden verilen sadakaların Allah Teâlâ tarafından nasıl büyütüldüğünü, herkesin anlayacağı bir misalle anlatmaktadır. Güzel bir küheylan yavrusuna sahip olan kimse o güzel tayı, büyük bir at olsun diye nasıl özenle bakar, büyütür, beslerse; Allah Teâlâ da kulun helâl maldan verdiği değer veya miktar bakımından bir hurma kadar olan sadakayı kabul buyurur ve o kişi adına yine miktar veya sevab olarak dağ gibi oluncaya dek arttırır. Neticede bir hurma tanesi sadaka veren kimse, dağ kadar mal tasadduk etmiş gibi olur. Sadakaların Allah tarafından arttırılması, ecir ve sevaplarının katlanmasıyla olur. 

Ancak burada, hadiste geçen ara cümlecikte de belirtildiği gibi,  sadakanın helâl yoldan kazanılmış temiz bir maldan verilmiş olması son derece önem arzetmektedir. Zira Allah Teâlâ, helâl ve temiz olmayan hiç bir sadakayı asla kabul buyurmaz. Haram maldan verilen sadakayı kabul etmesi, haramı emretmiş olması anlamına gelir ki, Allah hakkında asla böyle bir şey düşünülemez. O sebeple Allah katında, sahibi adına arttırılacak olan sadakanın azlığı çokluğu değil, helâl maldan verilmiş olması önem taşımaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın  yüce katına ancak temiz olan sözler ve işler ulaşabilir. Yücelik isteyen, önce kendi kalitesine dikkat etmek zorundadır.

Helâl, israfı kaldırmaz. Helâl kazanç boşa, layık olmayana gitmez. Helâlinden kazanılmış malı olanın, “kime sadaka versem” diye düşünmesine, özel araştırma yapmasına veya etraftan tavsiye almasına gerek yoktur. O temiz mal, kendisine layık olan kimseyi bulur. Yani “kime sadaka versem ki” diye iyi adam aramaktan önce, “kazancın temiz ve helâl olmasına dikkat etmek” gerekir.

Hadîs-i şerîfte Allah Teâlâ için  kullanılan ve anlamı “Allah o temiz sadakayı sağ eliyle kabul eder” demek olan fe innellahe yakbeluhâ bi yemînihî ifadesi, Allah’ın o sadakayı kabul buyurduğunu anlatır. Yoksa -haşa- Allah Tealâ’ya el, ayak  isnâd etmek mümkün değildir. O, hiç bir mahlûka  benzemez ve  benzetilemez.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Allah Teâlâ ancak helâl maldan verilen sadakaları kabul buyurur.

2. Helâl maldan verilen sadakalar miktar ve değer olarak bir hurma kadar az ve küçük de olsa makbuldür. 

3. Allah Teâlâ kabul buyurduğu bir sadakayı, kendi ikram ve ihsanı ile tahmin ve tasavvur edilemeyecek ölçüde büyütür.

4. Verilen sadakanın küçüklüğüne - büyüklüğüne, azlığına çokluğuna değil, helâl yoldan kazanılmış olmasına dikkat etmek lâzımdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 15, 2023, 5:41:53 AM5/15/23
to resulu...@googlegroups.com

Sahâbî Abdullah İbni Yezîd el-Hatmî radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem orduyla vedâlaşmak istediği zaman:

“Dininizi koruyup emanetlerinizi ifa etmeniz ve amellerinizi hayırla sonuçlandırmanız hususunda sizi Allah’a emanet ediyorum.” derdi.

(Ebû Dâvûd, Cihâd 73)

 

Açıklama: Resûl-i Ekrem Efendimiz yolculuğa çıkmak üzere olan bir sahâbî ile vedalaşırken onun elini tutar, o şahıs elini çekmedikçe Peygamber aleyhisselâm onun elini bırakmazdı (Tirmizî, Daavât 44). Cihada gitmek üzere olan küçük bir müfreze veya büyük bir orduyla da vedâlaşmayı ihmal etmezdi.

Efendimiz vedâ ettiği kimseleri Allah’a ısmarlarken, onlar için en önemli üç şeyi Cenâb-ı Hakk’ın korumasını niyaz ederdi. 

Bunlardan birincisi dindir. Yolculuk zor, zahmetli ve külfetlidir. Can emniyetinin bulunmadığı zamanlarda ise, zahmetinin yanında korku ve endişe vericidir. Bir yandan yolculuğun sıkıntısı, öte yandan korku ve endişe insana dinî görevlerini ihmal ettirebilir. İşte Efendimiz bir kimseye “Dinini Allah’a emanet ediyorum” demekle, dinî vazifelerini tam mânasıyla yapma konusunda Cenâb-ı Hakk’ın sana yardım etmesini niyaz ediyorum, demiş olmaktadır.

Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ’ya ısmarladığı şeylerin ikincisi emanettir. Sefere çıkacak kimsenin birine bıraktığı veya birilerinin ona verdiği şeyler birer emanettir. Geride bırakılan aile fertleri, mal ve servet birer emanet olduğu gibi, yolculuk sırasında karşılaşılan insanlardan alınan verilen şeyler de birer emanettir. Allah Teâlâ’nın insanı sorumlu tuttuğu her şeye birer emanet gözüyle bakmalıdır. Resûlullah Efendimiz, yolcuyla ilgili bu gibi hususların gerektiği şekilde korunmasını da Allah’a emanet etmektedir. 

Onun Cenâb-ı Mevlâ’ya ısmarladığı şeylerin üçüncüsü,  işlerin hayırlı bir şekilde sonuçlanmasıdır. Bu sonuncu temenni ile hem seferde yapılan işlerin hem de hayat boyu yapılan amellerin hayırlı bir sonuca ermesi niyaz edilmektedir. Efendimiz bu ifadesiyle, hayatın gayesinin hüsn-i hâtime, yani mutlu bir son olduğuna dikkatimizi çekmektedir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Yolculuğa çıkan kimse, yakınlarıyla ve hayır dualarını umduğu kimselerle vedalaşmalı, onlar da kendisine hayırlar temenni etmelidir.
2. İnsan sıkıntılı yolculuk sebebiyle dinî görevlerini ihmal etmemeli, başkalarının hakkını çiğnememelidir.
3. Orduyu sefere gönderirken, en yetkili kimse onlara bazı tavsiyelerde bulunup dua etmelidir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 16, 2023, 4:15:33 PM5/16/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh den rivayet edildiğine göre

Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!”

(Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85, Rikâk 23; Müslim, Îmân 74, 75, 77)
 

 

Açıklama: Burada şu kadarını söyleyelim: Peygamber aleyhisselâm’ın bu üç konuyu “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse” şöyle yapsın ifadesiyle zikretmesi, bu konulara büyük önem verdiğini göstermektedir.

Müslüman olduğunu söyleyen kimse akrabasıyla ilgisini devam ettirmek zorundadır. Akrabasına olan yakınlık derecesine, ihtiyaç durumlarına, kendisinin de maddî gücüne göre onlara iyilikte bulunacaktır. Akrabasıyla ilgiyi koparmak ve onlara kötü davranmak büyük bir günahtır. 

Müslümanın uyacağı önemli ahlâk esaslarından biri de insanlara faydalı sözler söylemek, faydalı söz söyleme imkânına sahip değilse susmaktır. Zira iyi ve hayırlı söz insanı iyi ve güzele, kötü ve zararlı sözler de kötü yola ve zararlı davranışlara yöneltir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Allah’a iman eden kimsenin en belirgin özelliklerinden biri, misafirine ikramda bulunmasıdır.
2. Akrabasıyla ilgilenmek ve onlara iyilik etmek de mü’minin önem vermesi gereken davranışlardan biridir.
3. İyi bir mü’min ya güzel sözler söylemeli, söyleyemiyorsa susmayı tercih etmelidir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)





Resulullah.org

unread,
May 17, 2023, 4:23:06 PM5/17/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Mâlâyânîyi (kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyi) terketmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.”

(Tirmizî, Zühd 11)
 

 

Açıklama: Dünyada lüzumsuz, boş ve faydasız hiçbir şey yoktur. Allah Teâlâ her yarattığını bir hikmete dayalı ve bir hizmete uygun yaratmıştır. Ancak her şeyin herkes için her zaman gerekli olması da hiç şüphesiz düşünülemez. İşte hadiste işaret buyurulan mâlâyânî, “kişinin dinine ve dünyasına faydası olmayan şey” anlamındadır.

İnsanı doğrudan ilgilendirmeyen şeylere bu anlamda “lüzumsuz” veya “gereksiz” denilebilir. Halkımız “üstüne elzem olmayan işe karışma” derken, işte bu mânâyı dile getirmektedir.

Neyin mâlâyânî, neyin gerekli olduğunu ayırabilmek için, öncelikle sağlam değer ölçülerine sahip olmak lâzımdır. Hiç şüphesiz Müslümanlar için Müslümanlığın değer ölçüleri esastır. O halde olgun mü’min, Müslümanlığın ölçülerine göre yaşayan ve çevresini bunlara göre değerlendiren kişidir. Mâlâyânînin terkedilmesi, Müslümanın sürekli uyanık olduğunu gösterir. Murâkabe fikri ile yaşadığını belgeler.

Mâlâyânîyi terketmek, gerekli olanı icabeden yerde gerektiği ölçüde yerine getirmek demektir. Toplumda olumsuz gelişmelerin önlenmesi, büyük ölçüde gereksizlerin terkedilmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebepledir ki, İslâm âlimleri bu hadisi “medâr-ı İslâm” olan dört hadisten biri kabul ve ilân etmişlerdir.

Gereksizi terketmek, lüzumluları önem sırasına koyma fikrini de beraberinde getirir. Böylece Müslüman, her konuda en lüzumlu olanı işlemek, en gerekli olanı ortaya koymak başarısını ve basiretini yani olgunluğunu gösterir. Bu da onun güzel Müslüman olduğunun delili olur.

Mâlâyânî ile meşgul olmak, lüzumluları ihmal etmeye götürür. Çünkü gerekli-gereksiz her şeyle meşgul olmak insanı, kolayı tercihe sevkeder. Bütün bunlar ise, sonuçta Müslümanı fuzûlî işlerin adamı durumuna düşürür. Bu bakımdan hadis, fevkalâde önemli bir tesbit yapmakta, iyi Müslüman olabilmek için her şeyden önce kendisini ilgilendirmeyen fuzûlî işlerle meşgul olmamak gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü ömür kısadır ve hızla geçmektedir.

Gerekli-gereksiz her şeyin harman olduğu günümüzde sadece lüzumlu işlerle meşgul olabilmek, ancak gerçekten olgun bir iman ile  mümkündür.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen söz ve işlerle meşgul olmamak, Müslümanın iyi bir seçim bilincine sahip olduğuna ve imanının olgunluğuna işarettir.

2. İnsan, dünya ve âhireti için gerekli ve lüzumlu olan işlerle meşgul olmalıdır.

3. Mâlâyânîyi terk, sürekli ilâhî denetim altında bulunduğu şuurunun bir sonucudur. Murâkabe’nin en büyük pratik faydası budur.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 18, 2023, 3:51:59 PM5/18/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Söz ve davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helâk oldular.”
Resûl-i Ekrem bu sözü üç defa tekrarladı.

(Müslim, İlim 7)

 

Açıklama: Peygamberimiz, önemli gördüğü bir konuyu, yasaklanan veya uygun olmayan bir davranışı, çoğu kere tekrar tekrar anlatır, böylece dinleyenlerin o konuya dikkatini çekerdi. Söz olarak kısa, fakat mâna ve mahiyeti geniş olan bu hadiste de öyle yapmıştır.

İyi bir Müslüman, ölçülü ve dengeli bir insan, her türlü davranışında, işinde ve sözünde haddi aşmaktan, taşkınlık yapmaktan sakınır. Bu prensiplere uymayanlar, dünyada birtakım belâ ve musibetlere uğrar, âhirette de cezayı hak ederler. Böyle kimseler, başka insanlar tarafından sevilmezler. Kendilerinden uzak durulmak istenen kişiler konumuna düşerler.

Bilgiçlik taslayanlar, insanların anlayamayacağı kelime ve tabirlerle konuşanlar, lugat parçalama meraklıları da bu hadisin kapsamına girerler. Çünkü böyle davranışlar dinimizde hoş görülmemiş ve hatta yasaklanmıştır. Toplumun içinde yaşadığı halde, onlardan çok farklı davranışlarıyla dikkat çekenler, büyüklük taslayanlar, haddinden fazla kibarlık ve nezaket gösterisinde bulunanlar ya da haddinden fazla ince eleyip sık dokuyanlar başkalarını rahatsız ederler.

İnsanlar, sadece sözlerden değil, hareket ve davranış biçimlerinden de rahatsızlık duyarlar. Bütün bunlardan kurtulmak için toplumun eğitilip öğretilmesi ve terbiye edilmesi gerekir. Herkes, nasıl istersem öyle hareket ederim düşüncesinden kurtulabilmelidir. Çünkü toplumun yaptırım gücü sosyal bir hakikattır ve aklı başında olan insan buna uyum sağlamaya çalışır. Aksi takdirde insanlar yalnızlığa itilir. Yalnızlık, bir bakıma yok olup gitmektir. Kalabalık içinde yalnız kalmaktan daha büyük bir belâ düşünülebilir mi? Fakat günümüz dünyasında çok rastlanan olumsuzluklardan biri de ne yazıkki bu gerçektir. Bu sebeple, İslâm bütün insanları hedef alan, aşırılıkları izâle etmeye yönelik bir öğretim ve eğitim usûlü geliştirilmesini öğütler. Birçok hadiste bunun örneklerini göreceğiz.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Kişi, yaptığı her işten olduğu gibi, konuştuğu her sözden de sorumludur. İş ve söz, kurtuluşun veya helâkin sebebi olabilir.
2. Sözde, işte ve davranışlarda ileri gitmek, haddi aşmak dinimizde yasaklanmıştır.
3. Aşırılıklarda hayır ve fayda yoktur.
4. İslâm orta yolu takip etmeyi ve ölçülü olmayı tavsiye eder.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 19, 2023, 1:08:49 PM5/19/23
to resulu...@googlegroups.com

Mü’minlerin annesi Cüveyriye binti Hâris’in erkek kardeşi
Amr İbni Hâris radıyallahu anhumâ şöyle dedi:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde, geride, bindiği beyaz katırı, silahı, yolcular için vakfettiği arazi dışında, ne altın, ne gümüş, ne köle, ne câriye ve ne de başka bir şey bıraktı.”

(Buhârî, Vasâyâ 1, Cihâd 61, 86, Humus 3, Megâzî 83)
 

 

Açıklama: Peygamber Efendimiz’in ne kadar sade, mütevazi ve zühd içinde bir hayat sürdüğünü biliyoruz. Vefatı anında arkada bıraktıkları da onun hayatının nasıl geçtiğinin göstergesidir. Peygamberimiz’in bu dünyaya bıraktıkları, bir insanın hayatını sürdürmesi için zarûrî olan eşyadan ibarettir. Bıraktığı bir araziyi ise, geliri fakir fukaraya, yolda kalmışlara harcanmak üzere vakfetmişti. Çünkü vakıf, varlığı devam ettiği sürece sevabı devam eden ve bu sevabı kıyâmete kadar sürecek olan bir hayır, bir sadaka-i câriyedir. Peygamberimiz’in bu davranışını örnek alan İslâm ümmetinin gücü yeten fertleri, tarih boyunca vakıflar, hayır ve hasenât müesseseleri kurmak suretiyle manevî kazançlarının devam etmesini hedeflemişler ve bu özellikleriyle bütün insanlığa örnek olmuşlardır. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Peygamberimiz’in vefatından sonra arkada bıraktığı eşya, onun bu dünyada nasıl bir zühd hayatı yaşadığının delilidir.
2. Vakıf, kişinin bu dünyada sahip olduğu bir malı, sevabını Allah’tan bekleyerek kendi mülkü olmaktan çıkarıp Allah adına hibe etmesidir. Peygamberimiz, kendi arazisini bu şekilde vakfetmiştir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)
 

    




Resulullah.org

unread,
May 20, 2023, 1:33:36 PM5/20/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Ya’lâ Şeddâd İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre


Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. 
Âciz kişi de, nefsini duygularına tâbi kılan ve 
Allah’tan dileklerde bulunup duran (bunu yeterli gören) dır.”

(Tirmizî, Kıyâmet 25)

 

Açıklama: Sonlu bir dünyada sorumlu ve belli bir ömre sahip olan insanoğlu, dünyayı ve sonrasını değerlendirirken bazı güç odaklarının tesiri altında kalmıştır. Bunlar iman, dünya, nefis, öteki insanlar ve şeytandır.

“Nefse hakimiyet” ve “ölüm sonrası için gayret” şeklinde belirlenmiş olan akıllılık göstergeleri, büyük ölçüde kâmil, yani etkili bir iman ile alâkalıdır. “Nefse hakimiyet”, aklı hayata egemen kılmak demektir. “Âhiret” ise, akıllılıkta dikkate alınacak çok önemli ve temelli bir unsurdur. Davranışlarını âhiretteki sonuçlarını dikkate alarak ayarlamak gerçek anlamda “akıllı kişi”lerin tavrıdır. “Herkes yarın için önceden neler gönderdiğine dikkat etsin” [Haşr sûresi (59), 18] âyeti, “ölüm sonrası için denetimli çalışan”ların ne kadar isâbetli ve akıllı işler yaptıklarını belgelemektedir. Nitekim İmam Tirmizî, bizim “nefsine hâkim olan” diye tercüme ettiğimiz ifadenin “kıyamette hesaba çekilmeden önce öz nefsini hesaba çeken kişi” demek olduğuna işâret etmektedir. Sonra da bunu desteklemek üzere iki görüş nakletmektedir.

Hz. Ömer demiş ki:

“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Büyük duruşma için hazırlık yapın. Âhiretteki hesap, ancak dünyada nefsini hesaba çekmiş olanlar için hafif ve kolay olacaktır.”

Meymûn İbni Mihrân’da şöyle der:

“Kul, yediğini ve giydiğini nereden karşılıyor?” diye ortağını gözetleyip durduğu gibi, kendi öz nefsini denetlemedikçe asla takvâ sahibi olamaz.”

Sevgili Peygamberimiz bir başka hadîs-i şerîflerinde:

“İşlerin asıl değeri sonuçlarına göre ölçülür” (Buhârî, Kader 5; Rikâk 33; Tirmizî, Kader 4) buyurmuştur. İnsanın akıllısı ve hası da âhirette belli olur. Orada, hayatının hesabını yüz akıyla verebilen kişi, dünyayı iyi yönleriyle âhirete taşımayı başarmış demektir. Hadisimizdeki “akıllı kişi” tarifine uymuştur. Başkalarının onun hakkında şöyle veya böyle konuşmalarının hiçbir kıymeti yoktur.

Âcizliğin alâmeti olarak hadiste “nefsini hevâ ve heveslerine tâbi kılmak” sonra da “Allah’tan dileklerde bulunmak” sayılmıştır. His ve hevesleri peşinde ömür tüketen  insanlar, zaman zaman kapıldıkları hesap verme kaygısı sonucu boş ümitlere ve temennilere kucak açarlar. Kuruntulara kapılırlar. Tabiî bunlar neticeyi değiştirmez. Nefsine uymuş kişilerin belki de tek çareleri kuruntularıyla avunmaktır. Şu âyetler ne kadar ciddi uyarıdır:

“Ey insanoğlu, seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen, mütenâsib kılan, istediği şekilde terkib eden, çok cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?” [İnfitâr sûresi (82), 6-8].

“Kullarıma benim, bağışlayan, merhamet eden olduğumu, azabımın can yakıcı bir azab olduğunu haber ver!” [Hıcr sûresi (15), 49-50].

Allah Teâlâ’dan dilekte bulunmak dinimizde teşvik edilmiştir. Ancak böylesi bir ümit için kendine düşeni yapmış olmak da gereklidir. Bakara sûresi’nin 218. âyetinde Allah’ın rahmetini umut etmek için iman, hicret ve cihad gibi dinin temel gereklerini yerine getirmiş olmak lâzım geldiği anlatılmaktadır. Herhangi bir iş yapmadan kuru kuru ümitte ve dilekte bulunmaya “temennî” denilmektedir. Böylesi kuru bir temenni ile yetinen kişi, elbette kendisinden beklenen akıllılığı gösterememiş, en ciddi konuda en anlamsız bir davranış sergilemiş demektir. Böyle bir davranış ise, bir âyet-i kerîmeye göre -Allah korusun- dini eğlence-oyun yerine koyan kâfirler ile aynı durumu paylaşmak olur. Bu durumda Allah’ın mağfiretini ummak, bazı cahiller gibi, “Allah beni de affetmeyecekse kimi affedecek” şeklinde ciddiyetten uzak sözler sarfetmek tam anlamıyla “Allah ile aldanmak” olur. Nitekim “Allah ile aldanmak, günah işleyip dururken bağışlanma ummak”tır. (bk. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, 136.) Bu durumdakiler şu âyeti hatırlamalıdırlar:

“İşte Rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi helâk etti, ziyâna uğrayanlar olup çıktınız” [Fussılet sûresi (41), 23].

Bir de unutulmamalıdır ki kuruntu, şeytanın insanları yanıltma taktiklerindendir [bk. Nisâ sûresi (4), 120].

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Akıllılık ve ileri görüşlülük, davranışlardan belli olur.

2. Akıllı-akılsız tesbiti ve tarifi, dünya ve âhireti algılama ve değerlendirme, dünyada iken âhirete hazırlanma durumuna göre yapılır. İddialara veya temennîlere göre değil.

3. Allah Teâlâ’nın “gazabını aşkın rahmeti”nden yararlanabilmek için, iman ve İslâm çerçevesinde kendine düşeni yapma gayreti içinde bulunmak gerekir. Zira, “Allah’ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır” [Â’raf sûresi (7), 56].

4. Nefsi her zaman denetleyip hesaba çekmek gerekir.

5. Allah amellere sevap verir, amelsiz temennilere değil.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 22, 2023, 1:58:51 PM5/22/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Abdülkaysoğullarından Eşecc’e:

“Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır:
Yumuşak huyluluk ve ihtiyatkârlık” buyurdu.

(Müslim, Îmân 25, 26)

 

Açıklama: Abdülkaysoğulları kabilesi, Bahreyn dolaylarında yaşayan bir Arap kabilesiydi. Bu kabileden Münkız İbni Hibbân ticaret maksadıyla Medine’ye gelmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz’i tanıyınca Müslüman oldu. Efendimiz de ona bir mektup vererek bunu kabilesi halkına götürmesini istedi. Fakat Münkız Resûlullah Efendimiz’in mektubunu kabile halkına vermeye cesaret edemedi. Ama evinde, kimseye farkettirmeden namazlarını kılmaya başladı. Karısı onun bu halini babası Eşecc’e haber verdi. Eşecc damadı ile görüşerek Hz. Peygamber’in gönderdiği mektubu okudu. Gönlüne İslâm sevgisi düştü ve hemen Müslüman oldu. Resûlullah Efendimiz’in mektubunu kabilesine okuyunca onlar da Müslüman olmayı arzu ettiler. Bir heyet hazırlayarak Medine’ye göndermeye karar verdiler.

Asıl adı Münzir İbni Âiz veya Abdullah İbni Avf olan Eşecc’in yüzünde bir kılıç veya bıçak yarası izi vardı. Yüzünde bıçak yarası olan kimselere Araplar Eşecc derlerdi. Ona da bu sebeple Eşecc lakabını vermişlerdi. Mekke fethinden bir müddet önce yola çıkan bu heyet Medine’ye varınca, bir an önce Hz. Peygamber’i görmek, eline ayağına yüz sürmek için Mescid-i Nebevî’ye koştular. Fakat Eşecc onlar gibi davranmadı. Devesini bağlayıp en güzel elbisesini çıkardı. Yıkanıp temizlendikten sonra onu giydi ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna öyle geldi. Onun bu hâli Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hoşuna gitti.

Eşecc’in takdire şâyan ikinci bir hali daha görüldü. Nebiy-yi Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem Abdülkaysoğullarına:

- “Kendiniz ve kavminiz adına bana bîat ediyor musunuz?” diye sorunca herkes:

- Evet, ediyoruz, dediler.

O zaman Eşecc söz alarak kendi adlarına bîat edeceklerini, fakat kavimleri adına bu sözü veremeyeceklerini söyledi. Geri dönüp giderken kendileriyle birlikte kavimlerini dine davet edecek bir mürşid gönderilmesini teklif etti. Bu mürşidin davetine uyanların artık kendilerinden olacağını, İslâmiyet’i kabul etmeyenlerle de savaşacaklarını belirtti.

Onun bu sözlerini Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem pek beğendi ve kendisine:

- “Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve ihtiyatkârlık” buyurdu. O zaman Eşecc:

- Bu özellikler bende eskiden beri mi vardı, yoksa yeni mi ortaya çıktı? diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- “Eskiden beri vardı” buyurunca, Eşec:

- Beni sevdiği iki özellikle yaratan yüce Allah’a hamd ederim, dedi.

Hadîs-i şerîfte, Allah Teâlâ’nın sevdiği belirtilen özelliklerden yumuşak huyluluk diye tercüme ettiğimiz hilim, gazap sıfatının zıddı bir huydur. Hilim akıl mânasına da gelmektedir. Hilmin zıddı olan sertlik ve katılık, insanları inciten, korkup nefret etmelerine ve dağılıp gitmelerine yol açan kötü bir huydur. Halîm yani yumuşak başlı bir insan olan Peygamber Efendimiz’in bu huyunu takdir eden Allah Teâlâ, “Eğer sen katı ve kaba davransaydın, etrafından dağılıp giderlerdi” (Âl-i İmrân, 3/159) buyurmuştur.

Şüphesiz hilmin de bir ölçüsü vardır. Halîm olacağım diye zulme boyun eğmek doğru değildir. Halk arasında hilm-i himârî denilen böylesi yumuşaklık, kötü kimselerin kötülük yapma arzusunu ve cesaretini kamçılayacağı için son derece yanlıştır. Yeri gelince haksızlığa baş kaldırmak bir fazilettir. Merhum şâirimiz Mehmed Âkif:

Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum

derken yumuşak başlı olmakla zillete boyun eğmenin farkına işaret etmiştir. Sertlik göstermek gereken yerde sert, yumuşak huylu olmak gereken yerde mülâyim davranmalı, bu huyların her birini yerli yerinde kullanmalıdır.

Yine Allah Teâlâ’nın hoşnut olduğu belirtilen ikinci özellik ihtiyatkârlık diye tercüme ettiğimiz teennîdir. Teennî bir iş yaparken acele etmemek, yapılacak işin önünü sonunu düşünmek demektir. Bu da hilim gibi gazap sıfatının zıddıdır. Hem hilim hem de teennî, sabırlı davranmanın bir sonucudur. İhtiyatlı ve ağır başlı kimseler, bir işi yaparken önünü sonunu düşündükleri için neticede pişmanlık duymazlar. Yeter ki, fırsatı kaçıracak kadar yavaş hareket edilmesin.

Netice olarak diyebiliriz ki, Eşecc’in gerek Hz. Peygamber’in huzuruna girmeden önceki davranışı gerek onun huzurunda söylediği tutarlı sözleri kendisinin hilim ve teennî sahibi bir kimse olduğunu göstermiştir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Yumuşak başlılık, insanlarla iyi geçinmeyi sağlayan güzel bir huydur.

2. Teennî dediğimiz ihtiyatkâr davranma, hata etme imkânını en aza indiren, insanı pişmanlığa düşmekten koruyan bir özelliktir.

3. Gurura kapılmayacağı kesin olarak bilinen bir kimseyi yüzüne karşı övmek sakıncalı değildir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 23, 2023, 12:17:41 PM5/23/23
to resulu...@googlegroups.com

Cündeb İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Sabah namazını cemaatle kılan kimse Allah’ın güvencesindedir. Sakın Allah, güvencesi altında olan bir şeyden dolayı sizi takibe almasın. Çünkü Allah güvence verdiği bir şeyden dolayı kimi takib ederse, onu yakalar sonra da onu yüzüstü cehennem ateşine atar.”

