Arşiv'den "MÖBİUS Şeridi"nde, "BUGÜN'ÜN HİKAYE'Sİ" ve/veya Veba'dan kurtulmak için bütün evi alevler içinde bırakmaya gerek var mı?!

373 views
Skip to first unread message

Hayrullah Mahmud ÖzgürTÜRK

unread,
Aug 23, 2020, 5:31:13 AM8/23/20
to oybi...@googlegroups.com
Arşiv'den "MÖBİUS Şeridi"nde, "BUGÜN'ÜN HİKAYE'Sİ" ve/veya Veba'dan kurtulmak için bütün evi alevler içinde bırakmaya gerek var mı?!

DURUM ANALİZ
Arşiv'den, SABAH'ın arşiv'inden, 3 Kasım 2002'den / 3 Kasım 2020'ye bugün'ün hikayesi:
 
Enstantane x:
HM: Pangalos'u kandırmışlar

Yunanistan'ın eski Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos, ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın kendisine şunları söylediğini iddia ediyor:
"Türkiye ile Yunanistan'dan birini yok etmek zorunda kalsam, Türkiye'yi seçerdim!"
http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/24/editor.html

(...)
Enstantane x:
HM: Paşa'nın eksik sözü
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cumhur Asparuk, Cebeci Şehitliği'ni gezerken şunları söyledi; "Alıp getireceksin bu şehitliğe Avrupa Birliği elemanlarını, göstereceksin!"
Bence doğru cümle şöyle olmalıydı:
"Alıp getireceksin AB elemanlarını. Bu şehitliğin mimarı Apo'yu İmralı'da nasıl ağırladığımızı, başına bir şey gelmesin diye üzerine nasıl titrediğimizi göstereceksin!"
26.03.2002
http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/26/editor.html

(...)
Enstantane x:
HM: Üniversiteli Fahişeler!

ABD'de diş hekimliği yapmış bir arkadaşım aradı... İzmir'de üniversite öğrencisi genç kızların bedenlerini 50 milyona sattıklarını anlattı.
 Sebep de ailelerinin ceplerine koydukları kredi kartlarının ekstrelerini ödeyememeleri...
Hepimizin evladı var! Kim kızının bu yola düşmesini ister... Onca yıl dişinden tırnağından artır, çocuğunu okut, sonra daha fazla tüketmek için fahişelik yaptığını öğren...
Türk halkı çok tüketmek istiyor.. Evet ama öncelikle çok çalışması, üretmesi şart!
Fakat Türkiye üretmiyor... Üretemiyor!
Ecevit, dürüst olduğu için Başbakan oldu...
Dürüst olduğu için Sezer'i Cumhurbaşkanı yaptı... Temizel de dürüst olduğu için mali piyasaların canını okudu...
Tantan da dürüst bir polis müdürü olarak, yakaladığı adamı içeri attı... Oysa... Piyasalara birazcık güven verseler, IMF'den istenilenin 10 misli ülkeye gelecek...
Ve son olarak...
2001 yılının son günleriydi... Beyoğlu'nda Can Kıraç'la rastlaştık... Sarıldık, öpüştük... Gözlerimin içine bakıp "Yurt dışına gidiyorum, ülke sana emanet" dedi...
Onun için ben, binbir emekle yetiştirdiğimiz çocuklarımız, Ruslar, Romenler gibi fahişe olmasın istiyorum. Dürüst ama işgören yönetici şart!
28.03.2002
http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/28/editor.html

(...)
Enstantane x:
HM: Çağın ruhu

ABD'nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Richard Holbrooke, Balkanlar ve Kıbrıs'taki sorunları çözmek için yürüttüğü mekik diplomasi sırasında şöylesi bir deyim kullanır:
"Dünyanın bu bölgesindeki herkes, bana tarihin ne kadar önemli olduğundan bahsediyor!"
Holbrooke'un "Bu bölge" diye işaret ettiği coğrafyanın tamamı, zamanında neredeyse Osmanlı topraklarıydı...
Bu coğrafyada tarih önemlidir...
Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu döneminde bu insanlar barış içinde, birarada yaşayabiliyorlardı...
Şimdi, bu topraklarda yeniden savaş rüzgarları esiyor...
MUTLU AZINLIK
Oysa...
Türkiye insanı, demokrasinin mutlu azınlıkları arasında...
183 ülkeden sadece beşte biri "Hürriyetçi, demokratik, parlamenter rejimle" yönetiliyor.
Avrupa'da "demokrasi"nin son durağı Türkiye...
Bizden sonra, Pasifik Okyanusu'na kadar uzanan kuşakta İsrail...
Kendine özgü demokrasisi ile Hindistan var.
Ayrıca Pasifik Okyanusu'nda Japon adaları...
Komşularımız...
Sadece Yunanistan, "Hürriyetçi, demokratik, parlamenter demokrasi" ile yönetiliyor. Diğerleri, "sol" ya da "sağ" otoriter rejim ile yönetilmekte.
Bu bakımdan bulunduğumuz coğrafyayı iyi tanımamız gerekiyor.
Zaten, üzerinde bulunduğumuz topraklar, jeopolitik konum ve mevcut potansiyelimiz bizi, çağın ve uluslararası konjonktürün dışında bırakmıyor.
Böyle bir şansı mümkün kılmıyor...
Biz bunu istemesek de dünya rahat bırakmıyor...
Osmanlı İmparatorluğu da, Türkiye Cumhuriyeti de, onca söylenenlere, dümeni ters yöne çevirmek isteyenlerin çabalarına rağmen, dünya konjonktürüne paralel bir gelişme çizgisi izlemiştir...
ZAMAN TÜNELİ
Bu anlamda zaman tünelinden birkaç enstantane...
1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı, Nizip yenilgisinden sonra, Mehmet Ali Paşa'nın yarattığı "Mısır tehlikesi"ne karşı Avrupa'nın desteğini kazanmak için ortaya konmuştu.
1856 yılındaki Islahat Fermanı da, Paris Antlaşması ile Kırım Savaşı sonrasında, Avrupalı müttefiklerin Osmanlılar'dan beklentilerini karşılamak için ilan edilmişti.
1876 yılında ilan edilen Birinci Meşrutiyet ise Berlin Konferansı sonunda, Osmanlı'nın varlığını koruması için İstanbul'a verilen "Andraşi Noktası"nın şartlarını yerine getirmek amacıyla ilan edilmişti.
1930 yılında Serbest Fırka'nın kurulmasıyla, Cumhuriyet tarihinin, ilk çok partili hayata geçiş denemesi gerçekleştirilmiş oluyordu.
Bunun sebebi de 1929 yılındaki büyük ekonomik krizin, Avrupa'ya ve Türkiye'ye büyük bir işsizlik ve durgunluk getirmiş olmasıydı.
Halka nefes alabilecek yeni bir delik açabilmek amacıyla deneniyordu. 1946 yılında kurulan Demokrat Parti de bunun bir başka örneğidir.
Türkiye, Sovyetler tarafından tehdit edilince, Amerika ve İngiltere gibi demokrasi ile yönetilen ülkelerden destek alabilmek amacıyla, Demokrat Parti'nin kuruluşuna izin verilmişti.
Yani bir bakıma çok partili demokrasiye, İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerinin baskısı ile geçiyorduk...
Afganistan'ı Sovyetler'in işgal etmesi sonucu ve İran'a Humeyni'nin gelmesinin ardından oluşan yeni çizgi Türkiye'de 12 Eylül restorasyonu şeklinde kendini gösteriyordu.
Bu bakımdan, tüm yaşadığımız olumsuzluklar bir yana, bölgenin yıldızı parlayan tek ülkesiyiz...
MODEL ÜLKE
Nitekim...
Jeopolitik ve sosyo-ekonomik tüm engellere rağmen, demokrasiyi 1946'lardan bu yana ağır-aksak da olsa yaşatabilmişiz.
Bu bölgede ne eski Sovyetler veya Bulgaristan gibi bir halk demokrasisi olmuşuz... Ne İran gibi şeriatçı bir modele bağlanmışız... Ne de Irak ve Suriye gibi Baasçı, Ortadoğu "totaliter modeli"ne sempatiyle bakmışız...
Sanki...
İngiltere'nin ve Fransa'nın komşusuymuşuz gibi yıllarca yaşamışız...
Hızlı bir dönüşüm rüzgarını arkamıza alıp, bir anda 1930'lardan beri gelen içe kapalı himayeci ve merkeziyetçi ekonomik modeli değiştirivermişiz...
Türkiye, artık 1980'lerden bu yana, ihracata dönük, parası konvertibl bir dünya ülkesi...
Özal'ın estirdiği değişim rüzgarı ile ülkemizin altyapısını tamamlamışız...
Eskiden eğitilmiş kadro sorunumuz varken...
Bugün dünyanın her ülkesinde iş yapabilecek bir kadroya sahibiz...
Tarımda, sanayide, turizmde ve her sektörde büyük atılımlar yaptık. Türkiye, aslında başarılı; ama, yarım kalmış bir değişim öyküsü...
Tüm mesele, yarım kalan o dönüşümü yapabilmekte!
KARAR VERMEK
Turgut Özal, o dönüşümü tamamlamak için Çankaya'dan inmeyi göze almıştı, ama ömrü yetmedi!
Şimdi Türkiye o dönüşümü yapamamanın sancıları içinde kıvranıyor...
Önemli olan bu kararı verebilmemizde!
Güney Kore, Tayvan, Meksika, Şili gibi ülkeler bu kararı hep verdiler.
Gerekli alt ve üstyapı reformlarını tamamladılar.
Karar verip, istediğimiz gün...
Elektrik enerjisi üretimimizi ikiye katlayan Hamitabad ve Ambarlı'yı birer senede devreye sokmadık mı?
1980'de turizm yatak kapasitemiz 60 binken, şimdi 1 milyon yatağa doğru ilerlemiyor muyuz? 1980'de toplam ekspres karayolumuz İstanbul-Gebze arasındaki 40 kilometrelik asfalttan ibaret değil miydi?
İkinci Boğaz Köprüsü'nü bir buçuk sene gibi kısa bir sürede tamamlamadık mı?
Bu bakımdan, sırf Batı istiyor diye değil...
Türkiye'nin çağın ruhunu yakalaması için gerekli dönüşümleri yapması şart!
Nilüfer'in şarkısında olduğu gibi "Yine, yeni, yeniden" deyip, inkıtalara uğrayan değişim rüzgarını yeniden estirmemiz gerekiyor...
12.03.2002
http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/12/editor.html

(...)
Enstantane x:
HM: Sarhoşken, namaz kılma

Kur'an-ı Kerim'de "Şarhoşken, namaz kılma" diye (Nisa Suresi, 43) bir ayet vardır...
Ayetten, Bektaşi'nin dediği gibi "Sarhoşken" kısmını atıp, Kur'an'da "Namaz kılma diyor" derseniz, ayetin aslını bozmuş olursunuz...
MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç 'ın, geçen cuma günü Harp Akademileri Komutanlığı'nca düzenlenen ''Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?'' konulu sempozyumda söylediği sözlerin tartışıldığı gazete sütunlarını okurken, aklıma Bektaşi'nin söylediği bu sözler geldi...
Nitekim...
MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın "Türkiye, milli menfaatlerini ilgilendiren hiçbir konuda, Avrupa Birliği'nden en ufak bir yardım görmüyor. Türkiye'nin, Rusya Federasyonu ve İran'ı da içine alacak şekilde bir arayışın içinde olmasında fayda buluyorum" diye söylediği sözler, Prof. Dr. Erol Manisalı'nın konuşmasının devamı niteliğindeydi...
MGK Genel Sekreteri, "Prof. Dr. Erol Manisalı'nın yaptığı konuşmaya aynen katılıyorum" diyordu...
Ardından da tartışılan o sözlerini temenni niyetine söylüyordu...
Tartışmanın daha sağlıklı bir zemine oturması için, SABAH Yazıişleri'nden yılların deneyimli gazetecisi sevgili Bülent Peker'in uyarılarını dikkate alarak, gözden kaçırılan Manisalı'nın konuşmanın tam metnini bu sütunlara aynen alıyorum:
Prof. Dr. Erol Manisalı anlatıyor:
STRATEJİK GÜÇ
Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin bulunduğu coğrafyaya etkileri
1) Değerlendirmelerde kullanılan varsayımlar: AB'nin Türkiye'nin bulunduğu coğrafyaya etkileri ele alınırken bu coğrafyanın sınırları olarak; Ege ve Balkanlar, Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkasya ve İran ile AB dışı, Karadeniz Bölgesi ele alınmıştır. Bu alan Türkiye ile birlikte Arap Ortadoğusu, İsrail, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Arnavutluk, Makedonya ve Bosna Hersek'i kapsar. AB'nin bu bölge ve ülkelere ''etkileri'' kapsamında da, ''siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel'' etkileri değerlendirilmiştir. Analizler, AB'nin bugün devam eden bütünleşme sürecinin, yarın da aksamayacağına ve sonunda ''Avrupa Birleşik Devletleri'nin federasyon ya da konfederasyon sınırları arasında gerçekleşeceği varsayımına dayandırılmıştır. AB'nin, soğuk savaş sonrası dönemde (orta vadede), ABD merkezli bir dünya düzenine ''karşı koyabilmesi'' (uzun dönemde) de Çin ağırlıklı Asya Platformu karşısında gerilememesi için, AB içindeki bütün sorunlara rağmen, Avrupa Birleşik Devletleri'ni kurma yönünde ilerlemesi, vazgeçilmez bir koşul olarak ortaya çıkmaktadır.
AB bu nedenle, tek ekonomik bütünlük, tek askeri güç ve ortak bir anayasa çatısı altında bütünleşmek zorunda bulunmaktadır. Bunun esas gerekçesi ''dünya üzerinde stratejik bir güç'' olarak, geri kalmama -hatta ilerleme- meselesine dayanmaktadır. Analizlerde kabul ettiğim başka bir varsayım ise ''AB'nin uzun vadede de Türkiye'yi içine tam üye olarak almayacağı (alamayacağı)'' hadisesidir.
AVRUPA ÇIKMAZI
Bu varsayımın gerekçelerini, ''Avrupa Çıkmazı'' adlı kitabımda ayrıntılı olarak ortaya koymuş bulunuyorum. AB için Türkiye'yi içine almasının siyasi, iktisadi ve kültürel bedeli (maliyeti) olağanüstü boyutlardadır.
AB, 1995 Gümrük Birliği belgesi ile Türkiye'den almak istediği her şeyi, hem de sıfır maliyetle elde etmiş bulunmaktadır. AB'nin Türkiye'yi içeri alması durumunda...
a. işgücünün serbest dolaşımı, dolayısıyla Türkiye nüfusunun AB'ye akması...
b. Türkiye'ye ''Zengin üyelerden fakir üyelere yardım fasıllarından'' büyük parasal yardım yapma zorunluluğunda olması...
c. İleride, Türkiye'nin en yüksek nüfusa sahip ülke olarak, AB'yi Almanya ile birlikte yönetir duruma gelmesi gibi AB'yi çok olumsuz etkileyecek bir bedel ödemesi durumuna getirir...
Ayrıca...
AB'nin Müslüman Türkiye'yi alıp Hıristiyan Rusya'yı, Ukrayna'yı, Beyaz Rusya'yı dışarıda bırakması imkânsızdır. Bu ülkeleri ve Türkiye'yi tam üye olarak almış bir Batı Avrupa, kendi refah seviyesini geriletmiş olur. AB zaten Türkiye'yi içine alacak olsa, Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, sözde Ermeni soykırımı, Avrupa Ordusu'na (AGSP) tek yanlı bağlama konularında Türkiye'yi sıkıştırmazdı. Bütün bu konularda Türkiye'nin üzerine gelip dayatmalarda bulunması, Türkiye'yi yarın da almayacağının (alamayacağının) en açık göstergesidir.
İKİNCİ HALKA
2) AB'nin bölgeye yönelik politikaları:
a) AB bu bölgede ''ikinci bir halka'' oluşturmak istemektedir. İçine almadığı ülkeleri, ''kendisine tek taraflı bağımlı hale'' getirmek amacındadır. Türkiye ile yaptığı ''Gümrük Birliği'' Anlaşması bunun bir örneğidir. Şu anda Türkiye, AB'ye tek taraflı bağımlı durumdadır. Türkiye, ''AB'nin dışında olmasına rağmen, AB'nin dış ticaret politikasını uygulamakla yükümlüdür.'' Bu yükümlülükler Türkiye'yi AB'ye, ''yavaş yavaş daha bağımlı'' hale getirmektedir. İş çevreleri, işçi sendikalarının bazıları, bazı kamu kuruluşları, üniversiteler, bazı medya kuruluşları yavaş yavaş AB'nin güdümüne girmektedirler. AB'deki çokuluslu firmaların Türkiye pazarındaki egemenlikleri hızla artmaktadır. Birçok imalat sanayii alanında firmalar el değiştirmiş ve AB firmalarının egemenliği artmıştır. Bankacılık, turizm, ulaştırma, sağlık, eğitim gibi alanlara da hızla girmektedir. Zaman içinde Türkiye'nin, ''tamamen AB'ye tek taraflı bir yapıya sahip duruma getirileceğini'' ve artık ''kemikleşecek'' olan bu yapılanmanın, Türkiye'deki ulusalcı çevreler tarafından hiçbir biçimde değiştirilemeyeceğinin politikası içindeler.
Son 12 yıl içindeki istatistiklere baktığımızda, özellikle 1995'ten itibaren, ivmesi artan bir tek yanlılığın ortaya çıktığını görmekteyiz. Sanayi, ticaret, tarım, turizm, ulaştırma, bankacılık, eğitim, sağlık alanlarındaki istatistikler, ''tam bir netlikle bu acı gerçeği'' ortaya koymaktadır. AB, kendi içine alamayacağı Akdeniz ülkeleri ile (Fas'tan Ürdün'e kadar) MEDA (Akdeniz İktisadi Kalkınma Programı) çerçevesinde ilişkilerini hızla geliştirmeye başlamıştır.
MEDA PLATFORMU
1990- 1991 Körfez bunalımı sonrasında ABD ve İngiltere, Körfez'e askeri olarak yerleşip Arap Ortadoğusu'nu denetimine alınca Akdeniz, ''eski sahipleri'' AB'ye bırakıldı ve MEDA programı ağırlık kazandı. AB, MEDA çerçevesinde Fas'tan Ürdün'e kadar uzanan Arap ülkelerini (ve FKÖ) güneydeki ''ikinci halka'' olarak AB'ye ekonomik olarak ''bağımlı'' kılacak bir politika izlemeye başladı. Son yıllarda Kuzey Afrika ülkeleri ile ''ikili serbest ticaret anlaşmaları'' yaparak, kendisine ekonomik ve ticari yönlerden bağlama politikasını yürütegelmektedir. Bunlar ''aday ülke'' değillerdir. İşin ilginç tarafı, ''aday ülke'' olan Türkiye de MEDA kapsamı içine alınmıştır. AB'den, ''Yunanistan'ın veto ettiği yardımlar'' alınamamakta, buna karşılık MEDA kapsamında, Türkiye'ye ''sembolik'' yardımlar yapılmaktadır. AB bu bağlamda, Akdeniz'i AB'nin bir iç denizi gibi görüp kendi iktisadi, siyasi ve stratejik denetimine yönelik bir politika izlemektedir. Kıbrıs politikasındaki sertlik, tek yanlılık ve AB içine almak için aceleci davranışı, ''ileride Türkiye'yi AB içine almama politikasının'' bir sonucudur. Türkiye'yi yarın içine alacak olsa, Kıbrıs'ta uyuşmazlığın çözümünü zamana yayar, ''Türkiye'nin AB'ye girişi ile eşzamanlı olarak'' kolayca çözebilirdi. AB'nin Türkiye politikası, Ege konusunda da kendini göstermektedir. AB Parlamentosu'nun 15.12.1996 tarihli kararına göre Ege'deki ihtilaflı bölgeler konusunda, ''Türkiye'nin, Yunanistan'ın ve AB'nin Ege'deki haklarını çiğnediğini'' ifade ederek Ege'yi AB'nin bir iç denizi olarak görmekte, Türkiye'nin ileride de AB'ye alınmayacağının bir göstergesi olarak ortaya koymuş bulunmaktadır. Balkanlar'da da AB, Kuzey Afrika örneğine benzer bir politika izlemektedir. Arnavutluk, Bosna-Hersek ve Makedonya ile ''ikinci halka'' ilişkileri planlamaktadır. Slovenya'dan başka, Yugoslavya (yeni) ve Hırvatistan da ileride AB'ye mutlaka alınacaktır.
Romanya ve Bulgaristan konusunda bazı tereddütlerin bulunduğu NIC, (National Intelligence Council- C.I.A.) Global Trend 2015 raporunda (2 Aralık 2000) da yer bulmaktadır. Yine bu rapora göre Türkiye AB'nin içine alınmayacaktır.
KITA AVRUPASI
3) AB'nin Ortadoğu politikası, enerji ve PKK konusu: AB derken İngiltere'yi ayırarak değerlendirmek, ''Kıta Avrupa'sı'' demek daha doğru olur. Körfez Krizi sonrasında ABD ve İngiltere ''stratejik ortaklar'' olarak Ortadoğu'ya yerleşmişlerdir; ayrıca ''İngiliz toprağı sayılan'' Kıbrıs'taki iki İngiliz üssü de ABD tarafından kullanılagelmektedir. AB'nin büyükleri Almanya ve Fransa, Akdeniz'in yanı sıra Ortadoğu ve Kafkaslarda da ABD-İngiltere ikilisini ''dengeleme'' amacına yönelik politikalar izlemektedir. En çarpıcı olanı, bölgedeki Kürtler konusunda, ''ABD-İngiltere ikilisi'' ile ''Almanya-Fransa ikilisi'' arasında süregelen çekişmedir. Bu çekişme, ''Türkiye'ye ödetilerek'' , Türkiye'nin sırtından yürütülmektedir. En azından, izledikleri politikanın sonuçları bu yönde gelişebilmektedir.
1992'den itibaren ABD - İngiltere ikilisi, K. Irak'ta kukla bir Kürt devletinin biçimsel altyapısını, ''tamamen dışardan uygulayarak'' yürütmüşlerdir. Bunu Başbakan Ecevit de kamuoyuna açıklamıştır.
(Aralık 2001, Ocak 2002 çeşitli gazeteler ve T.V. beyanları). Ancak TSK böyle bir kukla devletin ilanını savaş nedeni sayacağını ortaya koymuştur. ABD ve İngiltere'nin K. Irak'ta yürüttükleri politikaya karşılık AB (Kıta Avrupası), PKK'yı AB güdümünde siyasallaştırarak Anadolu'dan, K. Irak'taki Amerikan-İngiliz girişimini ''dengelemek'' istemektedir. ABD ve İngiltere'nin K. Irak kartına karşılık, PKK'yi AB denetiminde, (Kıta Avrupası denetiminde), ''Ortadoğu-Kafkasya hattında kullanabileceği bir maşa, bir köprübaşı olarak'' görmektedir. PKK'nin Kıta Avrupası'nda siyasi destek görmesinin arkasında yatan esas neden budur. Büyük güçlerin bölgedeki ''stratejik paylaşım kavgasında'' kullanabilecekleri araçlardır.
Bir varsayım olarak...
ABD ileride, K. Irak'ta İncirlik düzeyinde üs inşa eder ise Kafkasya ve İç Asya dengelerinde önemli değişmeler olur. Almanya, Fransa gibi ülkeler enerji politikalarında zaafa uğrarlar.
ÖNEMLİ KOZ
4) AB ve Karadeniz Bölgesi: AB, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya'yı aynen Türkiye gibi, içine almadan yoluna devam edecektir. Bu ülkeleri ekonomik, ticari ve mali olarak AB'ye ''bağımlı halde tutmaya'' çalışacaktır. Bu konuda Almanya önemli girişimler içindedir. Almanya ile Rusya doğalgazını, yoğun bir biçimde kullanmaktadırlar. Bu yönü ile Rusya'nın elinde de önemli kozlar bulunmaktadır. İlginç bir biçimde, AB ile ilişkilerinde, ''Türkiye, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya aynı kaderi'' paylaşmaktadırlar. Hepsi de AB içine alınmayacaklar, ''ancak AB tarafında, AB'ye bağımlı ikinci bir halka içinde'' tutulmak isteneceklerdir. Rusya ve Çin'in Asya'daki ülkelerle oluşturmak istediği ''Asya Platformu'' gerçekleşebilirse ''Asya'da önemli bir iktisadi, siyasi ve askeri güç merkezi" ortaya çıkacaktır. Bu durum, ABD'nin olduğu kadar, AB'nin de AB'nin doğu sınırındaki ülkeler ile ilişkilerini önemli ölçüde etkileyecektir.
5)AB'nin Bölge Politikası ve Türkiye: AB, Türkiye'yi ''dışlamayacak'' ancak, daha önce belirttiğim nedenlerden dolayı Avrupa Birleşik Devletleri'nde Türkiye'ye yer vermeyecektir. AB'nin esas amacı, ''Türkiye'yi, aynen Kuzey Afrika ülkelerinde ve Rusya-Ukrayna politikasında olduğu gibi kendi etki (denetim) alanı içinde'' tutma politikası gütmektir. 6 Mart 1995 Belgesi ile başlatılan tek yanlı ticari ve iktisadi bağımlılığı bürokrasiye, eğitime, sivil toplum örgütlerine yayarak Türk siyasetini denetim altında tutmak istemektedir.
ASIL NİYET
Türkiye'nin 1999'da başlatılan adaylık sürecinin, ''Türkiye'nin önüne sürekli engeller konularak oyalanması'' amacı güdülmektedir;
a) Kıbrıs ve Ege'nin AB vasıtasıyla Yunanistan'ın denetimine sokulması için baskı yapılmaktadır.
b) PKK'nin terör örgütü olarak kabul edilmemesi, siyasallaştırılması çabaları, AB ülkelerinden etkili destek sağlanması Türkiye-AB ilişkilerini yarın da olumsuz etkileyecek bir politikadır.
c) Ermeni meselesinde AB, ''Türkiye eğer soykırım yaptığını kabul etmez ise Türkiye-AB ilişkileri gelişemez'' demektedir. Avrupa Ordusu (AGSP) konusunda da Türkiye'yi dışlamaktadır. Bütün bunlar ''şimdilik'' Türkiye'nin önüne konmuş engellemelerdir. Yarın bunlara daha başkaları da eklenebilir. AB'nin bu politikası, ''Türkiye'yi sürekli kapının önünde tutmak, bu arada alabildiği ödünleri almak ve tek yanlı bağımlılığı kemikleştirmek'' biçiminde özetlenebilir.
Sonuç; AB'nin Türkiye'nin içinde bulunduğu bölgeye yönelik politikası, ''yukarıda ortaya konan gelişmelerin ışığında'' Türkiye'nin ulusal politikaları ile birçok konuda çatışma içinde bulunmaktadır. Temel sorun, ''AB'nin Türkiye'yi içine alamayacağı'' hadisesine dayanmaktadır. Türkiye AB ile tek yanlı bağımlılığını sürdürür ise ''Kıbrıs, Ege, PKK, Ermeni ve AGSP konularında, orta ve uzun vadede stratejik ödünler vermek zorunda kalacaktır.'' ABD'nin de, K. Irak, Kıbrıs, Ege, Ermeni konularında, ''Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan'' politikaları bulunduğu için, ''AB ve ABD'yi Türkiye konusunda tamamen karşıt politikalar içinde değerlendiremiyoruz.''
Bu nedenle, aralarında rekabet ve çekişme olsa bile, anılan konularda, ''Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan'' ortak bir zemin üzerinde bulundukları görülmektedir. Türkiye kaçınılmaz olarak, ''AB'nin yakın bölge üzerindeki olumsuz etkilerini telafi edecek dengeleri kurmak zorundadır.'' Bölge ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi ve Asya Platformu ile ''ortak çıkar noktalarının geliştirilmesi'', yeni denge arayışlarında en önemli unsur olacaktır. TSK'nin inisiyatif alarak bu konuda ilerlemeler sağlamasını, yeni denge politikaları arayışlarında olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir."
Bu bakımdan...
MGK Genel Sekreteri Kılınç için Bektaşi'nin yaptığı kurnazlığı yapanların, "Namaz kılma diye fetva veriyor" diyenlerin, ayetin tamamını okuması...
Yani...
"Görüşlerine aynen katılıyorum" dediği Manisalı'nın ne söylediğine bir göz attıktan sonra yorum yapmaları daha doğru olmaz mıydı?
Deveye sormuşlar; "Neren doğru?" diye...
Deve de cevaplamış: "Nerem doğru ki!" diye...
Bizim işler de öyle!
13.03.2002
http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/13/editor.html

