ATATÜRK’Ü ÖZLEYİŞ
Prof. Dr. Süleyman Çelik (scel...@gmail.com)
Mustafa Kemal Paşa 9 Eylül günü Belkahve’ye geldi.
Bir incir ağacının altında Kadifekale’de şanlı bayrağımızın dalgalandığı
İzmir’i uzun uzun seyretti. Yunan gemilerinin yanında Amerikan, İngiliz ve
Fransız savaş gemileri körfezdeydi. Hava kararıncaya kadar burada kaldı.
Geceyi geçirmek için Nif’e (Kemalpaşa) döndü. Ruşen Eşref Ünaydın buradaki
manzarayı Mustafa Kemal’e atfen kitabında şöyle anlatıyor:
“Seni, bir iki basamak merdivenle çıkılan o evin kapısından içeri girdiğinde,
başları beyaz örtülerle sımsıkı sarılı köy kadınları karşıladılar. Yedi sekiz
kadın... Gölgeler gibi çekingendiler. Seni o dar girişte görünce, yerlere doğru
eğildiler; sarılıp dizlerinden öptüler; başörtülerinin ucu ile çizmelerinin
tozlarını aldılar, bir ikisi o tozları gözlerine sürdüler! Ve onların
gözlerinden senin çizmelerine yaşlar damladı. Sen onları ağır başla selamladın.
Onlar senin önünde el bağladılar, yaşlı gözlerle sana uzun uzun baktılar. Bu el
bağlayışlar, bu susuşlar sana bir sonsuz minneti ve hayranlığı bin sözden ne
kadar daha iyi anlatıyordu.” (Ruşen Eşref Ünaydın, ‘’Atatürk’ü Özleyiş
(Hatıralar)’’, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001.)
***
Atatürk; yanında Mareşal Fevzi (Çakmak) Garp Cephesi
Komutanı İsmet (İnönü) Paşa, Garp Cephesi Kurmay Başkanı Asım (Gündüz) Paşa ve
karargâhı ile 10 Eylül 1922 günü İzmir’e geldi. Burada Fahrettin (Altay) Paşa
ile buluşarak doğruca Hükümet Konağına gitti. İzmirliler kurtarıcılarını büyük
bir törenle, sevinç ve coşkunlukla karşıladılar. İzmir Hükümet Konağı
balkonundan, Konak alanını hınca hınç dolduran İzmirlileri, selamlayarak kısa
bir konuşma yaptı:
“Bu zafer milletindir!...”
‘’Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de geçireceği ilk
geceyi yaşıyordu. Zengin bir sofra hazırlandığı halde ufak tefekle karnını
doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi sabah erkenden uyandık. Hafif
bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik. Vali, İngiliz konsolosuyla
konuşuyordu. Biz gelince, ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı
tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu. Paşa, valiye sordu: ‘’Konu nedir?’’
Vali anlattı: ‘’Sayın konsolos, İngiliz tebaası vatandaşlarla Rum ve Ermeni
azınlığın güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Kendilerine
herkesin güven altında olduğunu bildirdim.’’
Mustafa Kemâl Paşa, konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu. Buna rağmen
kendisine valiyi muhatap aldı: ‘’Ee, peki daha ne istiyormuş?’’
Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi: ‘’Tebaamız için Hükümetinizden yazılı
teminat istiyorum.’’
Mustafa Kemâl Paşa: ‘’Ne yani, Yunanlılar zamanında siz, tebaanızı daha mı
emniyette görüyordunuz?’’
Konsolos kasılarak: ‘’Evet, dedi. Yunanlılar buradayken tebaamızı daha
emniyette görüyorduk.’’
Mustafa Kemâl Paşa: ‘’O halde buyurun tebaanız ile birlikte Yunanistan’a gidin
efendim.’’
Konsolos: ‘’Yani majestelerinin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?’’
Mustafa Kemâl Paşa: ‘’Siz kiminle neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben,
Millet Meclisi'nin Başkanı ve Türk Orduları Başkumandanıyım. Savaş açmaya da
barış yapmaya da tam yetkiliyim. Peki, siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve
barış görüşmelerini yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa
görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz dışarıya!’’