(Müslim, Mesâcid 261, 262)

 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Sabah namazını cemaatle kılan bir müslüman Allah’ın güvencesi altına girmiş demektir. Cemaatle kılma imkânı bulunmayan hal, yer ve zamanlarda sabah namazını yalnız başına kılanlar için de aynı himâye geçerlidir.

2. Allah Teâlâ, bir kulu takibe alırsa, artık onun kurtuluşu yoktur.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)





Resulullah.org

unread,
May 24, 2023, 10:55:49 AM5/24/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem omuzumu tutarak şöyle buyurdu:

“Dünyada tıpkı bir garip hatta bir yolcu gibi davran!”
İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle derdi:
Akşamı ettiğinde, sabahı bekleme!
Sabaha çıktığında, akşamı bekleme!
Sağlıklı günlerinde, hastalanacağın vakit için; hayatın boyunca da öleceğin zaman için tedbir al!

(Buhârî, Rikak 3)

 

Açıklama: Peygamber Efendimiz’in, dünyada kendini bir garip, hatta bir yolcu gibi saymasını tavsiye ettiği sahâbî Abdullah İbni Ömer’dir. Efendimiz çok sevdiği bu kayın biraderine, dünyaya nasıl bakması gerektiğini öğreterek diyor ki:

Vatanından, aile ocağından ayrı düşmüş bir garibin aklı fikri hep öz yurdunda ve sevdiklerinde olur. Sen de bu dünyada kendini bir garip say ve asıl yurdun olan âhireti düşün! Bitip tükenmeyen nimetlerle dolu, o çiçekleri solmayan diyârı düşün!

Hatta kendini garip saymak da yeterli değil. Zira yurdundan yuvasından ayrı düşen adam, bir süre kalacağı gurbet diyarına gönül bağlayabilir. Dünyaya gönül bağlamak doğru değil. En iyisi sen kendini yolcu say! Uzun bir sefere çıkan, aklı fikri varacağı menzilde olan bir yolcu gibi davran. Zira böyle bir yolcu, uğradığı yerlerdeki güzelliklere gönül bağlayıp kalmaz. Aşacağı sarp dağları, geçeceği engin vâdileri ve oralarda kendisini bekleyen tehlikeleri hatırlayıp ürperir. Hiçbir yerde durmadan yoluna devam eder. İşte sen böyle bir yolcu olduğunu düşün!

Bir de şunu unutma: Vatana döndüğün zaman, seni sevenler eline bakacaklar. Bakalım bize ne getirmiş diyecekler. Bu gerçeği düşünerek, vatana eli boş dönmemeye bak!

Abdullah İbni Ömer bu nasihatleri aynen tutmuş, dünyanın geçici zevklerini unutmuş, çok zengin biri olduğu halde dünyasını âhiretine satmıştır. Efendimiz’in en büyük âşıklarından biri olan ve hayatını onun sünnetine göre düzenleyen Abdullah İbni Ömer, Resûlullah Efendimiz’in kendisine verdiği öğüdü bize şöyle açıklıyor:

Dere tepe demeden yoluna devam ederken, “Akşam oldu. Hele bir dinleneyim de, sabah yoluma devam edeyim” diye duraklama! Sen, önünde uzun bir yol bulunan yolcusun. Senin boşa geçirecek zamanın yok. Gevşeyip kalma!

Sabaha çıkınca da, “Önümde uzun bir zaman, serde de gençlik var; nasıl olsa giderim” diye işi tembelliğe vurma! Seni ölümün daha önce yakalayacağını düşün ve ona göre hareket et!

Hadîs-i şerîfin Sahîh-i Buhârî dışındaki kaynaklarda geçen “Hatta kendini ölmüş bil!” ifadesi, bize dünyayı, dünya yolculuğunu ve yolun sonunu pek güzel anlatmaktadır. Zira kendini ölmüş bilen insan, âhiret hayatında başına geleceklere  kesin surette inandığı için dünyaya takılıp kalmaz. “Ölmeden önce ölmek” dedikleri bu olmalıdır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İnsan dünyanın geçici bir faydalanma yeri olduğunu düşünerek onu avucuna almalı, ama asla dünyanın pençesine yakalanmamalıdır.

2. Yapılması gereken ibadet ve hayırlar, günü gününe yapılmalıdır.

3. Hayat ve sağlık bir daha ele geçmeyecek nimet sayılmalı, bu iki fırsat iyi değerlendirilmelidir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 25, 2023, 11:41:30 AM5/25/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Ya’lâ Şeddâd ibni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ her varlığa iyi davranılmasını emretmiştir. Öyleyse canlı bir varlığı öldürmeniz gerektiğinde, bu işi can yakmayacak şekilde yapın. Bir hayvanı boğazlayacağınız zaman, ona eziyet vermeyecek güzel bir şekilde kesin. Bu işi yapacak olan kimse bıçağını iyice bilesin, hayvana acı çektirmesin.”

(Müslim, Sayd 57)

 

Açıklamalar: Allah Teâlâ kullarının, sadece birbirlerine değil, yarattığı bütün varlıklara iyi davranmalarını, herkese ve her şeye iyilik etmelerini emretmektedir. Rahmân ve Rahîm olan Cenâb-ı Hak, kullarına beslediği sevgi ve şefkat dolayısıyla, sevgili Peygamberini “âlemlere rahmet olarak” gönderdiğini söylemiştir (Enbiyâ, 21/107). Âlemlere rahmet olan bir peygamberin ümmetine yakışan da, peygamberlerinin bu en belirgin özelliğini ruhlarına sindirmek, her varlığa tıpkı onun gibi şefkat ve merhametle bakmaktır.

İslâm dininde işlenen suça göre çeşitli cezalar verilir. Bu cezalar uygulanırken, suçluya en az acı veren usûl ve yöntemler tatbik edilir.

Yaşayan her varlığa karşı insanın beslemesi gereken iyilik duygusu, hayvanları boğazlarken bile kendini gösterecektir. Meselâ kurbanlık hayvan kesim yerine götürülürken itilip kakılmayacak, kesilmeden önce su verilecek, yere yatırılırken hırpalanmayacak, kesilen hayvan diğer hayvanlara gösterilmeyecek, kesimde kullanılacak bıçak gayet keskin olacak, bıçak hayvanın yanında bilenmeyecek ve ona gösterilmeden boğazına hızlıca sürülecek, kesim işi bittikten sonra hemen yüzmeye başlamayıp derisi soğuyana kadar beklenecek. Böyle yapılmadığı takdirde Peygamber Efendimiz’in tavsiyesine uyulmamış olur.

Peygamber Efendimiz koyun kesen bir adam görmüştü. Adam koyunu yere yatırdıktan sonra bıçağını bilemeye çalışıyordu. Adamın bu katı ve duygusuz davranışına kızan Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Hayvanı iki defa mı öldürmek istiyorsun? Onu yere yatırmadan bıçağını bilesen olmaz mıydı?” diye çıkıştı. (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 231, 233).

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bu tavsiyesi, insanlara zarar veren haşereleri bile can yakmadan, âni bir şekilde öldürecek yöntemleri bulmayı gerekli kılar.

*   * *

Sert ve haşin bir adam Hârûnürreşîd’e gelerek:

- Ey Mü’minlerin Emîri! Eğer dayanabilirseniz size nasihat etmek istiyorum. Fakat sözlerim biraz acı olacak, kusura bakma, demişti.

Hârûnürreşîd bu sert tabiatlı adama söz vermeden önce, nasihatlerin bile kalb kırmayacak uygun bir üslûpla yapılması gerektiğini şöyle hatırlattı:

- Eğer sözünü yumuşak bir edâ ile söylersen, seni dinlerim. Yoksa nasihatin nasıl yapılması gerektiğini sana acı bir şekilde öğretirim. Zira sen Hz. Mûsâ’dan büyük, ben de Firavun’dan kötü değilim. Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ ile kardeşi Hz. Hârûn’u Firavun’a gönderirken: “Ona yumuşak söz söyleyin!” dediğini bilmiyor musun?

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İnsan yaptığı her işi yumuşak bir tarzda yapmalıdır.

2. Hayvanları boğazlarken veya haşereleri öldürürken bile canlarını yakmamaya çalışmalıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 26, 2023, 2:53:03 PM5/26/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâdan rivayetle,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ey Abdullah! Filan kimse gibi olma, çünkü o gece ibadetine devam ederken, sonra geceleri ibadet etmeyi terketti.”

(Buhârî, Teheccüd 19; Müslim, Sıyâm 185)

 

Açıklama: Gece ibadeti denilince, genellikle teheccüd namazı anlaşılır. Fakat geceleyin okunması âdet edinilen Kur’an, sürekli hale getirilmiş zikir ve tesbihler de birer ibadettir.

Peygamber Efendimiz, başlanılan bir ibadetin veya hayırlı bir işin devamlı olmasını tavsiye ederdi. Bu sebeple, sürekli kılınamayacak kadar çok ibadet ve amellerin yüklenilmemesini öğütlemiştir. Çünkü o, az da olsa, sürekli olan ibadet ve taatlerin Allah katında daha sevimli ve makbul olduğunu sahâbeye sıkça hatırlatırdı. Böyle yapmak, insanın yaşayışını prensiplere bağlaması, kendi kendini kontrol edebilmesi, hesaba çekebilmesi ve hayatını düzene sokması anlamına gelir. Kararsız olmak kadar zararlı bir davranış yoktur. Çünkü kararsızlar, ya hiçbir şey yapamazlar veya başladıkları bir şeyi neticeye ulaştıramazlar. Her iki halde de zarardadırlar.

Güzel bir sünneti ihya edip ona devam eden bir insanın, daha sonra bunu terketmesi, dinimizde hoş karşılanmamıştır. Çünkü bu durum ibadet hayatında ve iyi işler yapmakta ilerlemiş, kemâle yönelmişken, geri adım atmak ve mânevî yönden mertebe kaybetmektir. Mü’minin görevi ise, geri gitmek ve kaybetmek değil, her geçen gün daha ileri, daha mükemmel ve kazançlı olmak için çalışmaktır. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Âdet edinilen hayırlı işleri, sünnetleri, ibadet ve tâatleri sürekli yapmakta kararlı olmak gerekir.
2. Uygun olmayan davranışlarından dolayı kınanan bir kimsenin ismini anmamak daha doğru olur.
3. İbadet ve taatten, farz ve vâcîb cinsinden olmayan sünnet ve nâfileleri terkedenler de hoş karşılanmaz, kınanır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 27, 2023, 7:48:42 AM5/27/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkın yönetiminde adaletli davranan yöneticiler, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde otururlar.”

(Müslim, İmâre 18)

 

Açıklama: Hadisimizde adaletli yönetici ifadesinin daha geniş bir kapsamda ele alındığını görmekteyiz. Adaletli devlet başkanı, adaletli vâli, kaymakam, adaletli hâkim, aile fertlerine âdil davranan ve onlara haksızlık etmeyen aile reisi, idaresine verilen yetim malını veya vakıf malını adâletli bir şekilde kullanan yönetici ve benzeri kimseler bu müjdenin içine girmektedir.

İdaresi altındaki kimselere adaletli davranan yöneticilerin Allah Teâlâ yanında pek büyük bir itibara sahip olacaklarını bu hadîs-i şerîf göz kamaştırıcı bir ifadeyle ortaya koymaktadır. Kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek koltuklarda oturmak ifadesi bazı âlimlerin dediği gibi mecâzî de olabilir hakiki de. Önemli olan, herkesin bir kurtarıcı beklediği o çaresizlik gününde, mahşerin ve kıyametin yegâne sahibinin iltifatını ve himâyesini kazanabilmektir.

Muhtelif âyet-i kerîmelerde Allah Teâlâ’nın adaletli davranan kimseleri sevdiği belirtildiğine göre [meselâ bk. Mâide sûresi (5), 42; Mümtehine sûresi (60), 8], Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini kazanan kimselerin O’nun yanında pek şerefli bir yere sahip olmaları son derece tabiidir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İnsan yaptığı her işte adaletli olmaya çalışmalıdır.

2. Yönetimi altındakilere adaletli davranan kimseler, âhirette Cenâb-ı Hakk’ın özel iltifatına nâil olacaklardır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 29, 2023, 7:31:26 AM5/29/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Şihhîr radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına gelmiştim. O, “Elhâkümü’t-tekâsür” sûresini okuyordu. Sûreyi okuyup bitirince şöyle buyurdu:

“Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor.
Ey âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var ki?”

(Müslim, Zühd 3-4)

 

Açıklama: Peygamber Efendimiz’in, hadisimizin râvisi Abdullah İbni Şihhîr yanına geldiğinde okumakta olduğu Tekâsür sûresini bitirince söylediği sözler ile sûrenin muhtevâsı arasında yakın bir ilişki vardır. Bu sûrede mal mülk, evlat ve akraba çokluğuyla övünenlerden bahsedilmekte ve Câhiliye Araplarının bu tutumu eleştirilmektedir. Çünkü Câhiliye dönemi Arapları bunların çokluğunu bir gurur ve üstünlük sebebi saymakta, hatta hayatta olanlarla yetinmeyerek, ölmüş akrabalarını da hesaba katmaktaydılar. Allah Teâlâ, bu davranışlarından dolayı onların hesaba çekileceğini ve gerçek üstünlüğün âhirette ortaya çıkacağını beyan etti.

İnsanın mala olan düşkünlüğüne konumuzun başından beri, âyet ve hadisler ışığında pek çok vesileyle işaret ettik. Bu düşkünlük sebebiyle, nefsini iyi terbiye edemeyen ve güçlü bir imana sahip olmayanlar, dünyalık servetlerin kalıcı olduğunu ve kendilerini bu dünyada ebedileştireceğini zannederler. Oysa bu dünyada elde edilen her türlü mal ve servet yine bu dünyada kalır. İnsanın malım malım diye üzerine titrediği ve varlığıyla övündüğü şeylerden, yiyip tükettiği yiyecekler, giyip eskittiği elbiselerden başka bir şeyi yoktur ve bu dünyada Allah rızâsı için sadaka olarak verdiği, ahirette de sevabını umduğu harcamalarından başkasının kendisine bir faydası olmayacaktır. Kişinin bunlar dışındaki bütün malı ve serveti, varsa mirasçılarına, o da yoksa başkalarına kalır.

Servetten ve zenginlikten verilen sadaka, farz olan zekâtın dışındaki her çeşit hayrı da içine alır. Hayır yollarının çokluğu hepimizin bildiği gerçeklerdendir. Muhtaç olanların her çeşit ihtiyacını karşılamak, fertlerin ve toplumun rahat bir hayat sürebilmeleri için hayır teşkilatları, vakıflar, dernekler ve benzer sivil toplum kuruluşları oluşturmak, dinimizin önemle üzerinde durduğu ve teşvik ettiği hususlardan biridir. Çünkü bu çeşit hayırların sevabı kıyâmete kadar bakidir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Her türlü mal mülk ve zenginlik bu dünyada kalır. Hiç kimse, bu dünyadan âhirete maddî bir varlık götürmez.
2. İnsan bu dünyada zaruri ihtiyaçları dışında mal ve servet biriktirmekle, mirasçılarına, onlar da yoksa başkalarına hizmetçilik ve bekçilik etmiş olur.
3. Zaruri ihtiyaçlar dışında aşırı derecede mala düşkünlük ve dünyaya karşı hırslı olmak dinimizde hoş karşılanmamış ve teşvik edilmemiştir.
4. Sahip olunan servet ve zenginlikten sadaka vermek, muhtaçlara yardım etmek ve sevâbı kıyamete kadar devam edecek olan hayırlar yapmak teşvik edilmiştir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 30, 2023, 2:13:10 PM5/30/23
to resulu...@googlegroups.com

Kâ’b İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.”

(Tirmizî, Zühd 43)

 

Açıklama: Peygamber Efendimiz, çok kere, bir konuyu daha etkili ve insan zihninde yer edecek biçimde anlatmak için benzetmeler yapıp misaller vermiştir. Bu hadislerinde de aynı yola başvurmak suretiyle, hırslı ve dünyalığa çok düşkün kimselerin dine vereceği zararı, aç kurtların sürüye vereceği zarara benzetmiştir. Kurt zaten tabiatı icabı çok hırslı ve yırtıcı bir hayvandır. Bir de aç olunca, hırsının ve yırtıcılığının ne ölçüde artacağı ve ne kadar zararlı olacağı tahmin edilebilir. Bu nitelikte iki kurt, bütün sürüyü parçalayıp perişan eder.

Mala mülke, servete ve zenginliğe, dünyalık mevki ve makama düşkün ve hırslı olan, bunları elde edebilmek ve onlara kavuşmak için her çareye başvurmayı göze alan bir insanın, hiçbir mânevî ve ahlâkî değer ölçüsü tanımayacağı ortadadır. Böyle bir kimse gözünü hırs bürüyen en yırtıcı bir hayvandan daha zararlı hale gelebilir. Çünkü hayvan, aklı ve idraki ile değil, içgüdüleriyle hareket eder. Gözünü dünya hırsı kaplamış, gönlüne dünyalık sevgisi hâkim olmuş bir kimse, sanki birtakım insânî niteliklerinden soyutlanmış gibidir. Bu sebeple İslâm âlimleri ve özellikle meşhur sûfîler, dünya hırsını bütün kötü huyların kaynağı kabul ederler.

Bu sayılanlar bütün insanlar için kötü bir özellik ise de, dindar olduklarını söyleyenlerde daha büyük bir noksanlık ve dindar olma iddiasına yakışmayan bir haldir. Çünkü din, kendisine inananlardan her şeyden önce fedâkârlık ve ferâgat ister. Dünya hırsıyla dolu bir insanın bu güzel hasletlere hakkıyla sahip olması düşünülemez. Böyle bir kimse, dinini dünyalık elde etmeye vesile kılabilir. Büyük sûfî ve âlim Abdullah İbni Mübârek, en kötü ve âdî ticaretin din ticareti olduğunu söyler. Dinini ticaretine aracı yapan kimse, iyi ve makbul müslüman kabul edilmez. Bu sebeple de ne Allah ne de samimi mü’minler tarafından sevilmez. Din perdesi arkasına gizlenerek işini yürüten nice sahtekâr her dönemde ve her yerde bulunabilir. Bir çok insan bunlara bakarak din ve gerçek dindarlar hakkında yanlış kanaat ve yersiz şüphelere sürüklenirler. İşte böyle kimselerin dine vereceği zarar, aç kurtların bir koyun sürüsüne vereceği zarardan daha büyüktür.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Dünya malına, servet ve zenginliğe, mevki ve makama aşırı düşkünlük dinimizde hoş karşılanmayan kötü huylardandır.
2. Mala mülke, mevki ve makama karşı hırslı olmak insanın hem dindarlığına hem de dinine zarar verir.
3. Bir konuyu insanlara daha iyi anlatıp kavratabilmek için benzetmeler ve örnekler kullanmak câizdir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
May 31, 2023, 2:28:14 PM5/31/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Dört huy kimde bulunursa, o adam tam münafık olur. Bir kimsede bu huylardan biri bulunursa, o huydan vazgeçinceye kadar onda münafığın özelliklerinden biri var demektir.
O dört huya sahip olan kimse:
• Kendisine bir şey emanet edilince hıyânet eder.
• Konuşunca yalan söyler.
• Bir antlaşma yapınca sözünde durmaz.
• Düşmanlık yapınca da aşırı gider.”

(Buhârî, Îmân 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim, Îmân 106)

 

Açıklama: Münâfık, içinde gizlediği şeyin tam tersini açığa vuran kimse demektir. İslâm dininde bu kelime, müslümanlığı kabul etmediği halde müslüman olduğunu ileri süren ve kâfirliğini gizleyen kimseler hakkında kullanılmıştır. Peygamber Efendimiz’in şu hadisi münafığın iki yüzlülüğünü çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Münâfık, iki sürü arasında gidip gelen öğürsek koyun gibidir ki, kâh koşar bu sürüye gelir kâh koşar ötekine gider”  (Müslim, Münâfıkîn 16).

Demek oluyor ki münâfık, hangi sürüden döl alacağına karar veremeyen koyun gibi bir bakarsın müslümanların arasına karışmış onlardan gözüküyor; bir de bakarsın müslümanlardan uzaklaşıp kâfirlerin arasına karışmış, bu defa da onlardan olduğunu iddia ediyor. Peygamber Efendimiz’in bu tasviri, münâfığın, hislerinin ve şehvetinin esiri bir zavallı olduğunu ortaya koyuyor.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in münâfığı anlatırken söylediği “oruç tutsa da, namaz kılsa da, müslüman olduğunu söylese de (o yine münâfıktır)” (Müslim, Îmân 110) hadisi, münâfığın, görünüşüne aldanmamak gerektiğini belirtmektedir.

Konumuzun başındaki iki hadiste münâfığın en belirgin dört özelliği sayılmıştır: Bunlar yalan söylemek, sözünde durmamak, diğer bir ifadeyle vâdettiği şeyi yapmamak, emanete hiyânet etmek ve birine düşman olduğu zaman çirkin sözler söyleyerek sınırı aşmak, yani haksızlık etmektir. Kavga ettiği kimseye söğüp saymak, kendisiyle mahkemelik olduğu kimsenin aleyhinde olmadık deliller veya şâhitler bularak ona haksızlık etmek yalancılığın bir başka şeklidir. Netice itibariyle münâfığın en belirgin alâmetleri, zikredilen üç huydan ibarettir.

201 numaralı hadisin açıklamasında da belirtildiği gibi, bir kimsenin dindarlığı üç özelliği ile, yani sözünün, davranışının ve niyetinin sağlamlığıyla ortaya çıkar. Münâfığın sahip olduğu üç huy bu ölçüye vurulduğu zaman, onun samimiyetsizliği gün gibi ortaya çıkar. Zira münâfık yalan söyleyerek sözünün çürük olduğunu, hâinlik yaparak davranışının çürük olduğunu, sözünde ve va’dinde durmamakla da niyetinin bozuk olduğunu ispat eder.

Kendisinde bu kötü huylardan sadece biri bulunan kimse hemen münâfık sayılmaz. Bununla beraber onun, bir yönüyle münâfığa benzediği de inkâr edilemez. Şu halde kendisinde bu huylardan biri bulunan müslümanın yapması gereken şey, davranışlarına çeki düzen vermek ve o kötü huydan bir an önce kurtulmaya gayret etmektir.

Münâfığın konumuzla ilgisi, söz verdiği halde sözünde durmaması, bir şey va’d ettiği halde va’dini yerine getirmemesidir. Sözünde durmayan ve va’dinden cayan bir müslüman bu haliyle müslümandan çok münâfığa benzemeye başladığını düşünerek üzülmeli ve bu çıkmazdan kurtulmaya bakmalıdır. Emanete hiyânet edenler de Cenâb-ı Hakk’ın şu buyruğunu hatırlamalıdır:

“Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve bu hususta Allah’tan korksun” (Bakara,2/283)

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Yalan söylemek, sözünde veya va’dinde durmamak, emanete hıyânet etmek, birine düşman olduğu zaman çirkin sözler söyleyerek veya ona haksızlık ederek haddi aşmak münâfığın en belirgin vasfıdır.

2. Bu huylara sahip olan kimse namazıyla, orucuyla müslümana benzese de o yine münâfıktır.

3. Müslüman bu huylardan şiddetle kaçınmalıdır. Bu davranışlardan birini istemeyerek yapmışsa, bir daha yapmamaya gayret etmelidir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 1, 2023, 3:52:09 PM6/1/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Sâbit, Ebû Saîd ve Ebû Velîd künyeleriyle tanınan ve 
Bedir mücâhidlerinden olan Sehl İbni Huneyf radıyallahu anh’den 
rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah, bütün kalbiyle şehid olmayı isteyen kişiyi, yatağında ölse bile, şehidler mertebesine ulaştırır.”

(Müslim, İmâre 157)

 

Açıklama:  Sıdk, sadece söz ve davranışlarda doğruluk değildir. Kalbin samimiyeti de doğruluk anlamındadır.

Allah’tan bir şey dilerken samimi olmak gerekir. Hadisimiz böylesine samimi bir dilekte bulunanların yataklarında ölseler bile, sırf bu isteklerindeki içtenlikleri sebebiyle Allah Teâlâ’nın onları şehid sayacağını, onlara şehid sevabı vereceğini açıkca belirtmektedir. Bu demektir ki, dürüst bir niyet ve dilek kişiyi, fiilen olmasa bile hükmen isteklerine kavuşturur.

Dinimizde ölümü temenni etmek yasaktır. Ancak şehid olmayı temenni etmek, güzel görülmüştür. Hayr olan şeyleri istemek güzeldir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Bir şeyi gönülden arzu etmek, hükmen de olsa ona kavuşmak için bir yoldur.

2. Şehitlik, her müslümanın ulaşmak istemesi gerekli fevkalâde büyük ve şerefli bir rütbedir. Çünkü şehidler, cennette peygamberler ve sıddıklarla beraberdirler.

3. Şehid olmayı temenni etmek güzel görülmüştür.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 2, 2023, 10:47:24 AM6/2/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre


Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Ancak iki kişiye gıbta edilir:
Allah’ın verdiği malı hak yolunda harcamayı başaran kimse. Yine Allah’ın kendisine verdiği ilim ve hikmet ile yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.”

(Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, Temennî 5, İ’tisâm 13, Tevhîd 45;   Müslim, Müsâfirîn 268)

 

Açıklama:  “Hased” kelimesi bu hadîs-i şerîfte “gıbta” anlamındadır. Gıbta, başkasının elinde bulunan mal ve imkânların onun elinde kalmakla birlikte, bir benzerinin veya bir mislinin de kendisine verilmesini temenni etmektir. Hased ise, başkasının elindeki malın ondan alınıp kendisine verilmesini dilemektir. Gıbtaya hased denilmesi mecâzî anlamdadır.

Gıbta, bir anlamda hayır ve güzelliklerin artmasını temenni etmektir. Ayrıca gıbtanın kendisi bir iyilik ve güzelliktir. Hased, başkasına ait imkân ve iyiliklerin ondan alınıp kendisine naklini istemek olduğu için tam anlamıyla kıskançlıktır.

Mal ve servet sahibi olmak, böylece, Allah Teâlâ’nın bir lutfunu elde etmek  elbette güzeldir. Ancak asıl güzellik ve hüner, Allah’ın lutfu olan malı, hak yolunda harcamayı başarabilmektir. Çünkü tecrübe göstermiştir ki, mal harcamakta insanların çoğu başarılı değildir. Aslında “imtihan vesilesi” olarak verilmiş olan “mal”, çoğu kimsenin başarısız bir imtihan geçirmesine vesile olmakta, azmasına, sapmasına, haksızlık yapmasına kapı açmaktadır.

Malın fitnesi her devirde yaygın olmuştur. Bu sebeple gıbta edilecek, özenilecek husus, mal sahibi olmak değil, az olsun çok olsun malı hak yolunda harcayabilmektir. Hadîs-i şerîf, işte bu çok önemli noktaya dikkatimizi çekmektedir. Demek oluyor ki, sahip olduğu malı hak yolda harcamasını başarabilen kimse, herkesin takdirini toplamaya hak kazanmış bir yiğit, bir büyük kahramandır. Çünkü malın fitnesinden yakasını kurtarıp onu güzellikler ve hayırlara vesile kılmasını bilmiştir.

İnsan elindeki maddî imkânı ya cimrilik yüzünden  harcayamaz, hayır hasenât yapamaz ya da tam tersi bir savurganlıkla ve fakat sadece kendi keyfince, hak-bâtıl, haram-helâl demeden yer içer, saçar savurur. Her iki durum da malın fitnesidir. Her iki olumsuz durumun örneklerini malesef toplumda sıkça görmek mümkündür.

Konumuzu ilgilendiren hadisin bu kısmıdır. Fakat Peygamber Efendimiz bu hadiste Allah’ın lutfettiği bilgi ve kavrayışı, hayatını yönlendirmekte kullanan ve başkalarını da bu büyük fazilete sahip kılmak için gayret gösteren kimseye de gıbta edilebileceğini bildirmektedir. Bilmek bir meziyet olmakla beraber, bilgi ve hikmetle amel etmek, daha büyük bir fazilettir. Hele o fazileti başkalarına kazandırmaya çalışmak ise elbette gıbta edilecek bir davranıştır.