(...)
Enstantane x:
HM: Risk ve potansiyel

Milenyumun ilk günleriydi...
İKV'nin cazibeli -çekici- ve cerbezeli -etkili konuşan- başkanı Meral Gezgin Eriş ile Türkiye'nin yakın geleceği üzerine laflıyorduk...
AB'nin PKK terörüne ve irticacı akımlara destek verdiğini söylemem üzerine Eriş, oturduğu koltuktan öne doğru eğildi ve kulaklarımdan gitmeyen şu sözleri söyledi:
"Bu bir şeyi değiştirmez. Türkiye'nin rotası bellidir. Potansiyeliniz varsa, riskiniz de vardır. Zaten bunu göremiyorsanız hiçbir şey yapamazsınız! Türkiye'nin bu coğrafyada yaşadığı bazı sorunlar da potansiyelinden kaynaklanıyor!"
Eriş'in bu sözlerini "ifrat" ve "tefrit" arasına sıkışan AB tartışmaları bağlamında yansıtmayı uygun buldum...
RİSK & POTANSİYEL
Türkiye, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu arasında, Batılı vitrini ile "yüzük taşı" konumunda bulunuyor...
Dünyanın en geniş yer altı zenginliklerine açılıyor...
Finans - kapitalde şöyle bir kaide vardır:
"Paranız var, petrolünüz yoksa bu hiçbir anlam ifade etmez. Yer altı zenginliklerine sahip olmadığınız sürece, para hiçbir şeye yaramaz! Büyük ve güçlü devlet bunlara aynı anda sahip olabilen devlettir."
Girmeye çalıştığımız AB'de bu yer altı zenginlikleri yok.
O yüzden de, yer altı zenginliklerini ele geçirmek, ekonomilerinin balans ayarını bozdurmamak için... Türkiye'nin de bir yönüyle içinde bulunduğu bu coğrafyayı destabilize etmekte bir sakınca görmüyorlar...
Yeni devletler kurup, işlerine gelmeyen iktidarı alaşağı edebiliyorlar...
Türkiye'nin doğusunda, Kürt kökenli Türk vatandaşlarımız değil de...
Lazlar oturuyor olsaydı -bugün belki de- Laz sorunu tartışılıyor olacaktı...
Yani...
Bu coğrafyada bizi Avrupa'nın damında yaşayan İsveç gibi rahat bırakmıyorlarsa... Bunda Eriş'in altını çizdiği "potansiyelimiz"in de büyük bir etkisi var...
BİR PAZAR HİKAYESİ
Bu anlamda birkaç satır daha...
Yıllardır Erbakan'la birlikte siyaset yapan, Eski Devlet Bakanı Süleyman Arif Emre'nin "AB Hristiyan kulübüdür. Türkiye'yi 43 yıldır oyalıyorlar" sözleriyle ilgili de birkaç satır yazayım...
Öncelikle...
Bir ortak pazar hikayesi...
Yıl 1977'dir...
Ortak Pazar Genel Sekreteri Emile Noel, Türkiye'ye özel bir mesaj yollar:
"Türkiye, Ortak Pazar'a tam üyelik için hemen başvursun, koşullar uygundur. Başvurunuz kabul edilebilir."
Başvuru Ortak Pazar nezdindeki temsilcimiz Tevfik Saraçoğlu tarafından, büyük bir heyecanla Ankara'ya iletilir.
Ama...
Ankara'da bu heyecandan herhangi bir iz yoktur.
Öneri pek itibar görmez.
İç politik hesaplar uğruna, güzel kazanımlar elinin tersi ile kenara itilir.
Mehmet Ali Birand'ın "Bir Pazar Hikayesi" adlı kitabında da yer alan bir pasajdır bu... Hem de Türkiye'yi bataklığa sürükleyen bir pasaj...
Noel, daha sonra yaptığı açıklamada, "Eğer Türkiye o zaman verdiğim işareti değerlendirip, tam üyelik için başvursaydı, koşullar çok uygundu" diye bir ifade de kullanır...
DEMOKRASİ ŞARTI
Oysa...
O dönem Erbakan Hoca, Ortak Pazar'a ateş püskürmektedir.
Desteğini çekse, bir ayağı çukurda olan, Milliyetçi Cephe Hükümeti düşecektir.
Herhalde dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, bu nedenle "Ortak Pazar"a tam üyelik için başvuru riskini göze almamıştır...
Ya da alamamıştır...
Görüldüğü gibi hadise Süleyman Arif Emre'nin söylediği gibi değildir...
Demirel, o günlerde Emre'nin partisi yüzünden bu tarihi şansı kaçırmamış olsaydı...
Belki de 1980 yılının 11 Eylül'ünü 12 Eylül'e bağlayan gece Türkiye'de bir askeri müdahaleye gerek kalmayacaktı...
Bugün "AB'ye evet" diyen Erbakan ve O'nun arkadaşları Türkiye'ye o gün AT şansını ıskalatmasalardı...
Bugün Türkiye'nin çok başka yerlerde olacağı aşikardır...
Çünkü; Ortak Pazar üyeliğinin temel koşulu, "demokrasi" ile yönetilmektir.
Askeri darbelerin acı deneyimlerinden kurtulur kurtulmaz, İspanya ve Portekiz'in Ortak Pazar'a girmeleri Albaylar Cuntası'nı deviren Yunanistan'ın kapağı Ortak Pazar Üyeliği'ne atması nedensiz değildir...
Emile Noel, 1977'de Saracoğlu'nu uyarırken, şöylesi bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmez:
"Aman Yunanistan'ın tam üyeliğinden önce bu başvurunuzu yapın; yoksa önünüz Atina tarafından kapatılacaktır!"
Bir ülkenin AT'a ya da şimdiki adıyla AB'ye tüm üyeliği için, ortakların oy birliği gerekiyor. Yunanistan'ın "oy"u bu bakımdan çok önemli...
De Gaulle, yıllarca İngiltere'nin tam üyeliğini bu sayede engellemiştir...
ÖNCE GÜVENLİK
Yalnız...
O günden bu yana köprülerin altından çok sular akmıştır...
"Türkiye'nin etrafında barış kuşağı nasıl oluşturulur?" konulu sempozyumda konuşan Prof. Dr. Erol Manisalı'nın bu anlamda altını çizdiği şu hususları da göz ardı etmemiz mümkün değil.
Kıbrıs ve Ege'nin AB vasıtasıyla, Yunanistan'ın denetimine sokulmaya çalışılması...
PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmeyip, siyasallaşma çalışmalarına destek çıkılması...
Ermeni sorununda "Türkiye, eğer soykırım yaptığını kabullenmez ise Türkiye-AB ilişkileri gelişemez" diye şantaj yapılması...
Avrupa Ordusu konusunda da Türkiye'yi dışlamaları "kabul edilebilir müzakere süreci"nin dışındadır...
AB süreci devam edecekse...
Ki...
Edecek!
O zaman Brüksel'in de Ankara'yı rahatlatacak, güven verici adımlar atması gerekmez mi?
ABD'nin 11 Eylül'den sonra "Önce güvenlik" dediği bir dönemde, Ankara da "Önce güvenlik" diyorsa, bunun neresi yanlış...
http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/11/editor.html

