Bu yazı Yüksek Fizik Mühendisi Taşkın TUNA‘nın kitabından alıntı yapılarak yayınlanmış olup bizzat yazardan izin alınmıştır. Sunulmuşolan bu alıntı Müslümanların niçin geri kaldığını araştırmak için bir adım olmuştur. Şahsi kanaatim müslümanlar “Oku (İkra)” nın anlamını tam olarak kavrayamadığıdır. Bu yüzden “Oku” nun anlamını Şule yayınlarından çıkan Taşkın Tuna- “OKU” Ama neyi?- adlı eserinden bu alıntıyı yaptım. Bu alıntıda sadece Türkilizce olarak kullanılan kelimelere TDK nın sözlüklerinden yararlanarak Türkçe kelimeler kullandım. Yaptığım tek değişiklik bunlardır. Bu yazıyı bilgisayara aktarmama yardımcı olan Dostlarıma Teşekkürü borç bilirim.
Bakalım bu uzun yazıyı okumaktan kimler vaz geçecek… Kimler neden geri kaldığımızı okumadan geçecek…
Tahmin edeyim mi? Neyse buyrun iyi okumalar ve düşünmeler…
OKU (İKRA)
Kur’ân’ ı anlamada başlıca dört esas vardır. Birincisi tercümedir. Bazı nedenlerden ötürü Kur’ân’ ı herhangi bir dile tam olarak tercüme etmek mümkün değildir. Çünkü kelimelerin anlamarlı derinleşmektedir. Zaten çeviri yapanlar da bunun farkında olduklarından tercümelere, ‘meâl’ ismini veriyorlar. Meâl, yani anladığına göre, lügât veya sözlüklerdeki anlamlara göre…İkincisi de tâbirdir. Tâbir demek, bir cümlenin kastettiği anlamın içeriğini açıklamak demektir. Bir dördüncüsü vardır ki o da tevildir.Tevil, bir anlamı içeriden dışarıya çıkarmak demektir. Yoksa, tevilin bugün kü dilde kullanılışı gibi, konuyu saptırma, ya da değiştirme gibi bir amacı yoktur. İşin esası da bu tevildir. “Pencereden dışarıya baktığımda yağmur yağıyordu” cümlesi dünya üzerinde kullanılan bütün dillere kolayca tercüme edilebilir. Tâbir ise, ifadenin anlamını yorumlama tekniğidir. “Dışarıda yağmur yağıyor demek ; rahmet, bereket, bolluk, zenginlik ve büyüme gelecek” demektir. Tefsir sahibi ise bu tâbire itiraz edecek ve buradaki anlamın aslında hidrojen ve oksijen öğeciklerinin(atomlarının) birleştiği yağmur damlasındaki su molekülü olduğunu ileri sürecektir. Öte yandan tevil ilminde uzmanlaşmış bir bilge kişi de, “Dışarıda yağan yağmur değil, hidrojen değil , sadece önelcik(proton; proto ilk, önce demekmiş) ve ılın(nötron) içindeki kuarklar ve yüküncüklerdir(elektronlardır)” diyerek, anlamın içindeki çekirdek anlamı, dışarıya çekecektir. Tevil olmadan, Kur’ân’ ın aslı anlaşılmaz. Tevil konusunda zamanın en ileri bilgini olan (Hz. Muhammed’ in 40. torunu) Seyyid Ahmed Hüsameddin Hz. (1840-1925) bu gerçeği şöyle dile getirmiştir. “Tefsir rivayete, tevil ise dirayete dayanır!” Bu tevil ilminde “telâhiyi huruf” denilen bir teknik kullanılır. Bu teknik, Kur’ân’ daki sûrelerin değil, âyetlerin değil, kelime ve sözcüklerin değil; harflerin bağlı oldukları değer anlamlarını ortaya çıkarmaktır. Herkesin bu tekniği anlaması ve ona sahip olması çok zordur. Bu bir Allah vergisidir. Tevil, harf bazındaki anlamların, bir çeşit kimyasal bileşiklerin simgesi ve aritmet ik değerlerinin işlenmesi gibi son derece karmaşık bir işlem sonucunda “gerçek” anlamların açığa çıkmasını hedefler. “H2O” deyince nasıl “su” anlaşılıyorsa, ama aslında kimya diliyle, hidrojen ve oksijen uçunları(gazları) anlatılıyorsa, belki de öğecik(atom) düzeyinde, önelcik(proton) ve yüküncük(elektron) söz konusu ise, hatta daha derin anlamlarda kuarklar akla geliyorsa; Kur’ân’ a da tek ve yalın bir anlam vermek ve onun dış kabuktaki sözcüklerle anlatımını yapmak, şanı yüce Kur’ân’ ı tek bir boyuta, tek bir anlama indirgemek demek olur ki, bu büyük bir haksızlıktır.
Ledün ilmi (her şey gösterilir). Allah vergisidir. İşte “telâhiyi huruf” denilen ve tevil tekniği olarak da bilinen bu tekniklerle, ledün ilmine yakınlaşmak mümkün olabilir. O zaman da ünlü âyetteki, “ İlmen yakîn” mertebesine erişilir. Daha sonra da bildiğiniz gibi, “Aynel yakîn” ve nihayet “Hakkel yakîn” e kavuşmak nasip olur.Telâhiyi huruf şu demektir; Huruf, harf kelimesinin çoğuludur, yani harfler. Telâhi de oyun demektir. Böylece, “harflerin oyunu” diye bir anlam çıkar. Bilirsiniz Silahlı Kuvvetlerde “harp oyunları” vardır. Masa başında, sanki düşmanla savaş halindeymişiz gibi tatbikat yapılır. Böylece, kuvvetlerin harekât ve manevra kabiliyetleri, kağıt üstünde değerlendirilir. İşte harf oyunu da bunun gibidir. Harflerin anlamları ve bu harflerden oluşan kelimelerin açığa çıkardığı anlamlar, artık lügatlardaki anlamlara hiç benzemez. “Bu ilmi bir ben bilirim, bir de bana yakın olanlar bilir.”(Ali İmran, 7) ifadesi bu amaç için verilmiştir. Bilinmelidir ki Ebced hesabını da birçok kimse bilmez. Bildiğini sananlar da, yanlış ve yanılgıların sahte taklitç ileridir. Kur’ân ‘daki ebced “bilinenden” farklıdır. Bazı horozlar, öttüğü için güneşin doğduğunu sanırlar.
Kur’ân âyetleri başlıca iki kısımda incelenir. Bunlardan birincilere, “muhkem âyetler” denir. Muhkem, yani tereddüde yol açmayan, anlamı açık olarak verilmiş, ibadetlerle ilgili olan değişmez hükümlerdir. İkinci kısım âyetlerin anlaşılması zordur. Yorumu, izahı ve tefsirinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu çeşit âyetler de “müteşabih” yani teşbihli, benzetmeli âyetler denir. İşte tevil ilminde ileri giden ulemâ, bu ilmi Allah’ın izni ile öğrenirler. Bu ilmin okulu yoktur.İkra ’nın bizim dilimizdeki karşılığı “oku” dur. Aslında tüm dillere tercüme edilse de aynı anlam çıkacaktır. Fakat bu kez neyi okumak gereği gündeme gelir ve o noktada kişi bocalamaya başlar. İşte o zaman tevil ilmi imdadımıza yetişir. Bunun için kelimelerin sözlüklerdeki dış anlamını değil; o kelimeyi meydana getiren harflerin anlam derinliğini, değerlerini ve bu harflerin “telâ hiyi huruf” ile anlatım tekniğini öğrenmek gerekecektir.
İkra kelimesinde dört harf vardır. Bunlar elif, kaf, ra ve elif
olarak sıralanır. İkra’ ya gerçek bir anlam verebilmek için bu harflerin
anlamlarını bilmek gerekecektir. Önce şu elif harfinden başlayalım. İkra
sözcüğündeki ilk elif, “mezâhirül vücut” olarak tanımlanır. Ne demektir
mezâhirül vücut? Mezâhir; tezahür eden, görünen, belli olan, somut, müşahhas
anlamlara gelir. Bu anlamlara göre ; elif, anatomik vücudumuzu temsil ettiği
gibi, evrende bulunan her eşyayı, her nesneyi; yıldızlar, gökadaları(galaksiler)
ve güneşleri de içine alıp kapsayan bir anlam değerine sahiptir. Özetle
evrendeki tüm cisimler, elifin kaplama alanı içine girerler.İkinci harfe
gelince, bu kaf harfidir. Kaf’ a sedene-i esmâ(isimlerin kapısı) denir. Kaf’ ta
sâbit hâle gelmiş isimlerin tümü mevcuttur. Bu isimleri aklımıza iyice
yerleştirmemiz gerekeceğini söylemeliyim. Bunlar ; Hayat, İlim, Kudret, İrade,
Semi( Duyma), Basar(Görme) ve Tekvin(Yaratma) olarak bilinirler. Bu isimlere
“sübûtî sıfatlar” da denir ve Külliyeyi Muhammediyeyi tamamlar ve tanımlar.
İsimler, Kaf harfinin lahûti âlemdeki hakikatleridir. Buradan çağlayanlar gibi
fışkıran isimler, hiç durmadan ve eksilmeden tüm evrenimize iner(nüzul) ve her
nesneyi istilâ ederek onları olgunlaştırır, terbiye ve tesviyesini
alır.
İslâm’ ın büyük düşünürlerinden Muhyiddin şöyle der: “ Allah, cem’i
eşyada(cisimlerde) esmâ(isimler) ve sıfatları ile tecelliyattadır. O tecelliyatı
bilmedikçe Allah’ ı bilmek mümkün değildir. “ Tecellinin lügat anlamı, “görünen,
beliren” olarak bilinir. Buna göre bir tecelli, bir başka tecelliye benzemez.
Sayısız çoklukta ve şekilde ve andaki tecelliler, “O her an bir hâldedir” yüce
hükmünün şaşmaz bir gereğidir. Üzerinde yaşadığımız dar sınırları içinde,
yıllardan beri alışageldiğimiz ön yargılı düşünceler ve şartlanmış algılama ve
yanılgılı hayâllerle bu evrenimizin dışında da başka evrenlerin, diğer âlemlerin
bulunabileceğini kabul ve idrâk etmemiz elbetteki çok zordur. Kelimelerin
yetersiz, anlamların derinliksiz, isimlerin belirsiz hale geldiği bu ilâhi
âlemlerden- isterseniz siz buna soyut evrenler deyiniz- hayat, ilim, kudret,…
gibi sıfatlar, içinde bulunduğumuz bu kaînata taşarak her cismin kendine özgü
karakterini oluşturmuştur.
İşte evren bu sıfatlarla zuhura gelmiştir(görünmüştür). Evrenin
bu sıfatlarla ortaya çıkması demek, insanın da aynı sıfatlara bürünerek,
belirmesi anlamını taşır. Bu açıdan bakıldığında, insanı evrenin bir parçası
olarak görmek; eksik, hatta yanlış bir yaklaşım olur. İnsanla evren birdir,
beraberdir sözü bile yavan ve tatsız bir yargı olacaktır. Nitekim Pakistan’ ın
ünlü düşünürü, Muhammed İkbal şunu söyler: “İnsana sığabilene kâinat; kâinata
sığamayana da insan derim.” Ne müthiş bir söz değil mi?
Subûti sıfatların
başında hayat geliyordu.
Ne demektir hayat? Hayatın dar kalıplara sıkışmış anlamı, çoğu
kez yetersiz ve yavan kalır. Hayat canlılık karakteridir. Canlı olan varlıklar
ise, tek boyuta indirgenmiş biyolojik tanıma göre, erke(enerji)
değişimlerini(transfer) yapabilen dizgeler(sistemler) olarak belirleniyor. Peki
erke(enerji) ne demektir? Bu kez, dirilbilimcilerin(biyologların) yerine
fizikçiler sahneye çıkıyor. Onlara göre de, erkeye(enerjiyi) klasik fizikteki
tanıma uydurmak bir hayli zor görünüyor. Paslı, içi kof ve köhneleşmiş tanımlar,
çağdaş dünyamızda artık itibar ve önemini kaybe tmiştir. Erkenin(enerjinin)
kütle ile olan ilişkisini zamanımızdan seksen sene önce, Einstein E=mc2 denklemi
ile zaten vermişti. Buna göre, kütle ile erke(enerji) arasında hiçbir fark
yoktur. Bugünün fizik uzmanları ise, erkeyi(enerjiyi) “abstract” , yani soyut
bir kavram olarak niteliyorlar. Soyut; başak bir deyişle, elle tutulmaz, gözle
görülmez, dolayısıyla de bildiğimiz kelimelerle anlatılması ve algılanması
mümkün olmayan bir kavramdır. Bakınız, hayat kavramından canlılığa; oradan da
erkeye(enerjiye) geçtik. Yavaş yavaş kelimelerin arasındaki perdeleri aralayıp,
alabildiğince geniş, ferah ve aydınlık bir düzlüğe doğru yol alıyoruz.
Sözcüklerin anlam derinliklerine dikkat ediniz. Henüz Kaf’ a, hele İKRA’ ya daha
ulaşmadık bile. Şimdi düşünelim. Hayatın karşıtı nedir? Ölümsüzlük. Peki ölümsüz
varlık mevcut mudur? Ruhlar ölümsüz değil mi? Tabii ruhlar ölümsüzdür.O zaman
ölümsüz olan bir varlık, “doğmamış” bir özelliğe sahip olmalıdır. Doğmayan ve
ölmeyen bir varlık ise bu evrene ait olamaz. Çünkü bu evren fânidir(ölümlü). Öte
yandan bakî(ölümsüz) olan ise ruhlar olmalıdır. Bütün bunlardan çıkan sonuç, şu
noktada düğümlenir. Ruhların anayurdu burası değildir. Buraya ait olmayan bir
varlığın, “göç” nedeniyle de olsa, evrenimize inişi, Kur’ân’ da, “ Ruhumdan
insana üfledim.” (Sad, 72) hükmü gereğince gerçekleşmiş ve böylece ölümsüzlüğe
kavuşmuş olan ruh, Yüce Allah’ ın sıfatlarıyla sıfatlanarak, bu evrendeki
şerefli yerini almıştır. Her ne kadar ruhlar fert(birey) olarak ayrı ayrı
görünüşte ve sonsuz sayı çokluğunda iseler de, aslında hepsi, Ruhu’ l Mevcudat
olan Muhammediyyet Nuru’ nun kaynağından çıkmışlardır.