Mal ve hangi anlamda olursa olsun hikmet, aslında biri maddî, biri mânevi iki büyük nimet ve değerdir. Ancak onların asıl değeri, yerli yerinde kullanılmalarıyla ortaya çıkmaktadır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Mal ve ilim insanda cimrilik duygularını kamçılayan iki değerdir.

2. Bu iki nimeti  hak yolunda değerlendirebilen kimseler gıbta edilmeye layık kişilerdir.

3. Gıbta güzel bir haslettir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 3, 2023, 1:26:25 PM6/3/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Mugaffel radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir adam, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e:

– “Ey Allah’ın Resûlü! Allah’a yemin ederim ki, ben seni seviyorum” dedi. Resûlullah o kişiye:
– “Sen ne söylediğini iyi düşün?” buyurdu. Adam:
– “Allah’a yemin ederim ki, ben seni seviyorum” dedi ve bu sözünü üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
– “Eğer beni seviyorsan, o halde fakirliğe karşı kendine bir zırh hazırla. Çünkü fakirlik, beni sevene yüksekten inen bir selden daha çabuk ulaşır” buyurdu.

(Tirmizî, Zühd 36)

 

Açıklama:  Peygamber Efendimiz’e gelerek, onu sevdiğini söyleyen sahâbînin kim olduğu bilinmemektedir. Hadisimize benzeyen bazı rivayetlerden hareketle, onun Ebû Saîd el-Hudrî olduğunu ileri sürenler vardır. Her mü’minin Hz.Peygamber’i sevmesi, mü’min olmanın gereğidir. Bir sahâbînin bu sevgisini özellikle vurgulaması ise, onun sevgideki ihlâsını ve sevgisinin  gereğini yerine getirmeye hazır olduğunu açıkça ortaya koyması anlamına gelir.

Hz.Peygamber, kendisini sevdiğini açıklayan sahâbîye, ne dediğini iyi düşünmesini söylemekle, sevginin gereğini hakkıyla yerine getirmenin zorluğunu ve bu yüzden başına gelecek güçlüklere, acılara, kederlere, birtakım belâ ve musibetlerin hedefi olmaya hazırlanmasını hatırlatmıştır. Peygamberler, her hususta olduğu gibi, belâ ve musibetlere karşı sabır ve direniş göstermede de insanlığa örnek şahsiyetlerdir. Her peygamber, insanları Allah’tan uzaklaştıran, birtakım putları ilâh edinen, menfaat ve çıkarcılık üzerine kurulu zulüm düzenlerine son vermek, yeryüzünde hakkı ve adâleti hâkim kılmak üzere gönderilmiştir. Dolayısıyla, bütün emperyalist, baskıcı, sapık ve çıkarcı çevreler, zulme dayalı düzenleri yıkıp adalet esası üzere bir düzen kurmak için gelen tüm peygamberlere karşı çıkmış, onlara en çirkin hakaret ve en ağır işkenceleri yapmışlardır. Bu peygamberlere inananlar da aynı eziyet ve işkencelere mâruz kalmışlardır. İşte Peygamber Efendimiz, kendisini sevdiğini söyleyen sahâbîye bütün bunlara karşı hazırlıklı olma gereğini hatırlatmış bulunmaktadır. Bunları duyan sahâbî, iman ve sevgisindeki samimiyetini ve ihlâsını göstermek üzere, söylediği sözü bu defa Allah’a yemin ederek üç defa tekrar eder. Böylece kararlılığını ve bu yüzden başına gelecek her şeye, kısaca sevginin gereği ne ise onu yerine getirmeye hazır olduğunu açıkça belirtmiş olur. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, o sahâbînin başına gelecek ilk musibetin fakirlik olduğunu ve buna karşı bir zırh hazırlaması gereğini kendisine duyurur. Zırh, bilindiği gibi cephede düşmanla savaşan kimsenin, kendisini düşmanın darbelerinden korumak üzere giydiği çelik yelektir. Fakirlik, insanın başına gelebilecek musibetlerin en şiddetlisidir. Onun için fakirliğe karşı geliştirilecek irâde âdeta çelik bir zırha benzetilmiştir. Bu zırh ise sabırdır. Sabır zırhı sayesinde bütün musibetlere karşı konulup zafere ulaşılır. Sabır, bütün peygamberlerin kuşandığı ve ümmetlerine tavsiye ettiği bir zırhtır. Fakirliğe karşı sabretmek ise, dünyayı ve dünyalığı öne geçirmeyen bir zühd anlayışı sayesinde mümkün olur. Bütün peygamberler, ne kadar varlık sahibi olurlarsa olsunlar, ellerine ne kadar dünyalık geçmiş olursa olsun, hayatlarında zühdün en üstün ve en seçkin örneklerini vermişlerdir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Peygamber sevgisi, mü’min olmanın gereğidir.
2. Seven, sevdiğine sevgisini bildirebilir, fakat sevgi sözden ibaret değildir.
3. Seven, sevginin gereklerini hareket ve davranışlarıyla yerine getirmelidir.
4. Peygamberler insanlar arasında belâ ve musibetlere en çok uğrayanlar olup, onları seven ve onlarla birlikte olanlar da bundan hissesini alırlar.
5. Sabır, fakirliğe karşı bir zırh olup dünya zevk ve menfaatlerini öne geçirmeyen bir zühd hayatı bu yolda başarılı olmanın temel şartıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)
 

    




Resulullah.org

unread,
Jun 6, 2023, 3:08:25 PM6/6/23
to resulu...@googlegroups.com

Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

“İyilik güzel ahlâktan ibarettir.
Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu halde
insanların bilmesini istemediğin şeydir.”

(Müslim, Birr 14, 15)
 

 

Açıklama: Peygamber Efendimiz’in özelliklerinden biri, anlatılması zor olan şeyleri, özlü bir şekilde, duru ve berrak bir ifadeyle kolayca anlatmasıdır. Bu özelliğe kendisi “cevâmiu’l-kelim” adını vermektedir.

İyilik ve kötülük terimleri de, ifade edilmesi kolay olmayan sözlerdendir. İyiliğin güzel ahlâk demek olduğunu söyleyen Efendimiz, başka hadislerinde güzel ahlâkı eziyetlere göğüs germek, fazla kızmamak, güler yüzlü ve tatlı dilli olmak diye anlatır.

Günah ve kötülüğü kolayca anlamamız için bir ölçü getiren Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, bize diyor ki:

Şayet yapılan iş gönülde bir huzursuzluk doğuruyor ve o işin başkaları tarafından duyulması istenmiyorsa, o hareket mutlaka çirkindir, günahtır, yapılmasına Allah Teâlâ’nın izin vermediği bir harekettir. Çünkü insanların çoğu yaptıkları iyiliğin duyulmasını, bu sebeple kendilerine gıpta ve hayranlıkla bakılmasını isterler. Bu ölçü, herkesin rahatlıkla kullanabileceği şaşmaz bir ölçüdür. Zaten yapılan bir hareketin günah olup olmadığı hususunda şüpheye düşmek bile, o hareketi terk etmek için yeterli bir sebeptir.

Günah kiriyle büsbütün kararmamış kalbler, iyi ve kötüyü ayna gibi gösterirler. Bu sebeple insan bir şey yapmak istediği zaman önce gönlüne bakmalıdır. Eğer o hareketi yapmaktan dolayı gönlünde bir rahatsızlık hissediyor, içini bir şüphe ve tedirginlik kemirip duruyorsa, derhal o işten vazgeçmelidir. Çünkü sağlam bir vicdan insana doğru yolu gösterir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Dinimize göre insanın varması gereken hedef güzel ahlâktır.

2. İnsan iyi ile kötüyü temiz bir kalb sayesinde ayırt edebilir.

3. Yapılan bir iş kalbi tedirgin ediyor ve insanların onu duyması istenmiyorsa, o iş mutlaka günahtır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 9, 2023, 2:46:04 PM6/9/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Mes’ud radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre 
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

“Allahım! Senden hidâyet, takvâ,
iffet ve gönül zenginliği isterim.”

(Müslim, Zikir 72)
 

 

Açıklama:  Sevgili Peygamberimiz, Allah Teâlâ’dan istenecek konuları, hadis kitaplarımızın Dua ve Daavât bölümlerinde yer alan bir çok hadisi ile ortaya koymuş, biz ümmetini bu konuda da eğitmiştir. Yapacağımız duaları, bu hadisler arasından seçip ezberlemek en isabetli hareket tarzıdır. Hz. Peygamber’den nakledilen dualar, dileklerimizde Peygamber Efendimiz’le birleşmemizi sağlayacaktır. Bu birliktelik çok muhtemeldir ki, “kabul olunmakta” da beraberliği getirecektir.

Hidâyet rehberi olarak gönderilmiş bulunan Peygamber aleyhisselâm’ın Allah Teâlâ’dan “hidâyet (doğruluk)” dilemesi, her şeyden önce hidâyet’in önemini ortaya koymaktadır. Doğru yoldan sapma tehlikesi bulunmayan Hz. Peygamber, Allah’tan hidâyet dilerse, daima dalâlete düşme tehlikesiyle başbaşa yaşayan müslümanların daha fazla hidâyet dilemeleri gerekir. Nitekim Fâtiha Sûresi’ndeki “Bizi doğru yola hidâyet et!” duası bunu göstermektedir.

Hz. Peygamber’in, hidâyetin hemen peşinden emirlere uymak, yasaklardan kaçınmak anlamında takvâ dilemesi, hidâyetin tezâhürünün takvâ olduğunu göstermektedir.

İffet, mübah olmayan şeylerden uzak durmak demektir.

Zenginlik anlamına gelen gına burada gönül zenginliği mânâsınadır. İnsanlardan ve ellerindeki imkânlardan müstağni olmak, şerefli bir hayat ve etkili bir tebliğ hizmeti açılarından son derece önemlidir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği yüksek değere sahip meziyetlerdir.

2. Hayatı daima Allah’a sığınarak ve O’ndan yardım dileyerek yaşamalıdır.

3. Takvâ, Allah’tan istenecek meziyetlerin başında yer alır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 10, 2023, 4:23:48 AM6/10/23
to resulu...@googlegroups.com

Yeğeni Urve’nin rivayet ettiğine göre Âişe radıyallahu anhâ şöyle demişti:

“Ey kız kardeşimin oğlu! Allah’a yemin ederim ki, biz bir hilâli, sonra diğerini, sonra bir başkasını, yani iki ayda üç hilâli görürdük de, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in evlerinde hiç ateş yakılmazdı.” Ben:
– “Teyzeciğim! O halde geçiminiz ne idi?” dedim. Teyzem:
– “İki siyah, yani hurma ve su. Ancak şu var ki, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ensardan sağmal hayvanları bulunan komşuları vardı. Onlar Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bu hayvanların sütlerinden gönderirlerdi;
o da bize içirirdi.” dedi.

(Buhârî, Hibe 1; Rikak 17; Müslim, Zühd 28)

 

Açıklama: Urve’nin babası sahâbe-i kirâmdan Zübeyr İbni Avvâm, annesi Hz. Âişe’nin ablası Esmâ’dır. Teyzesi Hz.Âişe’nin bir çok rivayeti bize Urve vasıtasıyla ulaşmıştır. Hz.Âişe, Peygamber hanımlarının hayatlarını hangi şartlarda sürdürdüklerini pek çok açıklamalarıyla ortaya koyar. Bu rivayet, onların ne kadar zor şartlar altında ve ne büyük bir geçim sıkıntısı içinde yaşadıklarını bize göstermektedir. Peygamber ailesinin evlerinde günlerce sıcak yemek pişmediği olurdu. O günlerde sadece hurma yeyip su içerek yaşarlardı. Sahâbîlerin bir çoğunun durumu da özellikle Medine’de İslâmın ilk yıllarında bundan farklı değildi. Şu kadar var ki, gerek ensar gerekse muhacirlerden olsun bütün müslümanlar birbirlerine son derece yardımcı olmakta ve ellerinde bulunan her şeyi paylaşmakta idiler. Hatta o dönemdeki bu paylaşım ve yardımlaşma örneğinin bir benzerini tarihin kaydetmediği, herkesin kabul ettiği bir gerçektir. İşte Peygamber Efendimiz de aynı şartlarda hayatını sürdürmüş, güç yetirmesi mümkün olduğu halde, içinde yaşadığı toplumdan farklı, seçkin bir hayat yaşamayı aklından geçirmemiştir. Böylece, toplumu yöneten ve onları idare edenlerin nasıl olması gerektiğinin de eşsiz örneğini sergilemiştir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Peygamber Efendimiz, hayatı boyunca içinde yaşadığı toplumun bir ferdi olarak, herkesin yaşadığı şartlarda hayatını sürdürmeyi tercih etmiştir. 

2. Peygamber ailesinin nasıl bir hayat sürdüğü herkesin bilgisi dahilindedir. 

3. Peygamber ailesinin ev halini bilmek, bir çok şer’î hükmün kaynağını teşkil etmesi açısından önemli görülmüştür. 

4. Toplumu yönetenler, yönettikleri halkın hayat standardları üstünde bir yaşayış tarzına özlem duymamalıdır. 

5. Başkalarına örnek olacak ve topluma yol gösterecekse, bir yöneticinin veya örnek alınabilecek kimselerin ev hallerinin ve geçim şartlarının bilinmesinde bir sakınca yoktur. 

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 12, 2023, 3:48:55 PM6/12/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“İki kişinin yiyeceği üç kişiye,
üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.”

(Buhârî, Et’ıme 11; Müslim, Eşribe 178.)

 

Açıklama: Müslüman tokgözlüdür; kanaatkâr adamdır; midesine düşkün olmadığı için de tıka basa yemez. Çünkü bir kişiyi doyuracak bir yemekle iki kişi rahatça doyabilir; iki kişiyi doyuracak bir yemekle üç kişi doyabilir. 

Mü’minin tokgözlü ve kanaatkâr olması dünyaya sırt çevirmesini gerektirmediğinden, o çok çalışıp çok kazanır; bununla birlikte kazandıklarını yoksullarla paylaşmaktan zevk duyar.

Hadîs-i şerîf birlikte yemenin bereketine dikkatimizi çekmektedir. Peygamber aleyhisselâm iki kişilik yemeği dört kişi, dört kişilik yemeği sekiz kişi yediği takdirde onların doymayıp yarı tok kalkacaklarını söylememekte, tam aksine o yemeğin sofradakilerin hepsine yeteceğini belirtmektedir. Demek ki yiyenlerin sayısı arttıkça yemeğin bereketi de artmaktadır. Bir gün ashâb-ı kirâm:

- Yâ Resûlallah! Yiyoruz, fakat karnımız doymuyor, diyerek bunun sebebini sormuşlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz:

- “O halde siz ayrı ayrı yiyorsunuz”, buyurunca ashâb-ı kirâm:

- Evet, öyle yapıyoruz, dediler. 

Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

- “Yemeği birlikte yiyin ve besmele çekin ki, yemeğiniz bereketli olsun” buyurdu.

Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve lutufları, O’nun kullarıyla birlikte tadılıp paylaşıldığı  zaman, bundan hem bereket hâsıl olur hem de yenilen yemekten büyük bir haz alınır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Sofraya tek tek değil, birlikte oturup bir arada yendiği takdirde yemek bereketlenir.

2. İnsan karnını tıka basa doyurmamalı, ihtiyacından fazlasını fakirlere vermelidir.

3. Yanında az bir yiyecek bulunan kimse, bu kime yeter diye düşünmemelidir. Zira o azıcık yemek, bazan insanları zor duruma düşmekten kurtarır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 13, 2023, 2:42:17 PM6/13/23
to resulu...@googlegroups.com

Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den
bir şey istendiği zaman asla “yok” demezdi.

(Buhârî, Edeb 39; Müslim, Fezâil 56)

 

Açıklama: Her yönden mükemmel ve “en güzel örnek” olan Hz. Peygamber, kerem ve cömertlik bakımından da herkesten önde idi. Onun, insanların en cömerdi olduğuna, ramazan aylarında ise daha bir başka cömert davrandığına dair sahih rivayetler bulunmaktadır (bk. Buhârî, Edeb 39).

Câbir  radıyallahu anh’ın bu şehâdetinden de anlıyoruz ki, Hz. Peygamber kendisinden bir şey istenildiği zaman asla “yok” demez,  kimseyi “reddetmezdi.” Bunun anlamı da her halde, “Varsa ve vermesi mümkünse verir, verecek bir şeyi yoksa, belki bir yerden bir yardım gelir diye bekler, veya yardım etmeyi va’d eder ya da güzel sözler söyleyerek isteyenin gönlünü alırdı” demektir. Hatta bir başka rivayette, “Kendisinden bir şey istenildi mi, onu yerine getirmek isterse “evet, olur” der; eğer yapmak istemezse “hayır” demez sadece sükût ederdi” denilmektedir. Nitekim  Efendimiz, yiyecekler konusunda da aynı tavır içindeydi: “Hiçbir yiyeceğe kusur bulmaz; canı isterse yer, istemezse yemezdi” (Buharî, Et’ime 21).

Hz. Peygamber, elinde mal varken sırf vermemek için asla “hayır, yok”  dememiştir. Ancak özür beyânı anlamında “yok” demiştir. Nitekim “Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde, sizi bindirecek bir binek bulamıyorum demiştin..” (Tevbe, 9/92) âyeti bu hususu tesbit etmektedir.

Hz. Peygamber’in Tebük Harbi öncesinde Eş’arîlerin kendisinden binek istemeleri üzerine yemin ederek “Vallahi size verecek bineğim yok” buyurduğu (bk. Buhârî, Eymân 1, 4, 18) bildirilmektedir. Herhalde bu, Câbir radıyallahu anh’ın haber verdiği genel tavrın yegâne istisnasıdır. Zaten daha sonra Hz. Peygamber, o  yemininden dönerek Eş’arilere 5 veya 6 deve vermiştir. Bu olayda Hz. Peygamber, bir konuda yemin etmiş bile olsa, zıddını hayırlı görünce, hayırlı olanı tercih etmek gerektiğini örneklendirmiştir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Hz. Peygamber çok cömertti.

2. Kendisinden bir şey istenilince,  varsa verir, yoksa “yok” demez, sükût ederdi.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 17, 2023, 3:24:03 PM6/17/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Eş’arîler, gazâda azıkları tükenmeye yüz tuttuğu veya Medine’de ailelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa getirip bir yaygıya dökerler. Sonra bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşırlar. İşte bu sebeple Eş’arîler bendendir, ben de onlardanım.”

(Buhârî, Şirket 1; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 167)

 

Açıklama:  Yardımlaşma konusundaki davranışlarıyla Peygamber Efendimiz’in takdirini kazanan Eş’arîler, Yemen’de yaşayan bir kabile olup hadisimizin râvisi Ebû Mûsâ el-Eş’arî de bu kabileye mensuptur.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Eş’arîleri, tıpkı kendisi gibi yardımlaşmayı sevdikleri, sıkıntı zamanında herkesin elinde olanı ortaya koyarak zenginle fakiri eşit hale getirdikleri için beğenmektedir. Nitekim Peygamber  aleyhisselâm Hevâzin Gazvesi de denilen Huneyn Gazvesi esnasında bu uygulamayı yapmıştır. Şöyle ki:

Mücâhidlerin yiyecekleri tükenmeye yüz tutunca, Peygamber Efendimiz’e gelerek:

- İzin verirsen develeri keseceğiz, dediler.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de onlara izin verdi.

Bunu duyan Hz. Ömer Resûlullah Efendimiz’in huzuruna gelerek:

- Yâ Resûlallah! Bunların develeri gittikten sonra hiçbiri sağ kalmaz, dedi.

O zaman Efendimiz Hz. Ömer’e şu emri verdi:

- “Orduya ilân et! Herkes arta kalan azığını alıp gelsin.”

Yere meşin bir yaygı serildi. Müslümanlar yanlarında bulunan azıklarını bunun üzerine koydular.

Hz. Peygamber ayağa kalkarak bu erzakın bereketlenmesi için dua etti. Sonra İslâm askerleri yanlarında ne kadar boş kap varsa alıp geldiler ve yaygı üzerindeki yiyeceği bunlara avuç avuç doldurmaya başladılar. Doldurulmadık bir kap kalmadı. Erzakın bir o kadarı da arttı. Bu mûcize, Efendimiz’i pek sevindirdi. Mübârek dişleri görününceye kadar güldü. Sonra da Allah Teâlâ’ya şükrünü şu sözlerle ifade etti:

- “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve ennî Resûlullah: Allah’dan başka ilâh bulunmadığını, benim de O’nun Resûlü olduğumu kesinlikle belirtirim” (Tecrid Tercemesi, VII, 422).

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve onun ileri gelen sahâbîleri, Müslüman kölelerin işkenceye uğratıldığı günlerde, din kardeşlerinin sıkıntıya düştüğü zamanlarda ve İslâm ordusuna yardım etmek gerektiğinde bütün servetlerini ortaya koymuşlardır.

Bir Müslüman din kardeşlerinin ıstırabını gönlünde duymalı, onların sıkıntısını azaltmak için elinden geleni yapmalıdır. Allah Teâlâ’yı en fazla memnun eden davranış, bir kulunun, kendinden çok başkalarını düşünmesi, onların rahatını kendi rahat ve huzuruna tercih etmesidir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Yolculukta veya diğer zamanlarda yiyecek sıkıntısı çekildiğinde yardımlaşmak ve elindekini olmayanlara vermek güzel bir harekettir.

2. İnsanların sıkıntısını gidermek için fedakârlık etmek ve kendisinden önce başkalarını düşünmek, Allah’ı ve Peygamber’ini memnun eder.

3. Eş’arîler, Resûlullah  sallallahu aleyhi ve sellem’in takdirini kazanmış değerli mü’minlerdir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 19, 2023, 10:53:01 AM6/19/23
to resulu...@googlegroups.com

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Hiçbir günde yapılan salih amel, Allah’a, zilhiccenin ilk on gününde yapılan amelden daha sevimli değildir.
O günlerde tutulan bir oruç bir yılın orucuna,
o gecelerden herhangi birini ibadetle geçirmek Kadir gecesini ibadetle geçirmeye denktir.”

(Tirmizî, Savm, 52; İbn Mâce, Sıyâm, 39)

 

Açıklama: “Zilhicce’nin on gününde tutulacak bir günlük orucun bir yıllık oruca bedel olması meselesinde âlimler iki hususa dikkat çekerler: “Bu ‘bir yıl’a ‘Zilhicce’nin on günü’ dâhil olmadığı gibi ‘Ramazan ayı’ da dâhil değildir. Aksi takdirde hesap yönüyle tezat çıktığı gibi farzla nafile karıştırılmış olur. Hâlbuki farzın yerini hiçbir nafile -ne kadar çok, ne kadar faziletli olursa olsun- tutamaz.”

(Kütüb-i Sitte, C. 13, s. 136)

Not: Zilhicce ayı dün akşam (18 Haziran 2023 Pazar akşamı) başladı. 

Arefe günü de dâhil olarak toplam on gece - dokuz gündür. Gündüzleri oruç tutmak, geceleri ibadetle geçirmek çok faziletlidir. Onuncu gün Kurban Bayramının birinci günü olduğu için oruç tutulmaz. Tahrimen mekruhtur. Yüce Mevlâ en güzel bir şekilde bu günleri, geceleri değerlendirmeyi nasip eylesin.

Muhteşem Fırsat: Zilhicce'nin On Günü; Leyali-i Aşere (Okumak için tıklayınız)

 

    




Resulullah.org

unread,
Jun 22, 2023, 4:21:20 PM6/22/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashabına:

- “Hanginize mirasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar:
- Ey Allah’ın Resûlü! Hepimiz malımızı her şeyden fazla severiz,  dediler. Hz. Peygamber de:
- “Kişinin kendi malı hayır yaparak önceden gönderdiği, mirasçısının malı ise, harcamayıp geriye bıraktığıdır!” buyurdu.

(Buhârî, Rikak 12)

 

Açıklamalar: İnsanlar mal harcama veya saklama konusunda birbirinden farklıdır. Kimi vardır, eline geçeni yer içer veya muhtaçlara sadaka  verir. Kimi de vardır, ne kendisine ve çoluk çocuğuna yeterince harcar ne de hayır hasenât yapar. Cimridir, pintidir. Beş kuruş harcamak istemez. Mal biriktirmeyi marifet sayar.

İşte Hz. Peygamber (asm) bu konuyu aydınlatmak üzere bir gün ashâbına, mirasçısının malını kendi malından daha çok sevenlerin kimler olduğunu sormuştur. Onlar da meseleyi sonuç itibariyle ele alarak, herkesin kendi malını daha çok sevdiği cevabını vermişlerdir. Hz. Peygamber (asm) maksadını anlatmak üzere bir kimsenin kendi malı ile mirasçısının malının ne demek olduğunu tarif etmek suretiyle konunun bir kez daha düşünülmesini istemiştir.

Bilinen bir gerçektir ki, insan ne kadar zengin olursa olsun, öbür dünyaya nihayet bir kefen bezi ile uğurlanmaktadır. Hiç kimse malıyla gitmemektedir. Hal böyle olunca, herkesin kazandığı mal, netice itibariyle mirasçılarına kalmaktadır. Kazandığı malı yerli yerinde harcayamayan kimse, mirasçısı için mal biriktiriyor demektir. Onun da o malı nasıl değerlendireceğini Allah bilir.

Malını seven kişi, onu beraberinde götüren kişidir. Yani elindeki serveti sevap olarak âhirete taşıyabilen kimse, kendi malını gerçekten seven kişi demektir. Bu durumu anlatmak için halkımız “ Ne verirsen elinle, o gider seninle” diyerek, insanın hayatta iken bizzat yapacağı iyiliğin gerçek iyilik olduğunu anlatır. Herkesin dünyadan nasibi, yiyip tükettiği, giyip eskittiği ya da tasadduk edip âhirete gönderdiğidir. Nitekim Yüce Rabbimiz de    bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: “ Ey iman edenler! Allah’a karşı saygılı olun ve herkes yarını için ne hazırladığına dikkat etsin!” (Haşr, 59/18)

Bu hadîs-i şerîf, ölüm döşeğinde iken malının bütününü veya çoğunu sadaka olarak vermeye kalkan kimseye hitâben  söylenmiş olan “Mirasçılarını zengin olarak bırakman, fakir bırakmandan senin için daha hayırlıdır” (bk. Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2) hadisine ters düşmez. Çünkü hadisimiz, kişinin sağlığında yapması gereken iyilik ve yardımlarla ilgilidir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Malını seven, onu beraberinde âhirete götürebilendir. Yani hayatında  iyilik yapabilen kimselerdir.

2. İleride mirasçısının olacak malın bekçiliğini yapmak akıllıca bir iş değildir.

3. Hadisimiz eldeki imkânların mümkün mertebe önceden âhiret azığı olarak gönderilmesini teşvik etmektedir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 24, 2023, 2:12:57 PM6/24/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah  sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Sadaka vermek malı eksiltmez. Kul başkalarının hatalarını bağışladıkca Allah da onun şerefini arttırır. Kim Allah için alçak gönüllü davranırsa, Allah da onu  yükseltir.”

(Müslim, Birr 69)

 

Açıklama: Çok net ve kesin bir ifade ile Sevgili Peygamberimiz, sanılanın aksine, sadakanın malı eksiltmeyeceğini müjdelemektedir. Çünkü Allah Teâlâ, tasadduk edilen her şeyin karşılığını vereceğini vâdetmiştir. Bununla ilgili âyetler ve açıklamalar bu konunun baş tarafında geçmiştir.

Sadaka, Allah’a yakınlık maksadıyla harcanan mal demektir. Onun dünyadaki peşin faydasını malı arttığı için alan;  âhiretteki  faydasını ise sevabı kat kat olduğu için veren görür. 