(...)
Enstantane x:
HM: Erken seçim

Liderlerin kürsüden verdikleri sert beyanatlara bakılacak olursa...
Ankara'yı bu sonbaharda, erken bir genel seçimin beklediğini söylemek müneccimlik olmasa gerek...
Bunun yanında erken seçim, geçen yılın sonbaharından bu yana gündemdeydi...
Resmi nüfus sayım sonuçlarının açıklanması bekleniyordu...
O da geçen ay içinde açıklandı... Böylece erken genel seçimin önündeki en büyük yasal engel de kalkmış oldu...
Ki...
MHP lideri Devlet Bahçeli, artık bir koalisyon ortağı gibi değil, seçime giden bir siyasi partinin genel başkanı gibi davranıyor...
Seçmenlere selam türünden konuşmalar yapıyor...
Gazetecilere demeçler veriyor...
Başbakan Bülent Ecevit, her ne kadar "Seçim yok" dese de, bu kasım sonu ya da aralık ortalarında seçmenlerin önüne sandık konulabilir...
Görünen o ki, önümüzdeki günler sıcak gelişmeler gebe...
TABAĞIN ALTINA BAKMAK
Bu bağlamda, hayatın içinden birkaç tiraji-komik olay...
"Hayatta Bunlar Da Oluyormuş" başlıklı kitaptan, birkaç çarpıcı pasaj aktarayım.
Yüzlerce davetlinin katıldığı düğün yemeğinde, damat eline mikrofonu alır. Herkes mutluluk saçan bir konuşma dinlemek için hazırdır..
Oysa...
Damat yaptığı kısa konuşmada, kendisinin ve gelinin balayına ayrı ayrı çıkacaklarını, dönüşte de evliliği iptal edeceklerini açıklar.
Davetliler tam anlamıyla şoke olmuşlardır...
Düğün salonunda buz gibi bir hava eser...
Damat, konuşmasına son verirken de, bu kararın nedenini merak edenlerin tabakların altına bakmasını salık verir...
Heyecanlı misafirler tabaklarını çevirdiklerinde, gelinin sağdıç'la çırılçıplak sevişirken çekilmiş fotoğraflarını görürler.
Tahmin edildiği üzere bu seçimlerde, birçok ittifak söz konusu olacak.
Siyasi partilerin genel merkezleri, bu ittifakların altına imza atmadan önce, tabakların altına da bakması gerekecek...
Çünkü, orada medya için çarpıcı birçok poz yer alabilir...
SÜRPRİZ PARTİ
Bir başka hikaye...
Genç kızın 16'ncı doğum günüdür...
Ailesi de hafta sonunda başka bir kente tatile gider...
Tabii, ev boş olunca, hanım kızımız, erkek arkadaşını eve davet eder...
Anne ve babasının yatağında sevişmeye başlarlar.
Ne var ki, işin eğlenceli yerinde telefon çalar...
Annesi bodrumda ütüyü kapatıp kapatmadığını hatırlayamadığını söyler. Kızından ütüyü kontrol etmesini rica eder...
Sevişme seanslarını bitirmek istemeyen oğlan, kızı kucağına alır ve çırılçıplak bir şekilde, kahkahalar atarak bodruma inerler...
Ve ışığı yaktıklarında kızın tüm arkadaşlarının, akrabalarının ve komşularının sürpriz partisiyle karşılaşırlar...
Kendilerini şimdiden birinci ilan eden siyasi partilerin de, böylesi sürpriz partilere hazırlı olması gerekmez mi?
TREN GELİYOR
Sarsıcı bir başka hikaye...
Milanolu Marco Zagni, ayrıldığı karısını yeniden kazanmak için Tarzan gibi giyinip dışarıdaki elektrik direğine bağladığı bir halatla sallanarak, ikinci kattaki yatak odasının penceresinden içeri girmeye çalışır.
Pencereden içeri girmeyi başarır, başarmasına da...
Tam amacına ulaşamadan orada bayılır.
Olaydan hiç etkilenmeyen eski karısı, gördüğü manzara karşısında, "Nasıl böyle bir salakla evlenebildim?" diye konuşur...
Halk tarafından denenen, ama bir türlü kendini yenilemeyi beceremeyip, yine aynı görüntü ile sandığa gitmeyi düşünen siyasi partilerin bu hikayeden alacakları ders yok mu sizce?!
Bir başka hikaye...
İsrailli dişçi Jacob Baisvitz, karısı Rachel'in kendisini aldattığını öğrendikten sonra, teselliyi bir telekızın kollarında aramaya karar verir.
Ne yazık ki gelen tele kız karısı Rachel'dir...
Çift kısa bir süre sonra boşanır...
Bu hikayede, birleşmek yerine, birbirlerine kazık atmayı düşünen merkezdeki siyasi partilerin sonu da mı göremediniz?!
Ve son bir hikaye daha...
1992 yılında, New York'ta bir çift, kullanılmayan bir metro istasyonunda sevişmeye karar verirler.
Rayların üstüne bir kilim sererler...
Kilimin üstünde sevişmeye başlarlar.
Ne yazık ki, istasyon tamamen kullanılmayan bir istasyon değildir. Kadının "tren geliyor" uyarısını bir aşk oyunu zanneden erkeğin bacakları ve omurgası kırılır.
Son anda kaçmayı başaran kadın ise olayı ufak tefek sıyrıklarla atlatır....
"Tren geliyor" çığlıklarını duymayan tüm siyasilere ithaf olunur...
6 Mart 2002, Sabah
http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/06/editor.html