Konsolos, Mustafa Kemâl Paşa’nın son sözü üzerine sapsarı kesildi ve tek kelime
söylemeden kapıdan çıktı, gitti.
Mustafa Kemâl Paşa, adamın arkasından Vali’ye döndü: ‘’Bunlara yüz vermeyin
Vali Bey! Bir donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya
indirecek bir devletçik sanıyorlar bizi. Küstahlık derecesine bakın, Barut
kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak! Savaş halinde değiliz sanki. Bana
savaş mı açıyorsunuz, diye soruyor!’’
***
Birkaç saat sonra, İngiliz donanma kumandanı hükümet konağının kapısından
girerek, Mustafa Kemâl Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali
vardı. Ruşen Eşref kendisine “ne istediğini” sordu.
Amiral: ‘’Başkumandan Mustafa Kemâl Paşa ile görüşmek istiyorum.’’
Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı.
Amiral: ‘’Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak
içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızın rastlantıya borçlu olmadığınızı
kanıtladınız. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum’’, diyerek övgüler
yağdırmaya başladı.
Paşa, bıkkın bir sesle: ‘'Bunları geçin amiral. Çok işimiz var. Asıl konuya
gelin...'’ dedi.
Amiral bu tavır karşısında bocalayarak konuya girdi: ‘’İzmir’de tebaamız ve
sizin azınlıklarınız Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu
insanların statüsü nedir. Güvende midirler?’’
Paşa: ‘’Hiç kuşkunuz olmasın amiral, tebaanız ve azınlıklar
Hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini güvende
sayabilirler.’’
Amiral: ‘’Peki, suç işleyenler?’’
Paşa: ‘’Suç işleyenler sayın amiral, muhtemelen ülkenizde olduğu gibi
adaletin huzuruna çıkarılır. Suçlu olanlar cezalarını çeker.’’
Amiral: ‘’Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan
ordusundan cesaret alan Rumlar, şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar
yerli halkın düşmanlığıyla yüz yüzedir. Ermenileri biliyorsunuz, büyük bir kesimi
göçe zorlandı ve önemli bölümü hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan
ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler.
Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır, bağışlanması, hoş görülmesi gerekir.
Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılırsa, bütün dünya aleyhinize kıyameti
koparır.’’
Son cümleye kadar amirali sakince dinleyen Mustafa Kemâl Paşa, '’dünyanın
koparacağı gürültü'’ ile tehdit edilince amiralin sözünü kesti: ‘’Üstünlük
pozunuzu derhal bir yana koyunuz. Tehdit etmekten de vazgeçiniz. İngiltere ve
müttefiklerinin kıyamet koparıp koparmayacağını düşünmem bile. Bunlar
memleketin dâhili işleri ve de sizin bu işlere karışmanıza müsaade etmem.
Majestelerinin devleti bizim azınlıklarımızla uğraşmaktan vazgeçsin. Kim ki
bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olmaz.’’
Amiralin yüzü bembeyaz oldu: ‘’İngiliz Hükümetinin tebaasını her yerde
koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle
birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece
rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz.’’
Paşa: ‘’Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde
görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza
kapatıyorum. İsterseniz tebaanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın
en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum.’’
Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı: ‘’İngiltere’ye
savaş mı açıyorsunuz?’’
Paşa: ‘’Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr antlaşmasının halen yürürlükte
olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırtıp attık. Karşımda serbestçe
oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz. Fakat nezaketimizi kötüye
kullanmanıza müsaade etmem. Şu anda hukuken barış antlaşması yapmamış iki
devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal
karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum.’’
Bir balmumu heykeline döndü amiral. Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemâl
Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda
kekeleyerek: ‘’Affedersiniz'’ dedi. Yerlere kadar eğilerek geri geri
gidip dışarı çıktı.
Bir süre sonra İngiliz ve Fransızlar kendi uyruklarını gemilere bindirmeye başladılar. Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler.
***
Türkiye’ye yeni atanan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Thomas J. Barrack’ın göreve başlar başlamaz Anadolu Ajansı’na bir demeç vererek, “Türkiye için en iyi sistem Osmanlı millet sistemidir” demiş…
Bunu okuyunca, Ruşen Eşref’in yukarıda yazdıklarını anımsadım ve Atatürk’ü, gerçekten özlemiş olduğumu duyumsadım!