Kendisinden sadaka verilen mal, bereketlenir. Verene de Allah  verir. Görünürde bir azalma var gibi gelse bile, karşılığı ya dünyada ya âhirette ya da her ikisinde birden en az on misli ile alınacağından mal mânen ve maddeten bereketlenmiş ve artmış olur. Yani sadaka malı ya maddeten ya mânen arttırır, kesinlikle eksiltmez. O halde cimri davranmaya gerek yoktur. Cömertlik bereket getirir.

 Hz. Peygamber, sadakanın malı eksiltmediğine sanki bir başka örnek verir gibi, cezalandırmaya gücü yettiği halde insanların kusurlarını affeden kimsenin izzet ve şerefinin artacağını, mütevâzi davrananların da Allah Teâlâ tarafından şeref ve itibarlarının yükseltileceğini bildirmiştir. Bu üç husus da ilk bakışta  bir eksiklikmiş gibi gözükse de sonuçlarının fevkalâde yüksek olduğu anlaşılmaktadır. Aslında af ve tevâzu da huy bakımından sadaka anlamındadır.

O halde hadisimizin mânası, her güzellik ve iyilik, bereket, şeref ve izzet kaynağıdır, demek olmaktadır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Allah için verilen sadaka malı noksanlaştırmaz. Sadakanın bereketi mutlaka görülür.

2. Dünyada malını arttırmak, ahirette sevabını çoğaltmak isteyen sadaka vermelidir.

3. Şeref ve izzetini yüksetmek isteyen de, insanlara karşı alçak gönüllü ve bağışlayıcı olmalıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 26, 2023, 3:53:31 PM6/26/23
to resulu...@googlegroups.com

Üsâme İbni Zeyd radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre,


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Cennetin kapısında durdum, oraya girenlerin çoğunluğu dünyada bir şeyleri bulunmayan yoksullardı. Varlıklı kimseler ise, hesaba çekilmek üzere alıkonulmuşlardı. Şu kadar var ki, onlardan cehennemlik olanların cehenneme sevkedilmeleri emrolunmuştu.”

(Buhârî, Nikâh 87, Rikak 51; Müslim, Zikr 93)

 

Açıklama: Buhârî ve Müslim’in rivayetlerinin devamında, “Cehennemin kapısında durdum, oraya girenlerin çoğu kadınlardı” ilâvesi de bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz’in cennetin ve cehennemin kapısında durarak, oraya girenleri görmesi olayı, bazı rivayetlerden anladığımız üzere mi’racda gerçekleşmiştir. Bir önceki hadisin açıklamasında da ifade ettiğimiz gibi, fakir ve yoksulların zenginlerden daha önce ve çoğunlukla cennete girmelerinin sebebi onların sadece fakirlikleri değildir. Bunun yanında onların iyi ve güzel davranışları, yani iyi Müslüman olmalarıdır. İyi ve güzel işler yapan, iyi Müslüman olan zenginler de aynı şekilde cennete gireceklerdir. Şu kadar var ki, dünyada herhangi bir mala ve mülke sahip olmayan fakirlerin hesabı zenginlere göre daha kolaydır. Şüphesiz mal ve zenginlik, dünyada bir çok iyiliği yapmaya vesiledir. Bunun yanında pek çok kötülüğün kaynağı da, kişinin helâl olmayan yollardan elde ettiği servet ve bu servetin sebep olduğu şımarıklık ve taşkınlıktır. Bu durum, hem kişinin Allah huzurunda hesabını güçleştirmekte, hem de cehenneme girmesine sebep teşkil etmektedir. Bütün bunların fakirler ve zenginler hakkında genel hükümler olmadığını bir kere daha hatırlatmalıyız. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Peygamber Efendimiz cenneti ve cehennemi görmüş ve haklarında bilgi vermiştir.
2. Fakirler cennete daha erken girecek ve orada çoğunlukta olacaklardır.
3. Zenginlik, mal, mülk ve evlat çokluğu kıyamet gününde fayda vermez.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jun 27, 2023, 4:55:44 PM6/27/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Ya’lâ Şeddâd ibni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ her varlığa iyi davranılmasını emretmiştir. Öyleyse canlı bir varlığı öldürmeniz gerektiğinde, bu işi can yakmayacak şekilde yapın. Bir hayvanı boğazlayacağınız zaman, ona eziyet vermeyecek güzel bir şekilde kesin. Bu işi yapacak olan kimse bıçağını iyice bilesin, hayvana acı çektirmesin.”

(Müslim, Sayd 57)

 

Açıklamalar: Allah Teâlâ kullarının, sadece birbirlerine değil, yarattığı bütün varlıklara iyi davranmalarını, herkese ve her şeye iyilik etmelerini emretmektedir. Rahmân ve Rahîm olan Cenâb-ı Hak, kullarına beslediği sevgi ve şefkat dolayısıyla, sevgili Peygamberini “âlemlere rahmet olarak” gönderdiğini söylemiştir (Enbiyâ, 21/107). Âlemlere rahmet olan bir peygamberin ümmetine yakışan da, peygamberlerinin bu en belirgin özelliğini ruhlarına sindirmek, her varlığa tıpkı onun gibi şefkat ve merhametle bakmaktır.

İslâm dininde işlenen suça göre çeşitli cezalar verilir. Bu cezalar uygulanırken, suçluya en az acı veren usûl ve yöntemler tatbik edilir.

Yaşayan her varlığa karşı insanın beslemesi gereken iyilik duygusu, hayvanları boğazlarken bile kendini gösterecektir. Meselâ kurbanlık hayvan kesim yerine götürülürken itilip kakılmayacak, kesilmeden önce su verilecek, yere yatırılırken hırpalanmayacak, kesilen hayvan diğer hayvanlara gösterilmeyecek, kesimde kullanılacak bıçak gayet keskin olacak, bıçak hayvanın yanında bilenmeyecek ve ona gösterilmeden boğazına hızlıca sürülecek, kesim işi bittikten sonra hemen yüzmeye başlamayıp derisi soğuyana kadar beklenecek. Böyle yapılmadığı takdirde Peygamber Efendimiz’in tavsiyesine uyulmamış olur.

Peygamber Efendimiz koyun kesen bir adam görmüştü. Adam koyunu yere yatırdıktan sonra bıçağını bilemeye çalışıyordu. Adamın bu katı ve duygusuz davranışına kızan Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Hayvanı iki defa mı öldürmek istiyorsun? Onu yere yatırmadan bıçağını bilesen olmaz mıydı?” diye çıkıştı. (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 231, 233).

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bu tavsiyesi, insanlara zarar veren haşereleri bile can yakmadan, âni bir şekilde öldürecek yöntemleri bulmayı gerekli kılar.

*   * *

Sert ve haşin bir adam Hârûnürreşîd’e gelerek:

- Ey Mü’minlerin Emîri! Eğer dayanabilirseniz size nasihat etmek istiyorum. Fakat sözlerim biraz acı olacak, kusura bakma, demişti.

Hârûnürreşîd bu sert tabiatlı adama söz vermeden önce, nasihatlerin bile kalb kırmayacak uygun bir üslûpla yapılması gerektiğini şöyle hatırlattı:

- Eğer sözünü yumuşak bir edâ ile söylersen, seni dinlerim. Yoksa nasihatin nasıl yapılması gerektiğini sana acı bir şekilde öğretirim. Zira sen Hz. Mûsâ’dan büyük, ben de Firavun’dan kötü değilim. Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ ile kardeşi Hz. Hârûn’u Firavun’a gönderirken: “Ona yumuşak söz söyleyin!” dediğini bilmiyor musun?

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İnsan yaptığı her işi yumuşak bir tarzda yapmalıdır.

2. Hayvanları boğazlarken veya haşereleri öldürürken bile canlarını yakmamaya çalışmalıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 4, 2023, 6:51:51 AM7/4/23
to resulu...@googlegroups.com

Mikdâm İbni Ma’dîkerib radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd aleyhisselâm da kendi elinin emeğini yerdi.”

(Buhârî, Büyû’ 15, Enbiyâ 37)

 

Açıklamalar: Elinin emeğiyle geçinip kimseden bir şey istemeden iffetli yaşama konusunda söylenecek en güzel ve son söz, hiç şüphesiz bu hadîs-i şerîfte ifâdesini bulmaktadır. “Kimse, kendi kazancından daha hayırlı bir rızık asla yememiştir.”

Dilencilik asla emek mahsülü bir geçim yolu sayılmamaktadır. Bu sebeple de müslümanın izzet ve şerefine, insanlık haysiyetine uygun düşmemektedir. O meşrû bir kazanç yolu olarak düşünülmemektedir.

Üç ana kazanç yolu bulunmaktadır: Zirâat, ticâret, sanat. Bunlardan hangisinin en temiz kazanç yolu olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. İmâm Şâfiî, ticâreti tercih ederken, Mâverdî, tevekküle daha yakın olduğu gerekçesiyle ziraatı öne geçirmiştir. Müellif Nevevî ise, “zirâat ile sanat, ticâretten önde gelir. Çünkü ziraat ve sanat, kişinin el emeği, göz nuru ve  alın teridir. Bu ikisinden de ziraat daha tercihe şâyândır. Zira faydası daha geneldir, insanlara, hayvanlara yöneliktir” demektedir.

Hz. Âişe vâlidemiz sahâbe-i kirâm’ın, kendi işlerinin işçileri olduklarını dile getirmektedir. Hatta çalışıp terledikleri için Hz. Peygamber’in, “Keşke mescide yıkanıp gelseler” diye temenni ve tavsiyede bulunduğunu bildirmektedir (bk. Buhârî, Büyû’ 15).

İnsanın görevi ve sosyal mevkii ne olursa olsun, kendi işini kendisinin görmesi, geçimini el emeği ve alın teriyle temin etmesi övgüye lâyık bir davranıştır. Özellikle büyük şehirlerin sıkıntılı hayatında, hele hele ekonomik şartların ağırlaştığı günümüz ortamında, el becerisi gelişmiş, ev, bağ-bahçe işlerini bizzat yapabilir, ufak-tefek tamirleri gerçekleştirebilir olmak, insanlar için her yönüyle önemli, faydalı ve kârlıdır. Tüketime değil, üretime yönelik büyük-küçük her çaba övgüye lâyıktır. Her işini kendisi yapan kimselere, “Kimseye beş kuruş vermez, her şeyi kendisi yapar, pinti, cimri..” gibi bir takım ithamlar yöneltmek asla doğru değildir. Herkes yapabildiği işi bizzat yapmalıdır. Tamir ücretlerinin nerede ise yeni eşyâ fiyatları düzeyine çıktığı günümüzde, evde ocakta onarılması gerekli işleri bizzat yapabilmek hem ekonomik hem de  faydalı bir meşguliyettir. Unutmamak gerekir ki, Hz. Peygamber de elbisesini diker, ayakkabısını tamir eder ve hayvanını bizzat sağar, ev halkına ev işlerinde yardımcı olurdu.

Sanayi, ticâret ve hatta zirâatın, kısaca, ekonomik hayatın ve işletmeciliğin uluslararası  boyut kazandığı, kazanç yollarının hem mâhiyet hem de çeşit olarak arttığı bir ortamda elinin emeğiyle geçimini temin etme tavsiyesi yeterli midir diye akla bir soru  takılabilir.

Dinimiz, başkalarının imkânlarına göz dikerek onlardan isteyerek yaşamayı,  hadiste geçen çok zorunlu üç hal dışında, prensip olarak yasaklamıştır. Gerek bu suretle gerekse herkesin bizzat çalışıp rızkını temin etmesini teşvik etmek suretiyle sadece kişilerin insanlık onurunu korumayı amaçlamış değildir. Milletlerin, başka millet ve devletlere muhtaç olmadan, el-avuç açmadan kendi ihtiyaçlarını karşılayacak, ekonomik ve sosyal gelişmelerini sürdürecek, şevket ve devletini koruyacak yerli sanayilerini gerçekleştirmelerini de öğütlemiş olmaktadır. Yani dinimiz, dilenciliği fert çapında yasaklayıp da millet ya da ümmet bazında hoş görmüş değildir. Müslüman fertler için getirilen yasaklar, ümmet için öncelikle ve daha büyük boyutlarda getirilmiş demektir.

Günümüzde İslâm ülkelerinin, sahip olduğu ekonomik imkânları malesef kendi irâdeleri ve gayretleriyle değerlendirememekte olmaları, gelişmiş ülkelerin sömürgesi konumunda bulunmaları yürekler acısı bir durumdur. Tabiî bu durum,  yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız hadislerin ne kadar önemli, isâbetli ve kapsamlı tavsiyeler içerdiğinin de göstergesidir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. En temiz ve helâl rızık, kişinin bizzat çalışarak yani el emeğiyle kazandığıdır.

2. Geçim temini için bizzat çalışmak övgüye lâyıktır.

3. Millet ve ümmetlerin kendi ihtiyaçlarını kendi gayretleriyle temin etmeleri, hem varlıkları hem de bağımsızlıkları açısından son derece önemlidir.

4. Fertler için kötü olan dilencilik, milletler için öncelikle  kötü ve yüz karasıdır.

5. El emeği, göz nuru, alın teri tavsiyesi, yerli sanayiin gerçekleştirilmesi tavsiyesidir.

6. Peygamber Efendimiz, ümmetine daima şerefli bir fert ve ümmet hayatı için gerekli olan ikaz ve önerilerde bulunmuş, yol göstermiştir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 5, 2023, 4:09:44 PM7/5/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir defasında Peygamber  sallallahu aleyhi ve sellem ile bir seferde bulunuyorduk. Bu sırada devesine binmiş bir adam çıkageldi. Bir şeyler umarak sağa sola bakınmaya başladı.Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanlar, olmayanlara versinler. Fazla azığı olanlar, azığı olmayanlara versinler” buyurdu. Hz. Peygamber daha birçok mal çeşidi saydı. İşte o zaman kimsenin ihtiyacından fazla bir şey bulundurmaya hakkı olmadığını anladık.

(Müslim, Lukata 18)

 

Açıklama:  Hadisimizin muhtelif rivayetleri dikkate alındığı zaman, Peygamber Efendimiz’in yanına gelen bu adamın ya kendisinin veya devesinin açlıktan ve yorgunluktan halsiz düştüğü anlaşılmaktadır. Bu kimse bütün eşyasını deveye yüklediği ve ayrıca binecek hayvanı bulunmadığı için yorulmuş da olabilir. Yahut devesinin yükü ağır, yolu da uzun olduğu için biniti, taşıdığı ağır yükün altında ezilmiş olabilir.

Şefkatli Efendimiz bu durumu görünce ashâbına dönerek, yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanların onu bineği olmayanlara vermesini, ihtiyacından fazla azığı veya hayvan yemi olanların da bunları azığı ve yemi olmayanlara vermesini  tavsiye buyurmuştur.

Ebû Saîd el-Hudrî’nin belirttiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, o günün şartlarına göre yolculuk esnasında lâzım olan elbise, ayakkabı, su, su kabı, çadır ve para gibi zaruri ihtiyaçları saymış, ihtiyaç fazlasını muhtaçlara vermek gerektiğini söylemiştir.

Yolculuk esnasında kafile başkanı seçilen kimse, yol arkadaşlarının durumunu araştırmalı, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntısını gidermeye çalışmalıdır. Bir kimse varlıklı olduğu halde yolculuk esnasında muhtaç duruma düşebilir. Bir kimsenin kılığının kıyafetinin yerinde olması, ona maddî bakımdan yardım etmeye, hatta zekât vermeye engel değildir.

Peygamber Efendimiz’in kurup yaşattığı İslâm kardeşliği işte böylesine insanîdir. Sevgi, şefkat ve merhamet esasına dayanır. Düşenin, düştüğü yerde kalmasına göz yumulmaz. Düşen elbirliği ile kaldırılır, sıkıntısı giderilir, insanca yaşaması temin edilir. İslâm toplumunda Müslümanın sosyal güvencesi tamdır.

İslâmiyet’in kardeşlik anlayışına göre, birine yardım edenin böbürlenip gururlanmasına izin verilmediği gibi, yardım edilenin ezilip büzülmesi, mahcubiyet duyması da hoş karşılanmaz. Zira yardım isteyen şahıs, yardım istediği kimseleri görevlerini yapmaya çağırmış olur. Yardım edenler de kardeşlerine hizmet etmenin zevkini ve şerefini duyarlar. İslâm kardeşliği işte böylesine güzel, böylesine sımsıcaktır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Yolculuk ve kıtlık esnasında zor duruma düşenlerin ihtiyaçlarını temin etmek, hali vakti yerinde olanların görevidir.

2. Söz konusu ihtiyaçlar sadece yemek içmekten de ibaret değildir. İnsanlara yaşamaları için gerekli olan her yardım yapılmalıdır.

3. Yol arkadaşları birbirini kollamalı, yardıma muhtaç olan arkadaşlarına gerekli yardımı yapmalıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 7, 2023, 4:16:43 PM7/7/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhumâ’dan rivayet edildiğine göre
bir kimse Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:

- “Müslümanın hangi ameli daha hayırlıdır?”
diye sordu. Hz. Peygamber de:
- “Tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmen
ve selâm vermendir” buyurdu.

(Buhârî, Îmân 6, 20; İsti’zân 9, 19; Müslim, Îmân 63)

 

Açıklama: “Yemek ikrâmı ve selâm ifşâsı” hayır yapmakta iki önemli adımdır. Özellikle insanlar arası ilişkilerde bu iki hareket, bir çok olumlu adımların atılmasını sağlar.

 “Tanıdık tanımadık herkese” kaydı, hadisin metninde  selâm vermekle ilgiliymiş gibi gözükmektedir. Tercümeler de hep buna göre yapılmıştır. Ancak  Ali el-Kârî’nin de işaret ettiği gibi, bu “tanıdık tanımadık herkese” kaydı, hem selâm verme hem de yemek yedirme tavsiyelerinin her ikisi için de geçerli olabilir. Biz bu ihtimali dikkate alarak tercümeyi ona göre yaptık. Yemek yedirmek ve selâm vermek  toplumda sıcak ilişkilerin, köklü dostlukların kurulması ve  güzelliklerin artması için iki önemli iyiliktir. Bunların muhataplarının “tanıdık tanımadık herkes” olması, her iki iyilik için de en geniş çerçevenin tesbiti anlamına gelir.

Burada  önemli bir noktayı daha hatırlamakta  fayda vardır. Sevgili Peygamberimiz, kendisine en üstün amellerin neler olduğunu soranlara, özellikle kendi durumları açısından  yani onlar için en hayırlı ameli söylemek suretiyle cevap  verirdi.  Onun usûlü bu idi.  O yüzden  cevapları değişik olurdu. Buradan hareketle, hadisimizde ismi verilmeyen soru sahibinin yemek ikrâmı ve selâm verme konusunda biraz kusurlu biri olduğunu düşünebiliriz. Zira  Efendimiz, o zâta  bu iki hususu öncelikle öğütlemiştir.

Yemek ikrâmı da selâm ifşâsı da başlı başına birer cömertliktir. Benzer yönleri vardır. Zira insanlar, genellikle yakınlarına ve sevdiklerine ya da iltifat ve iyiliğe layık gördüklerine ikrâmda bulunur ve onlara selâm verirler. Oysa her iki halde de,  kimseyi küçümsemeden herkese aynı davranabilmek son derece önemli bir olgunluk ve iyiliktir. Bazı kendini beğenmişler, gözlerinin kestiği kimselere selâm verirken çoğu insanı selâm vermeye lâyık görmezler. Bu asla doğru bir hareket değildir. Aynı şeyi yemek ikrâmında, dâvetlerde de görmek mümkündür. Oysa İslâmiyet  yemek yedirmekte ve selâm vermekte böyle bir ayırıma gitmeden Müslümanlara eşit davranmayı emretmektedir.

 Zamanımızda özellikle büyük şehirlerde, kimin ne olduğunu hangi inanç ve düşünceye sahip bulunduğunu, çoğu zaman kestirmeye imkân yoktur. Buna rağmen tanıdık tanımadık herkese selâm vermek ve ikrâmda bulunmak, Müslüman iyilik severliğinin anlaşılması bakımından da oldukca önemlidir. Çünkü insan, ihsanın kuludur. İyilik görmekten, iyisin denilmekten hoşlanmayan normal bir insan düşünmek mümkün değildir. Anormaller ise, zaten konu dışıdır. Onlara ne yapsanız hayra geçmez.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Müslüman, herkese iyilik yapmaya bakmalıdır.

2. İyilik konusunda, tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmenin ve selâm vermenin özel bir yeri ve önemi vardır.

3. Toplumda sıcak ilişkilerin ve samimi dostlukların kurulmasına Müslümanlar  öncülük etmelidir.

4. Hz. Peygamber’in cevapları, soru soranların özel durumlarını dikkate alan  önceliklere sahiptir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 8, 2023, 9:50:23 AM7/8/23
to resulu...@googlegroups.com

Esmâ Binti Ebû Bekir radıyallahu anhumâ’dan rivayet edildiğine göre
Esmâ, “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu” demiştir:

- “Kesenin ağzını sıkma! Allah da sana sıkarak verir!”
Bir rivayette şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“İnfak et  sayıp durma, Allah da sana karşı nimetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, Allah da senden saklar.”

(Buhârî, Zekât 21; Müslim, Zekât 88)

 

Açıklama: Hz. Peygamber, Esmâ radıyallahu anhâ’ya hitâben cömertliğin önemini, cimri davranılması halinde neler olacağını bildirmek suretiyle anlatmıştır. Bunu da halk arasında yaygın olan bir üslupla ifade ederek: Para kesesinin ağzını iple boğma, yani eli sıkı ve cimri biri olma! Aksi halde Allah da sana olan nimet ve ikram hazinesinin ağzını bağlar, nimetini senden esirger, buyurmuştur.

Cimri kimseler keselerinin ağzını sıkıca bağladığı, para çıkınlarını birkaç defa sarmaladığı için halkımız onlardan “ne kirli çıkıdır ooo!”  diye bahseder.

Hadisin öteki  rivayetinde râvinin tereddüdünün sonucu olarak birbirine yakın mânada bir kaç kelimenin yer aldığı görülmektedir. Bu kelimelerin her birinin kullanılmış olduğu ihtimalini gözönüne alarak hepsini birden tercüme edersek şöyle bir cümle kullanmamız gerekir: “Allah rızâsı için infak et, bol bol ver, âdeta etrafa su döker gibi  iyilik saç, cömert ol, sakın malını, paranı sayıp saklamaya kalkışma, Allah da sana sayar ve nimetini senden esirger”.  Bu ifadeler Hz. Peygamber’in, konuya ne kadar önem verdiğini göstermektedir.

Sevgili Peyamberimiz, “insan nasıl davranırsa onun karşılığını görür” demek istemektedir.  “Siz ne infak ederseniz, Allah onun karşılığını verir” âyetini [Sebe, 34/39) bir başka şekilde hatırlatıp teyid etmiştir. “Ceza amelin cinsinden olur” kuralı da böylece gerçekleşmiş olacaktır.

Malı veya parayı saklayıp biriktirmeye kalkışmak, yani böylece cimrilik yapmak aslında insanın, kendisine yönelecek maddî ve mânevî ikram ve ihsanlara kapıyı kapamak demektir. Bu da akıllıca bir iş değildir. Bu sebeple Hz. Peygamber, sürekli eli açık ve cömert davranmayı tavsiye etmiştir. Hadisimizin Buhârî’deki rivayeti, “(Az da olsa) gücün yettiği kadar sadaka ver” diye sona ermektedir.

Bu da gösteriyor ki cömertlik, çok vermekten ibaret değildir. İnsanın gücü ölçüsünde, az olsun çok olsun bir şeyler vermeyi, eli sıkı olmamayı benimsemesi ve öyle davranması demektir. Bunu alışkanlık haline getirmektir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Cimrilik, mahrumiyet sebebidir.

2. İkram ve infak edene Allah Teâlâ da bol bol ikram ve ihsanda bulunur.

3. Cömert davranmak kadın-erkek her müslüman için hem bir fazilet hem de zenginlik vesilesidir.

4. Hz. Peygamber infakta bulunmayı ısrarla tavsiye etmiştir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 10, 2023, 4:08:32 PM7/10/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Amr İbni Âs (ra)’dan rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kırk iyilik vardır. Bunların en üstünü, birisine sağıp sütünden faydalanması için ödünç olarak sütlü bir keçi vermektir. Kim, sevâbını umarak ve mükâfâtını Allah’ın vereceğine inanarak bu kırk hayırdan birini işlerse, Allah Teâlâ onu bu sebeple cennete koyar.”

(Buhârî, Hibe 35)

 

Açıklama: Hadisimiz, İslâm’da hayır ve iyilik yollarının çokluğunu, kerem ve cömertlik çeşitlerinin bolluğunu haber vermektedir. Özellikle kırsal kesimlerde ya da hayvancılığın yaygın olduğu  yer ve yörelerde, sevâb için yapılacak iyiliklerden birini açıklamaktadır. Sütlü bir keçi veya koyunu sağıp sütünden yararlanması için ödünç olarak fakir komşuya vermenin 40 kadar iyiliğin en üstünü olduğunu bildirmektedir. Bu, koyun ya da keçi sürüsü olan kimse için, belki küçük görülecek bir iyiliktir. Ama sütünden istifade edeceği bir tek hayvanı bile olmayan bir fakir için büyük ikrâmdır.

Eskiden, memleketimizde düğün ve sünnet yapanlara destek olmak maksadıyla emânet olarak sağmal inek veya koyun verilirdi. Fakir-fukara ailelere de sağıp sütünü içmesi, böylece geçimini sağlaması için sağmal hayvan vermek âdettendi. Bu güzel âdetlerin asıl kaynağı, bu tür yardımlaşmayı teşvik eden ve öven hadisimizdir. Tabii bu tür bir yardım, hayvan bakımına elverişli ortamlar için geçerlidir.

Demektir ki çevre şartlarına göre  yapılabilecek  bir çok hayır ve iyilik çeşidi bulunmaktadır. Mesele sevâbını Allah’tan bekleyerek ve iyilik niyetiyle bunlardan herhangi birini yapabilmektir.

Hadiste haber verilen 40 iyiliğin tek tek sayılmamış olması, iyilik niyetiyle yapılabilecek her hayıra imkân tanımak bakımından isâbetli olmuştur. Zira bu iyilikler sayılmış olsaydı, onlardan başka iyiliklere iltifat edilmeyebilirdi. Sağmal bir keçinin ödünç verilmesinin bile üstün bir iyilik ve cömertlik sayıldığı belirtilmek suretiyle müslümanların hayır yapmakta duyarlı ve gayretli davranmaları teşvik edilmiş olmaktadır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İyilik ve hayır yolları çoktur.

2. İyilik niyetiyle yapılan hayırlar, hayr sahiplerine cennet kapılarını açar.

3.  Yapılacak iyiliğin mahallî şartlara uygun olması, ayrıca bir iyiliktir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 11, 2023, 3:17:52 PM7/11/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Cehenneme kimin girmeyeceğini veya cehennemin kimi yakmayacağını size haber vereyim mi? Cana yakın olan, herkesle iyi geçinen, yumuşak başlı olup insanlara kolaylık gösteren kimseleri cehennem yakmaz.”

(Tirmizî, Kıyâmet 45)

 

Açıklamalar: Hadîs-i şerîf iyi insanın belli başlı özelliklerini ihtiva etmektedir. Demek ki cana yakın, insanlarla kolayca anlaşabilen, hoşsohbet kimseler iyi insanlardır.

Herkesle iyi geçinen, dolayısıyla başkaları da kendisiyle iyi geçinen, güler yüzlü, tatlı dilli insanlar makbul kimselerdir.

Yumuşak başlı ve uysal olanlar da Allah Teâlâ’nın beğendiği şahıslardır.

İnsanlarla olan işlerinde onlara kolaylık gösteren, alırken, satarken, borcunu öderken zorluk çıkarmayanlar iyi huylu insanlardır.

Bir kul, dünyada Allah’ın rızâsını kazanmaya, âhirette O’nun azâbından korunmaya çalışmalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’deki en özlü dualardan birini, namazımızın hemen her rek’atında tekrarlar ve “Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyilik, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru” (Bakara, 2/201) deriz. Demek ki cehennem azâbından korunabilmek için cana yakın, herkesle iyi geçinen, yumuşak başlı ve insanlarla bitecek işlerinde onlara kolaylık gösteren bir kimse olmak gerekiyor.

