SIZIN ICIN GUNCELLEDIK,BLOGGERE GIT
KARSILAMA MESAJIMI,SAG DIKEY CUBUGU BU BLOGERIN DIGER BLOGGERLERDE OLDUGU GIBI
EN ALTINA YUKLENEN BUYUK BOYUTLU GORSELLERI BU GORSELLERIN ALTINA ARZU
EDILMIYEREK DUSULEN BILGI NOTLARINI BULUNDUGUN YERDE,WORDPRES ISTASYONUNDA (POLISIMIZE SUNUM) BASLIKLI
GONDERILER DAHIL OZEN VE DIKKATLE OKU,OKUT ONER.BASIMIZA NELER
GELMIS,SENINDE BASINA GELMESIN.
BUGUN MUBAREK CUMA CUMA'NIZ MUBAREK OLSUN SIZI,BIZI
INCITENLERIN LESLERI LIME,LIME POSETLER ICINDE COPLUKLERDEN BULUNSUN.DUAMI KENDI
DUAN BIL AMIN DE.TESEKKUR EDERIM.
BUKET TURKAY
SECRETARYSHIP
BLOGGER ISTASYONLARIMIZDA SIZLERI BUNDAN BOYLE
KARSILIYACAK OLAN GORSEL EKTE YUKLENMISTIR.
KANLARIMIZ
BAYRAK
OLSUN
Ey
Mavi göklerin
Beyaz ve kızıl
süsü
Kız kardeşimin gelinliği
Şehidimin son
örtüsü
Işık ışık, dalga dalga
bayrağım
Senin destanını
okudum
Senin destanını
Yazacağım...
(Arif Nihat
ASYA)
Aklı eren, yurdunu seven,
gerçekleri gören kimselerden düşman çıkmaz. ATATÜRK
BEREKET
YAĞIYOR
Çocukken altından geçmeye
korktuğumuz gökkuşağının renklerine bakıp hayal kuruyordu...
Fotoğrafı Gürbüz Beye
verirken yüzüne bakmadım. Elini gördüm sadece. Titriyordu! İki kenarından özenle
tuttu. Kutsal bir emanete dokunur gibi hareket ediyordu. Ne büyük elleri vardı.
Avucunun ortasındaki nasırlar fotoğrafın altında kaldı. Parmaklarının üzerindeki
beyaz tüyler ışık gibi parladı. Sanki bu el, şehit askerin fotoğrafına bir
çerçeve, bir sığınak olmuştu. Onu koruyacak, hep o âbide görüntüsüyle saklayacak
canlı bir sığınak, canlı bir siper olmuştu. Dudaklarına doğru götürdü. Öptü mü
bilmiyorum! Görmedim! Bakamadım...
Kolumdaki saat, tiz
sesiyle birkaç kez çaldı. O bana, çocuklarımın babalar günü hediyesiydi. Yıllar
önce almışlardı. Harçlıklarını biriktirmiş, tasarruf yapmışlardı. Yanaklarından
öperek açmıştım hediye paketini. Saati görünce de şaşırmıştım! Yaşıma pek
gitmiyor, spor görünüyordu; ama hiç belli etmeden hemen takmıştım koluma.
Yıllardır bana yaşlandığımı hissettirmek için elinden geleni yapıyordu. Zamanlı
zamansız ötüp duruyor, yorulmak nedir bilmiyordu. Ona bakarken benim başım
dönüyor, o durmuyordu. Bu tik taklar bana, “Zaman geçiyor, vaktini iyi
değerlendir Metin!” diyordu. Diyordu demesine de ben ne kadar dinliyordum onu,
orası bilinmez!
Birden saatin camında
çocuklarımın parmak izlerini gördüğümü sandım! Düşündüm; “Zaman, ne eşsiz bir
kaynak. Para gibi toplanamaz. Bir madde gibi depolanamaz. İyi ya da kötü, onu
harcamak zorundayız. Tekrar ele geçmeyen ve tüketilen en acımasız zenginlik!”
Onun farkına varmamak, koca bir ömrü boş yere tüketmek demek!
Şoförümüz, radyonun sesini
biraz daha açtı. Hoparlörden gelen şarkının sözleri, kulağımın içinden yüreğimin
derinliklerine aktı;
“Ömrümüzün son demi,
sonbaharı artık
Maziye bir bakıver, neler
neler bıraktık...”
Gürbüz Bey biraz kestirip,
dinlenmişti. Şimdi oldukça dinç görünüyordu. Yaşını hiç göstermiyordu bu yaşlı
adam. Aşırı bir kilosu da yoktu ve sağlığına dikkat ettiği belliydi. Ben de
sağlığım konusunda elimden geldiğince dikkatli davranırdım. Kendisini
incelediğimi fark edince gülümsedi:
–Hayırdır,
daldınız!
–Nazar değmesin Gürbüz
Bey, çok mutlu ve zinde görünüyorsunuz. Nedir bunun reçetesi?
Kaşlarından birini
kaldırıp, diğerini indirdi. Ben de denedim, yapamadım. Yine
gülümsedi:
Bunların reçetesi veya
sırrı yok! Mutluyum; çünkü yüreğimin sesini duyabiliyorum. Kimseyle kavgalı
değilim. Yaptıklarımı başkaları takdir etsin diye değil, istediğim için
yapıyorum. Bana mutluluğu, içimdeki huzur veriyor. Halime de şükretmeyi
biliyorum. Mutluluk için, vermeyi bilmek lâzım; ama karşılık beklemeden. Çünkü
mutluluk, bir alışveriş değildir!
Geçenlerde damadım bir
kitap getirdi bana. Okudum, çok etkilendim. O günden beri düşünüyorum. Mutluluk
parayla satın alınabilseydi, bütün zenginlerin mutlu olması gerekmez miydi? Ne
vereceğini bilmeyenler, sorup dururlar; “Yüzük, kolye, çiçek mi vereceğim?”
Elbette ki hayır! “Yüreğindeki armağanları ver; sevgini, neşeni, şefkatini,
affediciliğini… Aklındaki armağanları ver; rüyâlarını, fikirlerini,
yeteneklerini… Ruhundaki armağanları ver; huzurunu, cesaretini, güzel sözlerini
ve tebessümünü…” Bütün bunları verirken sana, “İyi insan!” demelerini de
bekleme. İçinden geldiği, vermeyi istediğin için ver.
Kendimize acımayı
bırakalım. Çünkü hiç bir şey için geç değildir. Mutluluk için niye gecikmiş
olalım? Her neredeysek, orada ve o dakikada yeniden başlayalım.
Bir şeye çabuk ulaşınca,
değeri az olur. En azından biz öyle olduğunu düşünürüz! Bu yüzden melekler
mutluluğu saklamaya karar vermişler. Öneriler gelmiş. “En yüksek dağın tepesine,
yerin yedi kat dibine ya da okyanusun en derinlerine mi koysak?” demişler.
İçlerinden biri, gülümsemiş; “İnsanlar, dağları, okyanusları, yerin yedi kat
dibini keşfedecek akla sahip. Her nedense bu zekâyı, kendilerini keşfetmek,
tanımak için kullanmıyorlar. Mutluluğu onların yüreklerine gömelim, nasıl olsa
oraya bakmayı akıl etmeyeceklerdir.”
Sevgi, ne sonsuz dağların
zirvelerindedir,
Ne de gizlenmiştir denizin
maviliklerine,
Gökyüzünde bir yerlerde de
bulunmaz sevgi,
Sevgi bize en yakın
yerdedir, yüreğimizde...
Öyle güzel anlatıyordu ki,
ağzımız açık, dinliyorduk. Hırkasının yakalarını düzeltip devam
etti:
–Her şeyden önce, öyle
olur olmaz şeyleri büyütmem. Kendimi her şeye üzmem. Düzenli bir uyku
alışkanlığım vardır. Güne mümkün olduğunca erken başlarım. Böylece kendimi
zamandan kazanmış hissederim. Abur cuburdan hoşlanmam. Yediklerime dikkat eder,
aşırıya kaçmam. Çay ve kahveyi severim; ama çok içmem çünkü böbrekleri yorar.
Ben daha çok su içerim. Bir yaştan sonra insan; una, tuza, şekere, yağa dikkat
etmeli. Eti hiç aramam, sebze gibisi var mı? Hazır yiyecekleri de sevmem. Tıka
basa yiyip, tok kalkmam sofradan. Öğün atlamam, akşamları da hafif şeyler tercih
ederim. “Can boğazdan gelir!” deyip, saldırmamalı yemeğe. Sigara ve içkiyi de
zamanında içtim; ama nicedir koymuyorum ağzıma.
Düşünmeden konuşmak, nişan
almadan ateş etmeye benzer. R. DİGEST
Kolay mı hiç? Yokuş
çıkamaz, merdiven tırmanamaz olmuştum. İki adım yürüsem nefes nefese kalırdım.
Sabahları uyandığımda ağzımda zehir gibi bir tat bulurdum. Baktım ki olmuyor,
iyiden iyiye etkiliyor hayatımı, bir gün yırtıp attım sigara paketini. Günde
içtiği iki paket sigara yüzünden ayağı kesilen arkadaşımı görmem de etkili
olmuştur belki! O gün bu gündür rahatım yerinde. Delikanlı gibi hissediyorum.
Yazık olmuş heba bunca yılıma. Hem parama hem de sağlığıma acımamışım. Şimdi
utanmasam, mahalledeki gençlerle top peşinde koşacağım.
Delikanlı atıldı: “Gürbüz
Amca, tam sana göre bir fıkram var, anlatayım mı?” dedi. Yaşlı adam başıyla
onaylayınca anlattı:
–Adamın biri doktora
gitmiş. “Acaba bir yirmi yıl daha yaşar mıyım?” demiş. Doktor: “İçki, sigara
içer misin? Çapkınlık yapar mısın?” diye sormuş. Adam da; “Asla!” diye cevap
verince, doktor kaşlarını sizin gibi çatmış ve adama kötü kötü bakmış: “Öyleyse
ne diye yirmi yıl daha yaşamak istiyorsun be adam?”
Bizim ihtiyar, Mustafa’nın
şaka yaptığını biliyordu. Gülümsedi. Uzanıp onun yanaklarını sıktı. Sonra yine
yaslandı arkasına.
Yol kısalıyordu artık.
Ömürlerimiz gibi tüketiyorduk onu da. Beyaz, sarı, mavi, siyah, kırmızı, yeşil
arabalar geçiyor, içlerinde insanlar oturuyordu. Hayalleri, umutları olan
insanlar. Dertli, mutlu insanlar. Hepsinin de ayrı ayrı hikâyeleri vardı.
Kiminin ağladığına kimi gülüyor, kimi, iş arıyor, bulamıyor kimi de buluyor,
beğenmiyordu! Kimi, para, pul, şan, şöhret peşindeydi! Ki mi de sadece ekmek!
Kimi hazırdan yiyordu, kimi de hazıra dağ dayanır mı diyordu! Hayat bir tuhaftı.
Birbirimize özeniyorduk; ama herkes sonuçta yine kendisi olmak istiyordu.
Herhalde kendimizi beğenmesek; hayat, çekilmez bir hapishane olurdu. “Aklı
pazara çıkarmışlar, herkes kendisininkini almış!”ya aynı o hesap!
Boynum uyuşup sızlamaya
başladı. Biraz ovuşturdum. Biz, şu sandalyede, koltukta oturmayı bir türlü
beceremiyorduk. Dik oturmak yerine kaykılıp duruyorduk. Oysa onun da kendine
göre bir usulü, adabı vardı. Atalarımız sırt ya da boyun ağrısı çekmeden nasıl
saatlerce at üstünde yol alıyorlardı acaba! Dikkatsizce eğilip kalkmaktan ya da
ağır bir şey kaldırırken oralı olmamaktan dolayı hem acı çekiyor hem de avuç
avuç muayene ücreti ödüyorduk!
Bunca mesafe hızla
azalıyordu. Pencereden baktım. Tarlasında çalışan köylüleri gördüm.
Çiselemeye başlayan yağmur
otobüsün camlarına vurdu. Belki bir yerden sıçramıştır, diye düşündüm; ama
artarak devam etti. Kaptan silecekleri çalıştırdı. Bu gıcırtıyı oldum olası
sevmem, huylanırım! Yine öyle oldu. Kulaklarımı ellerimle kapattım. Yağmur
arttıkça ses azaldı. Oysa güneş yerli yerindeydi. Batmasına çok vardı daha!
Ortada bulut falan da görünmüyordu. Yaz yağmuru ne güzel oluyor. Sanki
gökyüzünden beyaz inci taneleri süzülüyordu. Bu inciler, kırları, tepeleri küçük
dudaklarıyla minik minik öpüyor, bereket dağıtıyordu. Mustafa’nın omzu, omzuma
dokundu:
–Bereket yağıyor Metin
Ağabey, rahmet yağıyor.
Delikanlı sanki aklımdan
geçenleri okumuştu. Başımı pencereden çevirmeden konuştum:
–Bu yağmurda yürümek,
ıslanmak isterdim Mustafa. Topraklarımızı yıkadığı gibi belki, içimizdeki
kötülükleri de yıkar, temizlerdi bizi!
–Senin içinde temizlenecek
ne kötülük var Metin Ağabey? Eğer temizleyecekse iyilikten, sevgiden nasibini
alamamışları temizlesin. Sevgi saygı bilmeyen nice insan var. Onların kirli
gönüllerini, lekeli alınlarını temizlesin.
–Bu yağmur olmasa,
toprağın altındaki özleri sabırla bulup beslemese, aç kalırdık Mustafa. Bu
yağmur olmasa, isli gaz lambalarına muhtaç olurduk. Bu yağmur dolduruyor
göllerimizi, barajlarımızı. Bu yağmur sayesinde Üretilen elektrikle ders
çalışıyor çocuklarımız. Doktorlar ameliyat yapıyor, işçiler geceyi gündüze
katıyor. Elektrik kullanılmayan yer mi var? Yokluğu karanlık demek. Gelecekten
uzaklaşmak demek.
Nermin Hanım sırtını
koltuğuna yaslamış, yaz yağmurunu seyrediyor, çocukken altından geçmeye
korktuğumuz gökkuşağının renklerine bakıp hayâl kuruyordu. Yağmur azalınca bize
döndü:
–O bahsettiğiniz gaz
lambalarının dans eden ışıklarında çok ders çalıştım Metin Bey. Elektrik bir
nimet, bir milli servet. Öğrencilerime hep şöyle öneririm. Elinizdekinin
kıymetini bilmek için kendinizi bir süre ondan mahrum edin. Mesela bir gün eve
gittiğinizde elektrik yokmuş gibi düşünün. Televizyon seyretmeyin, radyoyu
açmayın.
Mustafa belli belirsiz
söylendi:
–Maç varsa ne
olacak?
