BUNDAN BOYLE BLOGERLERDE SIZI KARSILIYACAK OLAN GORSEL.BUKET
TURKAY,SECRETARYSHIP.
18-MART CANAKKALE ZAFER BAYRAMI VE SEHITLER HAFTASI MESAJIMIZ.EK
EKARTLA..
18.MART CANAKKALE ZAFER HAFTASI.
KUTSAL MIRAS ISIK VE ASK
BASSAGLIGI DILEGIMIZ.
BIZI TANIMAK
MERHABA
YENİ HAYAT
Kim derdi ki
Yarılsın da nihayet yerin
altı
Bir anda dirilsin
Şu milyonla
karaltı
Topraklaşan ellerde
Birer meşale
yansın
Kim derdi ki
Şu milyonla adam
Birden
uyansın...
(Mithat Cemal
KUNTAY)
Milli sınırlar içinde
bulunan vatan parçaları bir bütündür. Birbirinden ayrılamaz.
ATATÜRK
Aile, her türlü iyilik ve
kötülüğün öğretildiği okuldur. W.STAKEL
Bir babanın çocuklarına
yapacağı en büyük yardım annelerini sevmektir.T.HERBURG
Babanın erdemleri
çocukların servetidir. A.FRANCE
Sevmek ve sevilmek
varolmanın en büyük mutluluğudur.S.SMİTH
Bir erkeği eğitirseniz bir
kişiyi eğitmiş olursunuz, bir kadını eğitirseniz tüm aileyi eğitmiş olursunuz.
CHARLES IVER
BAŞLIK PARASI
“Üstat! Aşk dediğin nedir?
Sever, kavuşamazsın, adı aşk olur!..”
–Yeter artık Mustafa! Bu
kaçıncı dilim?
Delikanlı, Zeynep’in
sözlerine aldırmadan yine uzandı baklava tepsisine. Bir yandan da ince, siyah
bıyıklarının altından gülümsüyordu bana:
–Aç karnına daha iyi
oluyor Metin Ağabey. Bugün yemeyeceğim de ne zaman yiyeceğim? Ömür dediğin bir
masal, bir var, bir yok!
Belki de haklıydı. İnsan
fark edemiyor; ama nasıl da hızlı akıyordu zaman. Çocuklar büyümüş, biz
yaşlanmıştık. Oysa daha dün bırakmıştım Mustafa’yı kışlasına. Birkaç hafta sonu
ziyaretine de gitmiş, usta birliğinden gönderdiği mektuplarına cevaplar da
yazmıştım. On beş ayı bitirip terhis olduğu gün bile duymuştum telefondaki
heyecanlı sesini. Hey gidi günler!
–Biliyor musun Metin
Ağabey? Otobüs yolculuğumuzdan bu yana tam iki buçuk yıl geçti. Altay doğmamıştı
daha, bak şimdi kucaklara sığmıyor.
Kalktı, öğle uykusundaki
oğlunun üstünü örtüp, sinekleri kovaladı:
–Dikkat etmek lâzım!
Hastalanınca hiç uyutmuyor bizi. Bizim hanıma kalsa, hemen “Nazar değdi!”
oluyor. Ne güzel mazeret, değil mi? Neyse ağabey, çok iyi oldu geldiğiniz. Bu
defa da bahane bulsaydın, küsecektim sana. Keşke Burhanlar da gelebilseydi.
Oturduğum yüksek divanın
yumuşak minderlerine şöyle keyfimce bir yaslandım:
–Aslında geleceklerdi.
Bayram tatili dokuz güne çıkınca gelin hanım ailesini görmek istediğini söyledi.
Ne de olsa yeni evliler. Nurhan’ı da kandırıp hep birlikte gittiler Karadeniz’e.
–İyi yapmışlar Metin
Ağabey, yüzü gülmüştür sizin gelinin.
–Gülmez mi? Çok özlemiş
anne babasını. Bizim oğlan da rahat durmuyor ki! “Arşı arşı memlekete kız
vermesinler!” diye bir türkü tutturuyor, üzüyor güzel gelinimi.
Bahçelerinde oturuyorduk.
Hanımlar, bir yandan taze kopardıkları sebzeleri yıkıyor, soyuyor, doğruyor, bir
yandan da hamur yoğuruyorlardı. Benim, apartman dairesinden bıkmış eşim de
onlara yardım ediyor, açık havanın tadını çıkarıyordu. Bu sabah gelmiştik. Bir
taşla iki kuş! Hem kız kardeşimle eşinin, hem de bu delikanlı ile ailesinin
gönüllerini almıştık. Daha yeğenlerimizi yeni öpmüş, bavullarımızı henüz
açmıştık ki, telefon edip “Nerde kaldınız, sizi kahvaltıya bekliyoruz!” demişti
Mustafa.
–Gözlüklerin yakışmış
Metin Ağabey.
–Sağol Mustafa, zorunluluk
işte. Önceleri garipsedim kullanmayı. Artık uzağı zor seçiyor, yakını da eskisi
gibi göremiyorum. Bunları takmadığımda, gazete okurken bile nerdeyse içine
düşüyorum. Yıllar geçiyor, olacak bunlar, aldırmıyorum.
Eşim, oturduğu yerden bize
doğru bağırdı:
–Aslan yaşlandıkça
yelesini tararmış ya Metin de aynı hesap. Gözlerinin bozulmasına, saçlarının
seyrelmesine aldırmadığını söylüyor; ama dereceli güneş gözlükleri, özel
şampuanlar kullanmayı da ihmal etmiyor.
Bu arada çocuk uyanıp
ağlamaya başladı. Zeynep ellerinin una bulanmış durumunu göstererek
seslendi:
–Mustafa bakıver Altay’a,
ağlatmasana!
Delikanlı biraz söylenerek
kalktı. Yüzü asıldı. Çocuğu sallayıp uyuttu. Zeynep oturduğu yerden yine
seslendi:
–Sizin yanınızda böyle
davranıyor, kazaklık yapıyor bana.
Mustafa eşine doğru
baktı:
–Boşuna mı verdik onca
başlık parasını!
Zeynep şaşkın bir ifade
takındı, sesinde kızgın bir ifade vardı:
–Başlık verdin de ben mi
görmedim? Böyle âdet mi kaldı bizim buralarda? Parayla mı satın aldın sen
beni?
Delikanlı bozulur gibi
olduysa da altta kalmaya niyetli görünmüyordu. Cevabını hiç
geciktirmedi:
–Aldırma sen ona Metin
Ağabey. Âşık Veysel’e sormuşlar; “Üstat! Aşk dediğin nedir?” “Sever
kavuşamazsın, adı aşk olur!” demiş. Biz kavuştuk da ne oldu işte!
Zeynep yan gözle baktı
ona. Elindeki ince oklavayı işaret ederek hafifçe salladı:
–Getirir gösteririm şimdi
buradaki herkese, askerdeyken içini kalplerle süsleyip, kurumuş çiçekler de
yapıştırıp gönderdiğin bir bohça mektubu. Ne demek kavuştuk da ne
oldu?
Delikanlı, duymuyormuş
gibi yapıp bir türkü tutturdu:
Milli sınırlar içinde
bulunan vatan parçaları bir bütündür. Birbirinden ayrılamaz.
ATATÜRK
“Güzelliğin on para
etmez
Bu bendeki aşk
olmasa!”
Zeynep bir kez daha
salladı oklavayı. Mustafa bundan da ders almamış olacak ki sürdürdü
şakasını:
–Geçenlerde kaynanam
kayboldu ilçedeki pazarda. Hemen koşup gazeteye ilân verdim. Kaynanamın kocaman
bir resmi, altında da şu yazı; “Görenlerin, insaniyet namına görmezlikten
gelmeleri rica olunur!”