İyi huylu bir insan olabilmek için bir yandan Peygamber Efendimiz’in duasıyla “Allahım beni güzel yarattığın gibi huyumu da güzelleştir” diye niyâz edelim, diğer yandan da iyi huylu, yumuşak başlı ve insanlara karşı anlayışlı olmaya gayret edelim.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İyi huy, insanı cehennemden kurtaracak değerli bir sermayedir.

2. Mükemmel imana sahip olmanın ölçüsü, iyi huylu, yumuşak başlı olmaktır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 12, 2023, 3:15:30 PM7/12/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir;
asıl yiğit kızdığı zaman öfkesini yenen adamdır.”

(Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107, 108)

 

Açıklamalar: Kuvvetli olan bir kimse, kendinden güçsüz birini kolaylıkla yenebilir. Hele güreş oyunlarını biliyorsa, rakibini zorlanmadan mağlûp edebilir. Fakat nefsi yenmek, güçle, kuvvetle olacak iş değildir. Onun kendine has yolu yordamı vardır.

Öfkemize yenik düştüğümüz zaman konumuzun başındaki âyetler ile devamındaki hadisleri (Riyazü's Salihin eserinde öfke konusunda yer alan ayet ve hadisleri) düşünmeliyiz. Allah Teâlâ’nın bizim üzerimizdeki kuvvet ve kudretinin, öfkelendiğimiz adam üzerindeki bizim kuvvet ve kudretimizden daha üstün olduğunu hatırlamalıyız. Şimdi ben bu câhil ve kendini bilmez adamı affetmezsem, yarın kıyamet günü Allah Teâlâ’nın beni affetmesini nasıl umabilirim, demeliyiz.

Öte yandan öfkeli bir suratın tabii halini nasıl yitirdiğini, kızgın insan çehresinin nasıl çirkinleştiğini gözümüzün önüne getirmeliyiz. Buna karşılık yumuşak başlı, hoşgörülü bir kimsenin yüz güzelliğini ve mûnisliğini hayal etmeliyiz.

Kızmakta ne derece haklı olduğumuzu, kızdığımız kimsenin haklılık payı bulunup bulunmadığını yeniden gözden geçirmeliyiz. Bunları süratle düşünürken Peygamber Efendimiz’in tavsiye buyurduğu bazı fiilî yatıştırıcılara da başvurmalıyız:

* Önce eûzü besmele çekerek öfkemizi körükleyip kabartan şeytandan Allah’a sığınmalıyız.

* Ayakta isek oturmalı, oturuyorsak yaslanmalı veya yere uzanmalıyız.

* Öfkemiz yine geçmemişse kalkıp soğuk su ile abdest almalıyız. Ateşi ancak suyun söndüreceğini unutmamalıyız.

Şunu da hiçbir zaman unutmamalıyız ki, öfkesini yenenler, insanların kusurlarını bağışlayanlar Allah Teâlâ’nın kendilerinden hoşnut olduğu kimselerdir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Güçlü kuvvetli olmak dinimizce makbul sayılmıştır. Fakat öfkesini yenebilmek ondan da üstün kabul edilmiştir.

2. Câhillere uymamak, onlara öfkelenmemek iyi müslümanın en belirgin özelliğidir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 14, 2023, 4:41:10 PM7/14/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Allah Teâlâ şöyle buyurdu” demiştir:

“Ey âdemoğlu! (Allah için) infak et ki, sana da infak olunsun!”

(Buhâri, Tefsîru sûre (11), 2; Nefekât 1; Tevhid 35; Müslim, Zekât 36, 37)

 

Açıklamalar“İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir” (Rahmân, 55/60) âyet-i kerîmesini hatırlatan bu kudsî hadis, Allah rızâsı için yapılacak hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını ifade etmektedir.

Hadisin bazı rivayetlerinde (Meselâ, bk. Buhârî, Tefsîru sûre (11), 2) “Ey ademoğlu!” hitabı yoktur ve ifade de “Enfik, Ünfik aleyke = Sen sadaka ver ki ben de sana vereyim” şeklindedir.

Allah Teâlâ’nın sayısız nimet ve ikrâmları içinde yaşamaktayız. O’nun, “Ey kulum sen ver ki, ben de sana vereyim” buyurması, iyilik yapacak kimselere bu iyiliklerinin kesinlikle karşılıksız kalmayacağını bildirmek, bizleri hayır yapmaya teşvik etmek içindir. Aslında iyilik ve hayır yapmak da bir nasip meselesidir. Kimi insanlar çok rahat iyilik yaparken kimileri de isteseler bile yapamazlar. İyiliğin karşılığı yine iyilik olduğuna göre, bazı kimseler iyilikle karşılanmaktan kendilerini mahrum bırakırlar. Yani iyilik yapmak yapabilmek de bir nimettir, onun da ayrıca şükrü gerekmektedir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İyilikler karşılıksız kalmaz.

2. Allah yolunda infakta bulunana Allah Teâlâ infak ile  karşılık verir.

3. Cömert kimse mahrum kalmaz.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)





Resulullah.org

unread,
Jul 17, 2023, 2:06:15 PM7/17/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,

yemek yemeksizin peşpeşe bir kaç gün aç olarak gecelerdi.
Ailesi de yiyecek akşam yemeği bulamazdı.
Çoğu zaman ekmekleri arpa ekmeği idi. 

(Tirmizî, Zühd 38.)

 

Açıklama: Abdullah İbni Abbâs, Hz.Peygamber ve ailesinin yaşadığı hayatı ashâb arasında en iyi bilenlerden biridir. Çünkü o, Efendimiz’in amcası Abbâs’ın oğlu idi. Peygamber Efendimiz’in hanımı Meymûne de Abdullah’ın teyzesiydi. Bu yakınlık sebebiyle ve yaşı da küçük olduğu için Peygamberimiz’in evine sıkça gider, hatta bazı kere orada gecelediği olurdu. Buraya kadar geçen bazı hadisleri açıklarken de belirtildiği gibi, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi şahsî halini ve aile fertlerinin durumunu başkalarına açıklamaktan son derece sakınırdı. Fakat kendisine nesep ve hizmet itibariyle yakın olanlar, hem kendisinin hem de aile efradının hangi şartlar içinde hayatlarını geçirdiklerini bize açıklamışlardır. Onların bize ulaşan rivayetlerinden hem Efendimiz’in hem de aile çevresinin hayat şartlarını en ince ayrıntılarına kadar öğrenme imkânına sahip olmaktayız. Bunlar, Allah’ın en sevgili kulu olan Peygamber’in ne kadar sade bir hayat sürdüğünü, lüks ve israftan, dünyaya düşkünlükten ne derece uzak durduğunu bize gösteren örnekler ve hayat düsturu haline getirmemiz gereken prensiplerdir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Peygamberimiz ve aile fertlerinin bazı kere günlerce aç kaldığı olmuştur. 

2. Hz. Peygamber, aile çevresiyle birlikte zühdün ve geçimlerine yetecek derecede rızıkla yetinmenin en güzel örneğini sergilemiştir. 

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 20, 2023, 10:04:45 AM7/20/23
to resulu...@googlegroups.com

Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

“İyilik güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu halde insanların bilmesini istemediğin şeydir.”

(Müslim, Birr 14, 15)

 

Açıklamalar: Peygamber Efendimiz’in özelliklerinden biri, anlatılması zor olan şeyleri, özlü bir şekilde, duru ve berrak bir ifadeyle kolayca anlatmasıdır. Bu özelliğe kendisi “cevâmiu’l-kelim” adını vermektedir.

İyilik ve kötülük terimleri de, ifade edilmesi kolay olmayan sözlerdendir. İyiliğin güzel ahlâk demek olduğunu söyleyen Efendimiz, başka hadislerinde güzel ahlâkı eziyetlere göğüs germek, fazla kızmamak, güler yüzlü ve tatlı dilli olmak diye anlatır.

Günah ve kötülüğü kolayca anlamamız için bir ölçü getiren Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, bize diyor ki:

Şayet yapılan iş gönülde bir huzursuzluk doğuruyor ve o işin başkaları tarafından duyulması istenmiyorsa, o hareket mutlaka çirkindir, günahtır, yapılmasına Allah Teâlâ’nın izin vermediği bir harekettir. Çünkü insanların çoğu yaptıkları iyiliğin duyulmasını, bu sebeple kendilerine gıpta ve hayranlıkla bakılmasını isterler. Bu ölçü, herkesin rahatlıkla kullanabileceği şaşmaz bir ölçüdür. Zaten yapılan bir hareketin günah olup olmadığı hususunda şüpheye düşmek bile, o hareketi terk etmek için yeterli bir sebeptir.

Günah kiriyle büsbütün kararmamış kalbler, iyi ve kötüyü ayna gibi gösterirler. Bu sebeple insan bir şey yapmak istediği zaman önce gönlüne bakmalıdır. Eğer o hareketi yapmaktan dolayı gönlünde bir rahatsızlık hissediyor, içini bir şüphe ve tedirginlik kemirip duruyorsa, derhal o işten vazgeçmelidir. Çünkü sağlam bir vicdan insana doğru yolu gösterir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Dinimize göre insanın varması gereken hedef güzel ahlâktır.

2. İnsan iyi ile kötüyü temiz bir kalb sayesinde ayırt edebilir.

3. Yapılan bir iş kalbi tedirgin ediyor ve insanların onu duyması istenmiyorsa, o iş mutlaka günahtır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 21, 2023, 8:43:20 AM7/21/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“En hayırlı geçim yolunu tutanlardan biri, Allah için savaşmak üzere atının dizginlerine yapışan kimsedir. O kimse savaşa çağıran veya yardım isteyen bir ses duyunca, ölümü göze alıp atının sırtında o yana doğru uçar veya ölümün kol gezdiği yerlere dalar. Yahut bir tepenin başında veya bir vâdinin içinde koyunlarını otlatan kimsedir. Bu zât namazını kılar, zekâtını verir, ölünceye kadar Rabbine ibadet eder ve insanlara hep iyilik yapar.”

(Müslim, İmâret 125)

 

Açıklamalar:  Efendimiz demek istiyor ki, hayat ya normal seyrinde devam eder veya etmez. Şayet insan toplumda bir şeyler yapma gücünü kendinde buluyor ve yapabiliyorsa, kendisinden yardım istendiği zaman yardıma koşabiliyorsa, işte o zaman canı pahasına da olsa, toplumun yardımına koşmalıdır. Gördüğü fenalıklarla savaşmalı, iyilik ve güzelliğin yaşanmasını sağlamalıdır. Dinin güzelliğini bilmeyen kimselere, dindarlığın en büyük bahtiyarlık olduğunu öğretmek için gayret sarfetmelidir. Kendisinden bu yolda yardım isteyenlere, bütün benliği ile hizmet etmelidir.

Bir insanın en mukaddes varlığı olan dini ve o dinini yaşadığı vatanı tehlikeye girdiği zaman, devrin en tesirli mücadele vasıtalarıyla savaşını vermelidir. Bu uğurda ölmek gerekiyorsa, ölümün kucağına seve seve atılmalıdır.

Toplum iyice bozulmuş, fitneler yayılmış, kötülüklere engel olma imkânı kalmamış, kısacası hizmet etme yolları büsbütün tükenmişse, işte o zaman yapılacak en iyi şey, insanlardan uzaklaşmaktır. Bir tepenin başına veya bir vâdinin köşesine, ama mutlaka halktan uzak bir yere çekilmeli ve orada Allah’a karşı görevlerini yapmaya çalışmalıdır.

Ne kadar tenhâ bir köşede yaşansa  bile, insanlardan büsbütün kopmak mümkün değildir. Onlarla olan münasebetlerde kendi çıkarını değil, başkalarının iyiliğini ve menfaatini düşünmelidir. Kimsenin hakkını üzerine geçirmemeye gayret etmelidir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. En iyi hayat tarzı, dine hizmet etmek ve din düşmanlarıyla savaşmaktır.

2. Kötülüklerle savaşmak mümkün olduğu sürece, toplumu terk etmemek gerekir.

3. Kötülüklere engel olma imkânı kalmadığı zaman yapacak en iyi şey, tenhâ bir yerde helâl lokma yiyerek Allah’a ve insanlara karşı görevinde kusur etmeyerek yaşamaktır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 22, 2023, 2:40:13 PM7/22/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Zekeriyyâ aleyhisselâm marangozdu.”

(Müslim, Fezâil 169)

 

Açıklamalar: Konuların açıklanmasında herkesin dikkatini çekecek misaller vermek eğitim ve öğretimde etkili bir yoldur. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de, ümmetini dilencilikten sakındırıp elinin emeğiyle geçinmeye alıştırmak için böylesine etkili örnekler vermiştir.  Bu da bir sünnettir. Önceki ve sonraki hadislerde Dâvûd aleyhisselâm, bu hadiste de Zekeriyyâ aleyhisselâm bu misalleri teşkil etmektedir. Zekeriyyâ aleyhisselâm marangoz, doğramacı veya dülger diyebileceğimiz bir zenaat sahibi idi. Onun bu durumu  peygamberliğine, peygamberliği de marangozluğuna aslâ mâni değildi. Bir zenaatle geçimini temin etmek şerefli bir yoldur. Nitekim İslâm âlimlerinin birçoğu, kendi el emekleriyle geçimlerini temin yolunu seçmiştir. Ancak bütün zamanını öğrenci yetiştirmeye hasrettiği için çalışmaya fırsat bulamayanlar, yaptıkları eğitim-öğretim hizmeti karşılığında geçinecek kadar ücret alma yoluna gitmişlerdir. Çoğu zaman da toplum onların verdikleri bu kesintisiz hizmeti, ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle desteklemiştir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Zekeriyyâ aleyhisselâm marangozlukla geçimini temin etmiştir.

2. Sanat veya zenaat sahibi olmak ve o yolla geçimini temin etmek övgüye değer bir davranıştır.

3. Elinin emeğiyle geçinmek peygamberlerin sünnetidir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 24, 2023, 1:13:23 AM7/24/23
to resulu...@googlegroups.com

Hârise İbni Vehb radıyallahu anh^dan rivayetle
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.”

(Buhârî, Eymân 9, Tefsîru sûre (68), 1, Edeb 61; Müslim, Cennet 47)

 

Açıklamalar: Hadisimizin buraya alınmayan birinci bölümü şöyledir:

“Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar kendilerini korumaktan âciz, alçak gönüllü oldukları için de kimsenin önemsemediği ve fakat şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği kimselerdir.”

Burada ise, ilgisi sebebiyle, hadîs-i şerîfin sadece kibire dair olan ikinci kısmı alınmıştır.

Peygamber Efendimiz cehennemlik olanların en önemli özelliklerini katı kalplilik, kabalık, cimrilik ve kurularak yürümek diye belirtmiştir. Bunlar kendilerini diğer insanlardan farklı gören, halkı aşağılayan, onlara sevgiyi, ilgiyi ve sahip oldukları maddî ve mânevî şeyleri lâyık görmeyen kimselerdir. Büyüklük ve ayrıcalık hastalığı onları toplumdan koparmıştır.

Kibir, Allah Teâlâ’nın hiç sevmediği, hatta en fazla gazap buyurduğu mânevî bir hastalıktır. Kullarını çok seven Yüce Mevlâ, kimsenin onlara sert davranmasına, onları incitmesine razı olmaz. Verdiği maldan onlara da verilmesini, gönüllere koyduğu sevginin onlara da gösterilmesini ister. Kibir sahiplerini, sadece Allah’a mahsus olan büyüklük sıfatına ortak çıkmaya kalktıkları için sevmez.

Kula yakışan tevâzudur. Haddini bilmektir. Kusur ve noksanlarının farkında olmak, güçsüzlüğünü anlamak, bilgisizliğini kabul etmektir. Allah’ın sonsuz kudreti karşısında bir hiç olduğunu itiraf etmektir.

Bir kulun, aczini ve yetersizliğini bilmiyormuş gibi çalım satması, küçük dağları ben yarattım dercesine kurumlu yürümesi, insanlara değer vermemesi Cenâb-ı Hakk’ın affetmeyeceği bir küstahlıktır.

“Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz” sözü, kibir hastalığına yakalanan kimselere güzel bir öğüttür.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Katı kalblilik, kabalık, cimrilik ve kibirlilik cehennemliklerin özellikleridir.

2. Genellikle bütün insanlara, özellikle de müslümanlara alçak gönüllü davranmalıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 25, 2023, 3:07:54 AM7/25/23
to resulu...@googlegroups.com

Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

- “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” Sahâbînin biri:
- İnsan elbise ve ayakkabısının güzel olmasını arzu eder, deyince şunları söyledi:
- “Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir ise hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir.”

(Müslim, Îmân 147)

 

Açıklamalar: Kibir, büyüklenmek, Allah’a boyun eğmemek demektir. Büyüklük Allah’a mahsustur. İnsanın kibirlenmesi, Allah’a ait bir özelliğin kendinde de bulunduğunu iddia etmesi demek olur ki, işte bu haddini bilmemektir. Haddini bilmeyen Kârûn’un korkunç âkıbetini, serveti ve sarayı ile birlikte yerin dibine geçirildiğini bahsimizin başındaki âyet-i kerîmelerde okuduk. (Bk. Kasas, 28/76-81) İnsan Cenâb-ı Hak karşısındaki aczini, onun yanında boynunun kıldan ince olduğunu asla unutmamalıdır.

Allah Teâlâ bizi, kendini tanımak ve diğer kullarıyla birlikte, kendi mülkü olan şu dünyada yaşamak üzere yaratmıştır. Dünya O’nun, kul O’nun, dünyadaki her güzel şey O’nundur. Bize kullarıyla iyi geçinmemizi tavsiye etmekle kalmayıp güzel nimetlerinden bol bol vermişse, kendi bileceği bir sebeple bize daha fazla lutufta bulunmuşsa, bu bizim kibirlenmemizi değil, O’na daha fazla şükretmemizi gerekli kılar. Bizden daha az lutfa ermiş insanları hor ve önemsiz görmek, Cenâb-ı Hakk’a saygısızlık olur.

Hadisimizde, kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceği belirtilmektedir. Kibirli bir insan ya bu hastalığı tamamen yok olana kadar cezasını çekecek ve imanı sayesinde cennete girecek veya her şeye gücü yeten Yüce Rabbimiz o haddini bilmez şımarık kulunun günahını affedecek, gönlündeki kibiri çıkarıp atacak ve onu tertemiz ve saf bir gönülle cennetine koyacaktır.

Güzel elbise ve ayakkabı giymenin kibirle ilgili olmadığını da öğrenmekteyiz. İyi giyinmenin kibir duygusundan kaynaklanıp kaynaklanmadığını öğrenmek isteyen sahâbîye, Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun kibirle ilgisi bulunmadığını haber veriyor. Güzel Rabbimiz’in her güzel şeyi sevdiğini bildiriyor. (Bk. Tirmizî, Edeb 54) Allah Teâlâ’nın, kuluna verdiği nimetin izlerini onun üzerinde görmekten memnun kalacağını söylüyor. Giyilen güzel şeyler kibirlenmeye, gururlanmaya yol açarsa, yine hedeften sapılmış olur. İnsan kibirlenmek, farklı olduğunu hissettirmek, çalımlı çalımlı yürümek için değil, Cenâb-ı Hakk’ın lutuflarına şükretmek için güzel giyinecektir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Kibir, Allah’a saygısızlık çizgisine varıp dayanmışsa, kibirlenen kimse, cennete girme şansını yitirir.

2. Kendini büyük, başkalarını küçük görüp böbürlenen kimseler büyük günah işlemiş olurlar.

3. Gurura kapılmamak şartıyla insan güzel giyinebilir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 26, 2023, 4:16:49 PM7/26/23
to resulu...@googlegroups.com

Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
insanların en güzel ahlâklısı idi.”

(Buhârî, Edeb 112; Müslim, Mesâcid 267, Edeb 30)

 

Açıklamalar: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in insanların en güzel ahlâklısı olduğunu söyleyen Enes İbni Mâlik (ra), 8-9 yaşından itibaren on yıl boyunca ona hizmet etmiştir. Bu sebeple Hz. Enes, Allah Resûlü’nü en iyi tanıyanlardan biridir.

Enes’in bu özelliği sebebiyle ashâb-ı kirâm ve tâbiîn zaman zaman kendisine Resûlullah’ı sormuşlar, onu anlatmasını istemişlerdir. Enes de Resûl-i Ekrem’in bazan kendi evlerine gelip ailesiyle birlikte namaz kıldığını, küçük kardeşi Ebû Umeyr’i üzüntülü gördüğü bir gün onunla ilgilenip gönlünü aldığını, on yıl boyunca kendisine kızmadığı gibi, bunu niçin böyle yaptın veya niçin şöyle yapmadın diye azarlamadığını, Resûlullah’ın kendisini gönderdiği yere gitmeyip oyuna daldığı zaman bile ona çıkışmadığını anlattığı muhtelif rivayetlerinde, onun eşi bulunmaz ahlâkından söz etmiş, Hz. Peygamber’in mükemmel insan olduğunu söylemiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği (Enbiyâ, 21/107), sonra kendisini “Sen büyük ahlâk sahibisin” diye övdüğü (Kalem, 68/4) sevgili peygamberini, sîmaca insanların en güzeli (Buhârî, Menâkıb 22) olarak yarattığı gibi, ahlâk bakımından da en güzel yapması gayet tabiidir. Çünkü peygamber olmadan önce ona ahlâkın en güzelini öğretmiş, 23 yıl süren peygamberliği süresince onun bütün hareketlerini kontrol etmiş ve asla yanlış bir şey yapmasına izin vermemiştir.

İnsanların en güzeline, elbette ahlâkın en güzeli yakışır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Resûlullah Efendimiz, Allah Teâlâ tarafından eğitildiği için, ahlâkın en güzeline sahipti.

2. İyi ahlâka sahip olmak ve çocuklarını güzel ahlâklı olarak yetiştirmek isteyenler, Resûlullah Efendimiz’i örnek almak zorundadırlar.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 27, 2023, 11:23:17 AM7/27/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Mâlâyânîyi (kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyi) terketmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.”

(Tirmizî, Zühd 11)
 

 

Açıklama: Dünyada lüzumsuz, boş ve faydasız hiçbir şey yoktur. Allah Teâlâ her yarattığını bir hikmete dayalı ve bir hizmete uygun yaratmıştır. Ancak her şeyin herkes için her zaman gerekli olması da hiç şüphesiz düşünülemez. İşte hadiste işaret buyurulan mâlâyânî, “kişinin dinine ve dünyasına faydası olmayan şey” anlamındadır.

İnsanı doğrudan ilgilendirmeyen şeylere bu anlamda “lüzumsuz” veya “gereksiz” denilebilir. Halkımız “üstüne elzem olmayan işe karışma” derken, işte bu mânâyı dile getirmektedir.

Neyin mâlâyânî, neyin gerekli olduğunu ayırabilmek için, öncelikle sağlam değer ölçülerine sahip olmak lâzımdır. Hiç şüphesiz Müslümanlar için Müslümanlığın değer ölçüleri esastır. O halde olgun mü’min, Müslümanlığın ölçülerine göre yaşayan ve çevresini bunlara göre değerlendiren kişidir. Mâlâyânînin terkedilmesi, Müslümanın sürekli uyanık olduğunu gösterir. Murâkabe fikri ile yaşadığını belgeler.

Mâlâyânîyi terketmek, gerekli olanı icabeden yerde gerektiği ölçüde yerine getirmek demektir. Toplumda olumsuz gelişmelerin önlenmesi, büyük ölçüde gereksizlerin terkedilmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebepledir ki, İslâm âlimleri bu hadisi “medâr-ı İslâm” olan dört hadisten biri kabul ve ilân etmişlerdir.

Gereksizi terketmek, lüzumluları önem sırasına koyma fikrini de beraberinde getirir. Böylece Müslüman, her konuda en lüzumlu olanı işlemek, en gerekli olanı ortaya koymak başarısını ve basiretini yani olgunluğunu gösterir. Bu da onun güzel Müslüman olduğunun delili olur.

Mâlâyânî ile meşgul olmak, lüzumluları ihmal etmeye götürür. Çünkü gerekli-gereksiz her şeyle meşgul olmak insanı, kolayı tercihe sevkeder. Bütün bunlar ise, sonuçta Müslümanı fuzûlî işlerin adamı durumuna düşürür. Bu bakımdan hadis, fevkalâde önemli bir tesbit yapmakta, iyi Müslüman olabilmek için her şeyden önce kendisini ilgilendirmeyen fuzûlî işlerle meşgul olmamak gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü ömür kısadır ve hızla geçmektedir.

Gerekli-gereksiz her şeyin harman olduğu günümüzde sadece lüzumlu işlerle meşgul olabilmek, ancak gerçekten olgun bir iman ile  mümkündür.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen söz ve işlerle meşgul olmamak, Müslümanın iyi bir seçim bilincine sahip olduğuna ve imanının olgunluğuna işarettir.

2. İnsan, dünya ve âhireti için gerekli ve lüzumlu olan işlerle meşgul olmalıdır.

3. Mâlâyânîyi terk, sürekli ilâhî denetim altında bulunduğu şuurunun bir sonucudur. Murâkabe’nin en büyük pratik faydası budur.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 29, 2023, 12:50:41 PM7/29/23
to resulu...@googlegroups.com

Enes radıyallahu anh şöyle dedi: Resûlullah’ın devesi Adbâ, yarışta birinciliği başkasına vermezdi; yahut yarışı başkasına kolay kolay bırakmazdı. Bir gün binek devesine binmiş bir bedevi geldi ve yarışta onu geçti. Bu durum müslümanlara pek ağır geldi. Bu hali farkeden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak,
Allah’ın değişmez kanunudur.”

(Buhârî, Cihâd 59, Rikak 38)

 

Açıklamalar: Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfte bize ilâhî sırlardan birini haber vermekte, yükselen bir şeyin her zaman öyle kalmayacağını, vâdesi dolunca irtifâ kaybetmeye başlayacağını ve nihayet bir gün düşeceğini bildirmektedir. İnişli yokuşlu bu dünyada her şeyin bir ömrü olduğu, devletlerin bile bir vâdesi bulunduğu, günü gelince her şeyin yok olup gideceği anlaşılmaktadır. Resûlullah Efendimiz bu ilâhî kanunu bildiği için dünya hayatında yükseliş ve düşüşlerin vazgeçilmez olduğunu ashâbına öğretmiş, Adbâ’nın yarışı kaybetmesine üzülmemek gerektiğini onlara telkin etmiş, kendisi de devesinin yarışı kaybetmesini bir gurur meselesi yapmamıştır.

Resûlullah Efendimiz’in diğer insanlar gibi deve yarıştırması bazılarına garip gelebilir. Bir peygamber böyle basit işlerle uğraşır mı, diye düşünenler olabilir. Fakat onun her zaman hayatın içinde, üzüntülü ve sevinçli günlerinde daima sahâbîlerinin yanında olduğunu bilenler, deve yarıştırmasını da tabii bulurlar. Zira insanlara dünya ile ilgili bir şeyler öğretmek, onlarla birlikte hayatın içinde olmakla mümkündür. Yapılan bir hatayı düzeltmek, iyi bir davranışı takdir etmek, bir işi yapmanın sakıncalı olmadığını söylemek insanlarla bir arada yaşamakla mümkündür.

Ashâb-ı kirâmın Peygamber Efendimiz’i canlarından da çok sevdiğini biliyoruz. Bu sevginin, onun devesini bile yenik görmeye dayanamayacak kadar ileri olduğu bu hadîs-i şerifte açıkça görülmektedir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İnsan mütevâzi olmalı, başkalarından üstün olduğunu iddia etmemelidir.

2. Peygamber Efendimiz tevâzuu tavsiye eder; mütevâzi olduğunu her davranışıyla gösterirdi. Devesini bir bedevinin devesi ile yarıştırması, devesinin yarışı kaybetmesini son derece tabii karşılaması onun bu özelliğini ortaya koymaktadır.