Adam kendisini elçi değil de sömürge valisi sanıyor olacak ki iç işlerimize karışmış; PKK’lıların isteği doğrultusunda gündemde olan yeni anayasa tartışmalarına katılmış.
Bu durumda yapılması gereken bir nota verilerek, elçinin “istenmeyen adam” ilan edilmesi ve ülkesine sepetlenmesidir…
Fakat böyle bir şey iktidarın da muhalefetin de aklının ucundan bile geçmediği gibi, millet olarak biz de ayağa kalkıp Amerikan elçiliklerine, konsolosluklarına, üslerine vs. yürümedik…
Çünkü biz böyle şeylere alıştırıldık…
Bugüne dek neler neler gördük/ yaşadık!..
1980 öncesi gençler arasında sağ-sol çatışmaları yaratarak 5 bin gencimizi öldürdüler…
Karşı çıkmalarına rağmen, uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan hakkımızı kullanarak Kıbrıs’a çıkarma yapıp soydaşlarımızı soykırımdan kurtarınca, düşmanlıklarını sergilemeye başladılar:
Yıllarca ambargo uyguladılar, önce ASALA, sonra PKK terör örgütlerini kurup beslediler…
Bunları gören ve yöneticileri/ halkı uyarmaya/ uyandırmaya çalışan Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu gibi aydınlarla, karşı önlemler almaya çalışan, Eşref Bitlis ile Ergenekon vd.kumpas sanıkları asker ve sivil yurtseverleri öldürdüler/ zindanlarda çürüttüler…
Muavenet muhribimizi, Saratoga uçak gemisinden bilerek attıkları güdümlü füzelerle batırarak 5 askerimizi şehit ettiler, 13 askerimizi de yaraladılar…
Kuzey Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirdiler!..
Proje ortağı da olduğumuz F-35 uçaklarını, parasını ödediğimiz halde vermediler. Yerine 50 yıl eski model olan F-16 istedik, onu da vermediler. Üstelik, "ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası (CAATSA)” kapsamına alıp paramızı da iade etmediler.
Hava sahamızı korumak için Patriot füzesi almak istedik, satmadılar. Bunun üzerine 2 milyar dolara Rusya’dan S-400 füzelerini satın aldık. Ama “kullanamazsınız” dediler ve biz de ambalajlarını açmadan depoya koyduk!..
Doğu Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölgemizde petrol ve doğal gaz aramak için 4 milyar dolar vererek iki tane sismik araştırma, iki tane de sondaj gemisi aldık. Fakat gemilerimizi, bizim Mavi Vatanımıza sokmadılar. Şimdi onlar da yatıyor!..
Daha neler, neler!...
Türk milletini soykırımcı ilan ettiler…
Hatta işi kişisel hakarete kadar götürdüler: “aptal olma” dediler…
Tüm bunlara sesimizi çıkarmadık, sineye çektik ve hala bu devletin dostumuz, müttefikimiz, hatta “stratejik ortağımız” olduğunu düşünüyoruz!..
Askerlerimizin başına çuval geçirdiklerinde, gazeteciler zamanın Başbakanına “nota verecek misiniz?” sorusunu sormuş; o da “ne notası? Müzik notası mı?” yanıtını vermişti. Zamanın Dışişleri Bakanı ise “büyük devletlere nota verilmez” demişti!..
Ama biz, küçük Yunanistan’a da sesimizi çıkaramıyoruz.
Adamlar gelip karasularımız içindeki 20 adamızı işgal ettiler. İktidar görmezden geliyor. Ana Muhalefet Partisi’nin Dışişlerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı da bu konuyu gündemde tutmaya çalışan yurtseverleri, zamanında “ortalığı bulandırmakla” suçlamıştı.
Yunan Sahil Güvenlik botları, karasularımızı ihlali bırakın plajlarımıza giriyor, hatta kumsaldaki bir Zodyak botu alıp götürüyorlar.
O zaman gel de Atatürk’ü özleme, Aşık Mahsuni gibi “bir daha gel Samsun’dan” deme!..