Muhammediyyet Nuru
ise, sonsuz zaman öncesinden beri hep vardır.Muhammediyyet Nuru, tüm evrenin
yapı taşıdır.
Muhammediyyet Nuru hiç sönmeyen ölümsüz ve sonsuz bir rahmettir.
Muhammediyyet Nuru hayattır!
Çünkü evren hayattır!
Evrenin hayat olması demek, şu demektir: Çevremizdeki
nesnelerin canlı ya da cansız gibi davranışları, sadece ve sadece aldatıcı bir
görüntünün, zihnimize şartlı olarak yansımış hayâli anlamından ileri gelir. Her
şey, her nesne, her cisim hayat doludur. Dağ, taş, toprak, hava ve su…Elimize
aldığımız bir yumurta canlı mıdır cansız mıdır? Bilinen tanıma göre, bu yumurta
hareketsizdir. Erke(enerji) alış verişi ve dönüşümleri yapamaz. O halde
cansızdır. Oysa o yumurta “hayat” doludur. Tam olarak görebilseydik eğer, bu
yumurtadan binlerce civciv çıkacağını; civcivlerin de binlerce insana gelerek,
insan olacağını ne kadar kolaylıkla anlardık.
Su canlı mıdır, cansız mıdır?
Su ilk bakışta sanki cansız gibi görünür. İyi ama, canlı bir hücrenin dörtte üçü
sudur. Bu su , hücre içinde canlanıyor da, hücre dışında cansızlaşıyor diye niye
ikili bir ayrıma girelim?
Demir canlı mıdır cansız mıdır? İnce belli ıhlamur
bardağı içinde ki kaşığı düşünelim. Kaşığı şimdi yiyebilir miyiz? Tabiî ki
cevabınız hayır olacak! Peki ama, kaşığın yapıldığı demir öğecikleri(atomları),
şu anda kanımızda çağlayanlar gibi akıyor. Demir olmadan kanımızdaki hemoglobin
özdeciği(molekülü) nasıl oluşacak? Kaşık da demir öğeciklerinden(atomlarından)
meydana geldiğine göre, belki hayatınız boyunca birkaç düzine kaşık yemiş
olmalısınız. Haberinizin olmaması gerçeği değiştirmez. Zaten neden haberimiz var
ki? Neyi biliyoruz ki? Batılı bir düşünür şöyle diyor:” Herkes cahildir, sadece
branşları(uğraş alanları) farklıdır!”
Demek ki hayat sıfatı her nesneye sinmiş, bütün cisimlere sirayet etmiş, öğeciksel(atomik) düzeyden, gökada dizgelerine(galaktik sistemlere) kadar, evrenin her köşesine nüfuz ederek, Yüce Allah’ ın HAYY(hayat) isminin kâinattaki mahzarı(tezahür ettiği, belirdiği yeri) ve tecelliyatı olmuştur.
İkinci sıfat ilimdir. Bilim, bilgi, bilinç ve istihbarat(enformasyon) gibi kavramların tümü ilim kapsamına girer. Evrende bilinç var mıdır yok mudur? Evreni sadece özdecik(molekül) topluluğundan ibaret bir madde yığını gibi görsek bile, yine de bu madde yumağında bilgi vardır. İstihbarat(Enformasyon) demek, “danışma” demek değildir. İstihbarat(enformasyon) kavramını öğecik(atom) düzeyinde düşünsek, bu kadar çok bilginin bu kadar küçük bir mekâna sığabilmiş olması, sadece hayret ve hayranlıkla açıklanabilir. Öğecik(atom) çekirdeğinin boyutları, bir santimetrenin trilyonda biri kadar küçücük bir mekâna sığışmış! Bu minnacık uzayda neler yok ki? Karmaşık kuvvetler, erkeler(enerjiler) ve titreşimler… bunların sırrını çözebilmek için bili m adamları, ne kadar gayret sarf ediyorlar kim bilir? Öğecikteki erkenin(atomdaki enerjinin) açığa çıkması, savaşta kullanılan bombalara kadar uzanıyor. Peki ya bir virüsteki bilgi yükünü düşünsek? Virüs de, öğeciklerin(atomların) birleşmesinden oluşan özdeciklerden(moleküllerden) meydana gelmiş, klasik anlamda canlı mı cansız mı, henüz tartışma konusu bir varlık. Canlı bir yapıda(organizmada) hayatiyet kazanıyor ama, olağan(normal) bir ortamda cansızmış gibi hayatiyetini yıllarca buzsullar(kristaller) şeklinde sürdürebiliyor.Evrenimizin ilk dönemlerinde tüm gökada dizgeler, iyi bütünleşmiş(organize olmuş); madde sıkışmış, kenetlenmiş, sanki mengeneye(prese) girmiş gibiydi. Bu durumda belli bir hacim içinde daha çok madde; sonuçta da daha çok “bilgi” vardı. Evren giderek genişleyip, bugünkü hâline gelince, gökadalar birbirinden uzaklaştılar. Aynı hacim içinde, şimdi daha az madde var. Daha az madde, eskiye oranla, daha az bilgi(enformasyon) içeriyor demektir. Daha az bilgi, yüksek dağıntı(entropik) değerle temsil edildiğinden, dağıntı(entropi) daima artan bir evren yasası hâline geldi. İşte bu evren yasası; bilgiyi, yani İLMİN mevcudiyetini gösterir.
Evren maddesel bir topluluktur. Bu madde yığınında bilgi
olduğuna göre, bu maddeye de cansız demek, kuşkusuz yanlış bir değerlendirme
olacaktır. Bu bilgiye, bu şuura, bu istihbarat(enformasyon) yüküne; en geniş
anlamıyla “İLİM” desek hata etmiş olmayız.
Evrendeki üçüncü ve dördüncü
sıfatlar, kudret iradedir. Kudret yapılabilirliğin en yüksek uçtaki gücü, irade
ise bu gücün açığa çıkmasıdır. Tek hücreli bir canlıdaki kudret ile güneşimizin
kudreti kendi boyutlarına göre düşünüldüğünde ne kadar muazzam, ne denli
muhteşemdir, düşünsenize! Evrenin kudreti; fizikî kuvvetlerin tümünü içine alır
ki, çekim kuvvetinden, güçlü çekirdek kuvvetine kadar yayılan geniş bir
yelpazeyi içerir. Bu kudreti ile, evren kendi kendisini “tutar.” Madde
dağılmaktan bu kudret sayesinde kurtulur.
İrade ise, bu yapılabilirlik
çerçevesi içinde karanlığı; âhenkli düzenlemeyi; mükemmel
bütünlüğü(organizasyonu); dizgelerin hiyerarşik sıralanmasını ifade eder.
Evrenbilim uzmanlarına göre evrenimiz, olağanüstü düzeyde bir hiyerarşik düzen
sergiler. Güneşler etrafında gezegenler dolanır. Gezegenler etrafında da
peykler(aylar) vardır. Güneşlerden gökadaları oluşur. Gökadalarından
ülken(süper) gökadalar; ülken gökadalardan; salkım gökadalar meydana gelir.
Yıldızlar doğar, büyür ve ölürler. Kırmızı devler, beyaz cüceler evrenimizin baş
oyuncularıdır. Bu senaryoda süpernova patlamaları ile karadelikler oluşur. Bir
anda sonsuz büyüklükteki gök cisimleri , sonsuz küçülerek, korkunç derecedeki
yoğunlukları ile çevrelerindeki her cismi yutmaya başlarlar. Her düzeyin bir üst
düzeyle ola n bağlantısı, sanki rütbesel bir komuta katının emir ve irade
zincirleri gibi sapasağlam halkalardan oluşmuştur. Evrenin en küçük ölçekteki
örneği ise hücredir. Hücrenin hiyerarşik yapısını da yıllardır
dirilbilim(biyoloji) kitapları anlata anlata bitiremiyorlar.
Daha sonraki
sırada kelâm sıfatı gelir. Kelâm söz ve iletişim anlamlarında kullanılır. Bu
iletişimin en güzel örneğini ister tüm evren boyutlarında, ister tek hücreli bir
canlıda, isterse en karmaşık bir dizge(sistem) olan insanda ele alalım, hep aynı
sonuçla karşılaşırız. Bir dizge ne kadar bütünleşirse(organize olursa olsun)
bütünleşsin, ne kadar üst düzeyde bilgiye sahip olursa olsun, ne kadar karmaşık
bir canlılık karakteri ile tanımlanırsa tanımlansın;
iletişim(muhabere,comunication) olmadıkça, bu dizge çalışmaz. İletişim, dizgenin
yalnız iç bünyesi için değil; uzak ve yakın çevresi ile bilgi alış verişi için
de şarttır. İletişimsiz bir dizge, kendi içine kapanık; çevreden
soyutlanmış(tecrit);yalnız ve kimsesiz bir duruma düşer ki; bu durum, evrenin
hiyerarşim özelliği ile bağdaşmaz. Hücreye gelince; çekirdek bu iletişimin
merkezi kabul edilir. Hücrenin bütün işlevlerinin(fonksiyonlarının) işlerliliği,
denetimi ve desteği çekirdek tarafından sağlanır. İnsandaki iletişim merkezi ise
bilindiği gibi beyindir. İnsan beyninde, yüz milyar nöron (neuron) denilen sinir
hücresi vardır. Uzmanlar, beyindeki nöron sayısının bizim Samanyolu Gökadası
içindeki yıldızlar kadar olduğunu söylüyorlar. Her nörondan akson (axon) ve
dentrit (dentrite) denilen ve diğer nöronlarla haberleşmeyi sağlayan ve adına
sinaps (synaps) denilen ara birimler mevcuttur. Her saniyede, tekrar edelim, her
saniyede on milyar hesaplama ile sadece bir duyumun algılanması gerçekleşiyor.