Saklayamadık
gülmelerimizi. Zeynep de gülüyordu. Aslında cevap verecek, atışacaktı; ama
bizden çekinip sustu. Bu suskunluğu fırsat bilmişti delikanlı. Birkaç cümle daha
etti. Baktı ki iş şakadan çıkacak, karısının gönlünü almaya çalışan bir aşk
şarkısı mırıldandı:
“Sevemez kimse
seni,
Benim sevdiğim
kadar...”
Kız kardeşim dayanamayıp
müdahale etti:
–Zeynep’in yerinde ben
olsaydım bu şarkının güzel sözlerine kanmaz, o oklavayı atardım şimdi kafana.
Dua et Kadir Ağabeyin bugün nöbetçi. Gelseydi o da kızardı sana.
Mustafa yine pişkinliğe
verdi:
–O benim kınalı kuzum Ülkü
Abla. Şaka yaptığımı bilir o!
Çocuk, uykuya doymuş
olacak ki, tekrar ağlamaya başladı. Bu defa delikanlı, onu yattığı yerden alıp,
yanaklarını öptü ve oyuncaklarının yanına bıraktı. Sonra aklına yeni şakalar
gelmiş gibi döndü bana:
–Metin Ağabey, bir adamın
ömrü bitmiş. Azrail gelip “Gitme zamanı geldi!” demiş. Adam; “Bebek numarası
yaparsam belki beni götürmez!” diye düşünmüş ve başlamış “Inga ınga!” diye
ağlamaya. Azrail daha akıllı tabii! Bakmış ağlayan adama, gülmüş; “Haydi
bebeğim, atta atta!”
Nereden buluyordu bunları.
Tek kişilik bir orduydu sanki. Hiç doymuyordu konuşmaya. Sabahtan beri anlattığı
askerlik anılarından sonra, şimdi de fıkralara başlamıştı. İyi anlaşıyorduk
onunla. Benim ikiz yeğenlerle Mustafa’nın oğlu da iyi anlaşmışlar, bahçede bir o
yana bir bu yana koşturuyorlardı. Zeynep’in sesini işittik:
–Altay koşmasın Mustafa,
terleyecek, düşecek, bir yerini acıtacak şimdi!
Delikanlı Zeynep’e
baktı:
–Bırak acıtsın! Düşüp
kalkmadan nasıl öğrenecek ayakta kalmasını, nasıl becerecek doğru dürüst
yürümesini, koşmasını?
–Bari çıkarıver kazağını
da terlemesin.
Mustafa, kolundan
yakaladığı çocuğun kazağını sıyırıp bana doğru uzattı:
–Bunu Zeynep ördü Metin
Ağabey. Çok becerikli. Eli de hızlı. Seri üretime geçip kısa zamanda zengin
olacağız.
—Neden olmasın ki!
Benetton adını duydun mu daha önce? Bir kamyon şoförünün oğlu imiş! Ablasının
ördüğü kazakları satarak başlamış işe. Bugün dünyanın çeşitli ülkelerinde
beşbine yakın mağazası var. At binenin, kılıç kuşananın.
Mustafa heyecanla Zeynep’e
döndü:
–Duydun mu Zeynep? Ne olur
ne olmaz, biz şimdiden açacağımız dükkâna bir isim bulalım. Mesela dünyanın her
yerindeki ışıklı tabelalarda şöyle yazdığını bir düşünüp, hayal etsene;
“Zeynepton mağazalarına hoş geldiniz!” Çok büyük para kazanacağız,
çok!
Mustafa’nın annesi Güler
Hanım, inanmıştı oğlunun şakasına. Hamurlu ellerinin tersiyle oyalı yazmasını
düzeltirken, söylendi:
–Para, yalnız başına
mutluluk mu getirirmiş? “Mal da yalan, mülk de yalan. Var biraz da sen oyalan!”
diye boşuna mı demiş atalarımız. "Asıl zenginlik gönül
zenginliğidir!"
Eşim Nuray, Mustafa’nın
annesine destek vermek ister gibi konuştu:
–Komşudan duyduğum bir
hikâyeyi anlatayım size; Yeni evli bir çiftin kapıları çalınır. Kalkıp
açtıklarında kendilerine gülümseyen üç yaşlı adam görür ve “Siz kimsiniz?” diye
sorarlar. Adamlar sıcak yüzleriyle kendilerini; “Sevgi, Zenginlik ve Başarı”
şeklinde tanıtıp, bu eve armağan edildiklerini söylerler. Çift; “Öyleyse gelin
içeri.” dediklerinde de; “Hepimiz gelemeyiz, birimizi seçmelisiniz!” cevabını
alırlar. Kısa bir süre düşünen yeni evliler, “Sevgi” adlı ihtiyarı çağırmaya
karar verir. Yaşlı adam içeriye doğru adım atarken, diğerleri de arkasından
yürür. Evin hanımı merakla; “Hani, sadece biriniz gelebilirdiniz?” deyince,
öndeki adam, içlerini ısıtan bir sesle şöyle konuşur; “Onlardan birini
seçseydiniz, sadece o girecek, biz kalacaktık; ama siz beni seçtiniz. Başarı ve
Zenginlik her zaman benim, yani Sevgi’nin arkasından gelir!” Bu tatlı ihtiyarlar
birkaç dakika içerisinde evin her yerine uğurlarını bırakıp
giderler.
Biraz uzakta da kalsa,
bizi dinleyen Ülkü yanımıza yaklaştı:
–Başarının gelmesi bazen
gecikebiliyor. Sabretmek, yılmamak gerekiyor. Bir hayat öyküsünü örnek vereyim
size; “Abraham Lincoln” adında bir adam, yirmi iki yaşında ticarette batmış.
Yirmi üç yaşında eyalet meclisi seçimlerini kaybetmiş. Sonra sırasıyla; yirmi
dokuz yaşında eyalet meclis başkanlığı seçimlerini, otuz bir yaşında temsilciler
meclisi seçimlerini, kırk altı yaşında senato seçimlerini ve kırk yedi yaşında
da başkan yardımcılığı seçimini kaybetmiş. Bütün bunlara rağmen kaybetmekten
yılmayan Lincoln, elli bir yaşında Amerika’ya başkan olmuş.
Zeynep, oturduğu yerden
delikanlıya intikam alır gibi seslendi:
–Hey Mustafa Lincoln,
çocuğa bir bak, ağlıyor yine!
KADİFE GÜL
“Hırs gelir; göz
kararır.
Hırs gider; yüz
kızarır...”
O sırada bahçe kapısından
içeriye elinde sıkıca tuttuğu kâse ile küçük bir kız çocuğu ve uyumlu kıyafeti,
gülümseyen yüzü ile orta yaşlarda bir hanım girdi. Başından indirdiği geniş
tepside, üzerlerinde hâlâ dumanları tüten birkaç yassı ekmek vardı. Yavaşça
eğilip tepsiyi masanın üzerine bırakırken şöyle dedi:
–Misafirlerimiz hoş
gelmişler. Sıcak ekmekle tereyağı iyi gider, afiyet olsun.
Çocuğa uzanıp, elindeki
kâseyi aldı:
–Hadi Sude, sen de hoş
geldiniz desene kızım.