Nermin Hanım duymadı bu
cümleyi ve devam etti:
–Buzdolabını kullanmayın,
lambaları yakmayın. Ne kadar zor değil mi? Ara sıra kesildiğinde bile elimiz
ayağımıza dolanıyor. Mum ışığının romantik ortamı kısa sürüyor. Aydınlık istiyor
insan, ferahlık istiyor. Bu millî serveti de diğerleri gibi tasarruflu
kullanmalıyız. Onca baraj, dişimizden, tırnağımızdan artırdıklarımızla
yapılmıyor mu? Alın terimizle kazandığımız helâl paralardan, kuruşu kuruşuna
ödediğimiz vergilerden yapılmıyor mu? İş elektrikle de bitmiyor ki! Tasarrufun
şekli, adı, yöntemi mi olur?
Haklıydı! Gözlerimin
önünde Atatürk’ün Ege Vapuru ile Mersin’e gidişini anlatan hatıra belirdi.
Dönüşlerinde Fethiye’de durup, kasabada şenlik yapan halkın eğlencesine
katılmışlar. Gemilerden atılan havai fişeklerle halka karşılık vermişler.
Kendisine eşlik eden Zafer Torpidosu’nda bulunan Gazi, donanmanın şenliklerini
izlerken, yanındakilerden biri gemi komutanına, bir torpil atmasını söylemiş.
Komutan da “Hay hay efendim, yalnız bir torpilin değeri elli bir liradır!” diye
onu uyarmış. Konuşmaları duyan Mustafa Kemal, “Vazgeçin torpilden. Bu millet o
kadar zengin değildir.” demiş ve gemi komutanına dönerek onun tasarruf
anlayışını kutlamış, iltifatlarda bulunmuş.
Gemi ve torpil aklımda
başka bir manzarayı daha canlandırmıştı. “Kurtuluş Savaşımızda işgalciler,
Mondros gereği Deniz Kuvvetlerimize el koymuş, donanmayı Haliç’e hapsetmiş. Bu
gemiler arasında geleceğin efsanesi bir muhrip de varmış; Muavenet-i Milliye.
Bugünkü Çanakkale anıtının
bulunduğu Morto Koyu’nda mevzilenmiş iki İngiliz zırhlısı açtığı ateşle
birliklerimize çok zarar veriyormuş ve onlardan kurtulmak şartmış.
Yüzbaşı Ahmet Saffet Bey
komutasındaki Muavenet, 12 Mayıs 1915 akşamı demir almış. Bütün ışıklarını
söndürerek, mayınlar arasında kıvrıla kıvrıla, bir hayalet gibi boğazda süzülüp
hedefine ulaşmış.
Aynı anda zırhlıları
koruyan muhripler Muaveneti fark etmişler. Biri ışıldakla parola sormuş. Her şey
üç beş saniyede olup bitecekken Ahmet Saffet Bey, vakit kazanmak için
ışıldakçısına, çabuk sen de parola sor demiş. Işıldakçı, İngilizlere parola
sorarken üç torpido zırhlılara çoktan hediye edilmiş bile. Yüzyıl gibi süren
ölümcül saniyeler geçmiş, dev gibi gemi, 570 mürettebatı ile boğazın soğuk
sularına gömülmüş... ”
Hatıralara dalıp
gitmişken, yağmurun dindiğini fark edemedim. Şimdi dışarıda, toprak kim bilir ne
güzel kokuyordu. Güneş ıslak asfaltı kurutmaya başlamıştı bile. Nermin Hanımın
heyecanı ise dinmemişti. Dudaklarını nemlendirip, gözlüğünü düzelttikten sonra
daha da yumuşadı sesi:
–Öğretmenliğimin ilk
yıllarıydı. Canla başla çalışıyordum. Bir köy okulunda tek öğretmendim. Kış
günüydü. Her yer diz boyu kar. Köy halkı yaz aylarında istiflediği odun ve
tezeklerden getirirdi okula. Sobanın etrafında soğuktan tebeşiri tutamayan
ellerimi ısıtır öyle ders anlatırdım. Yine de şanslıydık. Elektrik vardı.
Geceleri radyo dinler, oyalanırdım. Çok sevdiğim bir öğrencimi hatırlarım. Adı
Nihan. Biz onu çiçek diye çağırırdık. Çünkü çiçek gibi güzel bir kızdı. Kıpır
kıpırdı, hiç yerinde duramazdı. “Okullar okuyacağım, doktor olacağım.” derdi.
Derslerine çalışır, ödevlerini aksatmazdı.
Bir sabah gelmedi. Kötü
haber çabuk yayılırmış. Elektrik çarpıp yere vurmuş onu. Çok ağırmış. Hemen
koştum evine. Simsiyah olmuş küçük ellerini tuttum. Konuşamıyordu. Gözleri;
“Kurtarın beni, yaşamak istiyorum!” der gibi bakıyordu. Kurtaramadık. Sonradan
öğrendim ki, babası zahmetli işlerden hoşlanmazmış. Bir kablo atıp kaçak
elektrik çekmiş. Kuyusu donmasın ister, bütün suyu bununla ısıtırmış. Hayvanlar
üşümesin diye ahırına koca karyola bağlar, onu elektrikli soba yaparmış.
Delikanlı üzülerek başını
iki yana salladı
–Ne diyeyim, Allah akıl
versin ona!
–O sabah Nihan kız,
basıvermiş kablolara yanmış, kavrulmuş. Doktor olamadı çiçeğim. Okullar
okuyamadı. Ama vaktinden önce kanatlanıp uçtu. Babası onu unutabildi mi,
bilmiyorum! Ben unutamadım! Hâlâ ısıtıyor mu kuyunun suyunu, onu da bilmiyorum!
Esrar, eroin, silah kaçırmakla, devletten elektrik, su, toprak ya da vergi
kaçırmanın ne farkı var. Hepsi de kaçakçılık. Hem suç, hem günah, hem de büyük
vicdansızlık.
Gürbüz Bey başını öne
doğru uzattı. Sakin bir tavırla tane tane konuştu:
–Hainlik sadece vatanın
sırlarını satmakla olmaz! İşte bu da bir çeşit vatan hainliği. Her insanın
başına bir polis, bir jandarma mı dikeceksin? İnsan vicdanlı olmalı. O vicdan
gösterir bize doğruyu eğriyi. İyi insan, dürüst insan böyle hırsızlıklara
kalkışmaz. Sahtekârlığın büyüğü, küçüğü mü olurmuş! Kim hayrını görmüş böyle
hırsızlıkların! Dürüst olalım dürüst, adam gibi adam olalım.
Yaşlı adam yine işin özünü
söylemişti. Ben de meslekte kaldığım uzun yıllar boyunca çok insan tanımıştım.
Görevini iyi ve tam yapanlar hep dürüst olanlardı. Yalan söylemiyor, kendilerini
olduklarından farklı göstermiyorlardı. Ceza korkuları ya da çıkar düşünceleri
yoktu. Doğru neyse onu yapıyor, başkasının kontrolüne ihtiyaç duymuyorlardı. Ben
de zaman zaman kendime kızar, yeni yeni kararlar alırdım. Bir gün benim gibi
hatalarından bıkan ve pek çok işte dikiş tutturamayan arkadaşım Ömer Bey de;
“Yeni bir hayata başlıyorum, bundan sonra değişeceğim!” diyerek, altını
imzaladığı bir kâğıdı uzatmıştı bana. Yazdıklarını uygulayabiliyor mu acaba?
Şunları okumuştum:
“Bundan sonra kendime
acımayacağım. Şartlar ağır olsa da göğüs gereceğim. Korku ve endişeden
uzaklaşacağım. Olayların üstüne sabırla gideceğim. Mücadeleden bıkmayacağım.
Başaramazsam mazeret uydurmayacağım. Düşünmeyi öğreneceğim. İçimdeki heyecanı
öldürmeyeceğim. Hayatımdaki yanlışları bulacağım. Artık daha başarılı olacağım.
Yeteneklerime ve gücüme inanacağım. Eksiklerimi saklamayacağım. Hayata yeniden
başlayacağım. Daha disiplinli olacağım. Kendimi yüksekte ya da alçakta
görmeyeceğim. Kibir ve gösterişten kaçacağım. Gururumu her zaman kontrol altında
tutacağım. Hata yapmaktan korkmayacağım; ama hatalarımdan da mutlaka ders
çıkaracağım.”
OYALI MENDİL
Ama bu mendili hiç
göremedi Ahmet, hiç koklayamadı...
Nermin Öğretmen bütün
sevimliliğini takınarak içtenlikle fısıldadı:
–Mustafa, biz kusursuz
değiliz. Doğru olmayan şeyler de yaptık. Herkes yapar. Kiminden ders aldık,
kimini de tekrarladık. Sen daha hayatının baharındasın. Hatalarının seni esir
almasına izin verme. Asker ocağında sağlıklı ve mutlu bir yaşam için
alışkanlıklar edineceksin. Bu alışkanlıkları teskereni aldıktan sonra, sivil
hayatın boyunca da uygula.
–Söylemesi kolay
öğretmenim. Peki ben nasıl aklımda tutacağım bunları?
–O, daha da kolay
delikanlı. Aklında tutmayacaksın ki, uygulayacaksın. İstersen sana kısa bir özet
yapayım. Mesela; “Sade, gösterişten uzak bir hayat yaşa. Toplumun hoş görmediği
davranışlardan kaçın. Ailene bağlılığı unutma. Sır tutmayı bil. Kimseyi kırma.
Sana güvenenleri utandırma. Her işinde düzenli, daima nâzik, güler yüzlü ve
hoşgörülü ol. Zamanını boş yere harcama. Maddi ve mânevi değerlerine sahip çık.
Çocuklarını, kız ya da erkek olsun, okut. İhtiyacı olanlara gücün yettiğince
yardım et. Cumhuriyete, Atatürk ilke ve inkılâplarına, vatanın bölünmez
bütünlüğüne ve bayrağa hayatın boyunca sadık ol. Ailene ve çevrene bu konularda
her zaman önderlik yap...”
Öğrencime kaç kardeşsiniz
diye soruyorum, diyelim ki üç diyor. Kız var mı diyorum, iki de kız var diyor.
Onu nüfusa sonradan ekliyor yani. Verdiği değer bu kadar işte!
“Kız çocuklarımızın
okutulması, Atatürk’ün Türk milletine talimatı değil midir? Bir derslikte 15
erkek öğrenci varsa, 15 de kız olması gerekmez mi? Düşünsenize 100 bin kızımızı,
evlerden, köylerden çıkartıp okullara yönlendirebilsek ne güzel olur. Her
birinin ailesinden onar kişi bundan etkilense, Türkiye’de bir milyon insan
çağdaşlaşmanın ışığını evine taşımış olmaz mı?
Dayak yemek, başlık parası
için zorla evlendirilmek, cahil kalmak konuşulabilir mi o zaman? Türkiye’nin
geleceği; kız çocuklarımızın okutulabilmelerinde saklı. Kadının evinde oturup
kocasının yollarını beklemesi elbet güzel de nereye kadar! Sadece yemek yapan,
bulaşık yıkayan, çocuk büyüten, tarlaya tapana giden kadın devri geçti artık.
Mademki hayat müşterek, o zaman anne; ev kadınıdır şeklindeki anlayışı silip
atmak lazım. Çalışan kadın da ev kadınıdır. Hem işine hem evine yetişir elinden
geldiğince. Sen kapat kadıncağızı eve, uzaklaştır dünyadan sonra da doğuracağı
çocuğa iyi eğitim vermesini bekle. Bırak, daha çok öğrensin ki daha çok
verebilsin.
Biliyor musunuz bir
milyona yakın ilköğretime bile gönderilmemiş kızımız varmış ülkemizde. İşte size
en büyük ayıp! Gerçi erkek çocukları için de sorun aynı; ama onların askerlik
gibi bir şansları var. Askerlik sayesinde, köylerinden dışarı çıkıp dışarıdaki
dünya ile tanışabiliyorlar. Okuma yazmayı kışlada öğrenebiliyorlar. Üstelik
askerde kollarına altın bilezik de takılıyor. Yani bir meslek öğreniyorlar. Bu
meslek; aşçılık olur, sıhhi tesisatçılık, kaynakçılık, oto elektrikçiliği, boya
– badana, karo -fayans, bilgisayar, ciltçilik ya da seracılık olur ama mutlaka
bir şey olur. Bir şey öğrenir yani. Öğrendiği her neyse de sivil hayata
döndüğünde hem kendine güvenini hem de yaşamdan aldığı payı arttırır.
Kızlar öyle değil ki! Hele
hele bazı yörelerimizde bu acıklı bir hikâyeye dönüşmüş durumda. Biraz serpilip
büyüdüklerinde hayvanlara bakıyor, annelerinin doğurduğu çocukları büyütüyor,
suya gidiyor, yemek yapıyor, 12–13 yaşına geldiklerinde de, evden bir boğaz daha
eksilsin diye, üç-beş kuruş başlık parasına evlendiriliyorlar. Bilmiyor ki
gariban, nereye gidiyor, ne yapacak, onu kim alıyor, kimin koynuna girecek.
Belki de babası, dedesi yaşında adam! İşin en acı yanı da bu değil mi zaten.
Anne baba bu olayı çok doğal karşılarken o kız da bunun kaderi olduğuna
inanıyor, inandırılmıyor mu?
Ülkemiz nüfusunun yarısını
oluşturan kadınlarımızın nitelikli işlerde çalıştıklarını bir düşünün. Eğitim
düzeylerinin artması kendilerine güveni de artırmaz mı? Şöyle bir bakın
etrafınıza, fizik gücü ile yapılan işler yok denecek kadar az artık. Bizim asıl,
fikir gücüne ihtiyacımız var. Erkeğe has bilenen pek çok işi pek ala kadınlar da
yapabiliyor. Yeter ki bu fırsat kendilerine verilsin. İş yerlerinde ne bileyim
işte, bir emzirme odası, bir kreş ya da bir anaokulu bulunabilsin. Aklı evinde,
çoluk çocuğunda kalmasın.
Sen kadına bilgi ve
becerisini artırmak için fırsat verme, sonra da bu işler, erkek işi, elinin
hamuru ile erkek işine karışma de. Senin saçın uzun aklın kısa de! Oh ne güzel!
Kadının söz sahibi olmaya, aile bütçesine bir pay eklemeye hakkı yok mu? Tabi ki
var. Üstelik öyle sadece tekstilmiş, gıdaymış, fabrikada işçiymiş de değil, her
işin üstesinden gelebilir kadın.
Mustafa pür dikkat
dinliyordu. Elimde olmadan gülümsedim:
–Hayrola Öğretmen Hanım!
Neler de biliyorsunuz? Yoksa siz de mi askerlik yaptınız?
–Daha önce de söyledim
Metin Bey. Bütün bunlar ortak görevlerimiz. Belki ben de bir kadın olduğum için
hemcinslerimi koruduğumu düşündünüz. İnanın öyle değil. Hem bu konuyla ya da
biraz önce bahsettiğim değerlerimizle, cinsiyetimizin, mesleğimizin ne ilgisi
var? İnsanca yaşamanın gereği, hayatın gerçeği bunlar. Bileceğiz ki; aramıza
ayrılık tohumları ekmeye çalışanlara Kurtuluş Savaşımızdaki gibi kadın ve
erkeğimizle bir olup fırsat vermeyelim. Bileceğiz ki; yıllar yılı birbirleriyle
gül gibi geçinip giden insanlarımız, eşitlik ve özgürlük olmadığı masallarıyla
kandırılmasın. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti yasaları önünde zaten herkes eşit ve
özgürdür.
Yine haklıydı. Bez
parçalarına yazdıkları küfürleri sallayıp, üzerlerindeki sözüm ona tek tip
kıyafetlerle cadde ve sokaklarda haykırarak yürüyüş yapan birkaç kendini bilmezi
hatırladım. İçlerindeki öfkeyi ellerindeki taş ve sopalarla arabalardan,
binalardan ve dükkân vitrinlerinden çıkarır, güvenlik kuvvetlerimize
saldırırlardı. Nermin Hanım’ı tekrar duydum:
–Devlet ise vatandaşlarına
ayrım yapmadan eşit hizmet vermekle yükümlüdür. Biz de devlete destek olacağız.
Birbirimizle yardımlaşacağız. Dayanışmanın temelinde sevgi olduğunu
unutmayacağız. Bir elin parmakları bile farklı. Aynı ailenin çocukları bile
başka başka düşünüyor, bu normal. Normal olmayan şey, bir noktada buluşamamak!
İşte bize bu ortak noktaları arayıp bulmak kalıyor. Bu da ancak sevgi ve
saygıyla olur.
Söylediği her cümlenin
üzerine basıyor, bir sonraki ile karıştırmıyordu. Belki, “Çerkeş önlerinde gece
yarısı yıldızlara bakarak ilerleyen ve cephane ıslanmasın diye çocuğundan
esirgediği örtüyü, kağnısına seren analardan biriydi o!” Belki de Hacer kızın
annesiydi. Rahmetli babam bir mektup hikâyesi anlatmıştı bana. “Sen de bir Hacer
kızla evlen.” demişti. Sesi hâlâ kulağımda. Nasıl unuturum Hacer
kızı!
Cepheden bir haber gelmiş
köye. Anası okutmuş oğlu Kenan’in “Vurulursam gönderin!” dediği son mektubunu.
Selam sabahtan sonra ki dörtlük başka bir yakmış zaten dağlanmış kor
yürekleri;
-Söyle Hacer’e o
da
Hakkını helâl
etsin
Gönülcüğü
dilerse
Başka birine
gitsin
Ben ermeden
murada
Ecel kırdı
kolumu
Artık beyhude
yere
Beklemesin
yolumu!”
Hacer kız, eğilmiş haberi
üzüntüyle getiren dedesinin kulağına, fısıldamış cevabını;
“Şehit olmuş benim şanlı
yiğidim
Başkasına varmam,
beklerim…”
Oysa Hacer, Kenan’ına
oyalı mendil işlemişti. Sancağın kenarlarını işler gibi. Gergefinde nakış nakış
yüreğini işler gibi. Gül suyuyla yıkamış, nicedir koynunda saklıyordu. Ama, bu
mendili hiç göremedi Kenan, hiç koklayamadı. Şimdi Hacer, uyku nedir unutmuş,
her gece, uzaklardan, yiğidinin sancağına yeminini duyuyordu. Küçük, masum ve al
dudakları, onunla birlikte tekrarlıyordu mısraları:
“Renginin bedeli kanım
olsun
Kumaşının bedeli tenim
olsun
Parıltısının bedeli canım
olsun
Ay yıldızına varlığım feda
olsun...”
Batan güneş için
ağlamayın, yeniden doğduğunda ne yapacağınıza karar verin. D.
CARNEGİE
Gürbüz Bey, pamuk
sakalının altındaki çenesini kaşıdı. Şöyle bir arkasına dönüp, gençlere doğru
baktı. İki kulağı da küpeli delikanlıyı bir an süzdü. Sonra yine bize döndü ve
derin bir iç çekti. Nermin Hanıma gıpta ile bakan buğulu kara gözleri, büyüdü,
büyüdü:
–Aferin kızım. Ağzına
sağlık. Çok haklısın. Bu güzel öğütleri kalan ömrümde ben de uygulayacağım.
“Gençler kendilerini kurtarmak için, frene her zaman vaktinde basma şansları
olduğunu düşünürler. Biz yaşlılar ise bunun böyle olmadığını tecrübelerimizden
biliyoruz.” Keşke zamanında biraz daha dikkatli olabilsek! Keşke bu aklımızla
yeniden geç olabilsek.
Delikanlı tebessüm
etti:
–Benim şoförlüğüm iyidir
Gürbüz Amca, ayağımı frenden hiç çekmem ben. Traktörümün balatalarını hep
kontrol ederim.
–Öyle değil Mustafa oğlum.
Bu fren o fren değil! Bazı insanları görüp şaşırıyorum. Kendini bilen var,
bilmeyen var. Kimi akıllı mı akıllı! Tertemiz giyiniyor. Dişlerini fırçalıyor.
Elini yüzünü yıkıyor. Banyosunu yapıyor. Saçına başına dikkat ediyor. Ütüsüz
pantolon, gömlekle dolaşmıyor. Mis gibi kokuyor. Bunları yapmamak için bahaneler
arayıp bulmuyor…
Yaşlı adamın
anlattıklarını dinlerken ister istemez üstümü başımı kontrol ettim. Kendime çeki
düzen verdim. Nasrettin Hoca bile “ye kürküm ye” demiş! O da tane tane
sözcüklerle devam etti:
–Kiminin ise, dünya
umurunda bile değil. Ne kendine ne çevresine hayrı var! Çöpünü sağa sola atıyor.
Hem kendi sağlığını hem de çevresini hiçe sayıyor. Sebepsiz yere gürültü
yapıyor, kavga çıkarıyor, başkalarını rahatsız ediyor. Hastalıktan hiç
kurtulamıyor. Daha neler neler!
İnsanın sağlığını koruması
akıllıya kolay, akılsıza zor! İçtiğimiz suya dikkat etmezsek, yiyeceklerimizi
gerektiği gibi saklamazsak, kap kacağımız temiz olmazsa, meyveyi sebzeyi
yıkamazsak, temizlik ve sağlık kurallarına uymazsak elbette hasta oluruz. İş
işten geçtikten sonra mı tedbir alacağız? “Akıllı kişi, başkalarının
hatalarından ders alan kişidir. Hiç kimse her şeyi öğrenecek kadar uzun
yaşayamaz ki! Öğrendiklerimizi iyi uygulamak gerek.
Mustafa da gözbebeklerini
büyüterek bana döndü:
–Metin Ağabey,
“Düşündüğün, söylediğin ve yaptığın her olumlu söz ve davranış için para
kazansaydın”; ama tersi için de para kaybetseydin mâli durumun ne
olurdu?”
Şöyle bir düşünüp iyi
taraflarımın daha ağır bastığına karar verdim:
–Herhalde, bir miktar para
biriktirirdim. Ya sen aynı durumda olsan ne yapardın?
Önceden hazırlanmışcasına
yapıştırdı cevabını. Beni yine güldürdü:
–Tabii ki, iflas ederdim
Metin Ağabey!
Otobüs yavaşladı. Yolun
kenarında bir insan kalabalığı gördük. Kaza olmuştu. Ters dönmüş arabanın başına
birikmişlerdi. Uygun bir yerde durduk. Muavin, uyarı işaretini kaptığı gibi,
otobüsün olduça gerisinde bir yere koydu. İnip inmemekte tereddüt ettik. Mustafa
“Ben ineceğim.” deyince beraberce indik. Mavi spor bir araba önde giden kamyona
arkadan çarpmış ve devrilmişti. Şimdi yaralanan şoförü arabadan çıkarmaya
çalışıyorlardı. Sıkışan kapıyı açmak için bayağı uğraştılar. Biz de yardım
ettik.
Genç bir kız etrafına
talimatlar yağdırıyor, yaralının karga tulumba taşınmasını engelliyordu. Dikkat
ettim. Otobüsümüzün yolcularından biriydi. Dinlenme yerinde delikanlının kur
yapmasından sıkılıp çay salonundan çıkan kızdı. Meğer hemşireymiş. Adı da
Aslıhan. Kumral saçları, bal rengi gözleri vardı. Emniyet kemerini kullanmadığı
için başını cama vuran yaralıyı, bir bebek gibi sarıp sarmaladı. Boynunun iki
tarafına tahtalar bağladı. Belki de bu iki tahta adamı felç olmaktan kurtardı!
Ambulans gelince sağlık görevlileri onun doğru yaptığını onayladılar. İlk
yardımın nasıl yapılacağını bilmek hayat kurtarıyordu. Oysa biz çoğunlukla, kaza
geçirenlere yardım edeceğiz diye yaralıların başına üşüşüyor, doluşuyor, karga
tulumba davranışlarımızla zarar veriyorduk!
Düşünce yeteneğimizi
öldüren en büyük düşmanımız alışkanlıklarımızdır. S. MAUGHAM
Tekrar otobüse
döndüğümüzde Nermin Hanımın meraklı sorularını Mustafa bir bir cevapladı. Sonra
hemşire kızı gösterdi. Öğretmen gözlüğünü ayarlayıp, kızın baktığına emin olunca
elini kaldırdı ve onu selamladı. Hemşire kız da aynı işaretle cevap verdi ona.
Mutlu bir hâli vardı. İyi iş başarmıştı. Gururla gülümsüyordu. Öne çıkık
dişleri, sempatik görünüyor, gül yüzünde güller açıyordu. Bu sıcak tebessüm
kimbilir kaç hastaya şifa olacaktı! İnsan, bu kızın elinden ilaç içerken hasta
olduğuna aldırmayabilir, ona güvenebilir, baktıkça moral
bulabilirdi.
Kazanın ucuz atlatılmasına
Mustafa da sevinmiş, rahatlamıştı. Kulağıma eğildi: “Temel’in kazasını biliyor
musun Metin Ağabey?” dedi. Bilmediğimi söyleyince anlattı:
–Temel kamyon kullanırken
kaza yapmış ve pek çok kişiyi yaralamış. Mahkemede hakim, “Nasıl oldu bu kaza,
anlat!” demiş. Temel de anlatmış; “Yokuştan inerken fren patladı. Baktım, yolun
bir yanında küçük bir kedi oynuyor. Diğer yanda da kocaman bir pazar yeri. Ben
kediyi tercih ettim ve hemen kırdım direksiyonu.” Hakim şaşırmış; “Ama oğlum,
sen bunca insanı yaralamışsın!” Temel cevap vermiş; “Her şey kedinin pazar
yerine doğru kaçmasıyla başladı Hakim Bey!”
Yaşlı adam, arkamızda
oturduğu için gülüşmelerimizi görmedi. İyi ki de görmedi, ölçüyü kaçırmıştık.
Ayıplardı belki! Derin bir nefes alıp babacan tavrıyla, kendi kendine konuşur
gibi konuştu:
–Ah şu insan! Hayatını
kolaylaştıracak şeyleri icat ediyor. Sonra da onu hakkını vererek kullanmıyor.
Gideceğimiz yere on dakika geç gitsek ne çıkar? Gaz pedalı ayağımızın altında
diye olanca gücümüzle basıyoruz üzerine. Sanki yolları fethediyoruz. “Bana bir
şey olmaz!” diyenleri mi ararsın? Arabasına, şoförlüğüne, şansına aşırı
güvenenleri mi? Maşallah, gözlerini kan bürüyünce ne ışık dinliyorlar, ne de
hatalı sollama. Uykusuzluk, yorgunluk umurlarında bile değil. Oysa yollardaki
bütün yasaklar insanları korumak için değil mi?
Tehlike sadece trafikten
de gelmiyor. Giriyor banyoya, kapatıyor kapıyı, açıyor şofbeni havalandırmıyor.
Düşüp bayılıyor tabii! Ya da tam söndürmüyor kömür sobasını, uyuyor;
zehirleniyor dumandan! Bacası tıkanıyor, temizlemiyor! Mutfağına tüp alıyor,
ateşle kontrol ediyor! Çıplak elle elektrik tamiratı yapıyor; çarpılıyor! Ütüyü
açık bırakıp telefonda konuşmaya dalıyor! Yüzme bilmiyor, gölete, baraja
giriyor! Sonra da olanlar oluyor. Allah bu aklı niye verdi? İnsan bile bile niye
yaralasın, niye öldürsün kendisini?
Haklıydı yaşlı adam. Bazen
kazaları biz kendimiz davet ediyorduk. İş kazası geçiren işçinin garip; ama
gerçek hikâyesini hatırladım:
“Ben bir duvar ustasıyım.
İnşaatın altıncı katındaki işimi bitirdiğim zaman biraz tuğla artmıştı. Yaklaşık
iki yüz elli kilo kadar. Onları aşağıya indirmem gerekiyordu. Bir sandık bulup,
ona sağlam bir ip bağladım. Altıncı kata çıktım. İpi makaradan geçirip ucunu
aşağıya bıraktım. Tekrar indim. Boş sandığı altıncı kata çıkardım. İpin ucunu
sağlam bir yere bağlayıp tekrar yukarı çıktım. Tuğlaları sandığa doldurup
aşağıya indim. Bağladığım ipin ucunu çözer çözmez kendimi havalarda buldum.
Ben yetmiş üç kiloyum.
Tuğlalar aşağıya inerken beni yukarı çekmeye başladı. İpi bırakmayı akıl
edemedim. Sandıkla yolda çarpıştık. Sağ iki kaburgamın bu arada kırıldığını
sanıyorum. Tam yukarı çıkınca elim iple beraber makaraya sıkıştı. Parmaklarım
burada kırıldı. Bu sırada yere çarpan sandığın dibi çıktı ve tuğlalar etrafa
saçıldı. Sandık hafifleyince yukarıya çıkmaya başladı. Ben de bu arada aşağıya
iniyordum. Yolun yarısında sandıkla yine çarpıştık. Sol bacağım ve kaval kemiğim
bu sırada kırıldı. Can havliyle ipi bıraktım. Yukarı başımı kaldırdığımda, boş
sandığın üzerime geldiğini gördüm. Kafatasım da böyle çatladı. Gözümü hastanede
açtım.”
Gürbüz Bey hâlâ
anlatıyordu:
–Evini sağlam yapsa,
tedbirlerini alsa, depremden bile korkmaz insan. Bunun daha seli, yangını,
toprak kayması, çığı, yıldırımı var. Okuyup öğreneceğiz. Benim başıma gelmez,
demeyeceğiz. Nasıl önlem alacağımızı bileceğiz. Göz göre göre tabiata
yenilmeyeceğiz. Onun, topraklarımızı çalmasına da izin vermeyeceğiz.
Mustafa söze
karıştı:
–Tabiat topraklarımızı
nasıl çalsın Gürbüz Amca, hırsız mı o?
–Evet Mustafa oğlum, öyle
de denilebilir. Sen çiftçisin. Toprağa tohum ekmezsen, mahsul alabilir misin?
Tedbirini önceden almazsak, akıllı olmazsak, rüzgârla, yağmurla, nehirle, bir
yolunu bulur, çalar. Buna da erozyon denir. Ormanlarımızı katledersek,
meralarımızda bir tek ot bırakmazsak, körpecik fidanları hayvanlarımıza
yedirirsek sonunda olacağı bu!
Delikanlı bana dönüp
eğildi ve yüzünü asarak konuştu:
–Bu fidanlar yüzünden
bizim köyde kaç kişi öldü Metin Ağabey.
–Nasıl yani?
–Vakti zamanında, birkaç
fidan kırıldı diye kavga çıkmış. Birisi vurulmuş. O günden beri kan davası var.
Biri, birini vurur, diğeri de onun ailesinden başka birini. Belki sebebini bile
unuttular. Hapislerde yattılar. Büyükşehirlere göçtüler. Hâlâ duyarız, bitmemiş
kavgaları. Bitecek gibi de değilmiş. Islanmışın, yağmurdan korkusu olmazmış ya,
aynı o hesap.
–Ah Mustafa ah! Hasım
bildiklerimize diş bileyip, fırsat kollarız. Ettiğini yanına bırakmamak için
elimizden geleni yaparız. Nefret yerine merhameti koymak ne kadar da zordur.
Yenilmeyelim artık şu her şeyi isteyen nefsimize. Belki duymuşsundur daha önce
şu sözcükleri;
“Kavgada usta olanlar,
öfkelenmezler.
Kazanmakta usta olanlar,
korkmazlar.
Akıllılar, kavgadan önce
kazanır,
Cahillerse, kazanmak için
kavga ederler!”
Husumetin sonu yok ki!
Nereye kadar? Kan kanla yıkanır mı?
Mustafa, “Yıkanmaz!” der
gibi başını iki yana salladı. Kan davası gibi yanlış inanışların
geleneklerimizle hiçbir ilgisi yoktu ki insanlarımızın ölümleri bir işe yarasın!
Bir araştırmadan okuyup, not almıştım. Bu kısa ama önemli notu evdekiler de
görsün diye buzdolabının kapısına yapıştırmıştım. Şöyle yazıyordu:
“Özür dilemek, tekrar
başlamak, öğüt almak, bencil olmamak, azimli çalışmak, kararlı olmak, düşünerek
hareket etmek, hatalardan ders almak, affedip unutmak her zaman kolay olmasa da;
çoğu zaman işe yarar.”
–Doğru şeylere inanacağız
Mustafa. Örneğin, “Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından daha
fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar
gayret sarf ettim diyemez!” Böylesine yürekli kadınlarımızın, medeni kanunla
sahip oldukları hakları uygulayabildiklerini ne yazık ki yeterince göremiyoruz.
“Toplumsal yapımızın,
yaşam tarzımızın, düşünme şeklimizin değiştirilmesi gerekiyorsa eğer, hiç
beklemeden bugün değiştireceğiz. Kadını zavallı gören bir zihniyet tabii ki ona
şiddet uygulamaktan vazgeçmez. Gerçi şiddete maruz kalıp bunu kabullenmek de
akıl kârı değil ya! Ne yapsın kadın? Baskılar var tabii, sus yoksa daha fazlası
gelir diye tehdit var. Güya kadınına sahip çıkıyor. Namus benim için her şeydir
diyor ama namus kavramını sadece kadının bedeni olarak görüyor. Çünkü kadının,
kendi hayatına karar verebileceği bir durum işine gelmiyor.
Kadına, sahibi olduğu bir
mal, eşya gözüyle bakıyor. Onu, arzu ettiği hoyratlıkta kullanabileceğini
düşünüyor. Gözünün üstünde kaşı var diye, yemeğin tuzu fazla kaçmış diye,
saçının teli biraz görünmüş diye, arkadaşıyla sinemaya, tiyatroya gitmiş diye,
acımasızca vuruyor, öldürüyor. Bunun da adı; namus oluyor, töre
oluyor.
Eğitim desteği
sağlanmadan, kanunlar ne derece uygulanabilir? Bazen öyle durumlarla
karşılaşılıyor ki bu cinayetleri işleyenlerin sırtları bile sıvazlanıyor. Sanki
iyi bir şey yapmışlar gibi topluma meşru gösterilmeye çalışılıyor.
Bu yoksulluk oldukça,
kadınların namusu kendilerinden değil de erkeklerinden soruldukça, toplumsal
baskı da arttıkça artıyor. Kadın ne yapıp yapacak cinselliğini kontrol altında
tutmanın yollarını bulacak. Erkek yaparsa elinin kiri tabii! Yıkar, temizler.
Kadın, öyle değil. Arkadaşı olmayacak, eli erkek eline değmeyecek, çarşıya
pazara gitmeyecek…
Erkeğe gelince, o bunların
hepsini yapma hakkına sahip olacak. Keyfi isterse yapacak istemezse yapmayacak!
Diyelim ki kadın; erkeğe özendi de bunları aklından geçirdi. Töre denir, bıçak
çekilir, adet denir, namluya mermi sürülür, toplanır kendisini hukuktan üstün
gören aile meclisi, cezayı keser ve olan her zaman kadına olur. Ben, genç
kızlarımız akıllarına her eseni yapsınlar, Allah korusun, yoldan çıksınlar,
kendilerine ya da ailelerine leke sürsünler demiyorum ki. Allah korusun. Onların
da bir yüreği olduğu göz ardı edilmesin, genç oldukları unutulmasın diyorum.
Onların da bir hata şansları olsun istiyorum.
Umutsuzluk ve çaresizlik
kadına boyun eğdiriyor. Hiçbir açıdan özgürlüğü yok ki. Kanun yazıldığı şekliyle
uygulansa, adalet kavramı hazmedilip, kadına darp edene, sıfır hoşgörü
gösterilse, 9 yaşındaki çocuk 19 yaşındaki ablasını vurabilir mi hiç? Anne baba
o çocuğu azmettirebilir mi? Bu konuda medyamıza çok iş düşüyor. Gazeteler,
televizyonlar insanları çok çabuk etkiliyor. İyi ya da kötü!”
NE İSTEDİĞİNİ
BİLMEK
Bilen ve bildiğini bilen,
liderdir! Onu izleyin...
Karadenizli ile yol
arkadaşının moladan sonra hiç sesleri çıkmıyordu. Göz ucuyla yan koltuğa baktım.
Neredeyse sırt sırta dönmüşlerdi. Sanki aralarından kara kedi geçmişti. Aslında
bu söze de inanmam ya! Zaman zaman başkalarından duyduklarımızı kullanıyorduk
işte. Oysa birbirimize darılmakla kedilerin renginin ne ilgisi
vardı?
Bazen örf ve adetlerimizi
uydurma hurâfelerle karıştırıyorduk! Akla yatmayan, çağ dışı çözümlerden medet
umanlarımız oluyordu. Büyücülere, falcılara, bize yalan söylesinler diye avuç
dolusu paralar veriyorduk! Hastamızı doktora götürmeyip, başına kurşun döküyor
ve iyileşmesini bekliyorduk! Ağaç dallarına bezler bağlayıp evler, arabalar
istiyorduk! Okunmuş suları içip, kaşı gözü düzgün, işi gücü yerinde güzel ve
yakışıklı eşler diliyorduk! Daha neler neler...
Döndüm, bu iki kafadara
bir kez daha baktım. Hâlâ konuşmuyorlardı; ama biraz önce kaza yerinde ters
çevrilen arabayı birlikte omuzlamışlardı. Hatta bu esnada eli sıyrılıp kanayan
arkadaşına otobüsün ilk yardım çantasını yetiştiren de Karadenizli olmuştu. Buna
rağmen şimdi yine sırt sırta dönmüşlerdi. Onlara bir lâf atıp aralarını bulayım
diye düşündüm. Sonra vazgeçtim. Nasıl olsa birazdan iş yine tatlıya bağlanırdı.
Bazen çok küçük sorunlarımızı bile büyütüyorduk. “Halbuki bu küçük sorunlar
çakıl taşlarına benziyordu. Gözümüze yakın tutarsak, her şeyi kapatıyor ve
göremiyorduk. Ancak elimize alırsak anlıyorduk ne olduğunu. Fırlatıp atarsak da
kaybolup gidiyor ve sorun falan da kalmıyordu!”
Saatim çaldı. Vakit
geçmiş, bir hayli de yol almıştık. Evdekileri özlemiştim. Hanımın yeri de
ayrıydı tabii.
Hey gidi günler!
Evlendiğimizde zorlukları birlikte göğüslemiştik. En büyük üzüntüsü çocuklara
bakmak için işinden ayrılmak zorunda kalışıydı. Anlaşamayan ailelerimizin
sürtüşmeleri ise bize anlamsız ve komik geliyordu. Kendi hâlimize
bırakmıyorlardı ki! Uzunca bir süre de vazgeçmediler. Sudan bahanelerle
atıştılar. Hem bizi hem kendilerini üzdüler. Evde gereksiz ve kullanılmayacak ne
varsa “Adettir!” deyip aldırdılar. Onların kaprisleri yüzünden elde avuçtaki tüm
birikimi daha düğün öncesinde har vurup harman savurmuştuk.
İkimiz de çalışıyorduk.
Maaşlarımızı alınca çoğu taksitlere gidiyor, bize bir şey kalmıyor, yine de
idare ediyorduk. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı o dönemde öğrendik. Misafir
odamız mobilya müzesi gibi görünüyordu. Eşyaların hepsi yeniydi. Borçları
bitmediği için emanet gibi geliyor, kullanmaya kıyamıyorduk. Ne günlerdi! Buna
rağmen eşim, bir gün olsun sızlanmamıştı. Hep yanımdaydı. Aynı zamanda
arkadaşım, sırdaşımdı. Hâlâ da öyle. Hakkını hiç ödeyemem.
Bizimkilere kalsa amcamın
kızıyla evlendireceklerdi beni. Sevmiyorduk ki birbirimizi. Sebep bir iki tarla
başkasına gitmesin diye. Neyse ki kız akıllı çıktı ve “O benim ağabeyim
sayılır!” dedi. Miras bölünmesin diye evlenecektik neredeyse. Hadi gönüllerimiz
uyuştu diyelim! Kanlarımız uyuşur muydu, çocuklarımız nasıl doğardı, Allah
bilir!
Bu arada Nermin Hanım,
Zeynep’in resimleriyle özlem gideren Mustafa’ya takılıyordu:
–Şu fotoğrafları bir de
biz görsek Mustafa.
Mustafa çarçabuk toparladı
cüzdanını:
–Yok bir şey öğretmenim.
Karıştırıyordum öylesine.
–Demek bebeğin olacak. Kız
mı istiyorsun erkek mi?
–Ne istediğimi bilmiyorum,
fark etmez.
–Haklısın fark etmez,
yeter ki sağlıklı olsun. Peki hayattan neler bekliyorsun?
–Aslında onu da
bilmiyorum. Akıntı nereye götürür, kader ne tarafa çekerse!
Nermin Hanım da kendini
akıntıya bırakan kaderci Mustafa’ya biraz kızar gibi baktı:
–Ne istediğini bilmelisin
delikanlı. Bütün hayatını şansa, kadere bırakamazsın. Yaşamınla, geleceğinle
ilgili bütün konularda hedefini belirlemelisin. Belirlediğin hedefleri
gerçekleştirmek için plan yapıp çalışmalısın. Atatürk'ün bu konu ile ilgili
söylemiş olduğu şu sözü her zaman kendimize rehber yapmalıyız; "Çalışmadan,
öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline
getirmiş milletler, önce onurlarını, sonra özgürlüklerini daha sonra da
geleceklerini kaybetmeye mahkumdurlar.”
Ortamı yumuşatmak, konuyu
değiştirmek gerekiyordu. Ben de öyle yaptım ve hemen araya girdim:
–Nermin Hanım doğru
söylüyor Mustafa. Ne istediğimizi bileceğiz. Atatürk de 1919’da Samsun’a adımını
atarken ne istediğini çok iyi biliyordu. O kararlı adım, bugünkü modern
Türkiye’yi yarattı. “Ölüm fetvalarına, idam fermanlarına hiç aldırmadı. TBMM’yi
açtı. Demokrasinin temeli olan Cumhuriyet’i kurdu. Saltanat ve hilâfeti
kaldırıp, bize yeni bir kimlik kazandırdı. Yönetimi dine dayanmayan, çağdaş bir
toplum bilinci oluşturdu.” Onun ilkeleri bizi biz yaptı, yönümüzü aydınlattı.
Aslında yolculuğumuzun başından itibaren konuştuklarımızı bu ilkelerle yıllar
önce sunmuştu bize.
Mustafa sağ eliyle başını
kaşırken sol eliyle de yazı yazıyormuş gibi yaptı:
–Ben bu ilkeleri bazen
birbirine karıştırıyorum Metin Ağabey.
–Varsın sırası karışsın
delikanlı. Onların içi önemli. Bak kısaca hatırlatayım sana. Önce Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran halkı Türk Milleti tanımıyla birleştirdi. Sonra başladı
nelere ihtiyacımız varsa onları aramaya;
Milliyetçilik, tutuculuk,
tutuculuk da milliyetçilik değildir, anlayışıyla hareket etti. Elini daima
geleceğe uzattı. Din ve ırk ayrımcılığına karşı çıktı. Bunun yerine eşitlik ve
özgürlüğü, ortak değerleri savunan bir Milliyetçilik önerdi.
Millet egemenliğine dayalı
demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti uygulamasının savunulması için
Cumhuriyetçilik dersi verdi.
Gürbüz Bey ve Nermin
Hanımın anlattıkları örnekleri hatırlıyor musun? Düşünce ve inanç özgürlüğünü
güvenceye almak gerekiyordu. Hukuk kurallarıyla yönetimi ve uygar yaşamı ilke
edinmek kaçınılmazdı. Her alanda bilimin aydınlığını, aklın öncülüğünü ve
insanın yüceliğini gözetmeliydik. İşte bunlar için ortaya Lâiklik formülünü
koydu.
Toplumun bütün
kesimlerinin dil, din, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeden yasalar önünde eşit
sayılması ve toplumun sosyal bir dayanışma içinde bulunmasına da Halkçılık
denmesini istedi.
Sizler, yani yeni
Türkiye'nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz.
ATATÜRK
Millet yararını
gerektirmesi şartıyla devletin ekonomide görev almasına izin verip, özel
girişimleri de her zaman destekledi. Bunun da adına Devletçilik dedi.
Yararlı düşünceleri,
kurumları, gelenekleri koruyarak, bozulmuş olanları atmak ve sonra da bunları
halka anlatıp benimsetmek gerekiyordu. O da öyle yaptı. İşte İnkılapçılık böyle
doğdu.
Bu ilkeler ayrı
düşünülemez. Çünkü hepsi birbirini tamamlıyor. Hepsi insanımızın mutluluğu için.
Hepsinin içinde barış, dostluk, başarı var. Hepsi de ne istediğini bilen bir
liderin bize hediyesi. Okumadın mı çay salonunun duvarındaki çerçevelenmiş
yazıyı? Aynen hatırlıyorum, şöyle diyordu;
“Bilmeyen ve bilmediğini
bilen, çocuktur!
Ona
öğretin...
Bilen ve bildiğini
bilmeyen, uykudadır!
Onu
uyandırın...
Bilmeyen ve bilmediğini
bilmeyen, aptaldır!
Ondan
sakının...
Bilen ve bildiğini bilen,
liderdir!
Onu
izleyin...”
BİR GARİP
DÜNYA
Başımı yine şoför
koltuğunun sırtına dayadım. Dalmışım...
Anlattıklarımı büyük bir
sabırla dinleyen Mustafa’nın gözbebeklerinde Atatürk’ü gördüm. Özgürlüğümüzü,
insanlığı, adaleti, namusu, onuru gördüm. Şairin:
“Kahramanlık;
Ne yalnız bir yükseliş
demektir,
Ne de yıldızlar
gibi
Parlayıp
sönmemektir.
Ölmezliği
düşünmek
Boşuna bir
emektir.
Kahramanlık; saldırıp,
Bir daha dönmemektir...”
mısralarındaki güç ve
içtenlik geldi aklıma. Kendimi bu delikanlıya borçlu hissettim:
–Sen kışlana ne zaman
katılacaksın Mustafa?
–Yarın Metin Ağabey. Ben
ne olur ne olmaz diye, bugünden gidiyorum.
–Peki bu gece bize misafir
olur musun?
–Sağol Metin Ağabey. Niye
rahatsızlık vereyim size?
–O nasıl söz! Ne
rahatsızlığı! Eğer kabul edersen, sevinirim. Seni ailemle de tanıştırmak
istiyorum.
Biraz nazlanmıştı; ama
iknâ etmiştim delikanlıyı. Onu, ikinci bir oğlum gibi görüyordum. Mahcup
tavırları benim konuşkan oğlumdan farklı da olsa birbirlerine benziyorlardı. O
da kimseye yük olmayı sevmez ve elinden geldiğince yardım ederdi insanlara. Bu
genç askere ailemden bahsetmek istedim:
–Bir oğlum, bir kızım var
Mustafa. Burhan ve Nurhan. Burhan’ın bazı huyları sana benziyor. O da çok
meraklıdır, dinlemeyi, öğrenmeyi sever. Senin gibi hareketli, çalışkandır.
İnsanlara yardım etmek ister. Bunun için arkadaşlarıyla bir arama kurtarma ekibi
kurdular. Nerede kendilerine ihtiyaç duyulsa gece gündüz demeden koşturuyorlar.
Bir defasında dillerini bile bilmedikleri insanlara yardım için yurt dışına da
çıktılar. Deprem olmuş, insanlar göçük altında kalmış. Günlerce uyumadan
aramışlar onları. Çok çalışmış, çok yorulmuşlar. Kızılay’a da gönüllü üye
olmuşlar.
–Kızılay mı?
–Evet Kızılay. O bir
yardım kuruluşudur. Savaşta ve barışta halkın kara gün dostudur. Kuruluş amacı
yaraları sarmaktır. Yurt içinde veya yurt dışında yangın, sel, deprem
felaketlerine uğrayanların sıcak çorbası, soğuktan koruyan çadırı,
battaniyesidir. Kimsesizlerin umudu, fakirlerin ekmeği, hastaların ilacı,
evsizlerin evi, başına bir kaza gelenin ya da savaşta yaralanan askerin,
damarındaki kandır.
Yapılan bağışlarla ayakta
kalır. Belki bir kurban derisi, belki de alınan bir Kızılay pulu fakire fukaraya
yeniden hayat verir. Acılar yok edilemez belki ama hafifletilebilir.
Gürbüz Bey başını
onaylarcasına salladı.
–Çok kan verdim Kızılay’a.
Onlar da bir kart çıkarttılar. Ola ki bir gün benim ya da ailemden birinin
ihtiyacı olursa kana, kolaylık sağlayacaklarmış. Kim bilebilir ki yarın ne
olacak? Ne oldum dememeli ne olacağım demeli! Hayat kurtarmak her şekliyle
sevaptır. Bu dünyadan göçüp gittikten sonra toprak olacak bedenimizin ihtiyaç
sahibi hastalara şifa olması da başka bir sevaptır. Hasta yataklarında
kendilerine uygun bir organı dört gözle bekleyen insanlara umut olabilmekte ne
kötülük var, ne günah var?
Kefenin cebi yok derler
ya! Öteki dünyaya mal para götüremediğimiz gibi, bedenimizin hiçbir parçasını da
götüremiyoruz. Bari başkalarına yarasın. Bari başkalarında hayat bulsun.
Bağışladığımız bir böbrekle sağlığına kavuşacak hastanın hayır duaları, yarın
bir gün ahirette rahmet olur yağar üzerimize. O da bize yeter. Çünkü sadece
ruhlar yolculuk yapıyor, bedenler değil. Hadi onu da bir tarafa bırakalım,
sonuçta bu zaten bir insanlık görevi değil mi?
Nermin Öğretmen güleç
yüzüyle döndü bize. Beyaz dişlerini gördük.
–İnsan sadece kendisi için
yaşayamaz. Bu gökyüzünü birlikte soluyoruz. Hepimizin hayatı aynı derecede
önemli. “1913 yılında bir Alman doktorun Afrika ormanlarında siyahları tedavi
ettiği görülmüş. Hastanesi kümesten bozma, küçük bir odaymış. Doktorun karısı
hastalara ilaçlar verip uyutuyor, sonra ameliyat başlıyormuş. Dışarıdaki
insanlar beyaz adamın verdiği umutla bekleşiyorlarmış. Bu adam, acıyla inleyen
zavallı insanların alınlarına dokunup şöyle diyormuş;
–Sakin ol, korkma! Seni
iyileştireceğim. Kalktığında acın geçmiş olacak.
Ameliyat sonralarında
hastalar dikkat etmiyor, mikrop kapıyor, doktorun işi zorlaşıyormuş. Buna rağmen
ünü bütün ormana yayılmış. Çok uzaklardan gelen insanlar, açlıktan ve
yorgunluktan bitkin bir durumda oluyor, ameliyattan önce günlerce beslenmeleri
gerekiyormuş. Gündüzleri hastaların tedavisiyle uğraşan doktor, geceleri de
kitaplar yazıyormuş.
Elli yılını bu ormanda
geçiren doktora, yetmiş sekiz yaşında Nobel Barış Ödülü verilmiş. Ödül parasıyla
Afrika’da bir hastane yaptıran bu adam, yaşam felsefesini de şu bir kaç kelimeye
sığdırmış;
“Daha basit, daha doğru,
daha saf, daha barışçı, daha uysal, daha sevecen ve daha anlayışlı
olmalıyız.”
Doksan yaşına geldiğinde,
Afrika’daki hastanesinde gözlerini kapayan doktorun ölümünden haftalar sonra
bile, siyah kadın, erkek ve çocuklar saygı duaları için mezarını ziyaret
etmişler. El ele verip, sevgi şarkıları söylemişler.”
Mustafa can kulağıyla
dinliyordu. Anlatılan ormanları, hastaları, doktoru gözlerinde canlandırmaya
çalışan bir hâli vardı. Yine dudağını kemirdi:
–Çok sabırlı adammış.
Ormanda gazete yok, televizyon yok, futbol yok, dünyada olup bitenden habersiz!
Doğrusu şaşırdım adama.
Anlatılan hikâyeyi kendine
özgü tavrıyla yorumlamıştı. Bu temiz ve güzel delikanlıda yapmacıklıktan eser
yoktu. İçi de dışı da birdi. Ne düşünüyorsa, onu konuşuyordu. Nermin Hanım devam
etti:
–Bunlar, insanlığın ortak
dersi. Bizden önce yaşayan insanların bize mirasları. Bu ortak miraslar
ülkelerin değil, insanlığın malıdır. Bir Kızılderili şefi 1845’te kendilerinden
toprak isteyen ABD başkanına gönderdiği mesajda şöyle demiş;
“Beyaz adam, anası olan
toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak
gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki; toprakları çölleştirecek ve her şeyi
yiyip bitirecektir. Şu gerçeği iyi biliyorum; bu dünyadaki her şey bir ailenin
bireylerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır. Bu nedenle de dünyanın başına
gelen her felaket, eninde sonunda insanoğlunun da başına gelecektir. Beyaz
adamları anlayamıyorum. Tıpkı buffaloların öldürülüşünü, ormanların yakılışını,
toprağın kirletilişini anlayamadığım gibi!”
Ben, Nermin Hanımın
anlattıklarından payıma düşeni almıştım. Mustafa da dersini çıkarmış gibi
görünüyordu.“Ah garip ah!” diye iç geçirdi. Meraklandım:
–Hangisi garip Mustafa?
Doktor mu, mektubu yazan Şef mi?
–Yok Metin Ağabey,
köpeğimin adıydı garip. Öyle sessiz, öyle sakindi ki, kıskandılar, zehirleyip
öldürdüler hayvanı.
Kızılderililerin öldürülen
buffalolarıyla kendi köpeği arasında bir bağ kurmuştu. Haksız da sayılmazdı.
Garip bir dünyadaydık. Başka insanlara bile katlanamayan bu anlayışların;
ağaçların, hayvanların yaşamına saygı göstermesi beklenemezdi.
Başımı yine şoför
koltuğunun sırtına dayadım. Dalmışım. Görevli delikanlının, yolculuğun bitmek
üzere olduğunu hatırlatan sesiyle kendime geldim. Hava kararmaya başlamıştı.
Ankara’nın ışıkları titriyor, göz kırpıyordu. Ülkemde bayrağımızın dalgalandığı
her karışı sevdiğim gibi bu şehri de seviyordum. Kurtuluş mücadelemizin
karargâhıydı. Burada evlenmiştim. Çocuklarım da burada doğmuştu. Anıtkabir,
bütün ihtişamıyla manzaranın ortasında belirdi.
“Beni görmek demek,
mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı
anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.” diyen büyük adam burada
yatıyordu.
Anıtkabir’in gökyüzünü
mızrak mızrak delen kuleleri, üzerlerindeki kitabeleri yıldızlara
ezberletiyorlardı. Bu kulelerin adları bile sanki var olma amacımızın kısa birer
özeti idi;
İstiklal, Hürriyet,
Mehmetçik, Zafer, Müdafaa-i Hukuk, Cumhuriyet, Misak-ı Milli, İnkılap, Nisan ve
Barış kuleleri. Onların üzerlerindeki yazıları ilk okuduğumda boğazıma bir
şeyler düğümlendiğini hissetmiştim. Hele bir kitabenin karşısında bir süre hiç
kıpırdayamadan yutkunup kaldığımı hatırlarım;
“Esas olan, Türk Ulusu’nun
saygın ve onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlığa
sahip olmakla sağlanabilir. Ne zengin ve ne bolluk içinde olursa olsun,
bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olma durumundan
yüksek bir işleme hak kazanamaz!”
Yolun iki yanından
yükselen modern binaları, üniversiteleri, el ele dolaşan, koşuşturan insanları
görünce içimden haykırmak geçti; “Seni anlıyorum Atam. Seni anlayamayanlara
inat, şimdi çok, çok daha iyi anlıyorum...”
HEP MUTLU OL
Yaşlı adam da o büyük
elleriyle
Mustafa’nın sırtını
sıvazladı...
Terminale girdik.
Otobüsümüz büyük arı kovanında kendi peteğini buldu. Yine davul zurna sesleri
karşıladı bizi. Bu yörenin çocukları da, ülkemizde bayrağımızın dalgalandığı kim
bilir nerelere yolcu ediliyorlardı. Döndüm yanımdaki delikanlıya; “Bak oğlum!”
dedim. “Öteki Mustafalar da senin memleketine gidiyorlar.” Beni duymadı bile.
Büyülenmiş gibi sesleri dinliyor, halay çekenleri seyrediyordu. Kaptan şoförümüz
bizi sağ salim ulaştırmanın gururuyla kapının önünde heybetle durdu. Yolcular
kendisine teşekkür ederek tek tek indiler. O da “Seyahatlerinizde bizim
firmamızı seçerseniz memnun oluruz.” dedi. Muavin Fatih, numaralarımızı kontrol
ederek çanta ve bavullarımızı verdi. Ayrılık vakti gelmişti.
Gençler sessiz sedasız
aldılar eşyalarını. Otobüsteki yaramazlıklarından eser kalmamıştı. Bu durgunluğu
onlara yakıştıramamıştım. Kendi kendime söylendim: “Çocuklar neşe saçıyorlar,
kızıyorsun, sakinleşiyorlar yine kızıyorsun! Ne yapsalar beğenmiyorsun
Metin!”
Karadenizli ile arkadaşı
görülmeye değerdi. Birbirlerine adresler, numaralar veriyor, el sıkışıyorlardı.
İkisinin de yüzü gülüyordu. Sarıldıklarını bile gördüm.
Gürbüz Bey ve Nermin
Hanımın ellerini sıktım. Bu yolculuğun, benim hatıralarımda ayrı bir yeri
olacağını söyledim. Aynı içten cümlelerle karşılık verdiler. Mustafa bu akşam
benim misafirim olacak, onu götürüyorum dedim. Bu arada delikanlı, aldığı
telefon numaralarını özenle cüzdanına yerleştiriyor, bir öğretmene, bir yaşlı
adama bakıyordu. Onlar da kısa sürede çok sevdikleri bu genç askeri, duygu dolu
gözlerle süzüyorlardı. Mustafa önce Nermin Hanım’ın elini öptü. Sıcacık, içten,
yürekten bir öpüş. Öğretmen hanım da onun kırmızı yanaklarına kondurdu
dudaklarını. Gözlüğü biraz kaydı. Sarı saçı yine önüne düştü. Çantasından
Mustafa’nın verdiği papatyaları çıkardı. Bir anne şefkatiyle
konuştu:
–Bu çiçekleri kurutup
saklayacağım. Sana karşı yüreğimde oluşan sevgi ise hiçbir zaman kurumayacak.
Sen hep gül, hep mutlu ol delikanlı.
Mustafa başını öne arkaya
salladı. Cevap veremedi. Sonra Gürbüz Beyin ellerini öptü. Yaşlı adam da o büyük
elleriyle Mustafa’nın sırtını sıvazladı:
–Sana dua edeceğim oğlum.
Gerçi seferberlik yaşımı nerdeyse ikiye katladım; ama çağırırlarsa, bakarsın
omuz omuza askerlik yaparız seninle. Allah sevdiklerine
kavuştursun.
Tabiata egemen olmasını
bilemeyen yaratıklar, varlıklarını koruyamamışlardır. ATATÜRK
Mustafa yine cevap
veremedi. Vermek istiyordu da veremiyordu işte! Gülümsedi. Isırdığı dudaklarının
arasından belli belirsiz bir “Amin!” çıktı. Yanımızdan ayrıldılar. Kendilerini
evlerine götürecek servis aracına doğru gittiler. Delikanlı arkalarından baktı.
“Beni ziyarete geleceklermiş, söz verdiler.” dedi.
Ben de oğlumla
anlaşmıştım. Karşılamaya gelecekti. Şimdi burada olmalıydı. Cep telefonumu
çıkardım. Tam numaralara dokunurken bir el kapattı gözlerimi. Ondan başkası
olamazdı. “Bırak muzipliği haylaz!” dedim. Elimi öptü. Sarıldık. Mustafa’yla
tanıştırdım. El sıkıştılar. “Bu akşam misafirimiz olacak.” dedim. “Memnun oldum;
ama acele edelim baba, arabayı kötü yere park ettim!” dedi. Hızlı adımlarla
ilerledik. Emektar arabamın başında bir trafik polisi vardı. Ceza kesmek
üzereydi. Yetiştik. “Bir dahaki sefere affetmem, plakanızı aldım.” dedi. Önce
içimden kızdım. Sanki ne olacaksa, birkaç dakikadan ne çıkacaksa dedim. Sonradan
hak verdim memura. Bizim gibi bir çok insan, birkaç dakikadan ne çıkar ki
düşüncesiyle arabasını gelişigüzel sağa sola bıraksa felç olurdu trafik.
Görevini yapıyordu yani. Teşekkür edip, yola koyulduk.
Eve telefon ettim. Kızım
çıktı. Sesini duymak her zaman ki gibi güzeldi. Burhan’la buluştuğumuzu,
yanımızda bir misafir olduğunu ve eve doğru geldiğimizi, haber verdim. Bir şeye
ihtiyaç olup olmadığını sordum. Sadece ekmek istediler.
Aslında bir amacım da eve
habersiz misafir getirmiş olmamak içindi. Malum ev hali! Hanımlar titizdir,
misafire hazırlıksız yakalanmak istemezler. Ortalığa biraz çeki düzen vermek
için zamana ihtiyaçları vardır.
Mahallemize girince
rahmetli Ali Amcanın mütevazı bakkal dükkânının yerine kurulan süper marketten
aldık ekmeği. Delikanlıya “Bir isteğin var mı?” diye sordum, “Sağolun, yok!”
dedi.
Eve girişimiz, Mustafa’yı
tanıştırmam, güzel bir yemek ve yorgunluk kahvelerini yudumlayışımız, iki saati
buldu. Koltukların üzerinde yine kaykılarak oturmuş, ordan burdan konuşuyor, ara
sıra da televizyon izliyorduk.
Televizyon, her yaştaki
insanın bilgi dağarcığının gelişmesine türlü faydalar sağlıyordu. Dünyaya açılan
penceremizdi. Etrafımızda her olup biteni en kısa zamanda ulaştırıyordu bize.
Çünkü en kıyı köşedeki kasabaya, köye bile rahatça girebiliyordu.
Ne yazık ki işin bir de
başka yönü vardı! Bu sihirli kutunun her gün saatlerce tutsağı olup, seyredeceği
kanal ve programa dikkat etmeyenler; okumayı, sohbet etmeyi, ziyareti ve
komşuluğu unutuyorlardı.
Gazetede okumuştum. Bir
köşe yazarı vaktini boşa geçirenlerin haline acıyor ve onlara şöyle
sesleniyordu; “Çoğu insan, günde dört saatten fazlasını televizyon karşısında
geçiriyor. Oysa her insanın severek yapabileceği başka bir iş vardır. Yeter ki
amaç iyi tespit edilsin. Hangi konunun üzerine uzun zaman ve kendini adayarak
gidersen, o konunun uzmanı olursun. İlgilendiğin konuya her gün iki saat
ayırdığını düşün. Bu, haftada on dört, yılda yedi yüz yirmi sekiz, on yılda iki
bin iki yüz seksen saat eder. Günde dört saat ayırırsan, on yılın sonunda on
dört bin beş yüz altmış saat yapar. Bir düşün, bu kadar yatırımla neler neler
yapılabilir!”
Kızım Nurhan’ın elinde
resimler vardı. Biraz sonra ona oğlum da katıldı. Mustafa’nın otobüste bize
göstermeye kıyamadığı fotoğraflardı bunlar. Nasıl olmuşsa, benimkiler onu ikna
etmişti. Birbirlerine akran olduklarından anlaşmaları daha kolay olmuştu belki
de! Biraz önce kütüphanemdeki kitapların çokluğuna şaşırarak bakan Mustafa,
şimdi onlara birer birer resimleri gösteriyor ve bir şeyler anlatıyordu.
Biz de hanımla kanalları
dolaşıyorduk. Gerçi bunun adına artık zaplama diyorlardı ama biz hanımla böyle
kelimeleri içimize sindiremiyorduk! Bir yarışma programı yakaladık. Tok sesli
sunucu, şık giyimli üniversite öğrencisi kızımıza sordu; “Atatürk’ün Gençliğe
Hitabesi’nin ilk cümlesini söyleyiniz?” Kız düşündü, düşündü! Cevap yok! Sunucu
hatırlatmalar yapıyor, ipuçları veriyordu. Biz de yerimizde duramıyor, “Haydi
söyle kızım, hadi söyle!” diye yalvarıyorduk. Olmadı, cevap veremedi. Ekranın
karşısında yıkıldım sanki. Hanımla birbirimize bakakaldık. Eşim gençlere döndü;
“Çocuklar, Gençliğe Hitabenin ilk cümlesini hatırlıyor musunuz?” dedi. Soruya
pek anlam veremediler; ama resimleri bırakıp üçü de neredeyse aynı anda
cevapladı onu; “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk
Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir...”
Televizyondaki yarışmacı
bu defa da Anıtkabir’le ilgili bir soruda takılmıştı. Konuyla ilgili görüntüler
vardı ekranda. Nihayet doğru cevabı buldu. O anda bir istek belirdi içimde.
Ankara’ya yaklaştığımızda kendini çok uzaklardan belli eden Anıtkabir’e
imrenerek bakmıştı Mustafa. Gündüz güzel; gece de bir başka güzeldi. Evimiz de
yakın semtteydi. “Hadi bakalım, kalkın. Size dondurma ısmarlayayım. Mustafa’ya
da Anıtkabir’i gösteririz.” dedim. Oğlum, imalı gülüşlerine bir yenisini ekledi
ve bana döndü:
–Senin canın dondurma
istiyor galiba baba. Anıtkabir bu saatte ziyarete kapalı, bilmiyor
musun?
Doğru söylüyordu. Ama söz
ağzımdan çıkmıştı bir defa. Babalık otoritem ağır bastı:
–Ben bilmiyor muyum kapalı
olduğunu Burhan? İçine girmeyeceğiz ki! Şu güzel havada yürürüz biraz. Dolaşır,
hava alırız. Haydi tembel olmayın.
Her ne sebeple olursa
olsun, gezmeye meraklı kızım ve eşim hemen kalkıp hazırlandılar. Mustafa zaten
istiyordu. Burhan da odasına gidip, gömleğini, pantolonunu değiştirdi. Tam
çıkmak üzereyken askerimize döndüm:
–Haydi bir telefon et
memleketine. İyi olduğunu duysunlar, merak etmesinler seni.
Bunu söylerken evin
telefonunu ona uzatmıştım bile. Hayır demesinin çözüm olmayacağını anlamıştı.
Aldı ve çevirdi numaraları. Biz kapının önünde ayakkabılarımızı giyerken, o
konuştu. Telgraf gibi kısacık birkaç cümle duyduk:
–Anacım, ben Mustafa...
Ankara’dayım... İyiyim... Senin de babamın da ellerinizden öperim... Zeynep’e
selam söyleyin... Beni merak etmesin...
NE YAPSAN
NAFİLE
Bazen bir gün birkaç ay
gibi geliyor. Bazen de aylar bir güne sığıyor...
Çıktık. Yakındı yol.
Arabayı park ettik. Hanım ve ben önde, gençler arkada güzel havada yürüdük. Çok
da iyi geldi. Geçenlerde koşmaya kalkmış, ayağımı burkmuştum. Doktorum nasihat
etmiş, “Metin Bey, siz artık delikanlı değilsiniz. Sağlıklı bir yaşam için spor
elbette çok önemli; ama siz yürüyün yeter!” demişti. Güzel bir pastanede
oturduk. Cam kenarını ben kaptım. Anıtkabir’in tam karşısıydı. Işıkları nerdeyse
masanın üzerine vuruyordu. Küçük, sevimli bir yerdi. Kim ne istediyse getirdi
garson. Mustafa, nöbet kulübelerindeki askerleri işaret ederek
sordu:
–Metin Ağabey, hiç
yorulmuyorlar mı bunlar? Öyle dimdik duruyorlar.
–Daha bunda ne var
Mustafa. Bu sıradan bir faaliyettir. Sen şimdi acemiliğini yapacaksın. Kim bilir
nerede geçecek usta birliğin. Burhan dağlardaydı aylar boyunca. Botunu ayağından
çıkarmadığı günler çok olmuş. Anlatsana oğlum, niye beni
konuşturuyorsun?
–Ne konuşayım
ki?
Burhan dondurmasını
kaşıklamaya devam ederken, askerlik yaptığı yerlere şöyle bir gidip geldi.
Uzanıp sırtını sıvazladım:
–Anlat işte
oğlum.
–Anlatmakla biter mi baba?
On beş ay işte! Hiç bitmez diyorsun başladığında. Sonra bir bakıyorsun ki su
gibi geçmiş. Hayatın gerçeklerini acısıyla, tatlısıyla yaşıyorsun. Bazen bir
gün, birkaç ay gibi geliyor. Bazen de aylar bir güne sığıyor.
Elindeki kaşığı bıraktı.
Mustafa'nın omzuna dokundu;
–Mustafa, bak kardeşim!
Güllük gülistanlık bekleme sakın. Yatmaya değil, askerlik yapmaya gidiyorsun.
Alıştığın hayattan farklı bir ortam içinde bulacaksın kendini. Emir altına
gireceksin. Öyle aklına her eseni yapamayacaksın. Bugün kıymetini bilmediğin pek
çok şey, gözünde, burnunda tütecek. Ne kadar özenseler de analarımızın çorbasına
benzemiyor içtiğimiz çorba. Bitmeyen eğitimler, koşturmalar, zor geliyor insana.
Sen de yorulacaksın elbette. “Barışta ter dökmeyen, savaşta kan döker!” diye
boşuna söylememişler. Zorlanacaksın ama sınırlarını geliştirmeyi de
öğreneceksin. Sonra hava hep böyle sıcak olmaz. Yağmur yağar, kar bastırır,
soğuktan tüfeğine yapışır ellerin. Ayakların donar, yürüyemezsin. Hele bazı
geceler hiç bitmek bilmez. Uzar da uzar.
Mustafa’nın tavrı ve
cevabı, bütün bunlara zaten hazırlıklıymış gibiydi:
–Sivilde de hayat çok
farklı değil ki Burhan Ağabey. Ekmek aslanın ağzında! Öyle yan gelip yatarsan aç
kalır, hiç doyuramazsın karnını. Odun kömür alamaz, donarsın soğuklarda. Akşam
olunca çoluk çocuk ellerini dolu görmek ister.
Burhan, duymuyormuş gibi
devam etti:
-Ordunun temel görevi,
yurt savunması ama barış ortamında da milletinin emrinde ve yanındadır. Sosyal,
kültürel, eğitsel, ekonomik her nasılsa işte vatandaşının arasında, çözümlerin
tam ortasındadır.
Görev her yerden gelir;
deprem olur asker koşar. Sel gelir asker koşar. Orman yanar asker koşar. Kolay
değil vatanı, milleti korumak. Sana askerde unutamadığım bir anımı anlatayım
.
17 Ağustos günü sabahı
ülkeyi yasa boğan bir haberle uyandık. TSK vakit geçirmeden birlikler arasında
görev bölümü yapmış. Komutanımız bizi öğlen toplayarak yeni görev yerimizin
Gölcük ilçesi olduğunu, görevimizin enkazdan canlı insanları kurtarmak, deprem
anında kendini dışarı atan insanlara, öncelikle iskan edecekleri yerleri
düzenlemek ve iaşeyi sağlamak, en önemlisi de buradaki insanların moral
motivasyonlarını düzeltmek olduğunu belirtti. Hazırlıklarımızı tamamlayarak
Gölcük’e doğru yola koyulduk.
Gölcük’e girdiğimizde her
yerin yıkılmış olduğunu gördük. Şehirde sağa sola panik halinde koşan insanlar,
inleme sesleri, ağlamalar yükseliyordu. Bütün bu görüntüler moralimizi olumsuz
etkilemişti. Askerdik ama duygularımıza zor hakim oluyorduk. Hepimizin tek bir
isteği vardı o da enkaz altındaki canlı insanları çıkarmaktı. Her takıma ayrı
bölgeler verildi. Bizim takım da diğer takımlar gibi büyük özveri ve disiplin
içerisinde yılmadan çalışıyorduk. ilk gün canlı kalan insanlara ulaşmaya
çalıştık. Önce canlı sonra cansız bedenlere ulaştık 4 ncü gün sonunda canlı
insana ulaşma ümidimiz azalmıştı.
4 ncü gün çalışmaya erken
başladık saat 10 gibi mola verdik. Susamıştık, yorulmuştuk. Artık canlı ümidimiz
kalmamıştı. Takımdaki herkes durumu sessiz değerlendirirken birden Akın Çavuş
ayağa fırlayarak “susun” diye bağırdı. Hepimiz Akın Çavuş’un yanına koştuk.
Dikkatlice kulak verdik enkazın altından cılız bir ses geliyordu. Ardından
komutanımız Yüzbaşı Hakan geldi. Aşağıdan gelen sesi o da duydu. Durumu
değerlendirdi. Orda bulunan takım içinde en zayıf, en çevik olan bana enkaza
girmemi ama dikkatli olmamı emretti.
Enkazın yüzeyinden
bulduğum bir boşluktan aşağıya doğru inmeye başladım. Adeta tünelde
ilerliyordum. Etrafta keskin kokular vardı ve nefes almakta zorlanıyordum. İçeri
doğru;
-“Kimse var mı?” diye
seslendim.
-“Buradayım” diye
ağlamaklı bir ses duydum.
Duyduğum bu ses bana çok
büyük cesaret vermişti. Sanki ses beni içeriye doğru çekiyordu. Elimde el feneri
ile sürünerek sese doğru ilerliyordum ama bir türlü göremiyordum. Bir kere daha
seslendim. Ve hemen araksından “buradayım amca”diyen küçük kızın sesini duydum.
El fenerini sesin geldiği yöne çevirdim. Ve küçük kızı görmüştüm. Sürünerek
yanına yaklaştım ve sonunda elini tutmayı başardım. Elleri titriyordu ve çok
korkmuştu. 4 gündür ağzına bir şey koymamıştı. Bacağının üstünde çek yat
bulunduğu için öylece oturmuş kurtulmayı bekliyordu. Çek yatı ayağının üzerinden
kaldırıp onu kucağıma aldıktan sonra dikkatlice çıkışa yöneldim. Çıkışa yakın
bütün takımın ve yüzbaşımın meraklı bakışlarını gördüm. Arkadaşlarımın yardımı
ile enkazdan küçük kız ile birlikte çıkmayı başardık. Yüzbaşım küçük kızı
kucaklayarak, ben içerde iken gelen ambulansa teslim etti. Dışarıda bekleyen
halk, askerlere sarılıyor, “Helal olsun sizlere” diye haykırıyorlardı. Küçük
kızın teyzesi bana sarıldı ve ağlamaya başladı. O zaman bende tutamadım ve
ağladım.
Halkın bize yakınlığı ve
güveni başta Yüzbaşımız olmak üzere hepimizi duygulandırdı. Türk Askeri olmaktan
bir kere daha gurur duydum.
Mustafa’nın gözleri dolmuş
ve dalmıştı. Burhan konuyu değiştirmek maksadıyla devam etti.
Bak Mustafa daha neler
yapar Türk Ordusu dikkatli dinle!
İlçeleri, kasabaları,
köyleri dolaşıyorlar. Okumak isteyen fakat imkanları sınırlı olan gençlerimize
ulaşıyorlar. Onlara, karınca kararınca destek oluyorlar. Şimdilik sayı sınırlı
elbette ama amaç çorbada tuz bulunsun. Okul formalarını, kırtasiye ihtiyaçlarını
alıyor, onlara gönüllü rehber oluyorlar. Kendi bölgelerini ya da başka bölgeleri
tanımaları için kültür gezileri düzenleyip ufuklarını açıyorlar. İhtiyaç sahibi
vatandaşlarımıza sağlık hizmeti götürüyor, gıda ve yakacak yardımı yapıyorlar.
Engelliler için bir
tekerlekli sandalyenin, bir işitme cihazının, bir koltuk değneğinin dünyaya
bedel olduğunu biliyorlar. Asıl engelin yürekte olduğunun bilinciyle, temsili de
olsa, onlara kısa süreli askerlik yaptırarak gönüllerini alıyorlar.
Köy sohbet
toplantılarında, dünyanın gidişatı hakkında bilgi vermeyi unutmazlar. Toprağın
işlenişine kadar, gübrelenmesine, hayvanların bakımına, sağlık kontrollerine
kadar hemen her konuda yardımcı olurlar. Köylerin, içme suyu, yol, spor tesisi
ihtiyaçlarını çözmeye çalışırlar. Okullara bakım yapar, okuma yazma kursları
açar, kitap, harita, tahta, tebeşir, bilgisayar getirirler. Resmi nikahtan
mahrum çiftlere bu fırsatı tanırlar. Sünnet düğünleriyle çocukları mutlu eder,
bebeklere aşı, hastalara ilaç olurlar.
Mesleği öğretmenlik olan
asker arkadaşlarımız, Mehmetçik dershanelerinde kısıtlı imkanları olan genç
kızlara, delikanlılara, liselere, üniversitelere hazırlık kursları verirler.
Mustafa yine atıldı:
–Bizim komşunun oğlu
Hüseyin’in, askerden döndükten sonra ziyaretine gittim. Teröristlerle
çarpışırken vurulmuş, hafif aksıyordu; ama hiç aldırmadığını gördüm. Tedavi edip
moral verdikleri bir merkez varmış. Orada çok iyi bakmışlar ona. Bütün personel
arkadaş gibiymiş. Fotoğraflarını da gösterdi. Bu merkezde dans ederken çekilen
ve gazetede çıkan bir resmini de çok beğeniyordu. Onu büyütüp, madalyasıyla
beraber duvarına asmıştı. Bir yanında sarı saçlarıyla güzel bir hemşire kız,
diğer yanında bir koltuk değneği. Üzerine de şöyle yazmıştı; “Ayağım değil,
canım feda vatanıma!”
–Helal olsun bu
arkadaşıma. Ordumuz da bu uğurda elini, kolunu, bacağını dağlarda, bayırlarda
bırakan gazilerimizi ya da canlarını hiçe sayan şehitlerimizin yakınlarını
sahipsiz bırakmıyor. Çünkü biliyor ki asker vurulunca değil, unutulunca ölür.
İşte bu yüzden, ülkesi ve milleti uğruna canlarını feda eden şehitlerimizin,
şehitliğe götürülüşlerinden, mezar taşlarına kadar yapılacak her ne varsa o eli
öpülesi şehidin şanına yakışır şekil ve ciddiyette yapılıyor, yaptırılıyor.
Geride kalanlar da
unutulmuyor tabi. Mutlaka oğullarının yeri tutulmuyor ama acılı fakat mağrur
anne babanın maddi manevi tüm ihtiyaçları karşılanmaya çalışılıyor. Onlara,
vatana feda olsun dedikleri oğulları yerine oğul, eşlerine ağabey, çocuklarına
da kol kanat olunuyor.
Gazilerimizin de şifa
bulup en kısa zamanda sağlıklı yaşama dönebilmeleri için ne gerekiyorsa
yapılıyor. Bakım ve tedavileri olabilecek en üst seviyede yerine getiriliyor. Bu
devlet, askerine vefa borcunu ödeyemeyeceğini biliyor ama çaresiz bırakmamayı,
ele güne muhtaç etmemeyi de biliyor.
Burhan’ın şefkat dolu
yüreğinden geçenler, dudaklarında şekillenmeye devam etti. Annesi şimdi kesin
aklından, “iyi ki doğurmuşum oğlumu” diye geçiriyordur diye gülümsedim. Devam
etti anlatmaya;
–Çıkar üç beş yalancı;
basit ve uydurma senaryolarla moralini bozmaya kalkar. Zamanında atışmıştır
askerde birisiyle, bunu bütün camiaya mal eder. Küfür, dayak gibi insana
yakışmayan ve asla onaylanamayacak tuzaklara düşen bir iki yanlış insanı örnek
gösterip büyüttükçe büyütür. İşte böyle durumlarda aklımızı, tek vücut olmaya
adanmış inancımız korur. Bu inanç döner dolaşır; ama hep içimizdedir. Hiç terk
etmez bizi. Çünkü sağlamdır temeli, dayanıklıdır. Her yiğidin harcı değildir onu
sarsmak.
Dalıp gitmişti oğlum.
Belki de şimdi, askerde kendisine verilen takdir belgelerini düşünüyor,
nedenlerini hatırlıyordu. Çerçeveletip odasına asmış, gözü gibi bakıyordu
onlara. “Hepsinin de ayrı bir hatırası var!” derdi. İşte şimdi fırsatını bulmuş
anlatıyordu bu hatıraları:
–Silah arkadaşlığı
bambaşkadır. İçtiğiniz su bile ayrı gitmeyecek. Kendi öz kardeşinden ayırt
edemezsin onları. Bir elin parmakları gibi işte. Aklından geçeni okursun. Ne
istiyor, ne derdi var, hiç konuşmadan anlarsın.
Komutanlar askerlerini
vatan savunması için yetiştirip hazırlarken, saçlarının bir teline bile zarar
gelmesini engellemeyi görev bilirler. Aldıkları yıllar süren eğitimin asıl amacı
da budur.
Bak bunla ilgili gerçek
bir olayı arkadaşım Murat’ın ağzından anlatayım sana :
–İç güvenlik görevini icra
ederken helikopterler birliği uygun bir yere bırakmışlar. İnilecek yer alçak ve
düzmüş. Etrafta da oldukça terörist varmış. Bu yüzden birlik teröristlerin
etkili atışı ile karşılaşmış. Kurşunlar Bölük Komutanı Yüzbaşı Uğur’un etrafına
düşmeye başlamış. Tam bu sırada Uğur Yüzbaşı’nın yanındaymış Murat ve kendine
bir mevzi bulmadan komutanının önüne çöküp ateş etmeye başlamış. Uğur Yüzbaşı bu
durumdan huzursuz olmuş. Çok sevdiği Er Murat açık hedef olarak kendi önünde
durmaktaymış, Uğur Yüzbaşı tereddüt etmeden yere yatmasını emretmiş, fakat Murat
aldırmadan ateş gelen yere canı pahasına ateş etmeye devam etmiş.
Mustafa heyecanlanarak
sordu :
–Sonra ne olmuş? Yoksa
Murat şehit mi oldu?
Burhan sakin bir sesle
“dur bak dinle” dedi.
–Uğur Yüzbaşı sert bir ses
tonu ile emrini tekrarlamış: “Sen benim emrimi duymuyor musun, Murat ? Tam
siper” diye emir vermiş.
–“Komutanım ben yatarsam
siz vurulabilirsiniz” der ve ateş etmeye devam eder.
–Bölük Komutanı
dayanamayarak Murat’ın ve kendisinin durumunu düzeltmek amacıyla ateş ederek
açılır. Bütün birlik, erini korumaya çalışan bir komutan, komutanını korumaya
çalışan kahraman erin, kurşunlar altında yapılan savaş dansını görür. Bu
manzaradan sonra birliğin personeli aslanlar gibi mücadele ederek teröristleri
etkisiz hale getirirler. Türk ordusunun şanlı tarihinde bu olayın benzerlerinin
niceleri mevcuttur.
Mustafa nefesini tutmuş
dinliyordu. Bir yandan da sanki hayal kuruyordu. Ben anlatmaya yine devam ettim.
Kolay değil insanı
yönetmek. “Gerçek okul kıtadır!” Burada işler kitaplardaki gibi gitmez. İnsan
hayatın gerçekleriyle karşılaşır. Tecrübeler birbirine eklenmese iki adım
atılamaz yollarda.
Bu cümlesinde ister
istemez yola doğru kaydı gözleri. Sonra tekrar döndü masamıza:
–Bizler gün sayıyor,
bitiriyoruz; ama onların işi bu. Bir ömür harcıyorlar bu uğurda. Canlarını,
bizimle birlikte namlunun tam ucuna koyuyorlar.
Sohbet içtenlikle devam
ediyor, Burhan coştukça coşuyordu:
Dinlenmemek üzere yürümeye
karar verenler, asla yorulmazlar. ATATÜRK
–Asker ocağında, askere
gelinceye kadar yanlış ortamlarda bulunmuş bir iki arkadaş vardı aramızda. Aynı
şekilde devam ediyorlar. Kafalarına birçok uydurma safsata doldurulmuş,
kandırılmış, kin ve öfkeyle büyütülmüş, sevgi nedir unutmuşlar! Bunlara askerlik
ne yapsın? Değil on beş ay, on beş yıl silah altına alsan bile değiştiremezsin
bu şartlanmışları. Adam inandırmış kendisini bir defa yalanlara. Ne yapsan
nafile! Bir çuval pirinç içinden bir avuç taş da çıkıyor işte!
Elini yumruk yapıp,
yavaşça vurdu masaya:
–Askerliğini kâğıt
üzerinde yapıyor. Yüreğini, bileğini koymuyor yani. Sokmuyor elini taşın altına.
Askerlik bitince de bire bin katıyor. Altına imza atamadığı, adını bile
yazamadığı zehirler akıtıyor dilinden. Onun bunun karalamalarına sermaye oluyor.
Arkadaşlarını satıyor yani! Yine de farkında değil. Böyle mangalda kül
bırakmayanlara, kanlarını bayrak yapan nice gazinin, nice şehidin hatırası adına
“Yazıklar olsun sana be adam!” diyeceksin. “Sen ne utanmaz adamsın!” diyeceksin.
Gerçi bunlar adam bile değil ya!
Mustafa kaşlarını indirip
başını öne arkaya salladı. Yüzü asılmıştı. Yumruğunu sıkıp biraz yüksekçe bir
sesle haykırdı:
– Ne adamı, değil tabii
ki! Eğer bu, gelip geçici bir anlık öfke ise anlarım belki! Yok, iyiden iyiye
düşmanlık ise, işte bunu asla affedemem.
Oğlum bu cümlelerden güç
almışçasına devam etti anlattıklarına:
–Bahaneleri hep hazır!
Ağızlarda sakız olan bir cümleyi kullanıyorlar; “Ruh sağlığım bozuk!”
Bozmayacaksın kardeşim! Kolay kolay salmayacaksın kendini. Hüner bileğine,
yüreğine sahip çıkabilmekte! Rahat ortamda herkes korur aklını. “Su uyur, düşman
uyumaz!” demişler. Askersin sen, iki silah sesine yenik düşmeyeceksin. Bir
müziğin notaları onlar. Ufak tefek lafa söze de aldırmayacaksın. Sivil hayatta
yan gelip yatıyor muyuz sanki?
Mustafa başıyla onayladı
onu. Burhan da aynı tavırla devam etti:
–Sabırlı ve geniş yürekli
olacaksın biraz. Ekmeğini yediğin sofraya ihanet etmeyeceksin. Bu mu erkeklik?
Yalanlar söylüyor. Malda mülkte gözü olmayan, paraya pula tenezzül etmeyen
günahsızları suçluyor. Neden? Çünkü temeli bozuk! Çünkü niyeti bozuk! Çünkü
kendi varlığından başka hiçbir değere inanmıyor. Renk, din, ırk ayrımı
gözetmeden, milletimizin kötü kaderini değiştiren Mustafa Kemal'e de inanmıyor.
Burhan konuştukça
coşuyordu. Haklıydı da! Atatürk konusunda suçun bir kısmı da bizdeydi.
Resimlerini duvarlara, rozetlerini yakalara asmak, On Kasım’larda “Atam sen
ölmedin!” deyip, araba kornalarına basmak yetmiyordu. Onu iyice anlamadan,
tanımadan bir iki günlük yas tutmak ya da ateşli bir savunucusu görüntüsünde
nutuklar atmak da çözüm değildi. Yaptıkları milletimiz için neyi ifade ediyor,
ne var bunların özünde? İşte bu soruların cevaplarını bulmak, öğrenmek ve
öğretmek gerekiyordu. Onun sınır tanımayan hoşgörüsünden başlayabilirdik belki.
Düşman askerlerinin mezar taşlarına bile şöyle yazdırmıştı:
“Bu memleketin toprakları
üzerinde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana, koyun
koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; göz yaşlarınızı
dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Bu toprakta canlarını verdikten
sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Elbette sadece hoşgörüsü
değildi hatırlayacaklarımız. Kurtuluş parolamızı da o vermiş, “Ya istiklâl, ya
ölüm!” demişti. Varolma mücadelemizde bize rehber olan bu söz, sonradan
kaynağını hayatın gerçeklerinden alan yeniliklere de açacaktı kapılarımızı. Bu
yenilikler hemen her alanda kendini gösterdi; “Cumhuriyet ilan edildi, saltanat
kaldırıldı, çağdaş eğitim benimsendi, kadınlarımız eşitlik kazandı, anayasamız
düzenlendi, ufkumuz açıldı.”
Bir imparatorluğun
kalıntılarından bağımsız bir devlet böyle doğdu, böyle filizlendi. Bu filiz,
akıl ve bilim güneşiyle yaprak verdi. Milletin alın terleriyle sulandı, büyüdü.
Mehmetçiğin sabrıyla çiçek açtı. Bu sabır, Türkiye Cumhuriyeti’ni yarattı. Bu
sabrın örnekleriyle doluydu tarihimiz. Gözlerimin önünden yüzlercesi geldi
geçti. Oğlum Burhan’ın lise yıllarında oynadığı bir piyesi hatırladım. Yaşanmış
bir olaydı. Ne güzel canlandırmıştı yaralı askeri;
“Sakarya Meydan Savaşı’nın
bittiği gün komutan İsmail Hakkı Bey, bir keşif kolu çıkarır, şehitlerin
gömülmesini, yaralıların toplanmasını ister. Sonradan kendisi de savaş alanında
dolaşmaya başlar. Bir su birikintisinin yanında bitkin, yaralı bir Mehmetçiği
boylu boyunca yatarken görür. Hemen sorar:
–Ne zaman yaralandın
oğlum?
–Üç gün oldu
komutanım.
–Ne yaptın bunca zaman? Ne
yedin, ne içtin?
–Açlık dayanılmaz olunca
bir avuç su içiyorum.
–Ne istersin, ne yapayım
senin için?
–Bir şey istemem
komutanım. Yalnız kıtama haber verin, firari olmayayım. Beni kaçtı sanmasınlar,
anam babam utanmasın!”
Bu yaralı askerin komutanı
olsaydım, ona şöyle cevap verirdim;
“Dünya tarihi, vatanı
uğrunda senin kadar kanını döken bir millet evladı daha gösteremez. Senin kadar
kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanmamıştır. Bu vatan ya senindir, ya da
hiç kimsenin!”
HAYIRLI
TESKERELER
Burhan’ı alnından öpmek
istedim; ama yapmadım...
Nurhan, bir dondurma daha
istedi. Bu defa da “Külâhta olsun.” dedi. Oysa bademcikleri vardı ve yazın
ortasında bile şişer, yorgan döşek yatardı. Sesimi çıkarmadım. Ben de bir soda
istedim. Mustafa hâlâ oğlumun anlattıklarını dinliyordu. Yemeyi unuttuğu
dondurması erimiş, kaşığı ise elinde kalmıştı. İyi bir dinleyiciydi.
Köylerde ziraatı
anlatırken konuşulanları umursamayanlar çıkar, başka şeyle ilgilenirlerdi.
Dikkatim dağılır, kendimi anlattıklarıma veremezdim. Mümkün olduğunca o yörenin
aksanına uygun bir dil kullanmaya çalışırdım. Anlattıklarımın onların
ihtiyaçlarına cevap vermesine dikkat ederdim. “İnsanın gözü karanlıkta da, aşırı
ışıkta da iyi görmezmiş!” Bu yüzden ölçülü konuşurdum. “Doğru söyleyeni dokuz
köyden kovarlar!” gibi konuşmamaya özendiren, “Söz gümüşse sükût altındır!” gibi
sessizliği öneren yanlış ata sözlerimizin arkasına sığınanlar olurdu.
Konuşmayarak neyi halledebilirdik ki? “Kişi kendini bilmek gibi irfan olmaz!”
demişler. Şair Yunus da yüzyıllar önce söylemişti işin doğrusunu;
“Sözünü bilen
kişinin
Yüzünü ağ ede bir
söz
Sözünü pişirip
diyenin
İşini sağ ede bir
söz
Söz ola kese
savaşı
Söz ola kestire
başı...”
Burhan da, askerlik süresi
boyunca dersler çıkaran her Türk genci gibi, şimdi Mustafa’ya ağabeylik yapıyor,
nasihatler veriyor, işin doğrusunu söylüyordu:
–“Limanda bekleyen tekne
güvendedir ama hareket etmezse çürümeye de mahkumdur.” Öyle her şey kâğıt
üzerinde halledilmiyor ki! Kim ister, insanlar yaralansınlar, ölsünler! Keşke
çözüm bulunsa da savaşlara gerek kalmasa. Ama gerçek öyle değil. Her ülke
silahlanıyor. Çünkü sadece mücadeleyi göze alanlar ayakta kalabiliyor. Barış
için her türlü gayret gösterilecek. Eğer çözüm bulunamazsa, işte o zaman
savaşılacak.
Biz bu toprağın
çocuklarıyız. Memleketin neresindeyiz, nereliyiz, hangi şehirdeniz ne fark eder?
Analarımız bizi zor günler için doğurmadı mı? Bazılarına inat, gerçekten
kanımız, canımız helâl olsun vatana. Hele hele; “Aman canım! Vatan, Millet,
Sakarya! Bu sadece bir edebiyat ve angarya!” diyenlere inat!
O Kürt, bu Laz, şu Çerkez
olur mu? Sen Alevisin, ben Sünni’yim denir mi? Hepimiz tek isimde birleşmedik
mi? Tarih bize bu millet parçalanmadan yok edilemez dersi vermedi mi? Mustafa
Kemal de bu topraklar üzerinde ortak yaşama arzusu duyan herkese “Ne Mutlu
Türküm Diyene!” haykırışıyla uzatmadı mı ellerini? Biz hep aynı cevherin
damarları değil miyiz? “Yalnız taş duvar mı olurmuş! Yalnız ağaçtan orman mı
olurmuş!”
Burhan’ı alnından öpmek
istedim; ama yapmadım. Annesi elini oğlunun elinin üzerine koydu. Sonra, ince
uzun parmaklarıyla onun yüzünü okşadı. Ne güzel, ne narin elleri vardı eşimin.
Zaten oldum olasıya kendisi de çok narin, çok hassas, çok duygulu bir kadındı.
“Benim aslan oğlum, canım oğlum!” dedi. Mustafa ve Nurhan biraz kıskanarak
baktılar. Diğer oğullar geldi aklıma. Diğer aslanlar geldi. Çanakkale’de şehit
düşen Atğm. Ahmet Tevfik için, ağabeyinin yürekleri sızlatan mısraları
geldi;
“O kadar yandı mı bağrın
ey çocuk?
Ecelin sunduğu şerbeti
içtin!
Sırayı, saygıyı unuttun
çabuk
Sebep ne ağandan ileri
geçtin...”
Eşim koluma girdi. “Yoldan
geldiniz, yorgunsunuz, haydi kalkalım.” dedi. Burhan, hesabı ödemek için kalktı
ayağa. Birden, o sevimli yüzüyle otobüsteki Karadenizliyi hatırladım. Gülerek,
garsona alma işareti yaptım. “Ben varken sen nasıl hesap ödersin!” diye
seslendim. Aslında o, maaşa geçtikten sonra annesine benden gizli paralar
veriyor, “Çarşıya gidersin, harçlık yaparsın!” diyordu. Kız kardeşine giysiler
alıyor, okul ihtiyaçlarına yardım ediyordu. Hoşuma da gidiyordu doğrusu. Haberim
yokmuş gibi davranıyordum. “Babası oğluna bir bağ bağışlamış, oğlu babasına bir
salkım üzüm vermemiş!” diyenleri yalancı çıkarıyordu.
Hesabı ödedim. Servisi
yapanlara da bahşiş bırakmayı unutmadım. Kalktık. Askerler nöbet değiştiriyordu.
Ne güzel yüzleri vardı. Sanki her biri damat gibiydi. Bu üniforma delikanlıların
yüzlerine ayrı bir güzellik, bir ışık katıyordu. Bizim asker de, özenerek baktı
onlara. Eve geldik. Vakit ilerlemişti. Yattık. Sabah kahvaltıda Mustafa’ya “İyi
uyuyup uyumadığını” sordum. “Rüya bile gördüm!” dedi. “Hayırdır!” dedim,
anlattı:
–Daha önce bir tecrübem
hiç olmadı; ama rüyamda at yarışı oynadım. Garip tesadüfler oldu. Güya bizim
hanımla on bir yıl önce evlenmişiz. Ayın da on biri. Saat tam on bir. Yarışta da
tam on bir at var. Bunun bir mesaj olduğunu düşünerek bütün paramı on birinci
ata yatırdım.
Merakla Mustafa’yı
dinliyordum, hemen sordum:
–Yapma yahu, iyi kazandın
mı bari?
Kafasını iki yana
salladı:
–At, on birinci oldu Metin
Ağabey!
O gülmeye başlayınca ben
de, hanım da dayanamadık. “Sonra ne yaptın?” dedim. “Aldırmadım! Çoluk çocuğunun
hakkından çalıp da şans oyunları oynamak kime yaramış ki, bana yarasın! Zaten
büyük ikrâmiye bende, Zeynep’im var ya!” dedi. “Akşam çocuklara anlatırım bunu.”
dedim. Oralı bile olmadı. Kızım okula, oğlum da işine gitmişti. Ben ise
emekliliğimin tadını çıkarıyordum. Eşim, Mustafa için hazırladığı börekleri
paketledi. “Anneninkilere benzemez; ama afiyetle ye!” dedi. Delikanlı altta
kalır mı? Hemen yapıştırdı cevabı: “Zeynep de çok güzel börek yapar. Hele
baklavayı çok iyi açar. Anlatmış mıydım Metin Ağabey?” dedi. Gülümsedim, başımı
salladım. “Evet, anlatmıştın.” dedim. Sonra böyle söylediğime pişman oldum!
Zeynep’ten bahsederken mutlu oluyordu. Bıraksaydım bir kez daha anlatsaydı.
Eşimin elini öptü.
“Rahatsızlık verdim size. Sağolun!” dedi. Çıktık. Arabama bindik. Gideceğimiz
yer belliydi. Etrafı süzmeye başladı. Bir süre konuşmadık. Yollar tenhaydı.
“Bugün ilk günün tertip. Gözlerini kapat, açtığında askerliğin bitmiş olacak!”
dedim. Kapattı açtı. Birkaç defa da tekrar etti. “Olmuyor!” dedi. Sonra gülerek
ekledi: “Şaka bir tarafa Metin Ağabey, çabuk geçsin de boşuna geçmesin!” Sustuk.
Elini cebine atıp cüzdanını çıkardı. Fotoğraflara şöyle bir dokundu; okşadı,
açmadı. Göz ucuyla bana baktı, herhalde utandı. Sonra tekrar koydu yerine.
Nihayet birliğin kapısına
geldik. Kalabalıktı. Nizamiyede görevli askerler, yeni gelen arkadaşlarına
yardım ediyor, seyyar satıcıların da sesleri yükseliyordu. Aileler, eşler,
arkadaşlar, sevgililer oradaydı. Uzun, kısa, zayıf, şişman delikanlıları öpüyor,
sarılıyorlardı. Arabayı park ettik. Çantayı ben aldım. İstedi, vermedim. Bir
ucundan da o tuttu. Yürüdük. Kalabalıkta ağlaşanların, gülüşenlerin arasından
geçtik. Bir iki adım sonra dört yüz elli gün başlayacaktı. Gerçi yolculuk
boyunca biz Mustafa’ya zaten yaptırmıştık askerliği. Hem de ne sıkı askerlik!
Gürbüz Bey’i, Nermin Hanım’ı hatırladım. Durduk. O elimi, ben de onu öptüm. Bir
şeyler söyleyeyim dedim, beceremedim. Zaten onun da konuşmaya mecali yoktu.
Başını kaldırıp kuşlara
baktı. Alnı yine terlemişti. Bana doğru bir adım attı. Gözlerini gözlerime dikti
ve kollarını açtı. Uzun uzun sarıldık. Sıcak nefesini hissettim:
–Metin Ağabey, helâl et
hakkını!
–Helâl olsun,
oğlum!
Eğildi, çantasını alıp
omzuna astı. Yavaşça döndü. Büyük demir kapıdan içeri girdi. Arkasına bakmadan
yürümeye başladı. Güneş vurunca gölgesi yandaki duvara düştü. Bu gölgeyi,
Kocatepe Sırtları’ndaki Mustafa Kemal’e benzettim. İşte şimdi yeni bir Mustafa
da kışlasına yürüyordu. Dudaklarımdan hecelenerek dökülen sözcüklerle uğurladım
onu:
–Alnın ak, yolun hep açık
olsun oğlum. Unutma sakın! Zeynep sana baklava açacağı günleri
bekliyor.
Hayırlı
teskereler...
HOSGELDINIZ (WELCOME)
Lutfedip,bana ulastiniz,tesekkur
eder,sevgi,saygi ve selamlarimi sunarim.
Bu alan,bana ulasmada istasyon"
amacli olusturulmus,diger alanlarda oldugu gibi Buket Turkay postaci,ilker
Alptekin yonetici olarak gorevlendirilmiztir.
Lutfen sosyal aglarda kisisel
bilgilerinizi,birtakim serefsizlerce kullanilmamasi icin vermeyiniz,ozen ve
dikkatli olunuz.
Ozen ve dikkatli olmaniz icin,arzu edilmiyerek sunulan
linklerimiz icin,iletisim bloggerinin sag dikey cubugunda asagiya dogru
baglantilari verilmis tum alanlarimizi,duvarlarimizi gruplara sevk edilen
iletileri bastan,sona ozen ve dikkatle okuyup,okutunuz,PKK durtmesi,ornek
derseniz Ozkan Bostanci serefsizi,benzeri,cetesi ve Turkcell izmir teknik servis
calisani,Belgin isimli,iffetsiz tacizci vb.gibi internetteki KADROLU
serefsizlere,surtuklere karsi,ozen ve dikkatli olmalari icin dostlariniza
oneriniz.Allah'a emanet olunuz.
Turk olmak;Guzel ahlak,Allah korkusu,kuldan
utanma duygusu,insanca davranislar hanimefendi ve beyefendi olma hali
namus,seref,herseyden ote yuksekmi,yuksek karekter gerektirir.Bu nedenle Ataturk
NE MUTLU TURKUM DIYENE demistir.
TURKCELL IZMIR TEKNIK SERVIS CALISAN BELGIN ISIMLI
IFFETSIZE,TURKCELL'E GONDERMELER
http://twitter.com/kemeraltiiscisi/NETLOG Alanini,henuz olusturup sizin icin guncelledik.
MP3
Marslar,begeneceginizi umdugumuz dinletiler,karma gorsellerle videolar,E-Kartlar
yuklenmistir,Muammer SEZER Demokrat partinin hazin halini,bu alanda
ozetlemistir
Arz eder,saygilar sunarim
Buket
Turkay
Secretaryship