En güçlü bilgisayarlar bile, beyindeki bağlantıların hızı, üstünlüğü ve
mükemmelliği yanında sıfıra yaklaşırlar. Basit bir örnek verelim:&nb sp;
bilgisayarlardaki bilgi akımı, yüküncüklerin (elektronların) bir iletken
içindeki hareketi ile sağlanırken, beyin hücrelerindeki bilgi akımı, hücre
zarının ileterkesel (elektriksel) olarak kutupsuzlanma (depolarizasyon) denilen
karşıt yüklerin sinir ucu itmeleri (impulsları) ile gerçekleşiyor.
Bilgi iletişiminin en kaba yöntemi ışıktır. Bir kitap
sayfasındaki “ bilgiler” , ışık yardımıyla okunur. Işık, gözün
ağtabakasını(retina tabakasını) uyarır. Sinirler, bu bilgiyi hücre zarlarının
ileterkesel yükleri ile atımlar(pulslar) halinde beyine iletirler. Kimyasal bir
erke(enerji) değişikliği ile bilgiler, algılanır ve kısa ya da uzun süreli bir
belleğe(hâfızaya) saklanır. Kısa süreli belleğin işleyiş yapısı üç aşağı beş
yukarı belli iken; uzun süreli belleğin bilgileri nasıl sakladığı henüz tamamen
anlaşılmış değildir.
Konuyu evren boyutlarına taşırsak, aynı gerçeği “
çarpılarak ” buluruz. Uzayın “ zıt “ yönlerdeki iki ayrı noktasının genişleme
hızı eşittir. Bu eşitlik nasıl sağlanmıştır? Evrenin hepaynı değerde kalan
genişleme oranı nasıl hiç şaşmadan şaşırmadan gerçekleşir? Bu bir büyük sorundur
ve bu sorunun iletişim olmaksızın hiçbir cevabı yoktur!Sıfatların bundan sonraki
sıralamasında sem’i ve basar gelir. Sem’i duymak; basar ise görmek anlamına
gelir. İşitmek, bütün duyu organları içinde en önce gelişenidir. Bebek, daha
dünyaya gelir gelmez seslerden etkilenir. Ses ise bir titreşim hareketi
olduğundan dalgalar halinde yayılır. Öte yandan evrendeki her nesnenin kendine
göre bir titreşimi(dolayısıyla sesi) vardır. Uçunlar(gazlar) ısıtılınca
erkelerini arttırırlar. Uçunların ısınması demek, kendisini oluşturan
özdeciklerini(moleküllerini) titreşimlerini çoğaltmaları demektir. Sıvı
özdecikleri de ıs karşısında o kadar titreşirler ki, kolayca buharlaşırlar. Hem
de fokur fokur ses çıkararak. Öğecik(atom) düzeyinde yüküncükler de(elektronlar
da) dönerek titreşirler(fırıl;spin). Uzaydaki bütün yıldızlar, kendi ekseni
etrafınd a dönerek korkunç değerlere varan bir titreşim çınlanımı(rezonansı)
gerçekleştirirler. Atarca(puslar) yıldızları saniyede milyonlarca kez dönerek
olağanüstü bir hareketlilik(performans) sergilerler. Gökadaları da kendi merkez
ekseni etrafında dönerek bu titreşimin en güzel örneğini verirler. Tabiî ki
bizim, bu dönüşlerin çınlanım(rezonans) seslerini kulaklarımızla duyamamamız,
onların çıkardıkları bu sesleri inkâr etmemize gerekçe olamaz!
Tabiî ki,her nesne; ister büyük, ister küçük ölçekte olsun Yüce Allah’ ın ismini tesbih edecek, zikredecektir. Güzel bir tesbit yakaladık! Kalbin atışı, ilâhi refleksin tesbihidir. Basar görmek demektir.eğer tüm kâinatı mercimek büyüklüğünde bir özdecik(molekül) topluluğu olan gözümüzle görüyorsak, bu ne ihtişamlı bir görüştür! Görmek, anlamak demektir. Görmek; hissetmek, duymak demektir. Görmek, bilmek demektir.
İnsan, bu evrende bir bedene sahip olmadan önce Yüce Allah
katında, BİR’ lik mertebesinde iken, “KÜN: OL!” emri gereğince, “FEYEKÜN: OLDU!”
hükmü gereğince, sonsuz çokluk (kesret) sayısına erişti. “Kün” yüksek emrinin
bizatihi muhatabı değil; o emrin ta kendisi oldu. Böylece kazandığı yetenek ve
istidatların etkisiyle neşir halinde dünyaya püskürerek babaya ulaştı. “ İnsan
neşir halinde bütün âleme yayılmıştır” diyen büyük din âlimi Seyyid Hüsamettin
Hazretleri, bu gerçeği en açık bir şekilde sergilemiştir. “İnsan, her şeyin aslı
ve esasıdır. İnsansız bir şey vücuda gelmez. Zira kâinatın özü İNSAN’
dır.
İnsan-ı Kâmil, ilâhi ve evrensel(kevni) âlemleri üzerinde toplayan
kimsedir” diyerek insanın olağanüstü derecedeki hakikâtini çizmiştir. “ İnsan
bütün mahlukâtın düzenidir ” derken, en son yorumunu da akılları çatlatan şu
nefis gerçekle özetlemiştir.
“Bütün vücudların ve gaybın hakikâti insanda toplandığı için,
insana KUR’ AN denilir.”
- Bakınız ünlü tasavvuf ustası Muhyiddin. “Füsûsü’ l
Hikem” (Hikmetlerin Özü) adlı eserinde neler anlatıyor.
“ Tek varlıktan başak
varlık yoktur. Bu hakikatten gafil olan kimse, nefsinde perdeler bulur.
Söylediğimiz hakikatleri himmet sahibi kullardan başka kimse bilemez! İş benim
sana anlattığım gibi olunca, âlem mevhumdur(kavramdır). Onun gerçek bir varlığı
YOKTUR. Bu ise hayâlin mânasıdır. Yani sen hayâlinde zannettin ki, âlem
zait(pozitif) bir şeydir. Kendi nefsi ile var olmuştur. Hakk’ tan hariç bir
varlıktır. Halbuki kendi nefsinde böyle değildir. Görmez misin ki gölge
sahibinden peyda olmuş ve ona bitişik olduğu hâlde zâhiri görünüşte sahibinden
ayrılması imânsızdır. Şu hâlde sen varlığını bil. Sen kimsin? Aslın nedir? Hakka
nispetin nedir? Neden dolayı âlemsin? Niçin Masiva’ sın(Allah’ ın dışında olan
her şey) ve Hakk’ tan ayrısın? Hülâsa bu soruların benzeri olan sorularla kendi
mevkiîni araştır; bu bilgiden anlayanlar arasınd a bilgin ve çok bilgin olmak
üzere derece farkları vardır.”
Peygamber’ in kırkıncı torunu olan Seyyid
Ahmed Hüsameddin hazretleri ise, hem Allah’ ı hem Peygamber’ i ve hem de insanı,
kâinat bütünlüğü içinde şu emsalsiz iki paragrafta birleştirerek; tasavvuf
sınırlarının da ötesinde sonsuz boyuttaki hakikati tek boyuta indirgeyerek
bizlere ve geleceğe yâdigâr bırakmıştır.
“ Biz eşyada (mini=mikro ve iri=makro evrende) esmâ (isimler)
ile Cenab-ı Hakk’ ın sıfatını müşahade ve bu sıfatıyla Zât’ ına vusûl ve Cenab-ı
Hakk’ ın vahtaniyetini(birliğini) mirat- ı mahlukattan(mahlukatın aynasından)
müşahade ederek( Eşhedü en la ilâhe illallah) kelimeyi müncisiyle(yardımı) ile
Cenab-ı Hakk’ ı İSPAT ettik.”
“Eşyada illet-i gaiye(illiyet, gaye, ilk sebep)
olan külliye-i Muhammediyeyi( Levlâke levlâke lemâ halaktu’ l-eflâke=Sen
olmasaydın evrenleri yaratmazdım) mir’ atından(aynasından) müşahade ettik de (Ve
eşhedü enne Muhammeden Resûlullah) dedik. Asıl maksatta esmâdan(isimden) ve
eşyadan Cenab-ı Hakk’ ı ve nefsini müşahade etmektir…”
İKRA’ nın ilk iki harfini tamamladık, elif ve kaf harflerini
inceledik. Önümüzde RA ve ikinci ELİF var.
İslam’ ın asırlardan beri
yıldızlar gibi önümüzü aydınlatan ışıklı hakikatine göre, Yüce Allah, önce
Muhammediyet Nuru’ nu yarattı. Bu olağanüstü nurdan da tüm âlem zuhura geldi. Bu
gerçek, “Allah, önce benim nurumu yaratmıştır” yüksek hadisinin göz kamaştırıcı
gerçeğinin şaşmaz ve keskin bir sonucudur. “Sen olmasan bu âlemleri yaratmazdım”
yüce sözü, peygambersiz bir kâinatın yaratılamayacağı gerçeğinin yanında: tüm
kâinatın Peygamber’ in Nuru’ ndan yaratıldığını da açıklaması bakımından
üzerinde durulması gereken çarpıcı bir sonuçtur.
İşte bu Nur’ un tüm kâinata
aksetmesiyle öğecikler(atomlar) yaratılmış; öğeciklerin bütünleşmesiyle
güneşler, yıldızlar ve dünyalar olmuş; uzayda olağanüstü bir düzenleme ,
akıllara durgunluk veren bir bakışım(simetri) ve mükemmel bir denge kurulmuştur.
Yüce Allah’ ın sübûti sıfatları tüm kâinata tecelli ederek, evrensel yasalar
yerleşmiş;canlı ya da cansız her cisim, bir üst birime bağlanarak kâinatın
hiyerarşik nizamı teessüs etmiştir. Bu öylesine bir intizam, öylesine bir
nizâm(sistem) ve öylesine bir hesaplamadır ki; burada rastlantıya, tesadüfe ve
şansa yer yoktur. Tercihlere bağlı ve bağımlı değildir. Değişkenler(alternatif)
ya da seçeneklerle; olanak veya ihtimallerle(olasılık) izah ve ispat edilemez.
Çünkü evrenin belki yüzlerce, belki de binlerce temel ve vazgeçilmez sabîteleri
ve bu sabîtelerin oluşturduğu değişmez matematiksel kural ve
ilkeleri(prensipleri) vardır. Böylesine incelik ve titizlikle kurulmuş bir
evrenin özelliklerini, “tabiat kanunları” adı altında ne idüğü belirsiz benzetme
ve tanımlamalarla tasvir tahlile çalışmak, bilimsel gerçeklere sırt çevirmek
demektir. Bilimsel gerçekler, bize kâinatın zamanımızdan yaklaşık15 milyar yıl
önce doğduğunu; oluştuğunu, yoktan var edildiğini, şekil ve vücut bulduğunu
anlatıyor! Evrenbilim(kozmoloji) bize, evrenin bir “hiç” likten yaratılarak,”
Big Bang” denilen ve dilimize” Büyük Patlama” olarak geçen ünlü deyimiyle,
sonsuz yüksek erkede(enerjide) ve yoğunluktaki bir yumağın tüm uzaya taşmasıyla
gerçekleştiğini söylemiyor mu? Kesinlikle söylemekte…
İşte bu büyük hadisenin ispatı, tüm bilim tarihinin ve belki de
insanlık tarihinin en büyük zaferidir.
Bu zafer, aynı zamanda kalpleri imânla
dolu geniş kütlelerin gönüllerini ferahlatan bir huzur yelpazesinin müjdeli
serinliğinin de habercisidir. Çünkü bilimsel gerçeklerin merceği altında, İslamî
verilere göre de, tüm kâinatın Muhammediyet Nuru’ ndan yaratılmış olması, bir
odak noktası haline gelmiştir. Bu odak noktasında, bütün sıfatlardan yansıyan
feyz ışınlarının kesiştiği “Nur” içinde, insanın ruhi varlığının da pırıltılı
titreşimleri yer alır. İşte İKRA yüce sözünün üçüncü harfi olan RA, bu kâinat
bütünlüğünü temsil eder. Bu bütünlük ve beraberlik içinde insanın mânen
yükselişi ve basamak basamak ilerleyerek, tüm evreni kucaklamasını anlatır. Bu
mertebe, öylesine büyük, öylesine yüce bir makamdır ki, kulun bu makamdan da
öteye g eçmesi artık düşünülemez. Bu makam, “Makam-ı Mahmud” olarak da bilinir.
Bu makamın ilk sahibi, kuşkusuz âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce
Peygamber’ dir. Salât ve selâm o mübarek zâta ait olsun.
Daha bitmedi.
İKRA ‘daki ikinci elifin anlamı da şudur. Birinci elifin temsil
ettiği insanın fiziksel vücudundan başka, bir de manevi bir vücudu vardır ki, bu
vücuda “âhiret vücudu” denir. Dünyada iken, yaptığınız her çeşit eylem ve
amelden oluşan bu soyut vücud, “İKRA” sözcüğündeki ikinci elifle anlatılır.
Böylece iki elifli; kaf’ lı, ra’lı simgesel bir bütünlük içinde, “OKU”
sözcüğünün altında yatan gerçek anlamın aslında, insanı ifade ettiği tevil ilmi
ile açığa çıkmış olur.
“OKU! YARATAN RABBİNİN ADIYLA !” kutsal âyeti, böylece
bize tüm kâinatı okumamızı yani öğrenmemizi; öğrenip ibret almak üzere
düşünmemizi, olayları algılamamızı, kâinattaki âyet, aynı zamanda yaratılmamızın
kaynağını, yani menşe’ i ve mebde’ ini;kendimizin hakikatini, nereden ve nasıl
geldiğimizi, hatta nereye gideceğimizin bilinçli akıbetini de haber verir.
Mevlana, ruhlar âleminden “ üflenerek” göç eden ve uzun bir yolculuktan sonra
dünyaya inen insanın aşk dolu hasretini; tıpkı sazlıktan koparılmış bir neyin,”
üflenerek” çıkardığı sese benzetmiş ve ana yurdunu özleyen hüzünlü bir nağmenin
feryadını, “DİNLE!” sözüyle “OKU!” âyetine de çağrışım yaparak anlatmak
istemiştir. Hem de iki hecelik bir sözcükle!…Ben Kur’ân’ ı, kendimi ve tüm
kâinatı “OKUDUM”!
Şimdi de, sen “DİNLE!” bakalım, dercesine…
Kaynak: Taşkın Tuna- “OKU” Ama neyi?- adlı eseri. Şule yayınları.