(...)
Enstantane x:
HM: İki general

Emekli Orgeneral Çevik Bir, ortak bir dostumuzla yemek yiyor...
Yemekte, 28 Şubat'la ilgili bir özeleştiri yapıp, gülle ağırlığında şu sözleri söylüyor: "28 Şubat'tan sonra bizde hatalar yaptık. Benim de hatalarım oldu. Bankalara el konulması, itibarlı isimlerin içeri alınması doğru bir hareket değildi. Bunlar yanlış oldu. Emekli paşaların banka yönetim kurullarında görev almaları da doğru değildi!" Orgeneral Bir, bazı gazetecilerle ilgili o günlerde takındığı sert ve suçlayıcı tavırlar için de benzer bir görüşü seslendiriyor: "Doğru değildi!" diyor...
SERT SÖZLER
Dün İstanbul'da Harp Akademileri Komutanlığı'nca düzenlenen bir sempozyumda, bir başka general de AB süreci ile ilgili benzer ifadeyi kullanıyor...
"Takındıkları tavır doğru değil!" diyor...
MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, neden böyle düşündüğünüyse şu kelimelerle ortaya koyuyor: "Türkiye'nin milli menfaatlerini ilgilendiren hiçbir konuda, Avrupa Birliği'nden en ufak bir yardım görmüyor. Türkiye'nin, Rusya Federasyonu ve İran'ı da içine alacak şekilde bir arayışın içinde olmasında fayda buluyorum!"
Görünen o ki Türkiye, şimdi Avrupa Birliği serüvenini, iç politika malzemesi yapmanın rahatsızlığını yaşıyor...
Dün Kılınç Paşa'nın ifadesiyle, bir kez daha gündeme gelen rahatsızlığın altında bu var.
Çünkü, bu konu iç politika malzemesi yapılmayacak kadar önemli ve hassas bir konu...
"Ya gireceğiz, ya gireceğiz" mantığının Türkiye'yi bugün getirdiği nokta ortada!
CİHET-İ ASKERİYE
Oysa...
AB süreci her boyutuyla konuşulmalıydı...
Konuşulup, tartışılmalıydı...
Fakat...
Tartışılmadı!..
Tartışılmış olsaydı, cihet-i askeriye görüşünü bu kadar sert ve de net bir şekilde ortaya koyma ihtiyacı hissetmezdi...
Bu bakımdan, siyasilerin orduyu AB sürecinde hassas olduğu noktalarda rahatlatması şart!
Çünkü, başka Türkiye yok!
Hepimizin Türkiyesi aynı...
Sürekli Türkiye'nin nasırlarına basan, bazı AB'li devletlere, belki zamanında şu sorular net olarak sorulmuş olsaydı, bugün, bu ikilik yaşanmazdı...
ZOR SORULAR
PKK'ya insanca muamele yapmadığımız için kızan devletlere, "Acaba Almanya'ya hiç sordunuz mu, Badder Mainhoff Çetesi elemanlarına karşı ne kadar insan hakları uyguladı?" diye...
Türkiye'nin sınırları içinde bir Kürt devleti kurulmasını isteyenlere de, "Niçin Fransa'dan da Korsika'yla ilgili aynı şeyi istemiyorsunuz?" diye sorulamaz mıydı?
Ya da yazdıkları raporlarda "Kürt azınlık" gibi ifadelere yer verenlere, "Acaba neden kendi sınırlarınız içinde problem yaratan Kızılderililer'e, Havaililer'e karşı taviz vermeye yanaşmıyorsunuz?" denilemez miydi?
Mitterrand'ın karısı gelip, Türkiye'nin güneydoğusunu denetlediğinde, biz de başbakanın eşini Korsika'ya göndermeyerek acaba ayıp mı ettik...
Belki de...
İşin o tarafını diplomatlara sormak lazım!
Fogg'un mailleri ortalığa saçılıp, oynanan kirli oyun açığa çıktığında da hadiseyi iletişim özgürlüğü diye geçiştirenler...
Neden yazışmalarda geçen sömürge valisi üslubuna bir defa dahi olsun karşı çıkmadılar...
Fogg'un terbiyesizliğini gözardı ettiler...
Gazeteci kimliğimize ya da çalıştığımız gazeteye bir başkası laf söylediğinde, kıyameti koparan bizler...
Neden iş Türkiye'ye geldiğinde bu kadar suskun kalıyoruz...
Vurdumduymaz oluyoruz...
Acaba, milliyetçi diye damgalanmaktan ya da MHP'li diye afişe edilmekten mi endişe ediyoruz...
Kim bilir!..
ULUSAL ONUR
Bu şekilde davranıldığı sürece, inancım o ki, asker de rahatsız olacak, ülkesini seven, Türk olmaktan gurur duyanlar da...
Bu nasıl bir ülkedir ki, dinini bir partiye, vatan sevgisini bir partiye, laikliği bir başka partiye, Atatürk'ü de alakasız bir başka partiye teslim ederek ilerlemeye çalışır...
Bu ülkeyi seviyorsanız, bunların hepsinin bir arada olması gerekmez mi?
Atatürk bize öyle öğretmedi mi?
Özal bu gücün bizde olduğunu göstermedi mi?
Ki...
Bu ülkenin bölünmez bütünlüğü ve Atatürkçü çizgisini sadece asker mi savunacak?!
Asker olmayanlar da en az askerler kadar bu ülkeyi sevdiklerini, yeri geldiğinde net bir şekilde ortaya koyması gerekmez mi...
DALAN'DAN ABRAMOWITZ'E
Nitekim...
Bunu net bir şekilde ortaya koyanlar da var...
Bedrettin Dalan anlatmıştı...
Körfez Savaşı sırasında, ABD Ankara Büyükelçisi Abramowitz, Dalan'a gelir...
O'na, "Kamuoyunda etkinliğiniz var. Türkiye'nin de ABD ile birlikte Irak'a karşı savaşa girmesi için çağrıda bulunun" önerisini yapar...
Dalan'ın cevabı nettir:
"Karşılığında Musul ve Kerkük petrollerini verecek misiniz?"
Abramowitz, "Elbette hayır" der...
"Sizden bir şey karşılığı değil, insan haklarının evrensel değeri için savaşmanızı istiyoruz" diye ekler.
Dalan, "Biz Musul ve Kerkük'ü bir kez ele geçirirsek, artık oradan çıkmayız" deyince...
Abramowitz sorar:
"Ne yani, ABD ile savaşacak mısınız?"
Dalan, "Vietnam bile savaşmadı mı? Türkiye ondan daha az onurlu mu?" diye sorar...
Abramowitz, teşekkür ederek ayrılır...
http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/08/editor.html

(...)
Enstantane x:
HM: Tamam sahip

Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in CNN Türk'te, Mehmet Ali Birand'a söylediği "Kamplaşıyoruz. Bu çok tehlikeli. Geleceğimiz zarar görüyor. Bazı adımlar atmıştık, şimdi geri dönüyoruz" sözler kapsamında birkaç satır...
Acaba, Cem'in bahsettiği gibi, bir imparatorluk kaybetme psikozu içinde, herkesi kendimize düşman zannetme hastalığına mı yakalandık...
Yani "zenofobikleştik" mi?
Sanmam!..
Neden mi?
Anlatayım...
İDEAL DEMOKRASİ
Öncelikle...
ANAP Milletvekili Kamran İnan'ın sözleri:
"Almanya'da yakın bir geçmişe kadar Komünist Parti kurulamıyordu...
Bu uygulama daha sonra kalktı...
Ama, Faşist Parti hala kurulamıyor.. Çünkü Almanya'nın yaşadığı bir tecrübesi var. Bu yüzden tedbirini almak istiyor.
Her milletin kendi tarihinden kaynaklanan tehdit ve tehlikeleri vardır. Bu yüzden de ona göre tedbirini alıyor."
Oysa...
Türkiye'de demokrasi sınırsızlık olarak algılanıyor...
Hürriyetlerin çok hoşuma giden bir tarifi vardır:
'Başkasının hürriyetinin başladığı noktada sizinki biter!'
Bu bir kültür ve ekonomik güç meselesidir...
Dikkat edilirse sağlıklı demokrasinin işlediği ülkelerde, fert başına minimum milli gelir 10 bin dolar ve yukarısıdır...
1500 dolara bundan daha iyi bir demokrasi bulamazsınız...
Ayrıca Türkiye'deki demokrasi henüz çok genç...
Şunu da unutmamak lazım, Batı ülkelerinin çoğunun coğrafyası ve stratejik konumu Türkiye'yle çok farklı...
Onların demokrasilerini direkt tehdit eden yakın komşuları yok...
Halbuki bizim bütün komşularımız ülkemizde demokrasi ve hürriyetlerin mevcudiyetinden rahatsız oluyor. Üstelik onu yıkmak ve istikrarsızlığa götürmek için de ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.
Siz Avrupa'nın damında -İsveç'te- oturacaksınız, sonra herkes 'Benim gibi olsun' diyeceksiniz.
Gelsinler bir sene burada otursunlar da uygulasınlar bakalım. Sonuçta, demokrasi, ülkesine göre değişir. Ancak bizde değişmeyen ve tedavisi mümkün olmayan bir hastalık var: Konu demokrasi ise anladığımız hemen Batı oluyor, oysa bunun ideali yok!"
Cumhuriyet'in Başyazarı İlhan Selçuk da dün, "Kafayı vestiyere bırakmayalım" başlıklı yazısında, benzer noktalara dikkat çekiyordu...
EBEDİ DOSTLUKLAR
Bu bakımdan...
Türkiye'nin içinde bulunduğu zorlu coğrafya ve hassas durumdan kaynaklanan... Bazı çekinceleri seslendirmesi neden "kamplaşma" olsun ki!
Türkiye'yi bu zorlu viraja "Ya gireceğiz, ya gireceğiz" mantığı ile gelmedi mi?
O kafa, masadaki tüm pazarlık kozlarımızı bir bir yok etti...
Hitler, nadir doğru söylediği sözlerden birinde şöyle der:
"Devletlerin dostu yoktur, çıkarları vardır!"
Benzer sözleri barışçı, laik kardinal Richleau da söylemiştir...
Yoksa...
Gerçek dünya düzeninden herkesin haberi var...
Devletlerin güçlerine göre pay aldıkları, çıkarlar skalasının farkında olmamak mümkün mü?
Üniter devletler ortaya çıkmadan önce de bu böyleydi...
Bundan sonra da böyle olacak...
Kimsenin bu gerçeğe sırtını dönmesi mümkün değil!
Diplomasi dediğimiz oyun da, bu skaladaki payın, her devletin gücüne göre almasını temin etmek için vardır...
ESKİMEYEN HASTALIK
Ki...
Türkiye'nin de, AB'nin yerine getirmemizi istediği bazı istekler için, "Çıkarlarımıza uygun değildir" demesinin neresi yanlış...
Maalesef ki, eskiden beri kendimizi küçük görme gibi büyük bir hastalığımız var!
Avrupalıya hayranlık...
Jön Türkler'den, Tanzimat döneminden kalma bir kompleks bu!
Bu küçüklük duygusu, bu hayranlık hatta sömürge olmaktan yeni yeni kurtulan Afrikalılar'da bile hızla azalırken...
Bizim hala yerimizde saymamıza bir anlam vermek mümkün değil...
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu zinciri kıran iki büyük Türk vardı:
Biri Atatürk...
Diğeri Özal...
Bu iki büyük insanın, Anadolu insanına neler verdiği ortada...
Atatürk, Türk insanını 19. yüzyıldan 20. yüzyıla...
Özal da 20. yüzyıldan 21. yüzyıla taşırken, Anadolu insanına ve onun özüne inanıyor ve güveniyorlardı...
"Ne mutlu Türküm diyene" sözü, bunun sembolüdür...
İnanıyorum ki, Atatürk de Özal da bugün hayatta olsalardı, onlar da Türkiye'nin AB içinde yer almasını isterlerdi...
Ama bu şartlarla değil...
Kanımca, İsmail Cem'in de bunu anlaması gerekiyor...
Her şeye bir köle gibi "Tamam sahip!" diyerek hareket etmenin bir mantığı yok!
http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/07/editor.html