Çocuk bizi süzerek baktı
ve bir şey söylemeden Altay'ın yanına koştu. Kızının arkasından başını sallayan
kadın, yanımıza yaklaşıp ellerimizi sıktı. Aslında böyle durumlarda hep
hazırlıklı olurdum. Çünkü birkaç defa el sıkmak için hanımlara uzattığım elim
havada kalmış, mahcup düşmüştüm. Bunun adını kendilerince ahlâksızlık
koymuşlardı. El sıkışılınca namusa leke çalınıyor, günaha giriliyormuş. Ellerini
kendi öz babasından, kardeşinden sakınanlar bile olurdu. Ben bunu hep niyetlerin
kötülüğüne ve anlayışların çirkinliğine bağlardım. Yeri yoktu kültürümüzde bu
yanlışlıkların. Bayanlar kendi aralarında sohbet edip çalışırken, ben de
çocukları seyre koyuldum. Mustafa başıyla işaret etti:
–Metin Ağabey, bu
ekmekleri getiren hanımın adı Dilek. Ben askere gitmeden hastalandı. Kansere
yakalanmış. Nerdeyse alacaklarmış göğüslerinden birini. Hiçbir zaman yenilmemiş
hastalığa, ağlayıp sızlananlara itibar etmemiş, gözyaşlarına boğulmamış.
Kabullenmiş; ama mücadeleyi de bırakmamış. Karıştırmış kitapları, sorup
soruşturmuş, okumuş öğrenmiş ve gitmiş doktorlara yaptırmış tedavisini. Bugün,
gördüğün gibi, sağlığı yerinde maşallah! Geçenlerde anneme ne demiş biliyor
musun? “Bu hastalık bana bir hediye! Onun sayesinde sağlıklı yaşamanın nasıl bir
mutluluk olduğunu öğrendim.”
Altay hızla gelip
Mustafa’nın kucağına tırmanmaya çalıştı. Elindeki plastik arabayı, Dilek
Hanım'ın kızı Sude'den kaçırıyordu. Delikanlı hemen çocuğun göz hizasına kadar
eğildi ve ona oyuncaklarını paylaşması gerektiğini anlatmaya başladı. Merakla
dinledim onu. Tane tane örnekler veriyor, ne güzel konuşuyordu. “Dil tencerenin
kapağına benziyordu. Kıpırdadı da kokusu duyuldu mu, ocakta ne pişiyor
anlıyordun. Kalbi ve sözü bir olmayan kimsenin de yüz dili bile olsa dilsiz
sayılıyordu.” Çocuğa tepeden bakmayıp, çömelip konuşması da pek hoşuma gitmişti.
Şu oldu en son cümlesi:
–Anladın mı benim akıllı
oğlum. Bundan sonra ver arkadaşlarına oyuncaklarını. Paylaşmasını öğrenerek
büyü.
Adı üstünde Şeker Bayramı!
Altı yedi çocuk belirdi kapıda. Ellerimizi öpüp, aldıklarını torbalarına
koydular. Mustafa’yla göz göze geldik. “Bayramlarda el öper, şeker toplardık.”
dediğimde, “Biz de Metin Ağabey, en çok da ben toplardım!” demişti. Aynı anda
hatırlayıp, karşılıklı gülüştük. Güzel havayı koklayıp, gözlerime
baktı:
–Çiçekleri çok severim. En
çok da gülleri! Usta birliğim yemyeşildi. Çarşı iznine çıktığım bir gün
tanıştığım adam birliği kastederek; “Şu askerler her zaman en güzel yerleri
alıyorlar!” deyince hemen itiraz ettim ona. “Askerler en güzel yerleri
almıyorlar, bence onlar aldıkları her yeri güzelleştiriyorlar!” dedim.
Haklıydı. Sahip
olduklarımızın değerini bilip, gerekli özeni gösterdiğimizde güzellik de
kendiliğinden geliyordu:
–Aferin Mustafa iyi
söylemişsin.
–Sağol Metin Ağabey. Gel,
sana bahçemizdeki en güzel gülü göstereyim.
Kalktık. Hanımlar masayı
donatırken biz de bahçenin köşesine doğru yürüdük. Mustafa, gerçekten çok özel
bir gül gösterdi bana. Koca bir fidan ve sadece tek bir gül! Nasıl güzel! Hayran
kalmıştım:
–Yıllardır ziraatın
içindeyim; ama daha önce hiç böyle bir gül görmemiştim Mustafa.
–Gerçekten çok uğraştık
Metin Ağabey. Buna, “Kadife Gül” diyorlar. Bu yörede sadece bizde var. En çok da
Zeynep uğraştı. Kuşlar zarar vermesin diye de gözü gibi bakıyor.
“Sakınan göze çöp
batarmış!” derler ya tam o anda istenmeyen bir şey oldu. Delikanlının
kucağındaki Altay, ani bir hareketle uzandı ve koparıverdi gülü. Donup
kalmıştık. Çocuk bize bakıp tebessüm ediyor, ben de, Mustafa ne tepki verecek
diye merakla bekliyordum. Bunları gören Zeynep, birkaç adımda sanki uçtu
yanımıza ve azarlayan sesiyle hemen çıkıştı Altay’a:
–Ne yaptın sen haylaz
çocuk?
Mustafa sakin bir tavırla
baktı Zeynep’in gözlerine. Yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi:
–Hemen kızma kınalı kuzum!
“Biz çiçek yetiştirmiyoruz ki, çocuk yetiştiriyoruz!”
Zeynep öfkesine yenilmedi.
Hemen durulup, sakinleşti. Uzanıp kucağına aldı Altay’ı. Onun korkmuş
gözlerinden öptü, sarıldı:
–Haklısın Mustafa,
düşünemedim işte, kaybettim bir an kendimi.
Delikanlı gülümsüyordu
hâlâ. Elini karısının saçlarına dokundurdu. Otobüste gizli gizli resimlere
bakışını hatırladım. Sıcacık konuştu:
–Sen o gülden daha da
güzelsin kınalı kuzum. “Hırs gelir; göz kararır, hırs gider; yüz
kızarır!”
Zeynep bir kez daha öptü
Altay’ı. Çocuk da karşılıksız bırakmadı annesini ve doladı cılız kollarını onun
boynuna. Dünyanın en masum sarılışıydı bu. Kızım Nurhan’ın okulunda katıldığım
toplantı sırasında bir velinin söyledikleri geldi aklıma; Şişman, orta yaşlı,
sarı saçlı adam; “Çocuklarımız iyi ya da kötü, nasıl yetişiyorlarsa nedeni
bizleriz. Çünkü insan, ne yaşarsa onu öğrenir!” demiş ve şöyle devam
etmişti;
“Eğer bir çocuk;
Sürekli eleştirilmiş ise,
kınama ve ayıplamayı;
Alay edilip aşağılanmış
ise, sıkılıp utanmayı;
Utanç duygusuyla eğitilmiş
ise, kendini suçlamayı öğrenir ve mutsuz olur.
Eğer bir
çocuk;
Aile, her türlü iyilik ve
kötülüğün öğretildiği okuldur. W.STAKEL
Desteklenip
yüreklendirilmiş ise, kendine güven duymayı;.
Övgü ve beğeni görmüş ise,
takdir etmeyi;
Saygı gösterilmiş ise,
adil olmayı;
Kabul ve onay görmüş ise,
kendini sevmeyi;
Dostluk, arkadaşlık görmüş
ise, hayatı kabullenmeyi öğrenir ve mutlu olur...”
ŞAFAK KAÇ
TERTİP
“Evimizin direğisin sen,
her zaman başımızın üstündesin”
İşte Mustafa da şimdi
oğluna mutluluk dersleri veriyordu. Ondaki değişikliği fark etmemek için kör
olmak gerekir diye düşündüm. İki buçuk yılda, zaten sağlam olan temeline, yeni
sevgiler eklemiş ve bunları davranışlarına dönüştürmeyi başarmıştı. Bizden bir
saat izin isteyip hasta komşusunu ziyarete giden evin babası Mesut Bey de
dönmüş, saygıyla sofrayı gösteriyordu:
–Hadi buyurun sofraya,
soğutmayalım ekmekleri.
Doğrusu uzun süredir bu
kadar yememiştim. Ölçüyü kaçırdığımın farkındaydım; ama bu defa engelleyemedim
kendimi. Köpükleri üzerinden taşan ayranlardan da kaç bardak içtiğimi sayamadım.
Mustafa hizmette kusur etmiyor, Zeynep’in peynirli, patatesli, ıspanaklı,
kıymalı gözlemelerini sacın üzerinden kaptığı gibi bize yetiştiriyordu. Sıra çay
faslına geldiğinde, semaverden başını yavaşça kaldırıp kulağıma
fısıldadı:
–Eskiden olsa masaya
kurulur, hizmet beklerdim. Askerdeyken her işimi kendim yapa yapa alıştım. Ara
sıra annem; “Sen ne biçim erkeksin!” dese de, Zeynep’e yardım etmek hoşuma
gidiyor. Zaten kız, hem çocuğa hem de ev işlerine zor yetişiyor, yoruluyor.
Arkadaşlarım, ablalarım bile takılıyorlar, aldırmıyorum.
–Aynen devam et Mustafa,
doğru bildiğini yap sen.
–Ben de öyle yapıyorum
zaten. Çocuğa isim koyarken de öyle yaptım. Altay'a iyiliklerini unutamadığım
bölük komutanımız Tamer Yüzbaşı’nın oğlunun adını verdim. Bir nöbetinde
Teğmenimize şöyle dediğini duymuştum, “Askere savaşmayı öğretebiliriz. En az
bunun kadar önemli olan ona bütün ömrü boyunca yurdunu sevebilmeyi
öğretebilmek!”
–Güzel
konuşmuş.
–O her zaman güzel
konuşurdu. Bir defasında, “Bazen somon balığı gibi olmak lâzım!” dedi. Bu
balığın özel bir amacı varmış. Yumurtlama bölgesine dönerek yumurtalarını
bırakmak. Bu çok zorlu bir yolculukmuş. Şiddetli akıntılara ve kayalara çarpsa,
yaralansa da; umudunu hiç kaybetmez, asla vazgeçmezmiş. Kendisini bekleyen diğer
tehlikelerden de kurtulmayı başarırsa, sonuçta gideceği yere ulaşır, amacını
gerçekleştirirmiş. Ben de öyle yapacağım.
Yaptıklarını kendi
hayatıma uyarlamayı daha önce düşünemesem de bu balığı biliyordum. Mustafa
büyümüştü artık. “Akıl yaşta değil baştadır; ama yine de aklı başa yaş getirir!”
diyenler haklıydı. Yıllar bizi olgunlaştırıyor, bildiklerimize yenilerini
ekliyordu. Delikanlının biraz dikleşen sesini duydum:
–Anne şu çocuğa kola
vermeyin, onun süte ihtiyacı var demedim mi?
–İstiyor evladım, biz ne
yapalım?
–O zaman meyve suyu verin.
O asitli içecekleri sokmayın eve diyorum, dinlemiyorsunuz beni! Birden babasına
döndü:
–Baba söylemeye dilim
varmıyor; ama sen alıp getiriyorsun bunları. İyilik yapmıyorsun ki torununa, bir
tane dişi kalmayacak ağzında! Üstelik sen de azaltıver şu sigarayı artık.
Ünal Bey, “Sen ne
karışıyorsun sigarama!” diyecek sandım. Sararan bıyıklarını iki tarafa
sıvazlayıp bana döndü:
–Aslında doğru söylüyor bu
oğlan Metin Bey ama evin içinde ya da torunların yanında içmiyorum
ki!
Yaşlı adamın sesinde
suçluluk vardı. Birden içim burkuldu:
–Mustafa sizi kırmak
istemedi. İyiliğinizi istiyor o kadar.
–Yok yok bir hâller geldi
bizim oğlana. Görmüyor musun, babasına bile lâf yetiştiriyor.
Delikanlının yanakları al
al oldu. Oysa ben onun, ataya, anne-babaya saygı ve hürmetin kültürümüzün
temellerinden olduğunu bildiğine adım gibi emindim. Söyledikleri yanlış
anlaşıldığı için üzülmüştü. Sesinde yansıyan özür de bunu
gösteriyordu:
–Öyle deme baba, doğruları
saklamamak lâzım! Benim derdim seninle değil ki, ne haddime! Evimizin direğisin
sen, her zaman başımızın tacısın! Ben sadece senin sağlığını düşünüyor, hasta
olmanı istemiyorum.
–Biliyorum oğlum. Elbet
bırakacağım ben de bir gün!
–Hep aynı şeyi
söylüyorsun, kendini kandırma babacığım. Tatbikatta gece yarısı sigara içen
arkadaşıma, ateş çok uzaklardan görünür ve düşman yerimizi anlar niyetine;
“Yaptığın çok tehlikeli!” demiştim. “Merak etme, içime çekmiyorum!” diye cevap
vermişti. İşte senin ki de o hesap.
Baba oğul, bir an göz göze
geldiler. Delikanlının bakışlarında bebekliği, çocukluğu ve ilk gençlik yılları
hızla gelip geçer gibi oldu. Nerdeyse kalkıp sarılacaktı yaşlı adamın boynuna.
Bir şeylerden çekindi ve nedense yapmadı. Ünal Bey, daha önce pek çok konuda
olduğu gibi bu defa da oğlunu zor durumundan kurtardı. Yerinden kalkıp sıkıca
kucakladı onu. Ellerinin Gürbüz Beyin elleri gibi kocaman olduğunu fark ettim.
Babam hayatta olsaydı da
ben de ona doyasıya sarılabilseydim. Her nedense ana babanın kıymeti, onlar bu
dünyadan göçüp gidince daha iyi anlaşılıyordu. Aralarına daha fazla girmek
istemedim. Zaten delikanlı da konuyu değiştirmiş ve ağırbaşlı, olgun, oturaklı
halini yeniden takınmıştı:
–“Eğer ben iyi değilsem,
siz de iyi olmayacaksınız!” diyen bir devre arkadaşımız vardı. Buz gibi gözlerle
bakardı etrafına. Durduk yere hır çıkarır, bunalıma girer, problemlerinin çözümü
olmadığını düşünürdü. Bir defasında canına kıymaya bile kalktı. İnsanı, kendi
hayatına son verecek kadar çaresiz bırakan şey ne olabilir ki bu dünyada? Tamer
Yüzbaşı aldı onu yanına, eğitim alanının köşesindeki çimenler üzerinde iki saate
yakın sohbet ettiler. O günden sonra hiç böyle bir yanlışlık yapmadı
arkadaşımız.
Ünal Bey, sigarasını
yarıda söndürüp paketi cebine koyarken girdi araya:
–Demek ki temiz süt emmiş
anasından. Doğru yolu bulmuş hemen. Lâftan sözden anlamayan nice insan var
etrafta. Sordun mu arkadaşına neler konuşmuşlar?
–Sorduk; ama söylemedi.
Bir başkaydı bizim komutan. Sabah da bahsettim ya! “Problem varsa bana kadar
gelmekten çekinmeyin.” derdi. Mutlaka dinler, değer verirdi. Zaten biz de
anlatınca rahatlar, mutlu olurduk. Çözüm varsa yollarını gösterir, yoksa güzel
şeyler söyleyip sakinleştirir, sabır önerirdi. Ağzından kötü söz çıktığını hiç
duymadık.
Mustafa’nın anlattıkları,
aklıma askerlik anılarını aynı heyecanla anlatan oğlum Burhan’ı getirdi. Benzer
şeyleri hissediyorlar diye düşündüm. Delikanlı devam etti
anlatmaya:
–Bölük komutanı bize,
neyi, niçin yapacağımızı tek tek anlatır, gösterir ve önce kendisi uygulardı.
İşte o zaman, eğitim sırasında başımızda olsun ya da olmasın, herkes elinden
gelenin en iyisine çabalardı. Seve seve koşardık, dağa taşa atmazdık mermileri.
Bizim yüzümüzden lâf söz duysun istemezdik. O da, her zaman hakkımızı korur,
yanlış yaptığımızda cesaretimizi kırmaz, başarıya inanmamızı sağlardı.
Meraklanıp, sordum
delikanlıya:
Peki, yapamayanlar ne
olurdu?
–Yapamayanların yeniden
denemelerine izin verir, düşüncelerimizi duymak ister ve herkesin fikir
üretebileceğini söylerdi. Sık sık "Şafak kaç tertip?" diye de takılırdı bize.
Bir gün, “Atış poligonunda değişiklik olabilir mi komutanım!” dedim. “Nasıl?”
diye sordu. Anlattım. Beni dinleyip, haklı buldu. “Bunu daha önce hiç
düşünmemiştim, aferin Mustafa!” dedi ve hemen uygulattı. Diğer bölükler de bize
bakıp örnek aldılar. Ne kadar gururlandım, anlatamam.
–Gururu hak etmişsin.
–Sağol Metin Ağabey.
İŞ İŞTEN
GEÇMEDEN
“Kıyıdan uzaklaşacak
cesaretin olmadığı sürece, yeni okyanuslar keşfedemezsin...”
Bu arada bahçe kapısı yine
açıldı ve içeriye misafirler doluştu. İkramlar, sohbetler, yolcu etmeler derken
vakit bir hayli ilerledi. Hızla yaklaşmıştı akşam. Hanıma döndüm:
–Biz yavaş yavaş kalkalım
artık, Nuray Hanım.
Mustafa çattı
kaşlarını:
–Hiç bırakır mıyım ben
sizi? Boşuna heveslenmeyin.
Babası ve annesi de
kalmamızı rica ettiler. Zeynep, Nuray Teyzesinin ve Ülkü Abla’sının yanlarına
sokulmuş, “Kalın bu gece!” diyordu. Kız kardeşime baktım; “Kadir zaten nöbetçi,
telefon eder haber veririm, benim için sorun yok.” deyince ben de “Tamam!”
dedim. Delikanlının kahverengi gözleri parladı:
–Sana bir müjdem var Metin
Ağabey. Askerden döner dönmez ilk işim okula kaydımı yaptırmak oldu. Alacağım
diplomamı. Çocuk yüzünden Zeynep gelemiyor şimdilik ama “Sonuna kadar git, ben
her zaman arkandayım!” diyor.
–Çok sevindim Mustafa,
inanıyorum başaracağına.
–Başka şeyler de
başaracağım, birçok plan yaptım. Derdi ki Tamer Yüzbaşı; “Kıyıdan uzaklaşacak
cesaretin olmadığı sürece yeni okyanuslar keşfedemezsin!”
Delikanlının annesi Güler
Hanım birden heyecanlandı:
–Yoksa bizleri bırakıp da
gurbete mi çıkacaksın?
–Hayır anne! Bir yere
gittiğim yok, buradayım.
Kadın bir “Oh!” çekti.
Belli ki rahatlamıştı içi. Mustafa başını önce gökyüzüne doğru kaldırdı, sonra
tekrar bana döndü:
–Yıldızlar, dünyamızdan
neden bu kadar uzak biliyor musun Ağabey?
Bir babanın çocuklarına
yapacağı en büyük yardım annelerini sevmektir.T.HERBURG
–Bilmem, hiç
düşünmedim.
–Yakın olsalardı onlara
ulaşmanın tadı olmazdı da ondan. Çok çalışacağım demek istiyorum. Bir kenarda
durup da, bana şans verilmesini beklemeyeceğim. Kendi kendime vereceğim bu
şansı. İleride “Keşke yapsaydım!” diyebileceğim her iyi şeyi şimdiden yapacağım.
Çünkü üç şey geri gelmezmiş; "Söylenen söz, geçen zaman ve kaçan fırsat!"
Artık her halinden,
Mustafa’nın, eski Mustafa olmadığı apaçık belli oluyordu.
Gülümsedim:
–Yoksa sana sihirli bir
çubuk mu dokundu Mustafa? Ne güzel konuşuyorsun.
Ben cevap beklerken o bana
yine bir soru sordu:
–O söylediğin sihirli
çubuk şimdi elimde olsa ve senden üç dileğini istesem bu isteklerin neler olurdu
Metin Ağabey?
Şaşırmıştım. Ben
düşünürken kendisi cevapladı:
–Aslında, neler
istediğimiz önemli değil. Onları yerine getirmek için neden bir sihire ihtiyaç
duyalım? Bana elbette sihirli bir çubuk dokunmadı; ama Nermin Öğretmenle Gürbüz
Amcanın kulakları çınlasın. Senin ve onların sayesinde açılmaya başlamadı mı
gözlerim?
Cevap veremedim, ben
yutkunurken devam etti:
–“Zaten bende iş yok,
beceremiyorum!” deyip de, sonradan “Ah, keşke çabalarımı sürdürseydim!” diye
sızlanmanın çok geç olacağını siz öğretmediniz mi?
Altay yine gelip oturdu
babasının kucağına. Delikanlı da öptü oğlunun yanaklarından. Çocuk, sempatik bir
tavırla; babasına, bıyıklarının battığını hissettirince sormak geldi
içimden:
–Neden bıyık
bıraktın?
Mustafa göz ucuyla
Zeynep’i gösterdi:
–Zeynep istedi,
yakışıyormuş bana.
Biz gülüşürken, saçlarını
ata ata yürüyen bir hanım girdi içeriye. Yanımıza gelip kibarca “Merhaba.” dedi.
Sonra bahçenin diğer yanında, bulaşık yıkayan Zeynep’e doğru gitti. Güler Hanım,
sesinin tonuna dikkat ederek anlatmaya başladı:
–Bu hanım, bir zamanlar
buraların en güzeliydi. Evlenme çağı geldiğinde kimseyi beğendiremedik ona. “Ne
oldum dememeli, ne olacağım demeli!” Zaman ilerleyince, istemediği bir adama
“Evet!” demek zorunda kaldı. “Yüzükte başka, yürekte başka isim olmuyor!” işte.
Yaşı yaşına, başı başına uygun değildi. Adam bizim yanımızda bile kızar,
bağırırdı ona! “Sen evi temizle, yemek yap ve çocuklara bak! Kadın aklınla,
erkek işine karışma! derdi. Çok çekti zavallı. Sonunda bıçak kemiğe dayanınca,
alıp iki çocuğunu döndü baba evine. “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek
yermiş!” Bir daha da evlenmedi.
Ünal Bey, yılların
birikimiyle usul usul konuştu:
–Evlilik kolay değildir.
Lâfım meclisten dışarı! “Başlangıçta yol düz, atlar genç olduğu için araba büyük
bir hızla yol alır. Sonra yokuş başlar. Bu arada atlar yorulur, arabayı çekemez
hâle gelir. O zaman yanlarına iki genç at daha eklenir. Yokuşun tepesine kadar
böyle dört atla tırmanılır. Tepeye vardıklarında ilk iki at daha da yorulur,
yıpranır; ama zaten inişe geçildiğinden, araba kendi ağırlığıyla iner yokuş
aşağı. O zaman sonradan eklenen atlara da gerek kalmaz, çekip giderler. Bu ilk
iki at yavaş yavaş yolunu tamamlar artık...”
Benzetmeye bayılmıştım. Bu
talihsiz hanıma doğru bakıp sonra tekrar döndüm masadakilere:
–Kararlarımızı zamanında
almazsak iş işten geçiyor. Güler hanımın anlattığına benzer bir kadın varmış.
Bir gün kapısına gelen meraklı delikanlı şöyle sormuş ona; “Sen çok iyi ve
güzelsin, neden böyle kötü ve çirkin bir adamla evlendin?” O da delikanlıya,
giriş kapısına kadar, sağlı sollu, rengârenk dizilen gülleri göstererek, en
güzel gülü kendisine getirmesini; ama bunu sadece gidiş yolunda yapmasını
istemiş. Delikanlı başlamış yürümeye. Daha ilk adımlarında hemen bulmuş aradığı
gülü. Tam koparacak, biraz ileride daha güzelini görmüş. Bunu tekrarlaya
tekrarlaya da farkında olmadan kapının önüne kadar gitmiş. Bakmış ki olmayacak,
herhangi bir güle uzanmış oradan. İşte o zaman da anlamış gerçeği.
Kardeşim elini elimin
üstüne koydu:
–Her şey zamanında güzel!
Hiçbir şey iş işten geçtikten sonra eskisi gibi olmuyor. Şair de çok sevmiş bir
kadını ve şiirler yollamış ona;
“Ne hasta bekler sabahı ve
ne genç ölüyü mezar... Seni beklediğim kadar.”
Sevginin sınır tanımaz
gücünü gösteren bu mısraları, yüreğimin derinliklerinde hissettim. Devam etmesi
için baktım Ülkü'ye.
–Cevap alamamış aşkına.
Sonra zaman geçip gitmiş. Nihayet bir gün “Olur!” demiş kadın. Şair düşünüp,
danışmış kendi yüreğine ve bir beyit daha söylemiş:
“Geçti, istemem gelmeni…
Yokluğunda buldum seni, Gelme artık neye yarar...”
Mustafa bana
döndü:
–Burhan nasıl Metin
Ağabey? Düğün ne güzel olmuştur kim bilir?
–Gerçekten güzel oldu.
Yorgunluğumuza değdi. Bir görmeliydin Burhan’ı, havalarda uçuyordu. Aynı
işyerinde çalışıyorlar. Küçük bir de ev tuttular. Mutluluklarına diyecek yok.
Aman hep böyle olsun, bozulmasın araları.
–Biz de öyleydik
Zeynep’le. Ne demişler; “Bir saat mutlu olmak istiyorsan uyu. Bir gün mutlu
olmak istiyorsan balığa çık. Bir ay mutlu olmak istiyorsan evlen!”
Birden Zeynep’in
bakışlarını üzerinde hissetti. Aniden çark etti tabii;
—Hâlâ da öyleyiz. “Yolu
sevgiden geçenler, bir gün bir yerde buluşacaklar!" şarkısı vardı ya işte onun
gibi. Var mı çocuk falan?
–Daha dur, şunun şurasında
bir yıl bile olmadı.
Mustafa’nın annesi eşime
döndü:
–Torun çocuktan daha tatlı
oluyor Nuray Hanım.
–Ben de çok istiyorum.
“Yeter ki siz doğurun ben bakarım.” diyorum; ama yine de dinlemiyorlar
beni.
–Dinlemez bu gençler.
Benim Mustafa da beni dinlemiyor. Tek çocukta kaldılar. “Altay yanına kız kardeş
ister yarın; ne bileyim, bir Figen, Funda ister!” diyorum, oralı bile
olmuyorlar.
Güler Hanım yeterince açık
konuşmuş, doğmamış torunlarına isimler bile bulmuştu. Zeynep’in, pembeleşen
yüzünü gizlemeye çalıştığını fark ettim. Delikanlının benden yardım bekleyen
sesi duyuldu:
–Her şeyin bir zamanı var,
değil mi Metin Ağabey?
Bir an ne diyeceğimi
şaşırdım. Çünkü hanımların hepsi de gözümün içine bakıyordu.
–Beni bu işe karıştırma
Mustafa. Siz daha iyi bilirsiniz, konuşur anlaşırsınız Zeynep
kızımla.
O anda hepimiz kahkahalara
boğulduk. Benim tatlı yeğenlerim annelerinin çantasını ele geçirmiş ve makyaj
malzemeleriyle yüzlerini rasgele boyamışlardı. Öylesine komik görünüyorlardı ki,
Zeynep’in bir şeyler yedirmek için peşinden koştuğu Altay bile gülüyordu. Ülkü
fırladı yerinden, çantasından aynayı çıkarıp tuttu ikizlerin yüzüne.
–Bakın bakalım güzel olmuş
musunuz?
Kızlar bakmadılar aynaya.
Dudaklarından çenelerine taşan kırmızılıkları görselerdi bir daha böyle bir şey
yapmazlardı herhalde!
HAMURU MAYA
TUTMUŞ
“Aşktan sonra dostluk,
yaşamın sunabileceği en büyük nimettir...”
–Unuttum size sormayı,
kahvelerinizi orta şekerli yaptım Metin Ağabey, değiştireyim
isterseniz.
–Tam sevdiğim gibi
yapmışsın hanım kızım, eline sağlık.
Zeynep, bembeyaz
fincanlarla kahve ikram ediyordu. Teşekkür edip, aldık. Bir şaka yapmak istedim:
–Bitirince ters çevireyim
mi? Var mı fala bakacak?
Mustafa, göz ucuyla karısı
ve annesini işaret ederek konuştu:
–Biliyorsun, ben inanmam
böyle şeylere Metin Ağabey. Zaten bana da sıra gelmiyor ki? Fal yalanlarına
bizim evde yeterince inanan var!
Zeynep ve Güler Hanım,
delikanlının kendilerini kasteden imasını hemen anlayıp, birbirlerine bakarak
gülümsediler. Gün soluyordu. Etrafıma bakındım. Ünal Bey, boş fincanı masaya
bırakırken bildik bir deyiş okuyordu:
“Gönül ne kahve ister
Ne kahvehane,
Gönül dost ister, sohbet
ister
Kahve bahane...”
Bu mısralar, hüzünlü bir
şarkının sözlerini getirdi kulağıma; “Bir dost bulamadan gün akşam oldu.”
diyordu. Ben de bir an dostlarımı hatırladım, “İyi ki varsınız.” dedim. Gazetede
okuduğum; “Aşktan sonra dostluk yaşamın sunabileceği en büyük nimettir!” cümlesi
çok etkilemişti beni. Bahçe kapısına doğru ilerleyen Zeynep’e Mustafa’nın
seslenişi bu dalgınlığımı bozdu:
–Nereye Zeynep, bir
ihtiyaç mı var alınacak?
–Yok, bir şey! Hamiyet
Teyzeme gözleme götürüyorum.
Mustafa, “Tamam, götür,
izin verdim.” dercesine bir el hareketi yaparak bize döndü:
–Eli ayağı zor tutan, yaşı
ilerlemiş tonton bir teyze var mahallemizde. Bizim hanım, hiç boş bırakmaz onu.
Birkaç lokma, evde ne bulursa işte, götürür, alır hayır duasını.
Mustafa’nın
anlattıklarından sonra bir an kendimden utandım. Çünkü ben Zeynep’in dışarıya
çıkmasını istemediğini ya da kıskandığını düşünmüştüm. Cebi biraz para gördükten
sonra içindeki bu kıskançlığın ayarını kaçırıp hastalığa dönüştüren bir
arkadaşımı hatırladım. Severek evlenmişti. İlk yıllarında hiç problem yoktu; ama
sonraları karısının pazara, bakkala gitmesini bile yasaklayıp adeta eve
hapsetmişti. Oysa ne kadar iyi, ne kadar namuslu bir eşi vardı. Sonra iyice
soğukluk girdi aralarına. Yıkıldı tabii evlilikleri. Her şeyin bir ölçüsü bir
sınırı vardı şu üç günlük dünyada.
Nuray dürtükledi omzumu.
Dönüp baktım. Kucağındaki büyükçe bir bohça el işlemelerinin arasına gömülmüştü
başı:
–Metin Bey, gördün mü
Zeynep kızımızın marifetlerini? Neler neler yapmış. Bu yastık kılıfını da bize
hediye ediyor.
Sonra birden elini başın
götürdü:
–Ah benim dalgın başım!
Unuttum Altay’ın bayramlıklarını vermeyi.
Divanın yanına koyduğu
çantadan bir paket çıkarıp Zeynep’e uzattı:
–İyi günlerde giyer
inşallah.
–Ne gerek vardı Nuray
Abla.
Sevmek ve sevilmek
varolmanın en büyük mutluluğudur.S.SMİTH
Ben de elimdeki yastık
kılıfını incelemeye başladım. Göz nuru dökülmüş, sabır ve emekle süslenmiş
Anadolu motifleri, ressamın fırçaları gibi boyamıştı bembeyaz kanaviçeyi.
–Sanat, bizim insanımızın
içinde var, aferin hanım kızımıza.
Mustafa, iri parlak
gözlerini, doğru seçim yapmış olmanın gururuyla bana dikti:
–Metin Ağabey teklif geldi
geçenlerde. Zeynep yakında hem dikiş nakış, hem de halı kursunda öğretmenlik
yapacak.
Ülkü söze
karıştı:
–İnşallah benim kızlarım
da Zeynep ablaları gibi becerikli olurlar. Öyle düşkünler ki birbirlerine.
Biliyor musunuz geçenlerde ne oldu? İkizlerden biri oynarken kolu kesilmiş.
Hemen fırladık hastaneye. Doktor, biraz kan gerektiğini söyledi. Diğer ikizin
grubu uyuyordu. “Sen verebilir misin?” diye sorduk. “Eğer kurtulacaksa tabii!”
dedi; ama iğne takılır takılmaz da solup gitti rengi. Kulağına eğildim; “İyi
misin kızım?” dedim. Gözlerime bakıp fısıldadı; “Hemen mi öleceğim anne?” Benim
tatlı kızım, kanının hepsinin alınacağını zannetmişti. Babası da ben de sarıldık
ve defalarca öptük, kokladık onu.
Ünal Bey, olayı anlatırken
tekrar yaşayıp gözleri dolan kardeşime baktı:
–Büyük geçmiş olsun. Ne
mutlu ki size, çocuklarınıza bu güzel duyguları verebilmişsiniz.
Ülkü başını sallayıp,
saçları örgülü ikizlerine doğru baktı. Bu bakıştaki içtenlik, okuduğum bir
kitabın satırlarını hatırlattı bana; “Mutlu, mutsuz, acılı ya da beklentisiz!
Şartlar ne olursa olsun çocuk için en gerçek, en sağlam sevgi kaynağı annedir.
Onun sevgisi, doğanın en coşkulu yaşam kaynağıdır.” Mustafa’nın ayağa kalkıp
kollarını gerdiğini, karnını ovuşturduğunu gördüm:
–Hadi Metin Ağabey,
yediklerimizi sindirmemiz lâzım. Yürüyelim biraz, dolaştırayım seni. Yetişebilir
misin peşimden?
–Ben daha delikanlıyım
Mustafa. Eski toprağız biz. “Acı patlıcanı kırağı çalmazmış!”
–Öyleyse Nuray Teyzem
şimdi arkandan bakıp da gizli gizli niye gülümsüyor?
Eşimin imalı sesi
yankılandı bahçede:
–Aman Mustafa oğlum! Açık
yaraya tuz ekip de kavga ettirme bizi.
Babası da katıldı aramıza.
Hep beraber çıkıp, başladık yürümeye. Epey sonra döndüğümüzde dizlerimin bağı
çözülmek üzereydi. Benim kadar olmasa da, onlar da yorulmuştu. Yürümemiş, sanki
koşturmuştuk. Kendimi divana zor bıraktım:
–Bir su ver bana gelin
kızım, senin bu kocan bizi maratoncu zannetti galiba.
Zeynep hemen koca bir
maşrapa ayran çalkaladı. Bütün yorgunluğumu alıp götürdü bu tuzlu ayran. Birden
göz kapaklarımın ağırlaştığını hissettim. Uyku bastırmıştı. Bunu delikanlı da
fark etmiş olmalı ki, yanıma yaklaştı:
–Odalarınız hazır Metin
Ağabey. Yemeğe kadar biraz uzan, dinlen istersen.
–Gerek yok Mustafa, temiz
hava çarptı herhalde!
Bizim emektar hanım
gözlerime bakar bakmaz anlardı yorgunluğumu:
–Hadi Metinciğim,
nazlanma, uzan biraz.
Odama çıktım. Başımı
yastığa koyduğumda Mustafa’nın yürüyüş sırasında geleceğe dair, heyecanla
anlattığı planlar gözlerimin önünde belirdi. Tekrar genç olmayı, hayata yeniden
başlamayı istedim. Şu gençler ne şanslılar dedim. Dalmışım...
Baharın keskin kokusu
uyandırdı beni. Bir an anlayamadım nerede olduğumu. Mustafa ile Zeynep’in
duvarda asılı düğün fotoğraflarını görünce hatırladım. Kalkıp perdeyi araladım.
Gözlerime ışık doldu. Saate bakınca, inanamadım. Çoktan yükselmişti güneş.
Bahçeden konuşmalar, gülüşmeler geliyordu. Aşağıya indim:
–Herkese günaydın.
Birden bütün bakışlar
üzerimde toplandı. Sağdan soldan, birçok “Günaydın!” duydum. Eşim yanıma
yaklaştı:
–İyisin misin Metin? Bu ne
uyku maşallah! Bir şey oldu sandık. Korkuttun bizi. Bir iki defa aralayıp baktım
kapıdan, uyuyordun.
Derin bir nefes aldım.
Bütün vücudumun dinlendiğini, parlamayan gözlerimin ışıldadığını
hissettim:
–Meraklanma hanım, iyiyim
ben. Buralara mı taşınsak ne yapsak?
Mustafa uzaktan
seslendi:
–Metin Ağabey, hadi
buyurun kahvaltıya.
–Elimi yüzümü yıkayıp bir
açılayım hele, siz başlayın isterseniz.
Beklemişlerdi beni. Güzel
bir kahvaltı yaptık. Masa eksiksizdi yine. “İstersen ıslık çal, fakat iyi çal!”
derdi bir yazarımız. Doğrusu bu evin insanları da ne yapıyorlarsa iyi
yapıyorlardı. Delikanlının yeni halinin de bunda büyük payı olduğunu düşündüm.
Çayımı uzatırken gülümsedi:
–Dün akşam yürürken
anlattıklarımı unutmadın değil mi Metin Ağabey?
–Unutur muyum hiç? Peki,
sen benim sorularımı hatırlıyor musun?
Babanın erdemleri
çocukların servetidir. A.FRANCE
–Elbette! İstersen yine
sor, bir bir vereyim cevaplarını.
–Sınavı Nermin Öğretmen
yapıyordu Mustafa, ben değil!
Zeynep, ince kaşlarını
kaldırdı:
–Hadi Metin Ağabey, biraz
sıkıştır onu köşeye!
–Kolay değil; ama bir
deneyelim kızım. Bakalım pes edecek mi senin şu çokbilmiş kocan?
Arabamın torpido gözündeki
kitapta yazılanları hatırlayıp, aralarından seçmeler yaptım ve Mustafa’ya
döndüm:
–Unutma! Hiç düşünmek
yok!
Soru cevaplarımız, saz
âşıklarının atışmaları gibi ardı sıra gidip geldi:
–Söyle bakalım; “En kötü
karar?
–Kararsızlık!
–En önemli
zaman?
–Yaşadığımız
an!
–En çok bilmemiz
gereken?
–Ne
istediğimiz!
–En kısa yol?
–En iyi
bildiğimiz!
–Hangi tartışma
kazanılır?
–Hiçbir
tartışma!
–En kör
insan?
–Görmek
istemeyen!
–Harekete geçmek için neyi
bekleriz?
–Beklemeyiz!
–Sözlerden daha önemli
olan?
–Yapmak!
–Erkeklerin en büyük
gücü?
–Kadın
desteği!
–Akıllı erkeğin son
sözü?
–Peki
karıcığım...”
Zeynep kahkaha atmasa,
daha da devam edecektik. Son cevaptan, özellikle hoşlanmış görünüyordu.
Gülümsemesini gizlemeye çalışarak mırıldandı;
“ Adamın biri kitapçıya
gidip sormuş Metin Ağabey;
— “Evin reisi erkektir”
diye bir kitap var mı acaba?
Kitapçı başını kaldırmış
ve manalı üslupla yanıtlamış;
—Masal kitapları
satmıyoruz .”
Bir kez daha güldük.
Mustafa sadece şunu dedi;
—Bal bal demekle ağız
tatlanmaz! İstediği kadar konuşsun. Bu evin erkeği benim, son sözü ben söylerim.
Şey, babamdan sonra yani…
Onları Karagöz ile Hacivat
gibi hissettim. Mustafa’nın anne ve babasına döndüm:
–Ne mutlu size! “Ekmeğin
büyüğü hamurun çoğundan olur!” derler ya, delikanlının hamuru da çok iyi maya
tutmuş! Onun yanında güvendesiniz, sırtınız hiç yere gelmez artık!
Mustafa’nın koltukları
kabardı ve biraz da şımardı:
–Askerliğimi komando
olarak yaptım Metin Ağabey, olacak o kadar. Unutmadan söyleyeyim, öğleden sonra
ablamlar gelecekler, onlarla da tanıştıracağım seni.
–Ne yani? Bütün bu
söylediklerimi onlara da mı tekrarlayım istiyorsun?
–Hiç fena olmaz! Ablalarım
hâlâ beni çocuk sanıyorlar da!
Bir erkeği eğitirseniz bir
kişiyi eğitmiş olursunuz, bir kadını eğitirseniz tüm aileyi eğitmiş olursunuz.
CHARLES IVER
Yaşlı adam kolunu oğlunun
omzuna attı:
—Dünürlere de gidin
oğlum.
Ünal Bey’in ellerine
dokundum:
—Çok sağ olun; ama bizim
dönmemiz gerekiyor. Şimdi izin verirseniz kalkalım artık. Bir iki saat de
Ülkü’lerde kalıp sonra yola koyulalım.
Delikanlı istemeye
istemeye salladı başını:
—Daha konuşacaklarım,
anlatacaklarım vardı sana.
—Benim de var elbette.
Bize misafirliğe geldiğinizde devam ederiz artık, olur mu?
—Olur, ağabey, sözümün
eriyimdir, bilirsin. Zeynep’i de alıp geleceğim, gezdireceğim oraları. O harika
yerleri, o da görsün gezsin.
—Harika dedin de Mustafa,
daha öyle güzel yerler var ki etrafımızda. Sahi sen dünyanın yedi harikasını
biliyor musun?
—Biliyorum tabi.
—Say bakalım!
Ben kendisinden Mısır
Piramitlerini, Çin Seddi’ni falan saymasını beklerken o tertemiz yüreği ile bana
bir kez daha hayattaki en harika şeylerin para ile satın alınamayacak kadar
değerli olduğu dersini verdi;
—Dünyanın yedi harikası
şunlar Metin ağabey; “Görmek, duymak, dokunmak, tatmak, hissetmek, sağlıklı
olmak ve sevmek...”
Her şey için teşekkür
ederek kalktık. Mustafa elimi öyle bir sıktı ki, bütün enerjisi bana geçti
sandım. Zaten oldum olasıya, parmaklarının ucuyla sanki hastalık kapmaktan
korkarcasına tokalaşanları hiç sevmezdim. Ben de elini kuvvetlice sıkarak diktim
bakışlarımı kahverengi gözlerine ve dedim ki:
—Bardağın dolu tarafını
görmüşsün oğlum! Hem de yüreğinle görmüşsün. Gözümdeki perdeleri kaldırdın,
sağol, aferin sana.
Ne dediğimi çözmeye
çalışıyordu ki; güzel yüzüne bakıp; “Boş ver!” dedim. Sarıldık. Sevgiyle
uğurladılar bizi. El sallayıp yolcu ettiler. Arkamızdan bir tas su dökmeyi de
unutmadılar tabii!
Tam köşeyi dönerken son
bir kez daha dönüp baktım onlara. Mustafa'nın oğlu Altay, küçük elleriyle selam
duruyordu bize.
Başında da bir asker
şapkası vardı...
HOSGELDINIZ (WELCOME)
Lutfedip,bana ulastiniz,tesekkur
eder,sevgi,saygi ve selamlarimi sunarim.
Bu alan,bana ulasmada istasyon"
amacli olusturulmus,diger alanlarda oldugu gibi Buket Turkay postaci,ilker
Alptekin yonetici olarak gorevlendirilmiztir.
Lutfen sosyal aglarda kisisel
bilgilerinizi,birtakim serefsizlerce kullanilmamasi icin vermeyiniz,ozen ve
dikkatli olunuz.
Ozen ve dikkatli olmaniz icin,arzu edilmiyerek sunulan
linklerimiz icin,iletisim bloggerinin sag dikey cubugunda asagiya dogru
baglantilari verilmis tum alanlarimizi,duvarlarimizi gruplara sevk edilen
iletileri bastan,sona ozen ve dikkatle okuyup,okutunuz,PKK durtmesi,ornek
derseniz Ozkan Bostanci serefsizi,benzeri,cetesi ve Turkcell izmir teknik servis
calisani,Belgin isimli,iffetsiz tacizci vb.gibi internetteki KADROLU
serefsizlere,surtuklere karsi,ozen ve dikkatli olmalari icin dostlariniza
oneriniz.Allah'a emanet olunuz.
Turk olmak;Guzel ahlak,Allah korkusu,kuldan
utanma duygusu,insanca davranislar hanimefendi ve beyefendi olma hali
namus,seref,herseyden ote yuksekmi,yuksek karekter gerektirir.Bu nedenle Ataturk
NE MUTLU TURKUM DIYENE demistir.
TURKCELL IZMIR TEKNIK
SERVIS CALISAN BELGIN ISIMLI IFFETSIZE,TURKCELL'E GONDERMELER
http://twitter.com/kemeraltiiscisi/
NETLOG Alanini,henuz olusturup sizin icin guncelledik.
MP3
Marslar,begeneceginizi umdugumuz dinletiler,karma gorsellerle videolar,E-Kartlar
yuklenmistir,Muammer SEZER Demokrat partinin hazin halini,bu alanda
ozetlemistir
Arz eder,saygilar sunarim
Buket
Turkay
Secretaryship