3. Dünyanın hiçbir şeyi mükemmel değildir. Mükemmele ulaşmanın mümkün olmadığı bir meydanda ne diye diğer insanlarla çekişmelidir.

4. Yarış yapmak, hayvanları yarıştırmak câizdir.

5. Ashâb-ı kirâm Peygamber Efendimiz’i, devesinin bile yenilmesine razı olmayacak kadar çok severdi.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Jul 31, 2023, 4:10:14 PM7/31/23
to resulu...@googlegroups.com

Atıyye İbni Urve es-Sa’dî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bir kul günaha girerim korkusuyla, yapılması sakıncalı olmayan bazı şeylerden bile uzak durmadıkça, müttakîler derecesine çıkamaz.”

(Tirmizî, Kıyâmet 19)

 

Açıklamalar: Müttakî, Allah’a en üstün saygı duyan, emirlerini yapıp yasaklarından sakınan ve O’nu gücendirmekten korkan kimse demektir. Kulun bu haline takvâ denir. Bir kulun ulaşması arzu edilen üstün derece budur.

Bu dereceye gelebilmek için, Peygamber Efendimiz’in belirttiğine göre, haramlardan ve haram olup olmadığı kesinlikle bilinmeyen şüpheli konulardan uzak durmak gerekir. Bu hadîs-i şerîf, bir adım daha ileriye gidilerek, yapılması sakıncalı görünmeyen bazı konularda bile titiz davranmak gerektiğini öğretmektedir.

Peygamber Efendimiz’in pek değerli sahâbîsi Abdullah İbni Ömer’in bir sözünü burada hatırlamak gerekir. İbni Ömer diyor ki:

“Bir kul gönlünün şüphelendiği bir işi bırakmadıkça, gerçek takvâya ulaşamaz” (Buhârî, Îmân 1).

Demek ki Allah’a en üstün saygı duyanlar derecesine çıkabilmek için, acaba bunu yapsam mı yapmasam mı diye insanı tereddüde düşüren ve kalbi rahatsız eden bazı davranışlardan uzak durmak gerekir. Bu titizliği gösterenler gerçek müttakî olur, böyle bir hesabı bulunmayanlar da takvâya hiçbir zaman erişemezler.

İslâm âlimleri takvâyı üç basamaklı olarak düşünmüşlerdir:

Birinci derecesi, şirkten yâni Allah Teâlâ’ya ortak koşmaktan ve benzeri hareketlerden uzak durmaktır. Müslüman olan herkes bu birinci basamağa çıkar.

İkinci derecesi, günah olan her şeyden sakınmaktır. Küçük ve basit görülen her günah buna dâhildir.

Üçüncü derecesi, Allah’ı düşünmekten gönlü alıkoyan her şeyi bir yana atmaktır. “Allah’tan nasıl sakınmak lâzımsa öyle sakının” (Âl-i İmrân, 3 / 102) âyeti, takvânın bu derecesini göstermektedir.

Peygamber Efendimiz’in yerde bulduğu bir hurmayı bile, acaba sadaka veya zekât olarak verilmiş hurmalardan mı düştü diye yemediğini 590 numaralı hadisimizde görmüştük.

Bir müslümanın hedefi, müttakî olabilmektir. Diğer bir ifadeyle Allah’a üstün saygı duyanlar ve Allah'tan sakınanlar seviyesine ulaşmak, dünyaya vedâ edip giderken, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmış olmaktır.

Bu hedefe varabilmek için, acaba bilerek veya bilmeyerek bir günah işler de Allah katındaki yerimi kaybeder miyim diye dikkatli ve titiz davranmak gerekir. Efendimiz’in buyurduğu gibi, yapılması ilk planda sakıncalı görünmeyen bazı davranışlardan bile, günaha girme endişesiyle uzak durmalıdır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Sadece günahlardan değil, günah olması ihtimâli bulunan davranışlardan bile uzak durmalıdır.

2. Gerçek müttakî olabilmek için, yapılması sakıncalı olmayan bazı davranışları, beni günaha götürebilir endişesiyle yapmamalıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 3, 2023, 10:56:25 AM8/3/23
to resulu...@googlegroups.com

Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:

Benim şu evimde,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
şöyle buyurduğunu işittim:

“Allahım! Ümmetimin yönetimini üstlenip de onlara zorluk çıkaran kimseye sen de zorluk çıkar. Ümmetimin yönetimini üstlenip de onlara yumuşak davrananlara
sen de yumuşaklık göster.”

(Müslim, İmâre 19. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 93, 258)

 

Açıklamalar: Hadisimiz, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetine beslediği derin şefkati pek güzel dile getirmektedir. Onun bu sözlerini duyarak okuyan herkes, mübarek kollarıyla bütün ümmetini kucakladığını ve onları yöneticilerine emanet ettiğini hisseder.

Demekki idarecinin en başta gelen özelliklerinden biri, ümmet-i Muhammed’i sevmesi, onlara merhamet etmesi ve bütün işlerinde kendilerine kolaylık göstermesidir. Ümmet-i Muhammed’e zorluk çıkaran bir idareciyi, Allah Resûlü’nün bedduası iflâh etmez. Eğer zâlim bir idareci müslümanlara kötü davrandığı için dünyada cezasını çekmezse, Allah Teâlâ ona tövbe etme fırsatı vermiyor demektir ki, bu durum o kimse için gerçekten bir felâket olur. Zira dünyada başını taşa vurup kendine gelemeyen, hatasını anlayıp ondan vazgeçmeyen kimse, cezasının tamamını âhirette çekecektir.

Yâ Rabbî! Habîb-i Ekrem’inin ümmetine merhamet buyur. Onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtar! Başlarına şuurlu idareciler getir! Âmîn, yâ Muîn...

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Peygamber Efendimiz ümmetini çok severdi. Onların incinmesini istemezdi.

2. Bizi bu kadar çok seven Peygamberimiz’i bütün gönlümüzle sevmek ve onun izince gitmek bir vefa borcudur.

3. İdarecilik görevi alan kimselerin, idare ettiklerine karşı anlayışlı ve şefkatli davranması gerekir.

4. Kötü ve merhametsiz idarecileri Peygamber aleyhisselâm’ın bedduası iflâh etmez.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 4, 2023, 4:04:26 PM8/4/23
to resulu...@googlegroups.com

İyâz İbni Himâr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ bana: 'O kadar mütevâzi olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin.' diye bildirdi.”

(Müslim, Cennet 64)

 

Açıklamalar: Tevâzu alçak gönüllü olmak demektir. Daha geniş mânasıyla söyleyecek olursak, tevâzu, hakkı kabul edip ona boyun eğmektir. Hak ve doğru olan bir şey, yaşça büyük veya küçük, insanlar arasındaki itibarı bakımından değerli veya değersiz her kim tarafından ortaya konmuşsa, itiraz etmeden kabul etmektir. Hakikate böylesine teslim olan kimselere de mütevâzi insan denir.

Mütevâzi insan kimseye haksızlık edemez. Zira haksız olan kimse; zâlim, kendinden başkasını beğenmeyen, burnu yukarılarda olduğu için de önündeki değerleri göremeyen basiretsiz bir kimsedir. Aşırı gururu sebebiyle hakikatin her yerde ve herkesin eliyle ortaya çıkabileceğini kabul edemez.

İnsanın mânevî dünyasını perişan eden bu sakat düşünceye yakalanmamak için tevâzuu Hasan-ı Basrî hazretleri gibi anlamak gerekir. Tâbiîn neslinin bu büyük âlimine göre tevâzu, evinden çıkıp giderken yolda rastladığın her müslümanın senden üstün olduğunu kabul etmektir. Aynı anlayışa sahip olan büyük sûfi Fudayl İbni İyâz (ö. 187/803), Kâbe’yi tavaf ederken, kendisi gibi zâhid ve muhaddis olan Şuayb İbni Harb’e şöyle demişti:

Şuayb! Eğer bu yılki hacca seninle benden daha kötü bir kimse katılmıştır diye düşünüyorsan, bil ki, bu çok fena bir zandır.

Demek oluyor ki, mütevâzi olmayan insan, kendini beğenmiş zavallı bir zâlim olmaktan öteye geçemez. Diğer bir deyişle kibirli bir kimse kendini herkesten üstün gördüğü ve hakka boyun eğmediği için başkalarına mutlaka zulmeder.

Hz. Ömer’in adaleti, hakka kayıtsız şartsız teslim olmaktan kaynaklanır. Onun bu yönünü dikkate değer bir misâlle belirtelim. Hz. Ömer halife olduğu yıllarda bir gün ashâb-ı kirâmdan Cârûd İbni Muallâ ile yolda giderken karşılarına Havle Binti Sa’lebe çıktı. Artık yaşlanmış olan Havle, Hz. Peygamber zamanında genç bir hanımdı. Yaşlı kocasıyla arasında geçen bir olayı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şikâyet etmiş, meselesini halletmek üzere Mücâdele sûresinin ilk âyetleri nâzil olmuştu. İşte bu hanım sahâbî:

- Ömer! diye seslendi.

Hz. Ömer durunca Havle ona şunları söyledi:

Biz seni bir hayli zaman “Ömercik” diye bilirdik. Sonra büyüdün “delikanlı Ömer” oldun. Daha sonra da sana “Mü’minlerin Emîri Ömer” dedik. Allah’dan kork ve insanların işleriyle ilgilen. Zira Allah’ın azabından korkan kimseye uzaklar yakın olur. Ölümden korkan, fırsatı kaçırmaktan da korkar.

Bu sözler üzerine Hz. Ömer duygulandı ve ağlamaya başladı. Onun bu haline üzülen Cârûd, Havle’ye dönerek:

- Yeter be kadın! Mü’minlerin Emîri’ni rahatsız ettin, dedi. Hz. Ömer arkadaşına şunları söyledi:

- Bırak onu istediğini söylesin! Sen bu kadının kim olduğunu biliyor musun? Bu, şikâyetini Allah Teâlâ’nın arş-ı a’lâdan duyup değer verdiği Havle’dir. Vallahi beni geceye kadar burada tutmak istese, namazımı kılıp gelir yine onu dinlerdim.

Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız tevâzu işte budur. Hak karşısında böylesine boyun bükenler, Cenâb-ı Hak katında aziz olurlar.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Allah Teâlâ birbirimize karşı mütevazi olmamızı emretmektedir.

2. Kullarının küçümsenmesini, horlanmasını, onlara haksızlık edilmesini uygun görmemektedir.

3. Peygamber Efendimiz’in bu hadiste “Allah bana bildirdi (vahy etti)” buyurması, Cenâb-ı Hakk’ın ona Kur’ân-ı Kerîm’den başka şeyleri de bildirdiğini göstermektedir. Resûlullah’ın ilhamla, gönlüne bir bilginin konulmasıyla, uykuda kendisine bir şeyin öğretilmesiyle, bir melek aracılığıyla veya daha başka yollarla bilgilendirilmesi sebebiyle hadîs-i şerîfler, Kur’an’dan sonra dinimizin ikinci kaynağı kabul edilmektedir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 5, 2023, 4:52:03 PM8/5/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ kıyamet gününde üç kişiyle konuşmaz, onları temize çıkarmaz, suratlarına bile bakmaz; üstelik onlar korkunç bir azâba uğrarlar. Bunlar; zina eden ihtiyar, yalan söyleyen hükümdar, kibirlenen fakirdir.”

(Müslim, Îmân 172)

 

Açıklamalar: Peygamber Efendimiz’in “Allah Teâlâ kıyamet gününde üç kişiyle konuşmaz, onları temize çıkarmaz, suratlarına bile bakmaz; üstelik onlar korkunç bir azâba uğrarlar” ifadesiyle başlayan başka hadisleri de vardır. Demek oluyor ki, bu ağır cezayı hak eden başka günahkârlar da vardır. Adaletinin yanında lutfunun, gazabının yanında rızâsının görüleceği o günde, sözü edilen bu kimseler O’nun lutfuna değil gazabına uğrayacaklardır.

Allah Teâlâ’nın bu kimselerle konuşmaması, onlara gazap buyurması, onları sevindirecek bir şey söylememesi, onlardan memnun kaldığını göstermemesi veya gerçekten kendileriyle hiçbir şekilde konuşmaması gibi mânalara gelmektedir.

Bu kimseleri temize çıkarmaması, hayırlarını, ibadetlerini kabul etmemesi, günahlarını bağışlamaması, onlardan hoşnut olduğunu göstermemesi demektir.

Cenâb-ı Hakk’ın onlara bakmaması ise, kendilerine rahmet ve merhamet etmeyeceğini ifade etmektedir.

Zikredilen günahkârların müşterek özellikleri, bu günahlardan halleri veya mevkileri itibariyle uzak durmaları gereğidir. Bu üç günahkârdan birincisi, zina eden ihtiyardır. Yaşını başını almış bir kimse artık olgunlaşmalı, doğruyu yanlışı görmeli, yaklaşmakta olduğu sonu farketmelidir. Ömrü gaflet içinde geçmişse, kendine çeki düzen vererek haramlardan uzak durmalıdır. Gençlik uçup gittiği, eski gücü yittiği, vücudu artık iflas ettiği için zinaya yaklaşmamalıdır. Şayet yaşlı bir kimse böyle yapmamış, gençlere bile yasaklanmış olan bir günaha devam etmişse, Allah Teâlâ ona iltifat buyurmayacaktır.

İkinci günahkâr, yalan söyleyen devlet reisidir. Bir devlet resinin korkup çekineceği kimse yoktur. Birilerine kendini kabul ettirmek için yalan söylemeye mecbur değildir. Hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinde “yalan söyleyen” devlet reisi yerine, “zâlim devlet reisi” ifadesi bulunmaktadır (Tirmizî, Cennet 25; Nesâî, Zekât 75).

Üçüncü günahkâr ise kibirli fakirdir. Bir fakirin kibirlenmeye hakkı yoktur. Zira kibir, malın, mülkün, varlığın şımarttığı kimselerin yaşadığı bir hal, yasaklanmış bir duygudur. Fakir olan kimse haddini bilmeli, kibir yerine tevâzuu seçmelidir.

Bizi burada özellikle ilgilendiren kibirli fakirin halidir. Bir fakir, kibirlenmeye hakkı olmadığı halde kibirli davranıyorsa, demek ki bu huy onun yaratılışında vardır. Bu kötü huy sebebiyle çalışıp çabalamıyor, her işi beğenmiyor, çoluğunu çocuğunu aç ve muhtaç bırakıyorsa, günahı bir kat daha artıyor demektir. Dinimiz dilenmeyi yasaklamakla beraber, muhtaç durumda olanların ihtiyaçlarını giderecek kadar dilenmelerine izin vermiştir. Aile babası olan bir fakir hem çalışıp çabalamıyor hem de çocuklarının zaruri ihtiyaçlarını gidermek için kimseden bir şey kabul etmiyor, üstelik ihtiyacı yokmuş gibi davranıyorsa, bu davranışı bir kat daha çirkinleşir, suçu biraz daha katmerleşir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Allah Teâlâ kıyamet gününde bazı yasaklarını çiğneyen kimselere rahmet ve merhamet etmeyecek, onları pek acıklı bir cezaya çarptıracaktır.

2. Zina çirkin bir iştir. İhtiyarın zina etmesi daha çirkindir.

3. Yalan söylemek kötü bir fiildir. Bir devlet reisinin yalancılık yapması daha kötüdür.

4. Kibir, kula yakışmayan fena bir duygudur. Fakirin kibirlenmesi daha fenadır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 7, 2023, 4:29:28 PM8/7/23
to resulu...@googlegroups.com

Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:

“Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ailesi, onun vefât ettiği ana kadar, iki gün arka arkaya arpa ekmeğiyle karnını doyurmadı.”

(Buhârî, Eymân 22; Müslim, Zühd 22)

 

Açıklama: Peygamber ailesi (Âl-i Muhammed) tabiri, dar anlamda Peygamber Efendimiz’in eşlerini, hizmetinde bulunup bakmakla yükümlü olduğu kimseleri, daha geniş anlamda kendisinin nesebinden olan herkesi, eşlerini, zekât almaları haram olan Benî Hâşim ve Benî Abdülmuttalib’e mensup olanları kapsar.

Hadisimizin rivayetlerinden birinde arpa ekmeği, diğerinde buğday ekmeğinden bahsedildiğini görmekteyiz. Peygamber Efendimiz’in zamanında hem arpa hem de buğday, ele geçirilmesi ve bulunması zor yiyecek maddeleriydi. Buna rağmen her iki maddeyi yeme imkânı en yüksek olan kimse de Peygamberimizdi. Fakat Resûl-i Ekrem, hiçbir zaman içinde yaşadığı toplumun sahip olmadığı imkânları elde etme ve onlardan farklı yaşama gibi bir eğilim içinde olmadı. İnsanlar açlık çekmekteyse, bunu önce ve herkesten çok Peygamber Efendimiz ve ailesi çekti. Oysa Cenâb-ı Hak tarafından Peygamberimiz’e, isterse yeryüzünün hazinelerinin verilmesi, dilerse Mekke’nin dağlarının kendisi için altın kılınması teklif edilmişti. Resûl-i Ekrem bunları istemeyerek şöyle dedi: “Bir gün aç kalıp sabreder, bir gün karnımı doyurur şükrederim. Çünkü iman biri diğerini tamamlayan iki yarımdır: Bir yarısı şükür, diğer yarısı da sabırdır. Allah da şöyle buyurur: “Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır” (İbrâhim, 14/5). (Bkz.Ali el-Kârî, Mirkât, IX, 89). Bu ve benzeri rivayetlerden hareketle, Peygamberimiz’in dünya hayatında lüksü ve zenginliği öne geçiren bir yaşayış tarzını arzu etmediğini, buna karşılık, açlık ve tokluk içinde geçen, sabrı ve şükrü yerine getirmeye vesile olan orta halli bir hayatı tercih ettiğini söyleyebiliriz. Bazılarının iddia ettiği gibi, Hz.Peygamber’in başlangıçta fakir, fakat sonradan zengin olduğu yönündeki anlayışı doğru kavramak gerekir. Bazı kere Hz.Peygamber’in elinde çok mal bulunduğu doğru ise de, bir başka doğru da onun elinde bulunan malı uzun süre tutmadığı, biriktirmediği, kendine saklamadığı ve Allah rızâsı için sarfettiği gerçeğidir. Efendimiz vefat ettiğinde, zırhının, ödünç aldığı arpa karşılığında bir yahudide rehin bulunmakta olduğu gerçeği, üzerinde durulup düşünülmesi gereken bir özellik taşır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Peygamberimiz, hayatının hiçbir safhasında lüks ve zenginlik içinde yaşamamıştır. 

2. Peygamberimiz, açlık ve tokluk arasında orta halli bir hayat sürmüştür. 

3. Fakirliğe sabır, zenginliğe şükür mü’minler için bir görevdir. 

4. İnsan ne kadar zengin de olsa lüks ve israfa yönelmemelidir. 

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)
 

    




Resulullah.org

unread,
Aug 9, 2023, 4:14:39 PM8/9/23
to resulu...@googlegroups.com

Sa’d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh'dan rivayetle
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ müttakî, gönlü zengin,
kendi halinde işiyle ve ibadetiyle uğraşan kulunu sever.”

(Müslim, Zühd 11)

 

Açıklamalar: Ashâb-ı kirâm, sözleriyle halleri uyum içinde olan kimselerdi. İslâm’a ilk girenlerin beşincisi veya yedincisi ve cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan hadisimizin râvisi Sa’d İbni Ebû Vakkâs, sözleriyle halleri uyum içinde olan seçkin insanlardan biriydi. Hz. Ömer, kendisinden sonraki halifeyi seçecek 6 kişilik heyette onu da görevlendirmişti. Ya bu olayda veya daha sonraki bir halife seçiminde, muhtelif gruplar arasında anlaşmazlık çıkınca, Sa’d çok üzüldü. Kurtuluşu Medine dışındaki ağıllarına gitmekte buldu. Orada koyunlarla ve develerle oyalanırken oğlu Ömer’in gelmekte olduğunu gördü. Huzursuzluğu iyice arttı: “Şu deveye binmiş adamın şerrinden Allah’a sığınırım” diye dua etti.

Oğlu Ömer gelipte:

- Baba! Millet Medine’de iktidar kavgası yaparken, onları  bırakıp develerinin ve koyunlarının arasına çekildin, öyle mi? deyince, Sa’d eliyle onun göğsüne vurdu ve:

- Sus! Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu duydum, diyerek yukarıdaki hadisi rivayet etti.

Hayatını hadislere göre düzenleyen Sa’d İbni Ebû Vakkâs, Hz. Osman şehid edildikten sonra, bu nevi hadislere dayanarak tamamen bir köşeye çekildi ve hiçbir olaya karışmadı. Onun rivayet ettiği bu hadiste Allah sevgisini elde etmenin üç yolu gösterilmektedir:

Birincisi, müttakî olmak, yâni Allah Teâlâ’ya üstün saygı beslemek, daha açık bir ifadeyle, Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından sakınmak, malını mülkünü yerli yerince sarfetmek, şüpheli konulardan uzak durmak, hatta helâllere bile aşırı düşkün olmamaktır.

İkincisi, gönlü zengin olmaktır. Hadiste geçtiği üzere, gerçek mânada zenginlik mal mülk çokluğu ile değil, gönül zenginliği ile mümkündür. Aslına bakılırsa, maddî zenginlik iyi bir şeydir. Bir zengin, varlığını Allah yolunda ve O’nun rızâsı uğrunda harcayabiliyorsa, o zenginlik Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfudur. Buna karşılık  bir insanı serveti Allah’tan uzaklaştırıyorsa, o mal mülk başa belâdır. En iyisi hem eli hem gönlü zengin olmaktır. Gönül fakir olduktan sonra, varlıklı veya varlıksız olmanın hiçbir önemi yoktur.

Üçüncüsü, kendi halinde işiyle ibadetiyle meşgul olmaktır. Gözlerden uzak yerlerde ibadet ve tâatla nefsini adam etmeye çalışanlar, servetlerini gösterişe kapılmadan Allah Teâlâ’yı memnun edecek yerlere harcayanlar, içinde yüzdükleri maddî imkân sebebiyle gurura kapılmayıp tevâzuu elden bırakmayan ve her zaman fakirin yanında olanlar Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini daha kolay kazanırlar.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Allah Teâlâ’nın sevgisini kazanabilmek için, müttakî olmalı, O’na kullukta kusur etmemelidir.

2. İnsan ister zengin ister fakir olsun, gönlünü zenginleştirmelidir.

3. Genellikle insanlarla bir arada olmalı, fakat zaman iyice bozulunca, bir tarafa çekilip kendi halinde sükûnetle yaşamalı, nefsini ve ailesini kurtarmaya çalışmalıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 10, 2023, 6:34:20 AM8/10/23
to resulu...@googlegroups.com

Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.
Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz.”

(Buhâri, İlim 11, Edeb 80, Cihâd 164; Müslim, Cihâd 6-7)

 

Açıklamalar: Peygamber Efendimiz ashâbına muhtelif vesilelerle kolaylık göstermelerini, zorluk çıkarmamalarını emreder, insanları ürkütmeyip onlara müjde vermelerini tavsiye ederdi. Meselâ Ebû Mûsâ el-Eş’arî ile Muâz İbni Cebel’i Yemen’e zekât memuru olarak gönderirken onlara aynı tavsiyede bulunmuştu. Zekâtı toplarken kimseye zorluk çıkarmamalarını, anlayışlı davranmalarını öğütlemiş, almaları gerekenden fazlasını veya kendilerine zekât diye verilenden daha iyisini almamalarını söylemişti. Bunun yanısıra  müslümanlara, yaptıkları ibadetlerden dolayı kazanacakları sevap ve mükâfattan bahsetmelerini, işledikleri günahlar sebebiyle onları Allah’ın rahmetinden ümit kesecek şekilde ürkütmemelerini emretmişti.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bu emri, İslâmiyet’le şereflenmiş herkesi muhâtap almaktadır. Bir önceki hadîs-i şerîfte kendilerine “Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil” buyurulan bütün müslümanlar, İslâmiyet’in güzelliğini, insan karakterine uygunluğunu, insana derin bir huzur verdiğini, toplum huzurunun da ancak onunla sağlanabileceğini bilmeyen kimselere son derece anlayışlı davranmak zorundadırlar. Zira insan bilmediğinin düşmanıdır. İslâmiyet’i bilmeyenlerin ona şüpheyle bakması, ona karşı soğuk ve ürkek davranması gayet tabiidir. Zira hem İslâm diyarında yaşayanlara hem de İslâm’ı tanımayanlara uzun bir zamandan beri bu güzel din kasıtlı olarak yanlış tanıtılmıştır. Onun barbarlık dini olduğu söylenmiş, insan ruhuna önem vermediği anlatılmış, hatta onun el kol kesmekten başka bir özelliği bulunmadığı propaganda edilmiştir.

Çocukluğundan beri bu iftiraları duyarak yetişmiş, İslâmiyet’i tanıyan, bilen ve onu yaşayan biriyle karşılaşmamış bir kimseye, sen dinimiz aleyhinde konuşuyorsun diye katı ve sert davranmak, İslâm düşmanlarına yardım etmek ve onları propagandalarında haklı çıkarmak olur.

Böyle bir durumda her müslüman, kendisini Peygamber aleyhisselâm tarafından İslâmiyet’i öğretmek üzere görevlendirilmiş bir mürşid diye düşünmelidir. Karşımızdaki şuurlu bir İslâm düşmanı değilse, ona kolaylık göstermeli, zorluk çıkarmamalıyız. Onu müjdelemeli, ürkütmemeliyiz. Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz’e söylediği şu irşad prensibini unutmamalıyız:

“Sen onlara kaba ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılıp giderlerdi” (Âl-i İmrân, 3/159)

Hadîs-i şerîfteki dört kelimenin de birbirine yakın ve aynı mânayı pekiştiren ifadelerden seçilmesi, kolaylık prensibinin zaman zaman gösterilen değil, hayat boyu herkese uygulanan bir ahlâk esası olduğunu ortaya koymaktadır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Allah yoluna davet eden kimseler, en güzel ahlâka sahip olmalıdır.

2. İslâmiyet’i bilmeyenlere yumuşak davranmalı, onlara karşı tatlı dilli olmalı, ürkütüp kaçırmamalıdır.

3. İslâmiyet kolaylık dinidir. Bu sebeple insanlara kolaylık göstermeli, zorluk çıkarmamalıdır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 11, 2023, 4:09:49 PM8/11/23
to resulu...@googlegroups.com

İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem minber üzerinde iken sadaka vermekten, dilenmeyip iffetli yaşamaktan bahsetmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.
Üstteki el, veren; alttaki el ise, dilenip alan eldir.”

(Buhârî, Zekât 18, 50; Müslim, Zekât 94, 95, 96, 97, 106)

 

Açıklamalar: Riyâzü’s-sâlihîn’de muhtelif vesilelerle birçok defa geçmiş olan hadîs–i şerîf, iktisâdî ve beşerî hayat açısından son derece önemli olan bir hususa açıklık getirmektedir: Dilenmek.

Eli ayağı tutarken, çalışıp kazanmaya gücü yeterken, yapabileceği iş de varken tembellik edip dilencilikle  hayatını sürdürmek, başkalarının verdikleriyle yetinip çalışmamak, insan haysiyet ve izzetine yakışmayan büyük bir zillet ve aşağılıktır. İnsan ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen bir hastalıktır.

Öte yandan herkes, başkasının yardımıyla geçinmeye kalkarsa, ümmet ve millet nasıl kalkınacak, İslâm’ın üstünlüğü nasıl ispat edilecektir?

Çalışıp bir şeyler üreterek başkalarına yardım etmek dinimizce teşvik edilmiştir. Hadisimizde de veren elin hayırlı olduğuna ısrarla dikkat çekilmektedir. Hadisimizin bir rivayetinde üst ve hayırlı olan elin “veren” değil de “almayan, iffetli davranan, istemeyen” el olduğunu gösteren “el-müteaffife” tabiri geçmektedir. Hiç kuşkusuz, dilenmeyen el hayırlıdır. Ama ürettiğinden ihtiyaç içinde olanlara veren el daha hayırlıdır. Bu sebeple âlimlerimizin çoğu, üst eli veren el olarak belirleyen rivayeti tercih etmiştir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Elinde imkânı olan başkalarına yardım etmeyi ihmal etmemelidir.

2. Fakir de dilenmemeli, kimseye yüz suyu dökmemelidir. Yardım yerine iş istemelidir.

3. Şükrü yerine getirilen zenginlik, fakirlikten üstündür.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 12, 2023, 4:06:30 PM8/12/23
to resulu...@googlegroups.com

Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Başa gelen bir sıkıntı sebebiyle hiçbiriniz ölmeyi istemesin.
Eğer ölümü istemek zorunda kalırsa şöyle desin:
'Allah'ım! Yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece hayat ver.
Ölmek benim için daha hayırlı olduğu zaman canımı al!'”

(Buhârî, Merdâ 19, Daavât 30; Müslim, Zikir 10)

 

Açıklama: Dünyaya hiç kimse kendi isteğiyle gelmedi. Yaşamakta olduğumuz hayatı arzu edip etmeyeceğimiz de bize sorulmadı. Hem içinde yaşadığımız kâinat hem de bizim için çizilen kader planı aynen uygulanmaktadır. Hiç kimse bu planı değiştirme, arzu ettiği planı uygulama imkânına sahip değildir.

Şu halde hem bizi hem kâinatı yaratan ve işlerimize çeki düzen veren yüce bir kudret var. O kudret, varlığını kabul etmemizi, başımıza gelen her şeyi kendisinden bilmemizi ve halimizden hoşnut olmamızı istemektedir. Başımıza gelen sıkıntılara katlanmayıp ölümü istemek, kaderimizi çizene itiraz etmek anlamına gelir. Her şeyi bu kadar mükemmel yaratıp yürüten Cenâb-ı Hakk’ın bizim sıkıntımızdan habersiz olması mümkün müdür? Elbette hayır. Böyle bir şeyi düşünmek bile mümkün değildir. Öyleyse bizim Rabbimiz, başımıza gelen sıkıntıları bilerek vermekte, o sıkıntılara katlanmamızda bizim için hayır görmektedir. Sabrettiğimiz takdirde, bize hadsiz hesapsız mükâfatlar vereceğini Kur’ân-ı Kerîm’inde belirtmektedir.

Dertli ve çileli de olsa, uzun bir ömür sürmek kulun lehinedir. “Ne yapayım, Allah’dan geldi” diyerek başa gelen sıkıntılara katlanan, öte yandan ibadet ve tââtını elinden geldiği kadar yapmaya çalışan bir kimse Allah’ın rızâsını kazanabilir. Çünkü hayat bir fırsattır. Öldükten sonra tekrar dünyaya gelmek, eksik bıraktıklarını tamamlamak mümkün değildir. İyi bir insan için hal böyledir.

Kötü yolda olan, günah ve isyan batağına dalan kimselere gelince, yaşadıkları sürece o şahısların kendilerine gelmeleri, içinde yaşadıkları çirkinliği anlayıp güzel bir hayata dönmeleri dâima mümkündür. Nitekim hatasını anlayıp yaptıklarına pişman olan kimseler az değildir.

Peygamber Efendimiz’in bir sohbeti sırasında, cennetle müjdelenen sahâbîlerden Sa’d İbni Ebû Vakkâs çok duygulanmış ve:

- Âh, keşke şimdi ölmüş olsaydım! diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.

O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sevgili arkadaşını şöyle uyarmıştı:

- “Sa’d! Eğer cennetlik isen, hayatının uzun ve yaptıklarının iyi olması senin için daha hayırlıdır” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, V, 267).

Efendimiz’in bu uyarısı, uzun bir ömrün mü’mine verilmiş iyi bir fırsat olduğunu göstermektedir.

Zamanın iyice kötüye gittiği, fenalıklara engel olma imkânı kalmadığı zaman ölümü istemekte bir sakınca yoktur. Çünkü bu durumda kul kadere isyan etmemekte, tam aksine, zaman seline kapılarak günah batağına düşmekten korktuğunu göstermektedir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 16, 2023, 3:41:37 AM8/16/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebu Saîd el-Makbürî’nin Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet ettiğine göre, Ebû Hüreyre, önlerinde kızartılmış koyun bulunan bir topluluğa rastladı. Topluluk kendisini davet etti; fakat o yemek istemedi ve:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, arpa ekmeğine bile doymadan dünyadan çıkıp gitti, dedi.

(Buhârî, Et’ıme 23)

 

Açıklamalar: Sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz’e uyma, onu takip etme hususunda çok gayretli idi. Burada Ebû Hüreyre’nin kızartılmış eti yememesi, onu yemek câiz olmadığı için değil, Resûlullah’ın karnını arpa ekmeğiyle bile doyurmamış olduğunu hatırlamaktan kaynaklanan bir davranıştır. Böyle rivayetlere bakarak, Resûl-i Ekrem’in karnını hiçbir zaman doyurmadığı gibi bir kanaata varmak da yanlıştır. Çünkü gerek Peygamberimiz, gerek ashap zaman zaman karınlarını doyururlardı. Ama onlar genelde az yerler, lüks ve israftan uzak kalırlardı. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Sahâbe-i kirâm, Peygamberimiz’e uyma hususunda çok hassas idiler. 

2. Hz. Peygamber ve ashâbı karınlarını doyurduklarında bile az yerlerdi.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 18, 2023, 2:03:33 PM8/18/23
to resulu...@googlegroups.com

Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî Resûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırkanın boynuna gelen kısmına baktım, bedevînin sertçe çekmesinden dolayı hırkanın kenarı boynuna oturmuştu. Daha sonra bedevî:

- Ey Muhammed! Elinde bulunan Allah’a ait mallardan bana da verilmesini söyle, dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bedevîye dönüp güldü. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti.

(Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât 128)

 

Açıklamalar: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çoğu zaman sade ve basit giyinirdi. Bununla beraber imkânı olanın daha iyi kumaşlardan yapılmış güzel elbiseler giymesini hoşgörürdü. Üzerindeki bir giysiye özenen veya öldüğünde ona sarılmayı düşleyerek elbisesini isteyen kimseye hemen onu çıkarıp verirdi.

O gün, tıpkı Resûl-i Ekrem’in giyindiği kumaş gibi sert ve kaba bir bedevî, beytülmâl dediğimiz devlet hazinesinden kendisine bir şeyler verilmesini istemek üzere Peygamber aleyhisselâm’ın yanına geldi. Karşısındaki bir Peygamber değil de herhangi bir insanmış gibi üzerindeki hırkayı veya bazı rivayetlere göre cübbeyi hızla çekti. Bu olayın birkaç defa cereyan ettiği kanaatini uyandıran bir başka rivayete göre, bu sert çekişe dayanamayan cübbe yırtıldı ve kenarı Resûlullah Efendimiz’in mübârek boynunda kaldı. Bunu umursamayan bedevî, herhalde minnet altında kalmamak düşüncesiyle, kaba bir tavırla:

Muhammed! Elinde bulunan Allah’a ait mallardan bana da vermelerini söyle, dedi. Hiçbir Müslüman Peygamber aleyhisselâm’a adıyla hitap etmeyeceğine göre, bedevînin müellefe-i kulûb dediğimiz, gönlü İslâm’a yatıştırılmak istenen kimselerden olduğu anlaşılmaktadır. Yahut bu olay, Peygamber aleyhisselâm’a adıyla hitap edilmesini yasaklayan âyet (Nûr, 24/63) nâzil olmadan önce meydana gelmiştir.

Hadîs-i şerîfin... daha geniş rivayetlerine göre olay Mescid-i Nebevî’de geçti. Bedevî iki deveyle gelmişti. Develeri göstererek:

- Muhammed! Şu iki deveme yiyecek yükle! Bana ne kendi malından ne de babanın malından veriyorsun, dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem üç defa:

- Hayır, kendi malımdan vermiyorum, böyle bir düşünceden Allah’a sığınırım. Ama boynumu incitmene karşılık kısas yapmadıkça develerini yüklemem, dedi.

Bedevî:

- Hayır, vallahi kısas yaptırmam, dedi.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şartını üç defa tekrarladı. Fakat bedevî her defasında kısas yaptırmayacağını söyledi.

Bunu duyan sahâbîler ayağa fırladılar. Sahâbîlerin bedevîyi yaka paça etmesinden çekinen Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara:

- Sözümü duyanların, ben izin verene kadar yerinden ayrılmamasını istiyorum, buyurdu. Orada bulunan bir sahâbîye, develerden birine arpa, ötekine hurma yüklemesini emretti. Sonra da sahâbîlerine dağılmalarını söyledi.

İnsanların birbirlerini incitmelerinden dolayı kısas yapmaya, yani bir şahsın kendisini inciten kimseden aynı şekilde hakkını almaya yetkisi bulunduğunu bize öğreten bu olay, Resûlullah Efendimiz’in üstün ahlâkının göz kamaştırıcı misâllerinden birini ortaya koymaktadır. Bir kimse onun güzel ahlâkının sayısız örneklerini bilmese dahi, sadece bu olaya bakarak, onun gerçekten peygamber olduğu sonucuna varabilir. Kendisine kaba davranan birini affetmekten başka, onu ashâb-ı kirâmın elinden kurtarmak, sonra da istediği şeyi kendisine vermek, doğrusu büyük bir olgunluk, eşsiz bir bağışlama örneğidir.

Bedevî kısas yaptırmam diye diretmeseydi, Resûlullah Efendimiz herhalde onun canını yakmayacaktı. Çünkü bedevî bu kabalığı kasten yapmamıştı. Kabalık onların tabiatında vardı. Resûl-i Zîşân bu hareketin kısası gerektirecek bir suç olduğunu söylemekle, hem bedevîye hem de ümmetine bir ders vermiş oldu.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Câhil ve görgüsüz kimselere tahammül etmek, onları hoş görmek peygamber ahlâkıdır.

2. Peygamber Efendimiz kaba ve haşin bedevîler tarafından birçok defa rahatsız edilmiş, her defasında onları bağışlamıştır.

3. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bazı kimseleri İslâm’a ısındırmak düşüncesiyle, kendilerine devlet hazinesinin zekât veya ganimet gibi gelirlerinden dağıtırdı.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 19, 2023, 3:52:29 PM8/19/23
to resulu...@googlegroups.com

Seleme İbni Ekva’ radıyallahu anh şöyle dedi:

Adamın biri Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında sol eliyle yemek yiyordu. Resûl-i Ekrem ona:
- “Sağ elinle ye!” buyurdu. Adam:
- Yapamıyorum, diye cevap verdi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem adama:
- “Yapamaz ol!” buyurdu.
Seleme’nin dediğine göre adam kibirinden dolayı böyle söylemişti. Resûlullah’ın bedduasını alınca, elini ağzına götüremez oldu.

(Müslim, Eşribe 107)

 

Açıklamalar: Peygamber Efendimiz’in yanında yemek yiyen bu zâtın Büsr İbni Râî’l-Ayr olduğu söylenmektedir. Sahâbeye dair bazı kitaplar onun adını zikretmekle beraber hayatı hakkında bilgi vermemektedir. Bu zâtın yeme içme âdâbı hakkında bilgisi olmadığı için sol eliyle yediği hatıra gelebilir. Fakat onun Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in “Sağ elinle ye!” diye uyarması üzerine, yapamıyorum diye cevap vermesi, sağ elle yeme edebi hakkında bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Onun bu davranışını yorumlayan râvinin, kibirinden dolayı böyle söyledi diye durumu açıklaması da gösteriyor ki, bu zât İslâmî edebi bildiği halde Peygamber buyruğuna aykırı davranmıştır.

Peygamber Efendimiz İslâm düşmanlarına bile, yaptıkları kötülükler sebebiyle pek nâdir olarak beddua etmiştir. Onun bir müslümana beddua ettiği görülmemiştir. Büsr İbni Râî’ye beddua etmesinin sebebi ise, onun aşırı derecede kibirli olması ve Allah’ın Elçisi’nin uyarısına rağmen bildiğinden şaşmamasıdır. Resûlullah’ın, kendisine son derece saygısız davranan bedevîleri birçok defa hoşgörüp bağışlaması, onların bilgisizliği ve görgüsüzlüğü sebebiyle idi. Fakat bu zâtın Peygamber sözü dinlememesi, onun tavsiye ettiği doğruyu benimsememesi, yapabileceği halde yapamıyorum diye itiraz etmesi beceriksizliğinden değil, şeytanın en belirgin özelliği olan kibir ve gururundan kaynaklanmaktaydı.

Bir müslüman günahkâr olabilir. Allah’ın ve Peygamber’in buyruklarını yapmayabilir. Hatta işlenmesi yasak edilen günahları işleyebilir. Fakat asla kibirli olamaz. Peygamber’ine karşı ise hiçbir şekilde kibirli davranamaz. Bir Müslüman için Peygamber’ine kibirli davranmanın affedilecek yanı yoktur. Kâdî İyâz bu sebeple o şahsın münafık olduğunu ileri sürmüş, ancak Nevevî gibi bazı âlimler bunu doğru bulmamışlardır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Sağ elle yemek, Peygamber Efendimiz’in sünnetidir. Peygamber sünnetine uygun yaşamak, bir müslümanın en başta gelen görevidir. Sağ elin rahatsızlığı veya kesilmiş olması sebebiyle sol elle yenilebilir.

2. Kibir, âyet ve hadislerle yasaklanan çirkin bir huydur.

3. Dinin buyruklarına bile bile karşı gelen birine beddua edilebilir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 22, 2023, 5:20:56 PM8/22/23
to resulu...@googlegroups.com

Hasan İbni Ali radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu
kendisinden duyup ezberledim:

“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!”

(Tirmizî, Kıyâmet 60)

 

Açıklamalar: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu sözünü, Abdullah İbni Mes’ûd’un bir sohbet sırasında  aynen kullandığını, hadisin Sünen-i Nesâî’deki rivayetinde görmekteyiz.

Bir gün müslümanlar İbni Mes’ûd hazretlerine birçok mesele sordular. İbni Mes’ûd onlara dedi ki:

Herhangi bir olayla karşılaşan kimse, meseleye Kur’an âyetlerinin ışığında çözüm arasın.

Âyetlerde çözüm bulamayınca, Resûlullah’ın verdiği hükümlere bakarak halletsin.

Âyetlerde ve Hz. Peygamber’in hükümlerinde çözüm bulunmayan bir olayla karşılaşan kimse, ilim adamlarının (sâlihlerin) verdiği fetvâlara bakarak meseleye cevap arasın.

O problemin Kur’an’da, hadislerde, ilim adamlarının fetvâlarında cevabı yoksa, aklını kullanarak ictihâd yapsın. Sakın ha “Ben ictihad yapmaktan korkarım” demesin. Çünkü helâl belli, haram bellidir. Helâlle haramın arasında şüpheli ve kapalı konular vardır. O halde sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyen şeye bak!

Demek ki bir kimse problemini çözerken, bu sırayı gözetecektir. Helâller ve haramlar belli olduğuna göre, insan bu iki esası iyi bilirse, helâl ve haramın dışında kalan şüpheli konulardan da uzak durursa, dinini tehlikeye sokmadan huzur içinde yaşayabilir.

Daha önceki hadislerde söylendiği üzere, dindar bir müslümanın temiz kalbi, ona iyi ile kötüyü gösterir. Mü’min, doğruyu alıp yanlıştan kaçma alışkanlığına sahip olduğu için hangi davranışın şüpheli olduğunu kolayca sezer. Helâl mi, yoksa haram mı olduğunu kestiremediği konulardan uzak durmak, dindarlığın ve takvânın esasını teşkil eder. Hatta hadiste görüleceği üzere, bir kulun günaha girerim korkusuyla, yapılması sakıncalı olmayan bazı şeylerden vazgeçmesi gerekir. Şayet vazgeçmezse, Allah Teâlâ’ya en üstün saygı duyanlar seviyesine çıkamaz.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Helâl mi haram mı olduğu açıkça bilinmeyen şüpheli konulardan uzak durmalıdır.

2. Şüpheli konulardan uzak duranlar, hem günaha girmekten hem de halkın diline düşmekten kendilerini korumuş olurlar.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 23, 2023, 5:48:08 PM8/23/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Sûr sahibi boruyu ağzına koymuş, ne zaman üflemekle emrolunursa hemen üfleyeceği ânın iznini bekleyip durmakta iken ben nasıl sevinebilirim?” Bu haber, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına ağır geldi.

Bunun üzerine Resûlullah:

“Hasbünallah ve ni’me’l-vekîl: Allah bize yeter, o ne güzel vekildir, deyiniz” buyurdu.

(Tirmizî, Kıyamet 8; Tefsîru sûre 39)

 

Açıklama: Hadisimizde sûr sahibi diye ifade edilen dört büyük melekten biri olan İsrâfil aleyhisselâm’dır. Sûra üflemek suretiyle kıyamet gününü haber verecektir. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde sûra üfürülme anından ve ondan sonra meydana gelecek hallerden bahsedilir. “(Birinci defa) sûra üflenir, göklerde ve yerde olanlar düşüp bayılırlar (yahut ölürler). Ancak Allah’ın dilediği kalır. Sonra ona bir daha üflenir, birden onlar ayağa kalkarlar ve ne olacağına bakarlar” (Zümer, 39 / 68). Bu âyette anılmayan bir üçüncü üfleme safhası vardır ki, o zaman mahşer kurulur ve hesap başlar. Peygamber Efendimiz, meleğin her an bu görevinin başında olduğunu ve Cenâb-ı Hakk’ın emrini beklediğini ifade etmiş, bu durumda sevinebilmenin, dünyada gamsız ve kedersiz yaşamanın, zevk ve safaya dalmanın mümkün olmadığını belirtmiştir. Peygamberimiz, kıyâmetin dehşetini ve şerliler üzerine kopacağını biliyordu. Fakat o, ashâbın ve ümmetinin dikkatli, uyanık ve her an kıyamete hazırlıklı olmalarını istiyordu. 

Sahâbe, Hz. Peygamber’in verdiği bu haber sebebiyle endişe ve korkuya kapıldılar. Onların bu endişe ve korkuları, kıyamet gününün dehşetini bilmelerinden ve kendilerini Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vermeye tam hazırlıklı bulmayışlarından kaynaklanmaktaydı. Hadisin başka bir rivayetine göre, sahâbe, bu durumda ne yapacaklarını Peygamber Efendimiz’e sorduklarında: “Hasbünallah ve ni’me’l-vekîl: Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir, deyiniz” buyurdular. Böylece Peygamberimiz, sıkıntı ve bunalım anlarında nasıl dua edeceklerini de ashâbına ve ümmete öğretmiştir. “Hasbünallah ve ni’me’l-vekîl” duasını yapan ilk kişi İbrâhim aleyhisselâmdır. Onun ateşe atıldığında yapmış olduğu son dua “Rabbim bana yeter, O, ne güzel vekildir” anlamındaki bu dua olmuş ve ateşten kurtulmuştu. Peygamber Efendimiz de, “Düşmanlarınız size karşı ordu toplamışlar” denildiğinde böyle dua etmişlerdi. Kur’ân-ı Kerîm bu gerçeği şöyle ifade eder: “Onlar ki, halk kendilerine: Düşmanlarınız size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun, deyince, bu söz onların imanlarını artırdı ve Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir, dediler” (Âl-i İmrân, 3/173). (Bkz. Buhârî, Tefsîru sûre (3), 13). Gelmesi kesin olan ve önlenmesi mümkün olmayan, korkulacak şeylerin en dehşet vericisi kıyamet günü hakkında da Allah’a bu dua ile yalvarmamız Peygamberimizin bizlere tavsiyesidir. Çünkü, kıyâmetin vakti ve saati Cenâb-ı Hakk’ın bilgisi, gücü ve kudretinde olup, onu öne veya sona almak insanların elinde değildir. Burada kullara düşen görev, önce Allah’ın hoşnutluğunu kazanacakları iyi ve güzel işler yapmak, sonra da Allah’a yalvarmak, dua etmek ve haklarında hayırlı olanı dilemekten ibarettir.

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Kıyametin kopması sûr ile bildirilecektir. Sûra üfürecek melek İsrâfil olup dört büyük melekten biridir. 

2. Kıyamet günü dehşetli bir gündür. 

3. Kıyamete hazırlıklı olmak gerekir. Bu hazırlık, iyi ve güzel ameller işlemek, kötülüklerden uzak durmak, böylece Allah’ın rızâsını kazanmakla mümkün olur. 

4. Zorluk, güçlük, sıkıntı ve korku zamanlarında Allah’a dua etmek, peygamberlerin yoludur.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 24, 2023, 3:53:55 PM8/24/23
to resulu...@googlegroups.com

Adî İbni Hâtim radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Rabbiniz arada bir tercüman bulunmaksızın, her birinizle konuşacaktır. Kişi sağına bakar, önceden gönderdiği iyi işleri görür; soluna bakar vaktiyle yaptığı kötü işleri görür. Önüne bakar, önünde sadece cehennemi görür. Yarım hurma ile de olsa cehennemden korununuz.”

(Buhârî, Zekât 9; Müslim, Zekât 67)

 

Açıklama: Cenâb-ı Hak, kıyamet gününde arada bir vasıta ve tercüman olmaksızın kullarıyla konuşacaktır. Tercüman, bir dili başka bir dile aktaran kimsedir. Allah’ın bir tercümana ihtiyacı olmadığı, yardımdan ve aracıdan münezzeh olduğu her müslümanın kabul ettiği bir gerçektir. Kullarını  dilediği dille konuşturur; insanların kendilerini olduğu gibi konuştukları  dilleri yaratan da Allah olduğuna göre, o dilleri yaratan daha iyi bilir ve anlar. 

Kıyamet günündeki konuşmanın keyfiyetini bilmemiz ise mümkün değildir. Çünkü bu konuda Kur’an ve Sünnet’te kesin bir hüküm bulunmamaktadır. Çeşitli görüşler ortaya koyanların düşünceleri de kimseyi bağlayıcı olmayıp, tahminlerden ibarettir. Eğer bu yönde kesin bilgi olsaydı, tahmin yürütmeye ihtiyaç kalmazdı. O halde, çeşitli dînî kaynaklardaki farklı görüşleri burada tartışmanın da bir anlamı yoktur. 

Kıyamet günündeki hesap, insanın dünyada yaptığı iyilik ve kötülüklerinin karşılığını orada görmesinden ibarettir. Kişinin sağına baktığı zaman göreceği şey, dünya hayatında yapmış olduğu iyi işlerdir; çünkü iyilikler sağ taraftan verilecektir. Soluna baktığında göreceği ise işlediği kötülükleridir; çünkü kötülükler sol taraftan verilecektir. Ön tarafta ise cehennemin üzerine kurulmuş olan sırat köprüsü vardır. Dolayısıyla insanın önünde göreceği cehennemdir. Cehennemden korunmak için dünyada iyi işler yapmak gerekir. Küçük gördüğümüz bir iyilik bile bizleri cehennemden koruyabilir. Sadaka olarak verilecek yarım hurma bile küçük görülmemeli, kişi bu dünyada kendisini cehennemden koruyacak iyi işler yapmalıdır. 

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 25, 2023, 5:31:36 PM8/25/23
to resulu...@googlegroups.com

Cerîr İbni Abdullah radıyallahu anh'dan rivayetle
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Yumuşak davranamayan kimse,
bütün hayırlardan mahrum kalmış sayılır.”

(Müslim, Birr 74-76)

 

Açıklamalar: Bu hadis Ebü’d-Derdâ radıyallahu anh tarafından farklı bir ifadeyle rivayet edilmiştir. Buna göre Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kime yumuşaklıktan bir nasip verilmişse, ona hayırdan da bir nasip verilmiştir. Kendisine yumuşaklıktan bir nasip verilmeyen kimseye de hayırdan bir hisse verilmemiş demektir.”

Aynı hadisi Hz.Âişe de rivayet etmiştir. Onun rivayetinde yumuşak huylu olan kimseye hem dünyanın hem de âhiretin hayrı verildiği, yumuşak huylu olmayan kimsenin de hem dünyanın hem âhiretin hayrından mahrum kaldığı belirtilmektedir (Begavî, Şerhü’s-sünne, XIII, 74, nr. 3491; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 159).

Demek ki yumuşak başlılık Allah’ın bir lutfudur. Bir kimsenin tabiatında yumuşaklık yoksa, insanlara iyi davranmak elinden gelmiyorsa, herkese katı, kaba ve kırıcı davranıyorsa, o kimse bütün iyiliklerden ve güzelliklerden mahrum kalmıştır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İnsanlara karşı anlayışlı davranan, onlarla iyi geçinen kimse bütün hayırları elde etmiş demektir.

2. Geçimsiz, kaba ve kırıcı kimseler de bütün hayırlardan mahrum kalmış sayılır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 26, 2023, 4:29:19 PM8/26/23
to resulu...@googlegroups.com

Sa’d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh şöyle dedi:

Allah yolunda ok atan Arapların ilki benim. Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’le birlikte harbederdik de, şu bildiğiniz Huble ve Semür ağacı yapraklarından başka yiyeceğimiz olmazdı. Hatta bu ağaç yapraklarını yediğimiz için, tıpkı koyununki gibi birbirine karışmayacak şekilde abdest bozardık.

(Buhârî, Et’ıme 23, Rikak 17; Müslim, Zühd 12-13)

 

Açıklamalar: Sa’d İbni Ebû Vakkâs, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hicretin ilk yılında gönderdiği Ubeyde İbni Hâris komutasındaki seriyyeye katılmıştı. Bu seriyye, Mekke’li müşriklerin kervanına karşı gönderilmiş, iki taraf Râbiğ denilen yerde karşılaşmış, kılıç harbi yapmayarak birbirlerine ok atmışlardı. İşte bu çatışmada ilk oku Sa’d atmıştı. Bu sebeple o İslâm tarihinde düşmana karşı ilk ok atan kişi unvanına sahiptir. 

Hadiste adı geçen Huble ve Semur çölde yetişen iki ağaçtır. Müslümanlar, Mekke’de olduğu gibi Medine’de de özellikle hicretten sonraki ilk yıllarda yiyecek sıkıntısı içinde yaşadılar. O sıralarda hayatlarını sürdürebilmek için yenilmesi âdetten olmayan yiyecekleri, ağaç yapraklarını ve bazı diğer bitkileri yemek zorunda kaldılar. Şu kadar var ki, bütün bu sıkıntılar ve yokluklar, Müslümanları dinlerini yaşamaktan ve yaymaktan alıkoymadığı gibi, her geçen gün daha iyiye ve güzele gitmelerine, daha çok kişinin İslâm dinini tercih etmesine de engel olmadı. Kur’ân-ı Kerîm’in yanında Peygamber Efendimiz’in nasihat ve tavsiyeleri, zorluğun peşinden kolaylığın, sıkıntının ve darlığın peşinden rahatlığın ve bolluğun geleceğini müjdelemekteydi. Netice aynen haber verildiği şekilde gerçekleşti ve Müslümanlar yeryüzü hâkimiyetini ellerine geçirdiler. Pek çok ülke İslâm toprağı oldu ve oralardaki insanlar kendi istekleriyle Müslümanlığı kabul ettiler. Her renk ve her ırktan insana dinî tebliğ ulaştırıldığı gibi yeryüzünün bütün nimetlerine de Müslümanlar sahip oldular. Geçmişteki sıkıntılı günler onların hafızasından silinmedi ve kavuştukları nimetler kendilerini gurur ve kibire sevketmedi. Sahip oldukları nimetlere şükrettikleri müddetçe devletleri sürekli oldu. Bu niteliklerini kaybettiklerinde ise, hem güç ve kuvvetlerini hem de devletlerini kaybettiler. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. İnsanın başına gelen musibetleri ve çektiği sıkıntıları, şikayet niteliği taşımadıkça anması, hatırlaması yasaklanmamıştır.

2. Sahâbîler bütün sıkıntı ve musibetlere sabretmek suretiyle zafere ulaşmışlar ve yeryüzünün müslümanların hâkimiyetine girmesini sağlamışlardır.

3. Sahâbe-i kirâm, Allah yolunda her türlü sıkıntıya katlanmayı göze almışlar, zühd, kanaat ve sabrın en güzel örneklerini sergilemişlerdir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 28, 2023, 2:45:23 AM8/28/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Hiçbiriniz ölmeyi istemesin. Zira ölmeyi isteyen kimse eğer iyi biriyse, belki daha çok hayır ve iyilik yapar. Şayet kötü biriyse, olabilir ki, tövbe edip Allah’ın rızâsını kazanmaya çalışır.”

(Buhârî, Temennî 6; Müslim, Zikir 10)

 

Açıklama: Dünyaya hiç kimse kendi isteğiyle gelmedi. Yaşamakta olduğumuz hayatı arzu edip etmeyeceğimiz de bize sorulmadı. Hem içinde yaşadığımız kâinat hem de bizim için çizilen kader planı aynen uygulanmaktadır. Hiç kimse bu planı değiştirme, arzu ettiği planı uygulama imkânına sahip değildir.

Şu halde hem bizi hem kâinatı yaratan ve işlerimize çeki düzen veren yüce bir kudret var. O kudret, varlığını kabul etmemizi, başımıza gelen her şeyi kendisinden bilmemizi ve halimizden hoşnut olmamızı istemektedir. Başımıza gelen sıkıntılara katlanmayıp ölümü istemek, kaderimizi çizene itiraz etmek anlamına gelir. Her şeyi bu kadar mükemmel yaratıp yürüten Cenâb-ı Hakk’ın bizim sıkıntımızdan habersiz olması mümkün müdür? Elbette hayır. Böyle bir şeyi düşünmek bile mümkün değildir. Öyleyse bizim Rabbimiz, başımıza gelen sıkıntıları bilerek vermekte, o sıkıntılara katlanmamızda bizim için hayır görmektedir. Sabrettiğimiz takdirde, bize hadsiz hesapsız mükâfatlar vereceğini Kur’ân-ı Kerîm’inde belirtmektedir.

Dertli ve çileli de olsa, uzun bir ömür sürmek kulun lehinedir. “Ne yapayım, Allah’dan geldi” diyerek başa gelen sıkıntılara katlanan, öte yandan ibadet ve tââtını elinden geldiği kadar yapmaya çalışan bir kimse Allah’ın rızâsını kazanabilir. Çünkü hayat bir fırsattır. Öldükten sonra tekrar dünyaya gelmek, eksik bıraktıklarını tamamlamak mümkün değildir. İyi bir insan için hal böyledir.

Kötü yolda olan, günah ve isyan batağına dalan kimselere gelince, yaşadıkları sürece o şahısların kendilerine gelmeleri, içinde yaşadıkları çirkinliği anlayıp güzel bir hayata dönmeleri dâima mümkündür. Nitekim hatasını anlayıp yaptıklarına pişman olan kimseler az değildir.

Peygamber Efendimiz’in bir sohbeti sırasında, cennetle müjdelenen sahâbîlerden Sa’d İbni Ebû Vakkâs çok duygulanmış ve:

- Âh, keşke şimdi ölmüş olsaydım! diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.

O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sevgili arkadaşını şöyle uyarmıştı:

- “Sa’d! Eğer cennetlik isen, hayatının uzun ve yaptıklarının iyi olması senin için daha hayırlıdır” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, V, 267).

Efendimiz’in bu uyarısı, uzun bir ömrün mü’mine verilmiş iyi bir fırsat olduğunu göstermektedir.

Zamanın iyice kötüye gittiği, fenalıklara engel olma imkânı kalmadığı zaman ölümü istemekte bir sakınca yoktur. Çünkü bu durumda kul kadere isyan etmemekte, tam aksine, zaman seline kapılarak günah batağına düşmekten korktuğunu göstermektedir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 29, 2023, 2:47:05 AM8/29/23
to resulu...@googlegroups.com

Câbir  radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Beş vakit namaz, herhangi birinizin kapısı önünden gürül gürül akan ve içinde günde beş defa yıkandığı ırmağa benzer.”

(Müslim, Mesâcid 284)

 

Açıklama:  İnsanın vücudunda veya elbisesinde bulunan kirler ve pislikler, nasıl  yıkanmak  ve yıkamakla temizlenirse, mânevî kirlerin temizlenmesi de her gün kılınan beş vakit namazla mümkün olmaktadır. Hadisimiz,  işte bu gerçeği bize çok canlı bir benzetme ile müjdelemektedir. Beş vakit namazın, kapının önünden  gürül gürül akan ve içinde günde beş defa yıkanılan bir ırmağa benzetilmesi, hem kolay ulaşılır bir arınma imkânı bulunduğunu hem de  en iyi şekilde temizlenmenin mümkün olduğunu anlatmaktadır.

Yirmi dört saatlik bir zaman dilimi içinde yani gecesi gündüzüyle bir günde, bilerek veya bilmeyerek işlenecek hata ve günahları, bu süre içinde kılınacak beş vakit namaz vasıtasıyla temizleme imkân ve şansı her müslüman için mevcuttur. Bu, her namazın, bir önceki namazdan itibaren işlenecek günahlara keffâret olduğunu göstermektedir. Hadisimizde büyük günah küçük günah ayırımı bulunmamaktadır. Ancak başka bir hadîs-i şerîfte (bk. 132. hadis) “Büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde beş vakit namaz, bu namazlar arasındaki günahlara keffârettir” buyurulmaktadır. 

Günde beş vakit kıldığı namazlarla, bir gün içindeki hatalarından temizlenme imkânı bulmuş ve bunun şuuruna ermiş müslümanın, büyük günah işlememek konusunda da oldukça ileri derecede bir irâde eğitimi aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Küçük günahların birikmesiyle oluşacak büyük günah yığınlarından kurtulmuş olmak az nimet midir? O halde dinin direği olan beş vakit namaz, hem kulluğun her gün yaşanmasına hem de insanın günahlardan temizlenmesine vasıtadır. Böyle bir imkânı kullananlar, elbette  ümit (recâ)  içinde olmayı haketmişlerdir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Beş vakit namaz, günde beş kez günahlardan arınma imkânıdır.

2. Namazlı-niyazlı müslüman olmak, Allah’ın rahmetine kavuşma ümidi beslemek için yeter bir sebeptir.

3. Günde beş vakit namaz kılmak, maddeten ve mânen “temiz müslüman olmak” demektir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 30, 2023, 3:54:16 AM8/30/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Vaktiyle kendini beğenmiş bir adam güzel elbisesini giymiş, saçını taramış, çalım satarak yürüyordu. Allah Teâlâ  onu yerin dibine geçiriverdi. O şahıs kıyamete kadar debelenerek yerin dibini boylamaya devam edecektir.”

(Buhârî, Enbiyâ 54, Libâs 5; Müslim, Libâs 49, 50)

 

Açıklamalar: Demek ki Allah Teâlâ’nın kibirlenenlere verdiği başlıca cezalardan biri, o kimseleri bağırta çağırta, debelene debelene yerin dibine batırmaktır. Dünyada başı yerde olmayanlar, başaşağı yerin dibine girmeyi hak etmiş kimselerdir. Halbuki kula yakışan, kulluğunu bilmek, mütevâzı olmaktır. Acaba hadisimiz güzel elbise giymeyi kibir alâmeti olarak mı kabul ediyor? Hayır. Varlıklı olan kimsenin güzel ve pahalı elbiseler giymesi yasaklanmamıştır. Dinimiz güzel giyime karşı değildir. Hatta Peygamber Efendimiz, “Allah Teâlâ’nın, kuluna verdiği nimeti onun üstünde görmekten memnun olacağını” ifade buyurmuştur (Tirmizî, Edeb 54). Hadiste Resûl-i Ekrem Efendimiz’in “Allah güzeldir. Güzeli sever” buyurmak suretiyle güzel giyimi teşvik eder. Giydiği güzel şeyleri, kendisine verilen nimete şükür niyetiyle giyen, bununla beraber kendisi gibi giyinip kuşanamayanları küçümsemeyen kimse, giyim kuşam sınırlamasına tabi değildir. Bu konudaki hadislerde yasaklanan şey, kul olduğunu unutarak giyim kuşamıyla gururlanmak, kendisini başkalarından üstün görmektir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Kibirlenmek İslâm ahlâkına uymayan çirkin bir davranıştır.

2. Allah Teâlâ kibirlenenlere merhamet etmeyeceği için onları korkunç şekillerde cezalandırır.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Aug 31, 2023, 4:23:43 AM8/31/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Mü’minlerin iman bakımından en mükemmeli,
huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.”

(Tirmizî, Radâ’ 11)

 

Açıklamalar: İlâhî emir ve yasakların hedefi, insanı mükemmel bir ahlâk sahibi yapmaktır. Allah’ın buyruklarına en fazla sarılan kimsenin en iyi ve en mükemmel mü’min olduğunda şüphe yoktur. İman, hayata güzel ahlâk halinde yansır. İşte bu noktadan hareketle Peygamber Efendimiz, imanı en sağlam müslümanın, ahlâkı en üstün insan olacağını söylemiş, iyi huylu olmayan kimsenin imanında mutlaka bir noksanlık bulunacağını belirtmiştir. İnsanlarla iyi geçinen, kendisiyle de iyi geçinilen, herkese güler yüzlü davranan, herkesin iyiliğini isteyen, kimseyi kırmamaya çalışan şahıslar şüphesiz iyi huylu insanlardır.

Mükemmel imanın ölçüsü iyi huy olduğu gibi, hayırlı olmanın ölçüsü de kadınlara iyi davranmaktır. Hayırlı bir insan aile fertlerine iyi davranır, onları sever, onlarla ilgilenir, hatalarını görmezden gelir, ihtiyaçlarını en iyi şekilde temin etmeye çalışır. Aile fertlerine beslediği iyi niyet ve içten davranış sebebiyle onlar üzerinde öyle bir tesir bırakır ki, aile fertleri kendisini dünyanın en iyi insanı kabul ederler.

Hanımlarına en iyi davranan aile reisi, şüphesiz dünyanın en hayırlı insanı olan Peygamber Efendimiz’dir. Hayırlı bir insan, ailesiyle iyi geçim hususunda Peygamber Efendimiz’i örnek alır ve tıpkı onun gibi:

* Hanımına duyduğu sevgiyi zaman zaman dile getirir ve ileride onun için tasarladığı güzel şeylerden söz eder.

* Tatlı bir sohbet için çeşitli vesileler bulur; gördüğü, duyduğu, okuduğu faydalı bilgileri hanımına anlatır.

* Zaman zaman şakalar yapar; güler, güldürür; evin içinde samimi bir hava meydana getirir.

Peygamber Efendimiz hayatının muhtelif dönemlerinde Hz. Âişe ile koşular yapmıştır. Bu yarışlarda ilk zamanlar Efendimiz’i geçen Âişe annemiz, daha sonraları kilo aldığı için Efendimiz onu geçmiş ve sevgili eşine “Bu o yarışın karşılığıdır” diye şaka yapmıştır (Ebû Dâvûd, Cihâd 61).

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Mü’min bütün insanlara, özellikle aile fertlerine iyi davranır. Onların iyiliklerini ister, hatalarını görmezden gelir.

2. Hayırlı olmanın ölçüsü, eşine iyi davranmaktır. Eşine iyi davranmayan kimsede hayır yoktur.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Sep 1, 2023, 12:24:16 PM9/1/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Sadaka vermekle mal eksilmez.
Allah Teâlâ affeden kulunun değerini artırır.
Allah rızâsı için alçak gönüllü olanı Allah yüceltir.”

(Müslim, Birr 69)

 

Açıklamalar: Hadisimizde üç ahlâk esasına temas edilmektedir.

Birinci esas sadaka vermekle ilgilidir. Bütün cimrilerin elini kolunu bağlayan, başkasına yardım edince servetinin azalacağı korkusudur. Peygamber Efendimiz bu düşüncenin yanlış olduğunu vurgulayarak sadaka vermekle malın eksilmeyeceğini belirtmektedir. Sadaka vermekle malın nasıl eksilmeyeceğini bizzat Allah Teâlâ açıklamakta ve kendi rızâsı için harcanan malın yerine yenisini koyacağını va’detmektedir (Sebe, 34/39). Bir hadiste, ilgili meleğin, her Allah’ın günü, “Allahım! Verene yenisini ver!” diye dua ettiği, başka bir hadiste Allah Teâlâ’nın “Âdem oğlu! Ver ki, sana da verilsin!” buyurduğunu görüyoruz. Bütün bunlardan şunu öğreniyoruz ki, Cenâb-ı Mevlâ, eli açık kulunun malını bereketlendirmekte, eksiğini kapatmakta, harcananın yerine yenisini vermektedir. Sadaka vermekle malın eksilmeyeceğini böyle anlamak mümkün olduğu gibi, Allah için verilen mala karşılık Cenâb-ı Hakk’ın sevap vereceğini düşünmek de mümkündür. Bu anlayışa göre, maddî yönden malı azalan kimse mânevî yönden sevap kazanmak suretiyle hayırlı bir alış veriş yapmış olmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hayırlı alış verişe temas edilmekte, Allah Teâlâ’nın kullarına cenneti vereceği, buna karşılık onlardan canlarını ve mallarını alacağı belirtilmektedir (Tevbe, 9/111).

Hadisimizdeki ikinci ahlâk esası, affedip suç bağışlamakla ilgilidir. Kullarını çok seven Allah Teâlâ, onlardan birini affeden, hatasını görmezden gelen kimsenin değerini, diğer kullarının yanında yükseltir. Gönüllerin dizgini onun elinde olduğu ve gönüllere dilediği gibi hükmettiği için, affeden ve suç bağışlayan kimseyi diğer kullarına sevdirip saydırır. Allah Teâlâ’nın insanın değerini yükseltmesinin bir şekli de, kulunu cennetine alması, cennet nimetlerini ona sunması ve böylece kendisine değer verdiğini göstermesidir.

Buradaki üçüncü ahlâk esası ise, Allah rızâsı için alçak gönüllü olanı Cenâb-ı Mevlâ’nın yücelteceğidir. Bir mü’min, sadece iyi bir mü’mine karşı alçak gönüllü davranacaktır. Buna karşılık kibirli, kendini beğenmiş, burnundan kıl aldırmayan, insanlara yukarıdan bakan ve onlara haksız davranan kimselere aslâ tevâzu göstermeyecektir. Böyle kimseler ile gönlünü dünyaya kaptıran, her şeyi parayla ölçen kimselere tevâzu göstermeye kalkmak, İslâm’ın izzetinden fedakârlık yapmaktır ki, buna kimsenin hakkı yoktur. Tevâzu menfaatperestlik değildir. Tevâzu korkaklık hiç değildir. Tevâzu hak karşısında boynu kıldan ince olmaktır. Hakkına razı olmaktır. Mü’min ancak saygıyı haketmiş bir büyüğünün önünde Allah rızâsı için eğilir. Tevâzu gösterirken aklından hiçbir çıkar geçmez. İşte böyle olan kulunu Allah Teâlâ hem insanlar yanında yükseltir hem de cennetini ve cemâlini ikrâm ederek onu melekleri katında değerli kılar.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Sadaka malı eksiltmez.

2. İnsanları bağışlayan kimsenin değerini Allah Teâlâ artırır.

3. Allah rızâsı için tevâzu gösteren kimse, Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla insanların yanında değerli ve itibarlı bir mü’min olur.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Sep 2, 2023, 5:13:14 AM9/2/23
to resulu...@googlegroups.com

Ubeydullah İbni Mihsan el-Ensârî el-Hatmî (ra)'dan rivayet edildiğine göre,


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Sizden hanginiz canı ve malı emniyet içinde, vücudu sıhhat ve afiyette, günlük azığı da yanında olduğu halde sabahlarsa, sanki bütün dünya kendisine verilmiş gibidir.”   

(Tirmizî, Zühd 34)
 

 

Açıklamalar: Bir insan için vazgeçilmez olan en önemli şeyler bu hadiste sayılanlardır. Başka her ihtiyaç bunlardan sonra gelir. Emniyet içinde olmak, en başta canın, malın, ırz ve namusun, meskenin güven içinde olmasını kapsar. Bu emniyet, öncelikle düşmandan, dıştan gelecek her türlü tehditten, korku ve endişeden emin olmakla sağlanabilir. Bundan sonra, Allah’ın azâbına sebep olacak davranışlardan, dinin işlenilmesini yasakladığı şeylerden uzak durmakla kişi kendisini emniyet içinde hisseder. Bu sebeple, bir Arap atasözünde: “Leyse’l-îd limen lebise’l-cedîd, inneme’l-îd limen emine’l-vaîd: Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allah’ın azâbından emin olanadır” denilmiştir.

Bir insanın her türlü maddî ve manevî hastalıklardan sâlim olması, kıymeti dünyalık değerlerle ölçülemeyecek kadar büyük bir nimettir. Çünkü her türlü faaliyet, Allah’a ibadet, din ve dünya işlerinin yolunda gitmesi, sağlık ve sıhhat içinde olmakla mümkündür. Vücudumuzdaki küçücük bir hastalık bile bizi bir çok işleri yapmaktan alıkoyar. Ne yazıkki çok kere insanoğlu sağlığın ve sıhhatin kıymetini hastalanınca veya bunları kaybedince anlar. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz, ümmetini bir çok defalar özellikle sıhhat nimetinin kıymetini bilme konusunda uyarmışlardır.

Bir günlük azığa sahip olmak, insanı belli bir huzura kavuşturur ve yarınını düşünmeye imkân bulmasına vesile olur. Kanaatkâr bir kimse kendisini bugüne kavuşturan ve rızkını ihsan eden Allah’ın, yarına ulaştırdığı takdirde de rızkını ihsan edeceği inancı içinde yaşar. Bugün çevremizde böyle insanları görme imkânına sahip olmayışımız veya çok az görmemiz bizi yanlış yönelişlere sevketmemelidir. Böyle düşünmemiz, yarınlarımız için çalışmamıza, hayatımızı disiplin altına almamıza, birtakım tedbirlere baş vurmamıza engel teşkil etmez. Tam aksine bu sayılanları yapmak bizim kulluk vazifelerimiz arasındadır. Fakat bütün sebeplere yapıştığımız, tedbirlere başvurduğumuz halde istediğimiz ve beklediğimiz sonucu elde etme imkânına kavuşamayabiliriz. İşte o zaman üzerimize düşen vazife, günlük geçimimizi bize ihsan eden Allah’a hamd ve şükrümüzü eksiksiz yerine getirip, sanki dünya bize verilmiş gibi bir tevekküle sahip olmaktır.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Emniyet içinde olmak, maddî ve mânevî hastalıklara yakalanmamak ve bir günlük rızka sahip olmak dünyada bir insana Allah’ın bağışladığı en büyük hayırdır.

2. Kişi Allah’tan gelen her türlü sıkıntıya sabretmeyi, her nimete hamd ve şükretmeyi üzerine bir vazife bilmelidir.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Sep 4, 2023, 4:10:46 PM9/4/23
to resulu...@googlegroups.com

Nu’mân İbni Beşîr radıyallahu anhümâ'dan rivayetle
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır.
Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu arâziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbdir.”

(Buhârî, Îmân 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108)

 

Açıklamalar: Beş hadisin İslâm dininin özünü ihtivâ ettiğini söyleyen âlimler, bu hadîs-i şerîfi o beş hadisten biri kabul etmişler, hatta bazıları bunu İslâm dininin bütün hükümlerini bünyesinde toplayacak kadar geniş mânalı bulmuşlardır.

Peygamber Efendimiz bu hadiste, müslümanların karşısına çıkacak meseleleri üç gurupta toplamaktadır:

Birincisi: Yemek, içmek, yürümek, konuşmak ve evlenmek gibi helâl davranışlar.

İkincisi: İçki içmek, zina etmek, yalan söylemek, iftira etmek gibi haram davranışlar.

Üçüncüsü ise: Şüpheli konulardır. Şüpheli konuların helâl kısmına mı, yoksa haram kısmına mı girdiği ilk bakışta bilinemez. Çünkü din bu konuda bir hüküm getirmemiştir. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz, halkın birçoğunun bunları bilemeyeceğini söylemiştir. İslâm âlimleri bunları bilinen benzeri konulara kıyas ederek yani içtihad yaparak açıklığa kavuşturmuşlardır.

Bir yanında helâller diğer yanında haramlar bulunan şüpheli konuların sınırları kesin çizgilerle ayrılmamıştır. Bu sebeple şüpheli konular bölgesinde dolaşmak tehlikelidir. Bu tehlikeyi Peygamber Efendimiz şöyle dile getirmiştir:

Şüpheli konulara yaklaşmaya cesaret edenler, burasının hassas bölge olduğunu unutarak kesin çizgilerle yasaklanmış bölgelere kadar giderler ve sonunda kendilerini yasak bölgenin içinde buluverirler. İşte o zaman bu kimseler iki bakımdan perişan olurlar: Önce müslümanların arasındaki değerlerini kaybederler; halkın diline düşerek rezil olurlar; namus ve haysiyetlerini yitirirler. İkinci olarak da, Allah’ı gücendirirler ve O’nun rızâsını kaybederler. Peygamber Efendimiz’in “Şüpheli konulardan her kim sakınırsa, dinini ve ırzını korumuş olur” sözüyle anlatmak istediği işte budur.

Şüpheli konular bölgesinde dolaşmayı, sisli bölgede yürümeye benzetebiliriz. Sisli bölgede yürümeye devam edenler, içinde bulundukları anormal şartları zamanla normal görebilirler ve farkında olmadan daha koyu sise ve karanlığa dalabilirler. Diğer bir ifadeyle söyleyecek olursak, mekruhlara alışan ve onları önemsemeyen kimseler, çok geçmeden kendilerini haramın içinde bulabilirler.

Şüpheli konuları, sahâbîlerin iyi bildiği bir misâlle açıklamak isteyen Peygamber Efendimiz, onlara Arap hükümdarlarının korularını hatırlattı. Arap hükümdarları kendi hayvanlarının otladığı özel koruya başkalarını yaklaştırmazlardı. Yaklaşmaya cesaret edenlere ağır cezalar verirlerdi. Bunu belirttikten sonra Efendimiz Allah’ın da bir yasak arâzisi yâni haramları olduğunu, o yasak arâziye girenlerin Allah’a karşı gelmiş sayılacaklarını söyledi.

Bu üç farklı bölgeyi, yâni dolaşılması helâl, şüpheli ve yasak arâziyi insana kalbinin göstereceğini belirten Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, kalbin sağlığını korumanın çok önemli olduğunu anlatmaktadır. Hadisimizin baş tarafı ile son tarafında böyle bir ilgi vardır. Efendimiz demek istiyor ki, kalbin sağlığını koruyabilmek için onu helâl lokma ile beslemek şarttır. Kalbin iyi ile kötüyü, şüpheli ile yasağı ayırt edebilmesi buna bağlıdır. Haram lokma ile beslenen kalb, zamanla saflığını yitirerek bulanır, hatta bir zaman sonra kararmaya başlar. Bu hal kalbin hastalandığını ve ayırıcı özelliğini yitirdiğini gösterir.

Bir defasında Peygamber aleyhisselâm kalbin nasıl hastalandığını anlattı. Yapılan her bir günahın kalbin üzerinde siyah bir nokta meydana getirdiğini, noktalar çoğaldığı zaman kalbin siyah bir hal aldığını ve artık iyi ile kötüyü birbirinden ayırma görevini yapamadığını söyledi.

Kalbin sağlığını korumak veya hastalanmış bir kalbi iyileştirmek için yapılması gerekeni, onu icad edip yaratan bildirmiş ve: “Unutmayın ki, kalbler, Allah’ı anarak huzura kavuşur” buyurmuştur (Ra’d, 13 / 28). Allah Teâlâ’nın yapmamızı istediği her ibadet, kalbin sağlığını korumak için emredilmiştir. Allah adıyla dirilip can bulan bir kalb, vücut ülkesinin yegâne sultanı olduğu için, emri altındaki bütün varlıklara, yani ellere, ayaklara, dillere, dudaklara, gözlere, kulaklara isabetli emirler verir; başarılı bir hükümdâr olur.

Peygamber Efendimiz’in küçücük et parçası diye anlattığı kalb, acaba göğsümüzde çırpınıp duran et parçası mı, yoksa davranışlarımıza yön veren akıl mıdır? Öyle anlaşılıyor ki, davranışlarımıza yön veren şey, o çırpınan kalb sayesinde varlığını koruyan akıldır. Kalbin iyiliği sözüyle anlatılan da, sağlam bir anlayış ve mükemmel bir düşüncedir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Helâl lokma yemeli, haramlardan sakınmalıdır.

2. İnsanı farkına varmadan harama yaklaştıran şüpheli konulardan uzak durmalıdır.

3. İyi ile kötüyü ayırt etmeye yarayan kalbin sağlığını korumalıdır.

4. Şüpheli konulardan sakınmayıp haram batağına düşenler, hem Allah hem de insanlar yanındaki değerlerini yitirirler.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Resulullah.org

unread,
Sep 6, 2023, 2:53:41 PM9/6/23
to resulu...@googlegroups.com

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,
Resûlullah  sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah’ım! Muhammed ailesinin rızkını kendilerine yetecek kadar ihsân eyle.”

(Buhârî, Rikak 17; Müslim, Zühd 18, 19)

 

Açıklamalar: Dua, içinde hakikat kırıntısı bulunan her dinin vazgeçilmez esaslarından biridir. İslâm dini, duaya büyük bir önem verir. Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş peygamberlerin ve sâlih kimselerin yaptığı dualardan bir çoğunu bize hatırlatır ve öğretir. Peygamberimiz de bize çeşitli konularda, hayatın farklı alanlarında, farklı durumlarda, farklı zamanlarda yapmamız gereken pek çok dua öğretmiştir. 

Peygamberimiz’in dualarından biri de, Allah’tan, Muhammed ailesine yeterli rızık vermesi niyâzıydı. Yeterli rızıktan maksat, insanın bedenini canlı tutacak ve hayatta kalmasını sağlayacak, başkasına muhtaç olmayacak miktardır. Bu miktarın kişiden kişiye, zamana ve zemine göre değişeceği gerçeğini kabul etmek gerekir. Çünkü genç ile yaşlının, çalışanla çalışmayanın, zayıfla şişmanın yeterli sayılacak rızıkları arasında fark vardır. Bazı insanlar vardır ki, günde bir kaç defa yemek yeme ihtiyacı duyar; bir kısım insan günde sadece bir defa yemekle yetinir; bazıları ise nefsini çok iyi terbiye etmiş olur da, bir kaç günde sadece bir defa yemek ihtiyacı hissedebilir. Peygamberimiz’in dualarındaki gibi bir temenni, hem zenginliğin başa getireceği felâketlerden hem de fakirliğin doğuracağı musibetlerden korunma duygusunu ihtivâ eder. Netice itibariyle herkes, kendi aile efradına yeterli olacak ölçüde rızık ihsan etmesi için Allah’a dua edebilir, böyle dua etmenin bir sakıncası olmadığını Peygamberimiz’in bu hadislerinden öğrenmiş bulunmaktayız. Âl-i Muhammed kavramı, öncelikle kendilerine zekât verilmesi haram olan, nesep itibariyle Peygamber’e en yakın kimseleri, ikinci olarak da dinî bakımdan Hz.Muhammed’e tâbi olan herkesi, Hulefâ-yi Râşidîn, ashap ve daha sonra gelen bütün müslümanları kapsar. 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Allah’a dua etmek insan için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bütün peygamberler ümmetlerine Allah’a dua etmeyi öğretmiştir.

2. İnsanın, kendisi ve aile çevresinin rızkını yeterli kılması için Allah’a dua etmesi câizdir. 

3. Bir kimsenin Allah’tan yeterli miktarda rızık talebinde bulunması, zenginliğin sebep olacağı felâketlerden ve fakirliğin doğuracağı musibetlerden korunmayı talep anlamına gelir.

4. Bütün bu söylenenler, helâl yoldan zengin olmaya engel teşkil etmez. Çünkü sahâbîler arasında pek çok zenginlerin bulunduğunu, Peygamberimiz’in de onları methettiğini biliyoruz.

(Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük)

    




Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages