Şiir çok güzel, şiirin tamamını okuduğumda yeni ve hiç gidilmemiş bir yoldan gitmeyi önermekten ziyade hayatlarımızın daima tercihlerden oluştuğunu ve sadece bir yoldan gidebileceğimiz için tercih etmediğimiz yoldan gidilseydi ne olacağının hep bir bilinmez olarak kalacağını anlatmak istediğini düşündüm.
Elhamdülillah bizim yol ayrımlarında kararsız kalmak yerine doğru kararlar almamıza yardımcı olacak dev gibi sütunlarımız var. İşte bu sütunların hepsi sırat-ı müstakim üzerine gitmişler, o yüzden bence aslında bu yol az denenmiş değil sağlam kişilerin sağlam adımlarını attıkları bir yol. Sırat-ı müstakim her türlü aşırılıktan uzak istikamet demek olduğu için yemek, içmek, uyumak gibi fiillerin yanında duygularda da geçerli ki doğru kullanıldığında ortaya şecaat, iffet, hikmet ve adalet çıkıyor. Ayette ifade edildiği gibi
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا "Kime hikmet verilmişse işte ona pek çok hayır verilmiştir." (
Bakara, 2/269). O yol da o kadar işlek ve korunaklı bir cadde ki o caddeye girenler bir daha çıkmazlar, sağa ve sola inhiraf etmezler, sonu saadet-i ebediyeye çıkar. Biz de her gün bu yolda gitmemizi nasip etmesi için Cenab-ı Hakk'a günde 40 defa
ٱهْدِنَا ٱلصِّرَٰطَ ٱلْمُسْتَقِيمَ diye dua ediyoruz.
Bu yol Kuran-ı Hakim'de:
صِرَٰطِ ٱللَّهِ ٱلَّذِى لَهُۥ مَا فِى ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَمَا فِى ٱلْأَرْضِ أَلَآ إِلَى ٱللَّهِ تَصِيرُ ٱلْأُمُورُ
"Göklerde ve yerde olan her şeyin kendisine ait olduğu Allah’ın yolu" (
Şura, 42/53) diye belirtilmiş.
Bu yol öyle bir yol ki:
وَمَن يُطِعِ ٱللَّهَ وَٱلرَّسُولَ فَأُو۟لَٰٓئِكَ مَعَ ٱلَّذِينَ أَنْعَمَ ٱللَّهُ عَلَيْهِم مِّنَ ٱلنَّبِيِّۦنَ وَٱلصِّدِّيقِينَ وَٱلشُّهَدَآءِ وَٱلصَّٰلِحِينَ وَحَسُنَ أُو۟لَٰٓئِكَ رَفِيقًا
"
Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu” (
Nisa, 4/69).
Allah’ım, bizi bu sûrenin hürmetine sırât-ı müstakim ehlinden eyle. Âmin.
اَللّٰهُمَّ بِحُرْمَةِ هٰذِهِ السُّورَةِ اِجْعَلْنَا مِنْ اَصْحَابِ الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ. اٰمِينَ
Ehl-i Sünnet dediğimiz de aşırılıklardan kaçınarak Kuran'ı ve Peygamberimizi takip ederek sırat-ı müstakimde gitmeye çalışanların bu yoldaki rehberliği, başka bir ifadeyle Ehl-i Kur'an. Sırat-ı müstakime götürecek Kuran-ı Kerim'den ve Peygamberimizden ilham alınarak yazılan pek çok eser yazılmış. Bu tür eserlerin doğrudan Kur'an-ı Kerim'i göstermesi gerektiği halde beşer ürünü olması hasebiyle zamanın geçmesi ve kötü taklitçiler nedeniyle bu eserlerin tesiri azalmış ve maalesef asıl maksad olan Kur'an'ın önüne geçmişler, hatta perde olmuşlar.
Bu tespiti yakın tarihimizde en parlak şekilde Mehmet Akif şöyle dile getiriyor:
"Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı".
Zaman geçtikçe, Kur'an'ı anlamak ve uygulamanın yerine duvara asmak ve cenazelerde teberrüken okumak geçmiş. Yine bu tespiti Bediüzzaman Said Nursi "
Kur'ân âyine ister, vekil istemez." diyerek ifade ediyor.
Sünûhât adlı eserinin "
Kur’ân’ın Hakimiyet-i Mutlakası" bölümünde bu durumu "Kur'an'daki elmas gibi olan yüzde 90 esasların, yüzde 10 olan ictihadi ve teferruat olan konulara feda edilmesi" olarak görüyor. Mesela, namaz kılmanın önemi üzerinde durulması gerekirken, "Namazda eller nasıl bağlanır?" gibi teferruat konuları üzerinde daha ziyade durulmuş, namazın kalp ve ruh dünyasındaki asıl etkisi ikinci plana itilmiş, bu da zamanla insanların dini hükümleri yaşamada gevşekliğine neden olmuş, Kur'an'ın tazeliğini örtmüş. Şu zamandaki insanların maalesef hocalara yüzde 90'dan ziyade yüzde 10'uyla ilgili sorular sorması da bunun bir işareti. Yani yüzde 10 ile yatıp kalkınca "Kur'an ne diyor"dan ziyade "hoca ne diyor"a dönmüş iş.
Bahsettiğim eserin ikinci sayfasında, şeriat kitaplarının şeffaf cam gibi arkasında Kur'an'ı göstermesi gerekirken paslı bir perde olması sorununa karşın insanların nazarını tekrar Kur'an'a çevirmek için 3 yol sunuluyor:
Demek, şeriat kitapları, birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir. (Mürur-u zaman: Zamanın geçmesi / Mukallid: Taklit edenler / Hicap: Perde / Tasnifat: Konulara göre sınıflandırma)
Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, câzibe-i i’câz ile revnakdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali bulunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir: (Hâcât-ı diniye: Dini gereklilikler / Enzar: Dikkatler / câzibe-i i’câz: Kur'an'ın mucizeliğinin çekiciliği / revnakdar: göz alıcı güzellikle)
1. Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zulümdür.
2. Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir sûretine çevirip, içinde Kur'ân'ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır.
3. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak, üstünde Kur'ân'ı gösterip, Kur'ân'ın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va'zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va'zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sırdan neş'et eder.
Umur-u mukarreredendir ki, efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh, ekseriya o şeyin kemâline nisbeten değildir; belki ona derece-i ihtiyaç nispetindedir. Bir saatçinin bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.
Eğer cemaat-i İslâmiyenin hâcât-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur'ân'a müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübîn, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu sûretle nüfus üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilâvetiyle taberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.
İlgili
yerde müslümanların dinde gösterdiği tembellik ve ihmalin sebepleri anlatılıyor, dili biraz ağır ama çok önemli tespitler içermesi açısından değerli. Merak edenler tümünü okuyabilir.
(Üst paragraftaki ve buradaki link aynı yeri gösteren iki ayrı site, ikisinde de kelimelerin üzerine gelindiğinde anlamını gösteriyor. Okuma kolaylığı bakımından farklı tercihler olabildiği için ikisini de koydum).
Her şeyin iç içe geçtiği bu zamanda hakkı batıldan ayırmak zor iş. O yüzden hidayet en büyük nimet, en büyük hidayet ise "hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermek". Bu vesileyle bu maili Peygamberimizin (ASM) şu duasıyla bitirelim:
اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّباَعَهُ وَ اَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ اٰمِينَ
Allah’ım bize hakkı hak olarak gösterip onun ittibâıyla (ona uymakla), bâtılı da batıl olarak gösterip onun içtinabıyla (ondan sakınmakla) rızıklandır. Amin.
selamlar..