(...)
Enstantane x:
HM: "1 Dolar 1 Peso" ve/veya "Vebadan kurtulmak için bütün evi alevler içinde bırakmaya gerek var mı?"!?

DURUM ANALİZ
Boston Herald gazetesi, 1847'de yayına başlama amaç'ını şu kelimelerle özetler:
"Çağın ruhuna hitap etmek!"
Bugün'ün Dünya'sı da dün'ün dünya'sından farklı değil!
1776 ABD Bağımsızlık Bildirgesi.
1789 Fransa'daki Aydınlanmacı İhtilal!
1923 Türkiye'deki Laik, Çağdaş Devrim.
Hepsi birbiri ile alakalı, iç içe.
2017 kritik eşik kapsamında, Türkiye de Dünya da benzer, eşzamanlı bir süreç'ten geçmekte ise "çağ'ın ruhu" nedir ve/veya "çağ'ın ruhu'na hitap eden basın, medya" var mıdır, var ise hangisidir?!
Nitekim...
"Herkes yorgun, dökülüyor!"
"Fazla hırpalama" diye not'lar düşülüyor, ne var ki "süreç" ortada!
Hırpalayan bu satırların yazarı değil, dün'den bugüne ötelenen "acem barzan alacak" hesabı"
Mümkün.
Kaldı ki Türkiye, mevcut yapısı ile şimdiye kadar "yanlış yapma hakkı"nı kullanmadı mı?!
İşine yaradığı sürece üç maymun oynayanlar final sahnesinden en çok sesi çıkanlar değil mi?!
Neo Nuh Tufanı ya da Kıyamet'e kadar bu kafa yapısı değişmez ise farklı bir cevap beklemek mümkün mü?!
Ki...
Final sahnesi'nin son "ertesi gün" sorgulaması yeni bitti.
Sahne oryantal, sol'dan sağ'a söz'ün bittiği yerdeyiz.
Lut Kavmi neden helak oldu?
Pompei?!
Nuh Tufanı?!
Vb.
Geçtik.
Nüans'lı soru:
Batık Yunanistan'ı kimler, ne adına finanse ediyor?!
Arjantin'de neler yaşandı?!
Suriye üzerinden yürütülmekte olan savaş'ın mek parmak sonrasında neler yaşanır?!
Saddam çekilecek, yerine oğlu gelecek denildiği halde, Saddam neden, niçin, niye çekilmedi, çekilemedi?!
Tunus, Libya, Ukrayna, Yugoslavya örnek'lerinin ortak nokta'sı nedir?!
Osmanlı neden parçalandı?!
Zira...
Bugün aslında dündü!?
2003'ün ilk çeyrek'inde yalanlanan "erken seçim", neden son çeyrek'te gerçekleşti?!
Başta istihbarat'ın derinlikleri olmak üzere kimlerin haberi vardı, baskın erken seçim'den ya da 3 Kasım'a akan süreç'te kim ne kadar hazırdı?!
Ülke'yi bir anda seçim'e götüren MHP'den Devlet Bahçeli (& Ömer İzgi)'nin kılavuzluğuna bugün ne kadar itimat edilir?!
Görünen ve anlaşılan o ki, 2017, Türkiye'de ve dünya'da kaos'un derinleşeceği aynı zamanda KKTC de dahil olmak üzere art arda referandum, seçim vb üzerinden 'sandık katkısı'yla  renkli demokrasi'nin aranacağı bir yıl olacak.
Bir zamanlar Almanya için söylenen lakırdı, şimdilerde ŞİÖ / NATO arasına sıkışan Türkiye için söyleniyor:
"Türkiye'yi o kadar çok sevdik ki, iki tane olsun istedik!"
Bizans işgal edilirken cevabı aranan "meleklerin cinsiyeti" kapsamında, 2016 son çeyrek'te cevabı aranan basit soru, "Eyalet Anayasası" ve/veya "Başkanlık'a Cumhurbaşkanlığı sistemi" desek, kor'düğüm çözülür mü?!
Alice Acem Barzan Harikalar Diyarı'nda.
Ve...
Son olarak...
Azrail kapı'ları her yön'den tıklatıyor:
Yükselen dolar, enerji fiyatları, kapanan işletmeler, batık, ipotekli ev, araba kredileri, cinnet geçiren toplum'dan şeytan'ı tiksindiren vahşet havadisleri de bir şey anlatmıyor ise söz'ün bittiğin yerdeyiz.
"Varlık balonu", IŞİD / AB makasında.
İğne Trump'ın elinde.
Soru: "Derin Aralık" öncesinde "Trump'ın içine bir de Clinton kaçar ise süreç ne olur?"
Cevap: "XL Neo Hitler" diye bakmak mümkün.
Nokta.

23 Ağustos 2020
Hayrullah Mahmud
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages