Amerikan elçisi

0 views
Skip to first unread message

Süleyman Çelik

unread,
Jul 19, 2025, 9:26:53 PMJul 19
to akademisamsun

ATATÜRK’Ü ÖZLEYİŞ

Prof. Dr. Süleyman Çelik (scel...@gmail.com)

Mustafa Kemal Paşa 9 Eylül günü Belkahve’ye geldi. Bir incir ağacının altında Kadifekale’de şanlı bayrağımızın dalgalandığı İzmir’i uzun uzun seyretti. Yunan gemilerinin yanında Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş gemileri körfezdeydi. Hava kararıncaya kadar burada kaldı.
Geceyi geçirmek için Nif’e (Kemalpaşa) döndü. Ruşen Eşref Ünaydın buradaki manzarayı Mustafa Kemal’e atfen kitabında şöyle anlatıyor:
“Seni, bir iki basamak merdivenle çıkılan o evin kapısından içeri girdiğinde, başları beyaz örtülerle sımsıkı sarılı köy kadınları karşıladılar. Yedi sekiz kadın... Gölgeler gibi çekingendiler. Seni o dar girişte görünce, yerlere doğru eğildiler; sarılıp dizlerinden öptüler; başörtülerinin ucu ile çizmelerinin tozlarını aldılar, bir ikisi o tozları gözlerine sürdüler! Ve onların gözlerinden senin çizmelerine yaşlar damladı. Sen onları ağır başla selamladın. Onlar senin önünde el bağladılar, yaşlı gözlerle sana uzun uzun baktılar. Bu el bağlayışlar, bu susuşlar sana bir sonsuz minneti ve hayranlığı bin sözden ne kadar daha iyi anlatıyordu.” (Ruşen Eşref Ünaydın, ‘’Atatürk’ü Özleyiş (Hatıralar)’’, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001.)

***

Atatürk; yanında Mareşal Fevzi (Çakmak) Garp Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa, Garp Cephesi Kurmay Başkanı Asım (Gündüz) Paşa ve karargâhı ile 10 Eylül 1922 günü İzmir’e geldi. Burada Fahrettin (Altay) Paşa ile buluşarak doğruca Hükümet Konağına gitti. İzmirliler kurtarıcılarını büyük bir törenle, sevinç ve coşkunlukla karşıladılar. İzmir Hükümet Konağı balkonundan, Konak alanını hınca hınç dolduran İzmirlileri, selamlayarak kısa bir konuşma yaptı:
Bu zafer milletindir!...”

‘’Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de geçireceği ilk geceyi yaşıyordu. Zengin bir sofra hazırlandığı halde ufak tefekle karnını doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi sabah erkenden uyandık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik. Vali, İngiliz konsolosuyla konuşuyordu. Biz gelince, ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu. Paşa, valiye sordu: ‘’Konu nedir?’’
Vali anlattı: ‘’Sayın konsolos, İngiliz tebaası vatandaşlarla Rum ve Ermeni azınlığın güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim.’’
Mustafa Kemâl Paşa, konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu. Buna rağmen kendisine valiyi muhatap aldı: ‘’Ee, peki daha ne istiyormuş?’’
Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi: ‘’Tebaamız için Hükümetinizden yazılı teminat istiyorum.’’
Mustafa Kemâl Paşa: ‘’Ne yani, Yunanlılar zamanında siz, tebaanızı daha mı emniyette görüyordunuz?’’
Konsolos kasılarak: ‘’Evet, dedi. Yunanlılar buradayken tebaamızı daha emniyette görüyorduk.’’
Mustafa Kemâl Paşa: ‘’O halde buyurun tebaanız ile birlikte Yunanistan’a gidin efendim.’’
Konsolos: ‘’Yani majestelerinin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?’’
Mustafa Kemâl Paşa: ‘’Siz kiminle neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben, Millet Meclisi'nin Başkanı ve Türk Orduları Başkumandanıyım. Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Peki, siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmelerini yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz dışarıya!’’
Konsolos, Mustafa Kemâl Paşa’nın son sözü üzerine sapsarı kesildi ve tek kelime söylemeden kapıdan çıktı, gitti.
Mustafa Kemâl Paşa, adamın arkasından Vali’ye döndü: ‘’Bunlara yüz vermeyin Vali Bey! Bir donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek bir devletçik sanıyorlar bizi. Küstahlık derecesine bakın, Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak! Savaş halinde değiliz sanki. Bana savaş mı açıyorsunuz, diye soruyor!’’

***
Birkaç saat sonra, İngiliz donanma kumandanı hükümet konağının kapısından girerek, Mustafa Kemâl Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref kendisine “ne istediğini” sordu.
Amiral: ‘’Başkumandan Mustafa Kemâl Paşa ile görüşmek istiyorum.’’
Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı.
Amiral: ‘’Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızın rastlantıya borçlu olmadığınızı kanıtladınız. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum’’, diyerek övgüler yağdırmaya başladı.
Paşa, bıkkın bir sesle: ‘'Bunları geçin amiral. Çok işimiz var. Asıl konuya gelin...'’ dedi.
Amiral bu tavır karşısında bocalayarak konuya girdi: ‘’İzmir’de tebaamız ve sizin azınlıklarınız Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir. Güvende midirler?’’
Paşa: ‘’Hiç kuşkunuz olmasın amiral, tebaanız ve azınlıklar Hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini güvende sayabilirler.’’
Amiral: ‘’Peki, suç işleyenler?’’
Paşa: ‘’Suç işleyenler sayın amiral, muhtemelen ülkenizde olduğu gibi adaletin huzuruna çıkarılır. Suçlu olanlar cezalarını çeker.’’
Amiral: ‘’Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumlar, şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığıyla yüz yüzedir. Ermenileri biliyorsunuz, büyük bir kesimi göçe zorlandı ve önemli bölümü hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır, bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılırsa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır.’’
Son cümleye kadar amirali sakince dinleyen Mustafa Kemâl Paşa, '’dünyanın koparacağı gürültü'’ ile tehdit edilince amiralin sözünü kesti: ‘’Üstünlük pozunuzu derhal bir yana koyunuz. Tehdit etmekten de vazgeçiniz. İngiltere ve müttefiklerinin kıyamet koparıp koparmayacağını düşünmem bile. Bunlar memleketin dâhili işleri ve de sizin bu işlere karışmanıza müsaade etmem. Majestelerinin devleti bizim azınlıklarımızla uğraşmaktan vazgeçsin. Kim ki bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olmaz.’’
Amiralin yüzü bembeyaz oldu: ‘’İngiliz Hükümetinin tebaasını her yerde koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz.’’
Paşa: ‘’Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz tebaanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum.’’
Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı: ‘’İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?’’
Paşa: ‘’Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr antlaşmasının halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırtıp attık. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz. Fakat nezaketimizi kötüye kullanmanıza müsaade etmem. Şu anda hukuken barış antlaşması yapmamış iki devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum.’’
Bir balmumu heykeline döndü amiral. Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemâl Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek: ‘’Affedersiniz'’ dedi. Yerlere kadar eğilerek geri geri gidip dışarı çıktı.

Bir süre sonra İngiliz ve Fransızlar kendi uyruklarını gemilere bindirmeye başladılar. Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler.

***

Türkiye’ye yeni atanan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Thomas J. Barrack’ın göreve başlar başlamaz Anadolu Ajansı’na bir demeç vererek, “Türkiye için en iyi sistem Osmanlı millet sistemidir” demiş…

Bunu okuyunca, Ruşen Eşref’in yukarıda yazdıklarını anımsadım ve Atatürk’ü, gerçekten özlemiş olduğumu duyumsadım!

Adam kendisini elçi değil de sömürge valisi sanıyor olacak ki iç işlerimize karışmış; PKK’lıların isteği doğrultusunda gündemde olan yeni anayasa tartışmalarına katılmış.

Bu durumda yapılması gereken bir nota verilerek, elçinin “istenmeyen adam” ilan edilmesi ve ülkesine sepetlenmesidir…

Fakat böyle bir şey iktidarın da muhalefetin de aklının ucundan bile geçmediği gibi, millet olarak biz de ayağa kalkıp Amerikan elçiliklerine, konsolosluklarına, üslerine vs. yürümedik…

Çünkü biz böyle şeylere alıştırıldık…

Bugüne dek neler neler gördük/ yaşadık!..

1980 öncesi gençler arasında sağ-sol çatışmaları yaratarak 5 bin gencimizi öldürdüler…

Karşı çıkmalarına rağmen, uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan hakkımızı kullanarak Kıbrıs’a çıkarma yapıp soydaşlarımızı soykırımdan kurtarınca, düşmanlıklarını sergilemeye başladılar:

Yıllarca ambargo uyguladılar, önce ASALA, sonra PKK terör örgütlerini kurup beslediler…

Bunları gören ve yöneticileri/ halkı uyarmaya/ uyandırmaya çalışan Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu gibi aydınlarla, karşı önlemler almaya çalışan, Eşref Bitlis ile Ergenekon vd.kumpas sanıkları asker ve sivil yurtseverleri öldürdüler/ zindanlarda çürüttüler…

Muavenet muhribimizi, Saratoga uçak gemisinden bilerek attıkları güdümlü füzelerle batırarak 5 askerimizi şehit ettiler, 13 askerimizi de yaraladılar…

Kuzey Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirdiler!..

Proje ortağı da olduğumuz F-35 uçaklarını, parasını ödediğimiz halde vermediler. Yerine 50 yıl eski model olan F-16 istedik, onu da vermediler. Üstelik, "ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası (CAATSA)” kapsamına alıp paramızı da iade etmediler.

Hava sahamızı korumak için Patriot füzesi almak istedik, satmadılar. Bunun üzerine 2 milyar dolara Rusya’dan S-400 füzelerini satın aldık. Ama “kullanamazsınız” dediler ve biz de ambalajlarını açmadan depoya koyduk!..

Doğu Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölgemizde petrol ve doğal gaz aramak için 4 milyar dolar vererek iki tane sismik araştırma, iki tane de sondaj gemisi aldık. Fakat gemilerimizi, bizim Mavi Vatanımıza sokmadılar. Şimdi onlar da yatıyor!..

Daha neler, neler!...

Türk milletini soykırımcı ilan ettiler…

Hatta işi kişisel hakarete kadar götürdüler: “aptal olma” dediler…

Tüm bunlara sesimizi çıkarmadık, sineye çektik ve hala bu devletin dostumuz, müttefikimiz, hatta “stratejik ortağımız” olduğunu düşünüyoruz!..

Askerlerimizin başına çuval geçirdiklerinde, gazeteciler zamanın Başbakanına “nota verecek misiniz?” sorusunu sormuş; o da “ne notası? Müzik notası mı?” yanıtını vermişti. Zamanın Dışişleri Bakanı ise “büyük devletlere nota verilmez” demişti!..

Ama biz, küçük Yunanistan’a da sesimizi çıkaramıyoruz.

Adamlar gelip karasularımız içindeki 20 adamızı işgal ettiler. İktidar görmezden geliyor. Ana Muhalefet Partisi’nin Dışişlerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı da bu konuyu gündemde tutmaya çalışan yurtseverleri, zamanında “ortalığı bulandırmakla” suçlamıştı.

Yunan Sahil Güvenlik botları, karasularımızı ihlali bırakın plajlarımıza giriyor, hatta kumsaldaki bir Zodyak botu alıp götürüyorlar.

O zaman gel de Atatürk’ü özleme, Aşık Mahsuni gibi “bir daha gel Samsun’dan” deme!..

 

 

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages