ŞİİR VE DÜZ YAZI / Melih Cevdet ANDAY

1,791 views
Skip to first unread message

Sefa Koyuncu

unread,
Dec 13, 2007, 8:16:29 AM12/13/07
to KE...@googlegroups.com

Şiir ve Düzyazı

 

     Şurasını biliyoruz ki, şiir ya da koşuk (nazım), düzyazıdan önce. Bundan da olağan bir şey olamaz, çünkü yazının bulunması, insanları konuşmalarından çok, çok sonradır elbet. İnsanlar yazı yazmaya başlamadan önce, tapınırken, oynamaları sırasında, söylemek istedikleri sözleri bir biçime sokuyorlar, onu oyunla ve ezgi ile zaman ve hareket bakımından benzeştiriyorlardı. Böylece de ölçülü biçili sözler demek olan şiir ortaya çıkıyordu. Öyle ki, binlerce yıl önce, bugünkü uygarlığımızın temelini atan birtakım büyük adamlar, doğaya ilişkin düşüncelerini şiir biçiminde söylemişlerdir. Şiir, sözlü anlatımın ilk biçimiydi.

     Çok şaşırtıcı bir şeydir, bilinen en eski tarih içinde, sadece Hititler dualarını, masallarını düzyazı biçiminde kaleme almışlardır. Oysa onların, bütün uygarlıklarına sahip çıktıkları Sümerler'de şiir sevgisinin çok büyük olduğu anlaşılıyor. Okunmuş, bilinen Sümer şiirleri bunu gösteriyor. Anadolu'nun yetiştirdiği Homeros, demek Hititleri kaale almadan anlatacağını şiir biçiminde söylemiştir. Onun destanları ölçülü fakat uyaksızdır.

     Demek insanlık düzyazının ortaya çıkmasını uzun bir süre beklemiştir. Bunun için birtakım yorucu denemeler geçirildiği düşünülebilir. Peki neden şiirle, şiire benzer ölçülü sözlerle yetinilmedi de, özne, tümleç, ve eylemden kurulu tümceye heves edildi? Bunun nedenlerini araştırmak bizim için artık olanaksızdır sanırım....

Melih Cevdet Anday

Kaynak:

http://www.siirpenceresi.com/poetikmetinler/melihcevdetanday.htm



--
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~---
ÜÇÜNCÜ YENİ: ÖLÇÜLÜ ŞİİR, KURALLI NESİR...

Ziyaret edebileceğiniz ve tartışma başlatabileceğiniz grup ana sayfalarımız:

http://groups.google.com/group/KEAG/topics
http://groups.google.com/group/ucuncu-yeni-siiri/topics
http://groups.google.com/group/ucuncu-yeni-nesri/topics
http://groups.google.com/group/anti-monna-rosa/topics
http://groups.google.com.tr/group/sual-cevap/topics

TÜRKİYE'NİN EN ÖZGÜN KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT PORTALI...
http://www.mavizaman.com      /   E-posta: mavi...@gmail.com
-~----------~----~----~----~------~----~------~--

mavizaman

unread,
Dec 13, 2007, 8:37:08 AM12/13/07
to KE...@googlegroups.com
 
 
 

ATSIZ'IN ŞİİRİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

-"Bugünlük aruz daha çok hoşuma gidiyor efendim. Ama bunun niçinine cevap verebilirim. Daha büyük üstadlar elinde işlenip olgunlaşmıştır. Zannedersem ilerde hece, ahenk bakımından aruzu gerçek, fakat heceyi tekâmül ettirecek büyük şairler aruzun birleyip kaynaşmasından yeni bir vezin doğacak ve bu yeni vezin aruzun ritmini, hecenin mânâ kuvveti için elzem olan serbestliğini kendisinde toplayacaktır. Bugün serbest vezin denilen şeyi beğenmiyor ve bu türlü yazılara serbest vezinli değil, vezinsiz demenin daha çok yakışacağını zannediyorum. Fikrimce serbest vezin, yine vezinli olmak şartıyla, mısraların birbirlerine tâbi olmayarak serbest bulunmasıdır. Onun için divan şairlerinin müstezadları serbest veznin ilk örnekleri sayılabileceği gibi yenilerden Orhan Seyfi'nin "Fırtına ve Kar" adlı güzel manzumesiyle Enis Behiç'in "Gemiciler", "Süvariler" gibi şiirleri serbest veznin yeni ve güzel örnekleridir."

Yukarıdaki satırlar Atsız'ın Ruh Adam romanından alınmıştır. Eserin kahramanlarından lise son sınıf öğrencisi Güntülü'nün edebiyat öğretmeni Ayşe Pusat'ın sorularına cevap verirken söylediği bu sözler, Atsız'ın görüşlerini de yansıtır. Atsız da milli vezin olduğu için heceyi tercih etmekle beraber, onun aruz kadar işlenip mükemmelleşmcdiğinin farkındadır. O da kendi şiirinde denediği bazı yeni şekillerle, meselâ gazel kafiyesi ile hece veznini birleştiren şiirleriyle ""âdeta Güntülü'nün bahsettiği yeni şiiri oluşturmak peşindedir. Serbest şiire karşı çıkan Atsız'ın şiiri, şekil bakımından hakikaten son derece mütenevvidir.

Şiirlerini daha yakından inceleyerek bu hususu görmek mümkündür.

Atsız, nazım birimi olarak çoğunlukla dörtlüğü tercih etmekle beraber beyti ve çok mısralı kıtaları da bolca kullanmaktadır. Şiirlerinde üçlü ve beşli kıtalar da vardır. "Toprak-Mâzi" şiirinde üçlük ve dörtlüklerden sonra çok mısralı kıtalara geçmesi, bu düzeni ufak değişikliklerle birkaç defa tekrarlaması nazını birimi bakımından yeni ve değişik bir form meydana getirmiştir. Çok mısralı kıtalarda mesnevi kafiyesi kullanılmış; üçlüklerde bazen birinci ve üçüncü mısra, bazen birinci ve ikinci mısra birbirleriyle kafiyelenerek diğer mısra serbest bırakılmıştır.

Kafiye şemasında da Atsız'ın çeşitliliği aradığı görülür. Dörtlüklerde en çok koşma kafiyesini kullanmakla beraber, çapraz kafiyeye de çok sık başvurmaktadır. Nazım bir beyit olan şiirlerde ise mesnevi ve gazel kafiyelerini kullanıyor. "Eski bir Sonbahar" şiirinde çapraşık bir kafiye şeması uygulamıştır. Bazen aynı şiirin farklı bentlerinde kafiye şemasını değiştirmesi de monotonluğu kırıcı bir unsurdur.

Yukarıya aldığımız parçada da görüldüğü gibi Atsız, serbest vezni kabul etmez. Yeniliğin vezinsiz şiir yazarak değil, hece ve aruza dayanan bazı yeni denemelerle, meydana getirilebileceği görüşündedir. Onun şiirlerinin çoğu hece vezniyle, sekiz on kadar aruzla yazılmıştır. Heceden uzun vezinleri tercih eder. Şiirlerinin çoğu 14'lük (7-7) ve 11'li (6-5 veya 4-4-3) hece vezni iledir. 13'lü vezni de bolca kullanır. 7'li ve 8'li şiirleri çok azdır. Ancak Bozkurtlar romanında Kara Ozan ve Çuçu'ya kopuz eşliğinde söylettiği şiirler, romanın atmosferine uygun olarak çoğunlukla 7'li, bazen 8'lidir. Atsız'ın aruzla yazdığı şiirlerin çoğu "mefulü mefailü mefailü feulün" ve "feilâtün feilâtün felâtün feiliin" vezinleriyledir. Üç beyitlik "Korku" şiirinde ilk ve son mısraların bir cüz eksik olması, yani "mefulü mefailü mefâitü feulün" veznindeki şiirde ilk ve son mısraların "mefulü mefailü feulün" kalıbında olması, serbest müstezaddan hareket edilerek meydana getirilen yeni bir şekildir.

Görüldüğü gibi Atsız; nazım birimi vezin ve kafiye bakımından asla monotonluğa düşmemiştir. Aruzun ve hecenin çok kullanılan vezinleri yanında 13'Iü, 14'lü hece vezinlerini sık sık kullanması; nazım birimi olarak ikilik, üçlük, dörtlük, beşlik ve daha çok mısralı kıtaların hepsini kullanmış olması onun şiirlerine bir hare-ketlilik katmıştır. Hele kafiye bakımından Atsız'ın şiirleri son derece çeşitli ve hareketlidir. Geniş edebiyat kültürünü; halk ve divan şiiri ile Tanzimattan sonraki Türk şiiri konusundaki engin bilgisini şiirlerine şuurlu olarak yansıtmıştır. O, serbest türe karşı çıkarken, Türk şiirinde geleneğe bağlı kalınarak, bir çeşitlilik (tenevvü) ve hareketlilik yaratılabileceğini ispat etmek istemiştir. Koşmaların, kafiye bakımından bazen serbest olabilen ilk dörtlüklerindeki yapısını sık sık kullanarak; birinci mısrası serbest olan gazel kafiyesini heceyle yazdığı şiirlerde de deneyerek gelenek şiirimizin asla monoton olmadığını, geleneğe dayanarak da monotonluktan kurtulabilmenin mümkün olduğunu veya gelenek içinde yeni formlar oluşturulabileceğini ortaya koymuştur.

Atsız'ın şiirlerindeki ana konu, ülkü ve onun etrafında yer alan kahramanlık, vatan, toprak, mâzi temleridir. Atsız'ın düşünce ve ülküsü şiirinin her mısrasına yansıdığı halde didaktik kuruluk onda görülmez. Türklük ülküsüne bağlanmanın temel şartlarından biri kahramanlıktır. Ancak kahraman insanlar ülkü uğruna kendilerini feda edebilirler. İşte Atsız, ülkü konusunu işlerken daha çok bu kahramanlık temasına dayandığı için şiirleri didaktik olmaktan çok epik tarza yaklaşır. Kendi hayatının da her safhasında görülen kahramanca atılışlar, kahramanlığın Atsız'da bir düşünce değil,bir karakter olduğunu ortaya koyar. O sadece zihninde bir kahraman kavramı yaratmıyor; zihnindeki kahraman kavramı ile kendi hayatı aynileşiyor; bizatihi kendisi, zihnindeki ve eserlerindeki kahramanı temsil ediyor. Bu bakımdan kahramanlık temasının onun şiirlerinde sadece zihni bir kavram olarak yer alması mümkün değildir; kahramanlık onun şiirlerine bir his ve heyecan olarak girer. Böylece şiirlerdeki epik atmosfere lirik bir hava da katılmış olur. Ondaki lirizmi besleyen ikinci bir kaynak daha vardır: Aşk. Tabii ki Atsız'ın aşkı ülküdür. Onun Ülküsüne olan bağlılığını "aşk" kavramıyla ifade ederken hiç mübalâğa etmiyorum. Kara sevdaya tutulmuş bir âşığın veya ilâhi aşka tutulmuş bir mutasavvıf şairin tavrı ne ise Atsız'ın da ülkü karşısındaki tavrı öyle idi. İşte bu aşk, onun şiirlerindeki lirik havayı ay artan en önemli unsur oluyor. Ülkü yolunda Atsız'ın bizzat yaşadığı yalnızlıklar, çektiği ızdırap ve acılar, içine işleyen gurbet ve hasret duyguları lirizmini besleyen diğer unsurlardır. Böylece Atsız'ın şiir epik ve lirik şiirin bir terkibi olmaktadır.

Gam mı ceylân bizlere yar olmasa?
Yeter ki kılıçlarla süngüler yar olmalı.
Rahat yatakla ölmek sanki değil mi tasa?
Savaş ve er meydanı bize mezar olmalı
*****************************
Selâm sana hücrelerde benzi solan genç!
Selâm sana ey yılları heba olan genç!
İstikbalim gitti diye yaslanma sakın!
İstikbalin değil, ruhun Tanrı'ya yakın!
*****************************
Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
Koşar adım gitmeli onların arkasından.
Kahramanlık: İçecek acı ölüm tasından
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.

 

mısralarında, bir "Ruh Adam" olarak aramızda yaşayan Atsız'ın pervasız kahramanlığını, tehlikeler karşısında serâzâd ve umarsamaz tavrını bir daha görüyoruz.

Ahmet Bican Ercilasun
 
KAYNAK:




--
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
ÜÇÜNCÜ YENİ: ÖLÇÜLÜ ŞİİR, KURALLI NESİR...
Grup ana sayfamızı ziyâret edip kendi sayfanı açabilirsin:
http://groups.google.com/group/KEAG

TÜRKİYE'NİN EN ÖZGÜN KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT PORTALI...
http://www.mavizaman.com       /  
E-posta: mavi...@gmail.com
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---

mavizaman

unread,
Dec 13, 2007, 8:42:19 AM12/13/07
to KE...@googlegroups.com
 
 

 
CEMAL SAFİ VE ŞİİR ANLAYIŞI
 
Cemal Safi, şairlik yeteneklerine sahip Azeri kökenli bir babanın oğludur. Ailede şair var mıydı diye sorduğumuzda, "Kurcalayınca bir yerden çıkıyor" diye cevap vermektedir. Samsun'da doğmuştur. 20 yaşından beri Ankara'da oturmaktadır. Türk şiirinin duayenlerindendir.

Soğuk bir kış günü, Aydınlıkevler'deki bürosunda, onunla sıcak bir sohbet imkanı bulduk. Şiiri, baştan sona konuştuk.

Neden "İlle de sevgi" diye sorduk. Ayrıntılı olarak anlattı. Hatta, sevginin, damıtıldığı zaman aşka dönüştüğünü dile getirdi.

Neden "İllede hece ölçüsü" dedik. Serbest yazanların aslında süslü nesir yazdıklarını belirtti.

Düzenlediği şiir yarışmalarını, yayımlanan kitaplarını, aldığı ödülleri konuştuk. Taşlamalara ve toplumsal sorunlara ilişkin görüşlerini aldık.

Şiirin pozitif enerji vermedeki rolünü, birinci ağızdan kendisinden dinledik.

Sanatsal bir söyleşi yapıyorduk. Ama meslek damarımız tuttu. Şiirin, polisiye sorunları çözmedeki rolünün neler olabileceğini sorduk. Bizi, Orhan Gencebay'ın bestesini yaptığı şiiriyle yanıtladı: "Gelin Birlik Olalım"

İlginç bir şairimizdi. 38 yaşında ilk ciddi şiirlerini yazmaya başladı. 50 yaşından sonra kitapları yayımlandı.

1989 yılında "İmkansız'ı başardı.

Pencereden bakmayan, yollara bile çıkmayan sevgi gerçeğini, O, rüyalarında bile yakalayabileceğini o yıllarda haykırıyordu:



Yıldızlara baktırdım fallara çıkmıyorsun
Seni görmem imkansız rüyalarım olmasa
Pencereden bakmıyor yollara çıkmıyorsun
Seni görmem imkansız rüyalarım olmasa.



1990 yılında ise gözleri uykuyla barışıyor ve vurgun da sayılsa, sürgün de sayılsa sevginin yüceliğini, şiir sanatının en üst mertebesine kazıyordu. Üstelik ülkemizin en güçlü bestekârlarına ve ses sanatçılarına da tescil ettirerek:



Gözlerim uykuyla barıştı sanma
Sen gittin gideli dargın sayılır
Ben de bir zamanlar sevildim amma
Seninki düpedüz vurgun sayılır.
***
Ne kadar zulmetsen ah etmem sana
Her iki cihanda gül kana kana
Seninle cehennem ödüldür bana
Sensiz cennet bile sürgün sayılır.



ŞAİRİN GÖNLÜ DOLMAKALEMİ, DUYGULARI İSE MÜREKKEBİDİR

Bize bu söyleşide "şairi" ayrıntılarıyla anlattı. Şairin gönlünün dolmakalem, duygularının ise mürekkebi olduğunu vurguladı.

Biz onu kendi sözleriyle iyiden iyiye tanıyacağız. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, o iyi bir şair olduğu gibi, iyi bir yorumcudur da. Şiiri ondan dinlemek büyük bir haz vermektedir.

Hani, kimi ses sanatçıları için "Sahnesi mükemmeldir" denilir ya… İşte Cemal Safi de öyledir. O sahnede bir kuğu gibi zarif, bülbül gibi şakıyandır.

Bunu, kıyafet seçiminden tutun da öteki bütün ayrıntılara önem verişinden anlamak mümkündür.

O sahnede şiir okurken sadece sözcükler havada uçuşmaz. Yazdığı günkü duygularını, kendisini dinleyenlere an be an yaşatabilen bir yetenektir o.

Sonra..?

Sonra biz sorduk. O cevapladı.



Öncelikle şair ve şiir hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyoruz.

Şair sonradan olunmaz. Öyle olsaydı şiir sınıfımız olurdu. Şiir dersimiz olurdu. Şiir öğretmenimiz olurdu.

Müzik dersimiz, resim dersimiz vardır. Bunlar da güzel sanatlardandır. Ama şiir dersi yoktur. Şairlik doğuştandır. Eğer içinizde şairlik varsa, okuma yazmayı öğrendiğinizde önce şiiri öğrenirsiniz. Şarkıların şiirleri sizin dikkatinizi çeker ve o şarkıların güftesini merak edersiniz.

Eskiden şairlere aşıklar denirdi. Şair fazla duyan, fazla etkide kalan insandır.

Bir dramatik olay olsa önce şair ağlar. Komik bir olay olsa önce şair güler. Hem de herkesten fazla güler.

Acıklı sahneleri çok olan "Güle Güle" filmine gitmiştim. Yüzümde oluşan alerji iki yılda iyileşmedi. Bu nedenle Şener Şen'in oynadığı "Gönül Yarası" filmine gidemiyorum. O da acıklı bir film imiş.

Okuma ve yazmayı öğrenince, önce şiir yazmaya başlarsınız. Uykularınız kaçar. İnat eder de yazmazsanız hiç uyutmaz. "Yazıp da ne olacak", dediniz. Yani şiire kafa tuttunuz. Sizi sabaha kadar uyutmaz. Ben hiç kafa tutmam. Ama bir dörtlüktür, ama bir şiirdir. Kalkar yazarım ve gönül rahatlığıyla uyurum. Bu bir nevi deşarj olmaktır.



Şiirle tanışıklığınız nasıl oldu?

Şiirle tanışmam çocukluğumda, ilkokul sıralarında oldu. Şairi azam Abdulhak Hamit'in, karısının ölümüne yazdığı Makber, ilk ezberlediğim şiir olmuştur. Şarkı olarak Hafız Burhan okurdu. İki defa okudum ve ezberledim. Anlamadığım kelimelerin anlamını sözlükten çıkardım. Şairseniz ya da şairlik ruhunuz varsa bunları becerebiliyorsunuz.

Özellikle aşk şiirleri, aşık olduktan sonra yazılır. Ben aşık olmadan yani aşkı tanımadan önce, yazılması gerekenler yazılmıştır zannediyordum. Ne yazacağım ki diyordum. Hatta Karacaoğlan o kadar ileri gitmiştir ki, kendisinden sonra aşk şiiri yazabilecek kimsenin olamayacağını iddialı olarak öne sürebilmiştir.

Ne zaman ki aşık oldum. O zaman, "Al eline kalemi, yaz başına geleni" misali şiir yazmaya başladım. Aşkı tanımıştım ve 38 yaşındaydım.

Ondan önce de yazmıştım. Ama onlar önemli değildi. Tanıyınca yazıyorsunuz. Picasso'ya, tanımadığı adamın resmini yap denilse ne kadar başarılı olabilir ki.

Ben aşkı ne kadar tanımışsam, o kadar başarılı şiir yazarım.

Güzel bir manzarayı karşınıza alır resmini yaparsınız. Gözleriniz görmüyorsa başarılı olamazsınız. Aşk şiirinde başarılı olmak için gönül gözüyle aşkı tanıyacaksınız.

1978 yılıydı. Benim aşkı tanımam o yıllarda başladı. İlk şiirlerimi Orhan Gencebay besteledi. Gazetelerden, mecmualardan şiirlerimi araştırmış ve okumuş. Şiirlerimi araştırdığı gibi beni de araştırmış. Samsun'da tanıdığı ağabeyimden yola çıkarak bu şiirlerin sahibinin ben olduğunu tespit etmiş. Beni İstanbul'a davet etti. Bende sizin tüm şiirleriniz var dedi. Ona bir çok şiirimi götürdüm. Bugüne kadar 43 şiirimi besteledi. Onun tarafından bestelenen Ayşen şarkısı ile Firuze filmindeki "Ya evde yoksan" şarkısının şiirleri bana aittir.

Ayrıca Muazzez Abacı'nın okuduğu Vurgun ile Zekai Tunca'nın besteleyip yorumladığı "İmkansız" şarkılarının şiirleri de bana aittir.



Şiirlerinizi içinizden geldiği gibi mi yazarsınız? Yoksa birileri istedi diye yazdığınız oluyor mu?

Ben aslında şarkı sözü yazarı değilim. Yazamam da. Şarkı sözü yazma, bestekâra tabi olmaktır. Ben kimseye tabi olmadım. Kimsenin keyfi için şiir yazmam. Yalnız iki istisna vardır. Birinde Dedeman otelde bir davette idik. Beni sahneye aldılar. Sahnede assolist Hüner Coşkuner vardı. Kuliste beni bırakmadı. "Beni sevmeni istiyorum" diye bir şiir yazmamı istedi. Ertesi günlerde büroma geldi. "Cemal abi başlamadın mı" diye sordu. Ben söz yazarı olmadığımı, bu haliyle yazamayacağımı belirttim. Ancak başından geçenleri anlatırsan, bana duygu verirsen yazarım, dedim. Çünkü şairin gönlü dolmakalemdir. Duyguları ise mürekkebidir. Mürekkep biterse ne yazabilirsiniz ki. Zorlama ile şiir yazılmayacağını, zorlarsanız şiirin sizinle alay edeceğini söyledim. Buna rağmen "Anlatmasam olmaz mı" dedi. Olmayacağını söyledim. Bunun üzerine anlattı. Ben de mürekkebin geldiğini söyleyerek şiiri yazmayı kabul ettim. Ancak benden istediği "Beni sevmeni istiyorum" 9 sesliydi. Yani 9 heceliydi. Bu da şiir tekniğine uymuyordu. Ne 7+7, ne de 6+5 heceliydi. Bunun üzerine daha etkili, daha güzel olacağına inandığım "Senden sadece beni sevmeni istiyorum" diye kaleme aldım. Şiir, şu iki dörtlükle başlıyordu:



Seninle buluşmamız ne kadar zor olsa da,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.
Beş dakika baş başa kalmamız suç olsa da,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.

Çağırsam bile gelme, yorulma ne olursun,
Sen üzülme, incinme, kırılma ne olursun,
Beni yanlış anlama, darılma ne olursun,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.



Şiiri çok beğenmişti. Hemen Bilge Özgen'i getirdi. Bilge Özgen şiiri aldı ve besteledi. Ölümsüz bir hicazkar şarkı oldu. O yıllarda hicazkar modası vardı. Avni Anıl'ın da Şahin Çandır'dan yaptığı "Ah bu şarkıların gözü kör olsun" adlı meşhur hicazkar şarkısı o yıllara rastlıyordu.

İkinci istisnaya Orhan Gencebay sebep oldu diyebiliriz.

Onunla bir televizyon programına gidiyorduk. Gündemde sağ sol çatışmaları vardı. Alevi Sünni tartışmaları yapılıyordu. Vatandaşların birbirine girdiği, polislerin koşuşturduğu bir dönemdi. Küfürler, polise saldırılar kol geziyordu.

Bu durumu tartışırken Orhan Gencebay, "Yazsana bu durumu Cemal Abi" dedi. Gelin Birlik Olalım şiiri böyle çıktı. İlk beyitinde altı kafiye vardır. İki beyit şöyledir:



Gelin birlik olalım, yarın çok geç olmadan

Gelin dirlik bulalım vazgeçin öç almadan



Nefreti yok edelim gel sen de katıl bize,

İntikam eşkıyası sevgiyle gelir dize.



Bazı istisnalar olsa da şiirlerinizde, "İlle de sevgi" dercesine bu temayı işliyorsunuz.

Neden ille de sevgi?

İnsan doğayı sever. Bayrağı ve vatanı sever. Maviyi, yeşili, çiçeği sever. Evladını, anasını, babasını, kardeşini de sever. Sevgi, damıtıldığı zaman aşka dönüşür. Üzüm, güzel bir meyvedir. Üzümden, damıtıldığı zaman rakı olur. Mayalandığı zaman şarap olur. İçildiğinde sizi başka bir aleme götürür. Aşk da sizi başka alemlere götürebilir. Zira aşk, sevginin çok fevkinde olanı yani aşırısıdır. Bu da insanı, şairlik ruhu varsa başarıya ulaştırıyor.



Sevgi kavramı gibi kararlı olduğunuz bir ikinci özelliğiniz de hece ölçüsü ile yazıyor

olmanızdır. Heceli yazmanın şiire kattığı güzellik nedir sizce?

Ben serbest şiiri de çok seviyorum. Ama edebiyat öğretmenlerine kırgınım. Çünkü öğrenci, şiir diye düz yazı yazıyor. Yazdığını da şiir zannediyor. Çünkü yanında böyle örnekler var. Öğretmen, "Aferin çocuğum" diyor. Ama o, şiir değildir. Bunları Avrupalıya şiir diye tanıtmaya kalktığımızda hemen bizim şiir konusunda ne kadar beceriksiz olduğumuz kanısına varacaklardır. Bunlar şiir değildir. Bu düz yazılar şiirse Yahya Kemal'de, Nedim de, Fuzuli de, Mehmet Akif de şair değildi.

Öte yanda Goethe de, Dante de, Boudlair de şair değildi. Hatta Şekspir de şair değildi. Ben diyorum ki, düz yazı ile şiir yazanlar şairse, ben şair değilim.

Onlar süslü nesir yazıyorlar. Ne uyak var, ne vezin.

Vezinsiz yani ölçüsüz şiir olmaz. Kafiyesiz yani uyaksız da şiir olmaz. Düz yazı olur. Akılda da kalmaz. Zaten Allah bile ayetleri kafiyeli yollamış. Ben kafiyeli ayetleri daha kolay ezberleyebiliyorum.

Kişi önce ölçülü ve kafiyeli şiir yazar. Bu konuda kendini kanıtlar. Sonra da serbest şiir yazarsa buna bir şey demem. Hatta takdir ederim. Ama öncelikle ölçülü, kafiyeli şiir yazacak. Çok sevdiğim serbest şiirler vardır. Ama hececi şairlerden çıkmıştır.

Kısacası, vezinli kafiyeli bir dörtlüğü bile yazamayan adamın serbest olarak yazdığına ben şiir demem.



Günümüz hececi şairlerinden birkaç isim verebilir misiniz?

İlk olarak bir yıl kadar önce kaybettiğimiz Halil Soyuer aklıma gelmektedir. Kızı Nursel Gündüz emniyet müdürüydü. Ayrıca Osman Kaya ve İstanbul'da yaşayan Aşık Zevraki de hececi şairlerimizdendir.



Şiir şenlikleri düzenleyerek şiiri sevdirmedeki çabanız herkesçe bilinmektedir.

Bu konuda girişimde bulunacaklara neler tavsiye edersiniz?

Akçay'daki şiir etkinliklerine 1992 yılında başladım. Her yıl ağustos ayının sonlarına rastlayan üç günde yarışmalar yapıyoruz.

İlk gün şiir okuma yani yorum yarışması yapıyoruz.

İkinci gün Türk sanat müziği beste yarışması yapıyoruz.

Üçüncü gün ise şiir yarışması yapıyoruz. Eskiden serbest şiirleri almıyordum. 2004 yılında serbest şiirleri de yarışmaya aldım. Ama jürimiz, iyi olmayan serbest şiirleri reddediyor.



Şiir yarışmasına Türkiye'nin her yerinden katılanlar oluyor mu?

Yurdumuzun her yerinden olduğu gibi Amerika'dan, Avrupa'nın bir çok ülkesinden bile katılanlar oluyor.

Çok güzel şarkılar, çok güzel şiirler çıkıyor. Teşvik oluyor. Birbirleri ile rekabet havası oluşuyor. Ödüller, şiltler veriliyor.

Sezon sonu olduğu için oteller de ucuz oluyor.



Ayrıca Ankara'da şiir günleri düzenliyorsunuz…

Ankara'da her pazar günü benim yönetimimde şairler, müzisyenler toplanıyor. Daha çok hececiler geliyor. Serbest yazanlar aslında şiir yazmadıkları için bizim şiir günlerimize katılamazlar.



Böylece edebiyat ve sanat dünyasına yeni şairler, yeni şiirler kazandırıyorsunuz.

Evet, yeni şairler, yeni şiirler kazanılıyor. Ben gazetedeki bir söyleşide İstanbul'daki şairlere meydan okudum. Benim şairlerim en iyisi, dedim. Benim kalfalarım sizin ustalarınızdan iyidir, dedim. Hiçbir cevap, hiçbir sataşma gelmedi. Ama el elden üstündür. İnşallah çıkar da Türk edebiyatı daha çok şair kazanır.



Ülkemizde şaire bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yabancı ülkelerde daha çok önem veriliyor. Örneğin Fransa'ya gidin. Hemen şairiyle, ressamıyla, müzisyeniyle övünürler. Ben o yolu yaptım, o metroyu, o barajı yaptım diye konuşmazlar. Fiziksel olarak yapılanlar hiç akıllarına gelmez. Zira onlar ihtiyaç oldukça zaten yapılacaktır.

Goethe, Almanların medarı iftiharıdır. Yaşadığı dönemde kendine vatan haini demişlerdir. Şimdi ise Goethe Üniversitesi, Goethe Akademisi, Goethe Caddesi, Goethe Parkı diye her yere adı verilmektedir.

Romanya'da da Eminescu, onların en iyi şairlerindendir. Ülkesinde çok iyi anılmaktadır. Henüz 37 yaşında iken vefat etmiştir. Adına yarışmalar düzenlenmektedir. 2004 yılında yapılan yarışmada da Eminescu ödülünü bana verdiler.



Şiirle toplumsal sorunlar dile getirilebilir mi? Bu sorunlar için şiirle çözümler

üretilebilir mi?

Evet, taşlamalarla, hicivlerle toplumsal sorunlar dile getirilebilir. Nef'i, Neyzen Tevfik, Şair Eşref bunlardan bazılarıdır.

Nef'i, bu yüzden kafayı vurdurtmuştur.

Şair Eşref kaymakamdı. Yazdığı taşlamalar nedeniyle vali olamadı. Taşlamalarında küfür kullandığı da olurdu. Kırkağaç'ta büstü vardır.

Benim de toplumsal sorunları dile getiren şiirlerim vardır. "Yiğidin Alın Teri" bunlardan biridir:



Her ay yeni bir paye şekere de una da,
Dokunulmaz olacak suya da sabuna da.
Kimi fazla göbeği atarken saunada,
Kimi canlı cenaze, bir kemik bir de deri!
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...

Vergiye mecbur eden tanısaydı insafı,
Bu kadar ezer miydi, üzer miydi esnafı?
Baykuşun şenlik sesi çınlatıyor etrafı,
Gelirine beş basar maaşlının gideri!
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...

Ekonomi atının jokeyi bile piyon,
Gemi azıya almış koşuyor enflasyon!
Kiminde yamalı don, kiminde Paris losyon,
Hangi çağda yaşanmış bu tezattan beteri?
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...

Ya nüfus patlaması! Öyle dev bir alev ki!
Yangını körüklüyor fukaranın tek zevki!
Uykudan aziz gelir ne mukaddes görev ki!
O kadar kaldıramaz yüz gramlık halteri!
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...

Vatanın imdadına koşarken çingenesi,
Kanını sömürmekte binlerce kıç kenesi!
Kınamaktan yoruldu Cemal'in saf çenesi,
Bu kadar kara mıydı Türkiyemin kaderi...
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...



Sizi taşlama yazmaya yönelten duygular nelerdir?

Taşlamayı kızınca yazarım. Kınamak için yazarım. Hicvetmek için yazarım. Yani taşlamak için yazarım.

Toplumsal sorunla karşılaşan şairin bunu yazmaması mümkün değildir. Bu durum onu gece uykusundan eder. Sinirler bozulur. İlle de beni yaz der. Şiir kendini yazdırırsa şiirdir zaten. Benim şiiri anlatan şiirim vardır. Şiir kendini anlatır. "Kıyamete Kırk Kala" adındaki son kitabımın ilk şiiri bunlardan biridir. 1996 yılında yazmıştım. İlk dörtlüğü şöyledir:



Bu ne vurdumduymazlık, bu ne miskin bir gaflet

Bu kadar kara mıydı bu milletin kaderi

Yakamızdan düşmüyor yoksulluk denen illet

Bu mudur siyasiye itimadın ederi.



Taşlamalarda değişik bir yöntem izliyorsunuz.

Ben taşlamaları aruz-hece karışımı yaparım. Çok daha lezzetli oluyor. Aruz ve hece son yazdığım şiirlerde fazlasıyla vardır. Aruz kulağa hoş gelir. Aruzda, Arap ve Fars ahengi vardır. Devenin, çölde yürümesinin temposunu verir. Yalın Türkçe ile aruz yavan olur. Hece vezni, günümüzde kullanılan dile daha uygundur.



Şiirleriniz arasında ayrım yapmadığınızı biliyoruz. Gerçekten hepsi çok güzel ve

anlamlı. Ayrıca çok iyi bir yorumcusunuz. Şimdi sizden bir şiirinizi okumanızı isteseydik bu hangisi olurdu?

İlle de hangisi denilirse Tek Hece şiirimi söyleyebilirim. En çok sevdiğim şiirimdir. Aşkın bütün boyutlarını ele almaktadır. O sıralarda Orhan Gencebay aramıştı. Bana Ayşen şiirini bestelediğini söyledi ve telefonda dinletti. Ardından da sordu:

"Yeni bir şey var mı?"

Tek Hece'yi yeni yazmıştım. Adını henüz koymamıştım. Okudum.

"Tüylerim diken diken oldu", dedi. "Bundan sonra ne yazacaksın Allah aşkına" diye ilave etti.

Daha sonra bu şiiri de besteledi.



Tek Hece şiirinizin doğuşunu anlatır mısınız?

İstanbul'da Pera Palas'ta bir gecemiz vardı. Yanımda, şimdiki Edirne emniyet müdürü Uğur Gür vardı. Elinde küçük bir teyple, 16-17 yaşlarında bir genç geldi. Yeni bir dergide göreve başladığını söyledi. Bana, aşk konusundaki görüşlerimi sordu. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti. Oldukça yorgundum. Genç arkadaşıma hitaben, "Aşk çok büyük, teybin küçük, aşk bu teybe sığmaz" dedim. Genç adam ısrarlıydı. Mazeretimi yeniden belirterek onu Uğur Gür'e yönlendirdim. Uğur Gür gençle yeterince konuştu.

Aradan üç gün geçti. Ama aşk konusu aklımdan çıkmıyordu. Sürekli "Beni yaz" diye rahatsızlık veriyor, sabaha kadar benimle uğraşıyordu. Bu rahatsızlık, trenle Ankara'ya döndüğümüz gece de devam etti. Artık dayanamıyordum. Benimle yolculuk yapan asistanıma seslendim. Işık yanmış ve beni kalemimle buluşturmuştu:



Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü.
Bir gül için can evinden tutuştu.
Yüreğine Toroslar'dan çığ düştü.
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı.
Benimle değişti talihi bahtı,
Yerle bir eylerim tac ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi.
Lokman Hekim bulamadı çaremi.
Aslı için kül eyledim Kerem'i.
İbrahim'in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di.
Hatrım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlahimle Mevlana'yı döndürdüm.
Yunus'umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevla'danım, hayır benim, şer benim...

Kimsesizim hısmım da yok, hasmım da,
Görünmezim cismim de yok, resmim de,
Dil üzmezim, tek hece var ismimde,
Barınağım gönül denen yer benim…

Benim için yaratıldı Muhammed,
Benim için yağdırıldı o rahmet,
Evliyanın sözündeki muhabbet,
Embiyanın yüzündeki nur benim…



Biraz da kitaplarınızdan söz eder misiniz?

İlk kitabımın adı Vurgun. Onbirinci baskı bitmek üzeredir. 35-40 bin civarında satmıştır. En fazla satan şiir kitabıdır. Ne yazık ki, okuma konusunda özürlü bir milletiz. 1960'lı yıllarda Türk milleti daha çok okuyordu. Televizyonlar maalesef tembellik getirdi.

İkinci kitabımın adına konu olan "Sende Kalmış" şiirim, Selami Şahin tarafından bestelenmiştir.

Son kitabım ise "Kıyamete Kırk Kala" adını taşımaktadır. Hıristiyanlar, kurtarıcı olarak Mesih'i beklerler. İnanışa göre o, kıyamete kırk kala tekrar dünyamıza gelecek ve Allahtan insanlar için şefaat bekleyecektir.



Türkiye'de şiir kitapları ve dergilerinin 'yok seviyesinde' sattığı bilinmektedir. Yine

ülkemizde herkesin okumadan, çalışmadan şair olma hevesi olduğu yönünde yaygın bir kanı vardır. Bir duayen olarak siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben aslında kitap çıkarmak için şiir yazmam. Ama üst üste ödüller aldığımda okuyucular ısrarla şiirlerimi aradılar. Kanada'dan, Amerika Birleşik Devletlerinden ve hatta Avustralya'dan bile arayanlar olmuştu. 50 yaşından sonra Vurgun adlı kitabımı çıkardım.

Şair namzedi arkadaşlar, kitabım satmıyor diye şikayet ediyorlar. Bir meyve ağaçta olgunlaştığı zaman yenir. Hamken yerseniz acı olur ve tükürürsünüz. Şiir kitaplarını hamken çıkarıyorlar. O zaman da ham meyveye benziyor.

Sen güzel yazmamışsın ki senin kitabın satsın. Millet şiirden anlamıyor değil. Sen layık değilsin, hazır değilsin. 'Ham meyveyi kopardılar dalından' olmuş. Siz zeytini hamken yerseniz, acı olduğu için geri tükürürsünüz. Bir de ağzınızı yıkarsınız. Ona benziyor. Siz de hamken kitap yazarsanız okuyan da 'kahretsin' der.



Şiir yazmayı hedefleyen insanlar sadece Allah vergisiyle mi yazarlar? Bunun için ek unsurlar olmalı değil midir?

Şiir yazmak, kelime hazinesi ile doğrudan ilgilidir. Bunun için çok okumalısınız. Her konuda bilgi sahibi olmalısınız. Hele de hece ölçüsü ile yazıyorsanız zorluklarla karşılaşırsınız. Binlerce şair 6+5'i bulmuş. Ahenk burada demişler. Mesela 6+6'dan şiir olmaz. 7+5, şarkı sözü yazarları tarafından kullanılır. Şiire uygun düşmez. Benim hiç 7+5 ölçüsünde şiirim yoktur. Çünkü ben şarkı sözü yazarı değilim.

Özetle şiir, benimsenen ölçüde yazılmalıdır. Zira ahenk, böylece yakalanacaktır. Belirli ölçüdeki şiiri yazabilmek için de çok bilgili olmak gerekecektir.



Şiirle pozitif enerji verilebilir mi?

Siz şair değilseniz, duygularınızı ifade etmekte zorluk çekersiniz. Ve sıkıntılar içinizde birikir, darlaşırsınız. Şair, sizin duygularınızı o kadar ahenkli ve çarpıcı bir durumla lanse eder ki, "Tam benim söylediklerimi dedi" dersiniz. "Ben de böyle düşünüyordum" dersiniz. "Ne güzel demiş" dersiniz. Böylece içinizde bir huzur, bir rehavet oluşur. O dertler çıkmış olur içinizden.

Haykırmak istedikleriniz, söylemek istedikleriniz o şiirlerin birinde vardır. Onu duyunca rahatlarsınız. "Benim söyleyeceklerimi Cemal Safi söylemiş" dersiniz.



Karamsarlığı konu alan şiirler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mezar kelimesini tek bir şiirimde kullanmışımdır. Azeri şivesiyle yazdığım bir şiirdi. Babam Azeri olduğu için böyle bir seçim yapmıştım. Karamsarlığa sıkça yer verenlere katılmıyorum.



Sanat adamı için ödül, gerçek bir taçtır. Bize ödüllerinizden ve aldığınız bu ödüllerle ilgili duygularınızdan söz eder misiniz? Sizin için anlamı büyük olan ödülleriniz hangileridir?

Takdir edilmek, elbette güzel bir duygudur. Ödül almak, plaket almak ve onları çocuklara, torunlara bırakmak daha da güzeldir.

1989 yılında Hürriyet, Milliyet ve TRT'nin ayrı ayrı düzenledikleri yarışmalarda birincilik ödülünü İmkansız şiirimle aldım. İstanbul sanatçıları, bu durumu tesadüf olarak değerlendirdiler. Ancak 1990 yılında, aynı ödülleri bu defa Vurgun ile aldım. İstanbullu sanatçılarımızın kıskandıklarını renklerinden anlayabiliyordum. Onların ilinde ödülleri toplamak çok hoş bir duyguydu. Üstelik bu ödül, Türkiye'nin Nobel'i gibidir. Gerçek bir Altın Kelebektir. Onu kasamda saklarım.

2003 yılında yapılan Dil bayramında Türkçe'yi en iyi kullanan şair ödülü bana verildi. Bu ödül töreni, onbirinci yüzyıl sonlarında yaşayan Karamanoğlu Mehmet Bey adına yapılmıştı. Milli Eğitim Bakanlığına ve Kültür Bakanlığına göre Türkiye'de Türkçe'yi en iyi kullanan şair seçildim. Bu, Türk Dil Kurumu ödülüydü. Ahmet Özhan, Türk sanat musikisi dalında, Semih Sergen ise tiyatro dalında Türkçe'yi en iyi kullanan sanatçılar olarak seçilmişti. Semih Sergen, Türk dilini çok iyi kullanır. Onun bu konuyla ilgili bir okulu vardır. Ses tonu ve diksiyonu mükemmeldir. (Semih Sergen, halen Türkiye Polis Radyosunda "Türk Şiirinin Dorukları" adlı bir programın genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. E.Ö.)



Bundan sonraki hedeflerinizi öğrenebilir miyiz?

Günümüz gençleri geçmişini tanısın diye tarihi anlatan şiirler yazıyorum. Tiryaki Hasan Paşa'yı anlatan "Sevda Ektin Gönlüme" şiiri bunlardan biridir:



Sevda ektin gönlüme, bin verdi bre kafir

Verdiğin süre geçti, vermedin bre kafir

Kanije kalesini savunduğun yüreğin

Tiryaki Hasan Paşa pirin mi bre kafir.



Ayrıca dinsel şiirler yazmaya devam edeceğim. Beşeri aşk, insanı Allah aşkına götürüyor. Hiçbir insan yoktur ki, beşeri aşkı tanımadan Allah aşkını tanısın.

Benim Peygamberimize yazdığım bir şiirim vardır. 7+7 ile yazılmıştır ve 14 kıtadır. Onu "Kainatın Ulu İmparatoru" diye anarım. İki kıtası şöyledir:



Varlığını tartıştı Firavun Musa ile

Rüsva ettin elçiliğe diklenen diktatörü

Koca deniz ikiye bölündü asa ile

Hükmettin kainatın ulu imparatoru.



Nemrut ki ateşlere atmıştı İbrahim'i

Gülüzara döndürdün yanardağ gibi koru

Habibinden öğrendik biz Rahmanı rahimi

O sensin, kainatın ulu imparatoru.



Şiir yazmak isteyenler, sizce nelere dikkat etmelidirler?

Öncelikle çok okumak lazımdır. Memur gibi değil, şair gibi yaşamak lazımdır. Şairler birbirleriyle meşk etmelidirler. Müzisyenlerle bir olmalıdırlar. Ben müzik dinleyerek çok şiir yazmışımdır. Bir yaylı tambur beni alır nerelere götürür. Ağlayarak şiir yazdırır bana.

Şiir yazabilmek için uygun ortamı yakalamak lazımdır. Akşam beş buçukta iş dönüşü eve gel. 'Ben şiir yazacağım', de. Olmaz böyle bir şey. Birlik olacaklar, beraber olacaklar. Bu konuda yetersiz olanlara yardımcı olacaklar. Yol gösterecekler. Şimdi yetersiz gibi görülenlerin içinden çok kaliteli şairlerin çıkmayacağını kim bilebilir ki…

Ülkemiz insanları, padişahları şair olan bir milletin çocuklarıdır. Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim, Üçüncü Selim, Dördüncü Murat hep şairdiler. Padişahları şair olan başka millet yoktur. Neron'un, ilham gelsin diye Roma'yı yakmaya kalkıştığı unutulmamalıdır.



Biz polisler kamu düzenini sağlamak için varız. Şiirsel duygu ile toplumsal düzenin sağlanması mümkün olabilir mi?

Sevgiyi aşılarsanız neden olmasın. "Gelin birlik olalım" şiirinde sevgi aşılanması konusu işlenmiştir. Eğer bu duyguyu tüm topluma aşılarsanız ne copa gerek kalır, ne de silaha. Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır atasözü unutulmamalıdır.

Size bir misal vereyim: Şair Kaab, henüz Müslüman olmadan peygamberimizin söylediklerinin aksini şiirsel anlatımıyla söyleyip insanları olumsuz yönde etkilemiştir. Peygamberimiz de bir şairdir. Ama Kaab, çok daha güçlü bir şairdir. O dönemde şiire de önem verilmektedir. Hatta birincilik alan şiirlerin Kabe duvarlarına asıldığı bilinmektedir. Kaab, yüksek bir yere çıkıp Peygamberimizin söylediklerini yalanlayan şiirlerle halkı ikna ediyormuş. Şairlere yaklaşılmaması yönünde ayetlerin bu dönemde geldiği bilinmektedir. Daha sonra Müslüman olmuş ve Peygamberimizin yanında yer almıştır.



Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyorum. Tüm gönül dostları ve meslektaşlarım adına yüreğinize sağlık dileklerimizi sunuyorum.

Yazar: Tutkun DURUKAN
KAYNAK:

mavizaman

unread,
Dec 13, 2007, 5:19:59 PM12/13/07
to KE...@googlegroups.com
 
 
 
FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL'İN "SANAT" ŞİİRİNİN TAHLİLİ
Prof. Dr. Nurullah ÇETİN


Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyârımız da binbir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.

Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini.
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini…

Sen raksına dalarken için titrer derinden
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin;
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.

Fırtınayı andıran orkestra sesleri
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en hazin bir musikî yerine!

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini;
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini...

Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu'muz.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz.

( Hayat, 30 Kânunuevvel (Aralık) 1926, S.5, s.88.)

I. İÇERİK

1. Konu: Sanat ve Anadolu. Bu metin, şairin kendi sanat anlayışını ortaya koyan manzum bir poetikasıdır. "Sanat" şiirinde asıl olarak memleket edebiyatının temel felsefî yaklaşımı ortaya konur. Şair, kozmopolit, batıcı, kültürel anlamda millî benliğini kaybetmiş olanlara karşı Anadolu kaynaklı Türk-İslâm kültürünü, sanatını ve dünya görüşünü öne çıkarır.

Faruk Nafiz, 1922 yılında İleri gazetesinin temsilcisi olarak Ankara'ya gelmiş, aynı yıl Kayseri Lisesine edebiyat öğretmeni olarak gitmiştir. Böylece Anadolu'yu yakından tanıma imkânı bularak memleket edebiyatı doğrultusunda ürünlerini yoğunlaştırmıştır. Memleket edebiyatı yapma ideali doğrultusunda "Han Duvarları", "Kızıl Saçlar", "Çoban Çeşmesi", "Sanat", "Yolcu ile Arabacı", "Çankaya", "Kız Hüseyin'i Vurdular", "Memleket Türküleri", "Dağlar", "Ayşe Sana", "Ali", "Allaha Ismarladık", "Bugün Yoldan Geçenler" gibi şiirler yazmıştır.

"Sanat" şiiri, onun ülkemizde yaygınlaşmasını arzu ettiği memleket edebiyatı anlayışının felsefesini ve belli başlı ilkelerini ortaya koyar. Bu şiirde birbirine zıt iki sanat anlayışı karşılaştırılır: Kozmopolit ve egzotik sanat anlayışı ile yerli ve millî sanat anlayışı.

2. İzlek: Türk sanatçısı, şairi ve yazarı, asıl beslenme kaynağı olarak yabancı kaynakları değil; millî ve yerli kaynakları, Anadolu'yu almalıdır. Sanat sadece Batıda üretilmez; Anadolu'muz da sanat ve kültür bakımından oldukça zengindir ve bakir bir alandır. Türk toplumu, kendi doğal yapısından kaynaklanan yerli ve millî sanatından zevk alır. Batı kültür ve sanatı, bizim kültürel kodlarımıza ters gelir ve bizim estetik ihtiyaçlarımıza cevap vermez. Türk sanatçısı, Türk toplumuna batı kültür ve sanatının kötü kopyalarını aktarmak yerine henüz işlenmemiş Anadolu kaynağını işleyerek özgün ve kendimize özgü bir sanat üretmelidir.

3. Düşünce: Şiir, esasta duyguya değil; düşünceye yaslanmaktadır. Şiirde başlıca iki temel düşünsel eğilim görülüyor.

a. İdeolojik Düşünce: Şiir, içerdiği düşünce unsuru bakımından esas itibariyle ideolojik bir şiirdir. Şiirde birbirine zıt iki ayrı sanatçı ve insan tipi karşılaştırılıyor. "Sen", kozmopolit, batıcı sanat, düşünce ve yaşam biçimini benimseyenleri temsil ediyor. Bunlar, şiirde genel ve belirsiz bir üslûpla verilmekle birlikte Servet-i Fünun, Fecr-i Ati gibi akımlara mensup olanlarla II. Meşrutiyet sonrası ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında Batı sanat ve edebiyatına bağlanmış, oradan beslenen ve onu taklit eden, yerli ve millî değerlerini hor gören, sömürge ruhlu, tam anlamıyla batı teslimiyetçisi, kendine düşman, ötekine hayran ve yerli oryantalist kimlik ve kişilikli sanatçılar ve kişiler olduğu anlaşılıyor. Özellikle Sembolistlere yani Baudelaire, Mallarme ve Verlaine'e yaslanan ve bunlardan beslenen edebiyatçılara bir tepki vardır.

"Biz" ise kendine özgüveni tam, tarihî kültürel zenginliklerinin farkında olan, Türk-İslâm düşüncesi ve yaşama biçimine sahip olmaktan utanmayan; tam tersine büyük bir övünç ve gurur duyan Türk milletini temsil ediyor. Şair, mukayeseler ve karşıtlıklar bağlamında Türk-İslâm düşüncesini savunuyor.

b. Doğacıl Düşünce: Şiirde doğacıl düşünce de geriden geriye kendini hissettirir. Batı, coğrafyasıyla, kentleriyle, toplumsal, sanatsal ve kültürel yapısıyla maddî uygarlığı, bayındırlığı, teknik medeniyeti temsil ederken Anadolu, işlenmemiş bakir yapısıyla, el değmemiş coğrafyasıyla, toprağıyla, köyüyle, insanıyla, kültür ve yaşama biçimiyle tabiî olanı temsil etmektedir. Medenî-tabiî karşıtlığı bağlamındaki doğacıl düşünceyi bu şekilde görebiliyoruz. Ona göre tabiatın hür bir çocuğu olan Anadolu insanı kentin ölçülü biçili, binbir kurala tabi batılı yaşama biçimine uyamaz. Batıcı kent insanı, tarihî yapılarda Türk-İslâm kültürü öncesi eski Anadolu uygarlıklarının izlerini ararken; Anadolu insanı, İslâmî (sülüs yazı) ve millî (yeşil çini) kültür ve sanat değerleriyle tatmin olur. Batılı tip baleden, orkestradan, Anadolu insanı ise zeybek oyunundan zevk alır ve musikî yerine ıstırap çekenlerin acıklı nefeslerini yani türküleri, ağıtları dinler.

Bu bağlamda "düz cadde", "çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebek", "Fırtınayı andıran orkestra sesleri", "bir kadın heykeli", Batı ve batılı olanı; "dağda gezen ayaklar", "toprağa diz vuran dağ gibi bir zeybek", "ıstırap çekenlerin acıklı nefesleri", "bir köylünün kıvrılmayan beli" de tabiî Anadolu'yu temsil eder. Şair, bu iki unsur arasındaki karşıtlığı doğacıl (pastoral) bir yaklaşımla ele alıyor.

4. Olay: Şiir, manzum hikâye değil, saf bir şiirdir. Dolayısıyla bütünlüklü bir olay yok, sadece yüzey yapıda yer alan bazı olay parçaları var. Olaylar, birbirine zıt iki ayrı tipin yaşantılarından sağaltılmış kopuk parçalar hâlindedir. Bunları da özetle şöyle toparlayıp verebiliriz:

Batıcı kozmopolit tip, Batı dünyasında, kültür ve sanat ortamında gezer, sanatın ve kültürün sadece oralarda olduğunu zanneder. Türk toplumunu da Batı doğrultusunda yönlendirmeye çalışır. Bu tip, yerli oryantalist bir turist olarak 1071 yılından yani Anadolu'nun Türk-İslâm sürecine girişinden önceki dönemlerde ortaya konan tarihî, dinî yapıları ve diğer mimarî eserleri ya da Ayasofya gibi camiye çevrilmiş yapıları gezip dolaşırken önceleri üzeri sıvanmış, örtülmüş ama daha sonra kazınarak ortaya çıkarılan mozaik gibi eski kültürel, sanatsal ve estetik unsurlara ilgi duyar. Kapalı, süslü, şatafatlı, zarif hanımların, şık beylerin bulunduğu mekânlardaki bale gösterileri, orkestra müziği gibi aristokrat nitelikli yüksek Batı sosyetesine özgü sanat faaliyetlerinden zevk alır. Batılı, şehirlere gidip oralardaki kadın heykellerinden heyecanlanır.

Yerli-millî tip ise Anadolu'nun da zengin bir kültür ve sanat birikimine sahip olduğunu görür. Anadolu insanının da kendi doğal yapısı içinde, kendi ortamında uyumlu ve mutlu bir duygu, düşünce ve yaşama biçimi dünyasına sahip olduğunu, onu "uygar Batı"yla tatmin etmenin mümkün olmadığını görür. Bu tip de mimarî eserlerdeki, camilerdeki Türk-İslâm motiflerinden heyecan duyar. Gösteri sanatlarından biri olan açık alanda, meydanda sergilenen tarihî ve millî çağrışım alanı zengin olan zeybek oyunundan ve milletimizin gerçek yaşantı ve sorunlarından kaynaklanan türkü, ağıt gibi halk müziğinden, salına salına çeşmeye su almaya giden ya da bağda bahçede çalışan köylü güzelini izlemekten zevk alır.

5. Varlık: Şiirde "bahçe", "çiçek", "bizim diyârımız", "bahar", "düz cadde", "dağda gezen ayaklar", "kubbe", "ince bir mozaik", "mabet", "sülüs yazı", "duvar", "yeşil çini", "Çiçekli bir sahne", "bir beyaz kelebek", "Toprak", "dağ gibi bir zeybek", "kadın heykeli", "köylünün kıvrılmayan beli", "Anadolu" gibi daha çok sanat alanıyla ilgili somut varlıklara yer veriliyor. Bunun yanında Anadolu'ya, kente, batıya özgü varlıklar da yer alıyor. Bütün bunlarda şairin varlığa yaklaşım biçimi sezgici / idealisttir. Şair, düşünceden varlığa gitme tutumunu benimsemiştir. Bu nesneler, şairin düşüncelerini somutlaştırmaya yarıyor. Yani kendi bağlamlarında ve temel anlam alanlarında değil, çağrışımları bağlamında değerlendiriliyor.

6. Duygu: Şiirde duygusal boyut pek fark edilmiyor. Metin, bir düşünce şiiridir. Eleştiri ve tekliflere dayalı düşünceler, duyguya dönüştürülmeden olduğu gibi verilmiş. Ancak memleket edebiyatı çığırının gelişeceği, ilerde millî sanat ve edebiyatın serpileceği inancına dayalı bir ümit, bir daüssıla, vatan, memleket özlemi duygusunu da sezinleyebiliyoruz.

7. Görüntü: a. Nesnel Görüntü: Şiirin ön planında nesnel görüntü sunulurken arka planında bu görüntünün simgesel ve imgesel karşılığı yansıtılıyor. Yani şiir, somut bir görüntünün tasviri değil, soyut imge yapısının sunumunu esas alıyor. Meselâ ilk dörtlükte birilerinin çiçekli bir bahçede gezinmesi, bizim diyarımızın binbir baharı saklaması, birilerinin bizi kolumuzdan tutup çekmesi, dağda gezen ayakların düz caddede incinmesi gibi görüntüler ön planda nesnel görüntüdür ama arka planda bunların imgesel görüntüleri vardır. Yani bahçede açan çiçek bildiğimiz çiçek değil, imgesel olarak sanat ve kültürdür. O bakımdan şiire soyut görüntü hâkimdir.

b. Soyut Görüntü: Şiirde soyut görüntüyü simgeler üzerine kurulu imgesel yapı oluşturuyor. Şair imgeleri karşıtlık unsuru üzerine kurmuştur. Bu imgesel yapıyı çözelim.

* Sanat üretiminin batıya özgü olmadığı düşüncesi: "Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek, / Bizim diyârımız da binbir baharı saklar!" Burada "senin gezdiğin bahçe", Batı dünyasıdır. "çiçeğin açması" ise değişik türde sanat üretimidir. "Bizim diyarınız" Anadolu, "binbir bahar" ise Anadolu Türkünün uzun tarihi boyunca üretmiş olduğu masal, hikâye, türkü, mani, atasözü gibi çok zengin sanat ve kültür birikimidir.

* Sanatın her milletin kendi şartlarının ürünü olduğu düşüncesi: "Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek, / İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar." Batılı kozmopolit aydın, Türk milletini yerli ve millî kökenleri olmayan; tamamen başka bir toplumun, başka bir sosyal yapının, farklı bir dünyanın duyma, düşünme, inanma ve yaşama biçimine uygun bir sanat, edebiyat ve kültür ortamına ve havasına çekmeye, zorlama biçimde batılılaşma sürecine sokmaya çalışmaktadır. Buna karşın şair, bizim millî yapımızın, kültürümüzün, yaşama, duyma, düşünme biçimimizin farklılığına vurgu yaparak bu tutumun gereksizliği üzerinde durmaktadır. "düz cadde", ölçülü biçili, insan eli tarafından şekillendirilmiş, suni, mekanik özelliklere sahip batılı yaşama tarzı, batılı anlayış ve değerlerdir. Anadolu insanı ise "dağda gezen ayaklar"dır. Bu, hem teknolojik anlamda henüz gelişmemişliği hem de doğal ve fıtrî yaşama biçimini ifade eder. Şiirin yazıldığı dönemde Türk milleti olarak henüz teknolojik anlamda uygarlaşmış, gelişmiş, mamur bir ülke değildik. Düzenlenmemiş, şekil verilmemiş bir tabiat ortamında yaşıyorduk. Dolayısıyla modern batının uygar kent insanı yani aristokrat ve burjuva toplumu için üretmiş olduğu sanat ve kültür, o zaman bizim için gereksiz ve anlamsız bir şeydi. Karnını doyurma derdinde olan insana Baudelaire'yen acıların karşılığı olan sembolist şiirin söyleyeceği bir şey yoktu. Bu bakımdan şair, bize lâzım olan sanatın batılı sanat değil; yerli ve millî nitelikli, bizim temel ve doğal ihtiyaçlarımıza cevap verecek olan sanat olduğunu vurgular. Batı, kendi tarihsel gelişimine uygun olarak kendi doğal yapısı içinde kendi sanatını üretir. O sanat, o topluma hitap eder. Bizim toplumsal, ekonomik, kültürel şartlarımız farklıdır, biz de kendi şartlarımıza ve yapımıza uygun yerli ve millî sanat üretiriz. Bu konuda sosyal yapıya uymayan zorlama sanat ithalinin anlamsızlığı vurgulanmaktadır.

* Her milletin ürettiği sanatın kendisi için anlamlı olduğu düşüncesi. "Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da / Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini. / Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda, / Bize heyecan verir bir parça yeşil çini…" Batılı ya da batı taklitçisi, Anadolu'da Türk-İslâm varlığından önceki dönemlerden kalma Hıristiyan mabetlerinin ve değişik sanat eserlerinin estetik ve sanatsal incelikleri ve değerleriyle ilgilenir. Meselâ Ayasofya'yı gezerken onun kiliseden kalma mozaiklerine ilgi duyar. Buradaki "kırk asırlık" ifadesi kesretten kinayedir. Gerçek zaman anlayışını yansıtmak yani gerçek anlamda kırk asır önce yapıldığını ima etmek için değil, çok zaman evvelki zamanlarda yapıldığını vurgulamak için kullanılan çokluk zamandan kinaye bir ifadedir. Müslüman Türkün ürettiği sanat eserlerine bakmaz. "Biz" yani Müslüman Türk milleti ise dedelerimizin ürettiği sanat varlıklarından heyecan duyarız. Burada iki temel unsur özellikle vurgulanıyor. "sülüs yazı" ve "yeşil çini". Sülüs yazı hat sanatının bir simgesidir. Hat sanatı ise öncelikle İslâm sanatıdır. Daha çok İslâm'ı, İslâmî değerleri temsil eder. Yani dinî niteliği ağır basar. "yeşil çini" ise daha çok Türk sanatıdır. Yani millî niteliği ağır basar. Şair, dinî ve millî değerleri temsil etmek üzere seçtiği bu iki unsurla Türk-İslâm düşüncesini ve kültür anlayışını ön plana çıkarıyor.

* Gösteri sanatlarındaki fark: "Sen raksına dalarken için titrer derinden / Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin; / Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden / Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.". Burada şair, batı ve Türk toplumları arasında var olan gösteri sanatlarındaki farka yer veriyor. "çiçekli bir sahnedeki beyaz kelebek", düzenlenmiş, kapalı bir sahne mekânında raks eden balerin ve balettir. Batı ürünü olan bale sanatı, belli hafif figürlere, adım atışlara, çoğunlukla sahne düzenine ve müziğe dayalı gösteri türüdür. Yine bu da aristokrat bir sanattır. Teknolojik medeniyette ilerlemiş kentli burjuva toplumunun izlediği ve zevk aldığı bir sanat türüdür. "Biz" ise bundan değil, dağ gibi bir zeybeğin toprağa diz vuruşundan heyecan duyarız. Zeybek, Ege yöresine özgü bir müzik veya oyun türüdür. Aynı zamanda Batı Anadolu efesine verilen bir isimdir. Burada ayrıca bir başka temel farka yer veriliyor. O da şudur: Zeybek, aynı zamanda Millî Mücadelemizi temsil eden figürlerden biridir. Ülkemizi işgal eden ve bizi esir etmek isteyen emperyalist batılı işgal güçlerine karşı şanlı direnişi gerçekleştiren kuvvetlerimizin bir kısmı zeybektir. Zeybek oyunu bu bağlamda yiğitliği, cesareti, kararlılığı, direnişi çağrıştırır. Biz ülkemizi düşman işgalinden kurtaran yani o dönem için güncel temel bir ihtiyacımıza cevap veren bir faaliyetten ve bu faaliyetin çağrışımlarından heyecan duyarken millî davaya, millî meselelere karşı duyarsız kimseler, emperyalistlerle aynı safta yer almayı, onların zevkini paylaşmayı marifet bilirler.

* Temel ihtiyaçlarla boğuşan millete karşı duyarsızlık: "Fırtınayı andıran orkestra sesleri / Bir ürperiş getirir senin sinirlerine, / Istırap çekenlerin acıklı nefesleri / Bizde geçer en hazin bir musikî yerine!" Anadolu Türkü Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Millî Mücadele gibi uzun süren ve her şeyi tüketen, bitiren savaşlardan bitkin bir hâlde çıkmış. Elinde avucunda bir şey kalmamış. Ülkesi yerle bir olmuş. Hayatını sürdürecek en temel ihtiyaçlarını giderme konusunda sıkıntılarla mücadele hâlindedir. Günlük olarak karnını doyurma derdine düşmüştür. Bu ortamda Batının burjuva sanatlarından biri olan orkestra yani yaylı, üflemeli ve vurmalı çalgılar topluluğundan zevk almak, aç insanlar karşısında vur patlasın çal oynasın kayıtsızlığı içinde eğlenmektir. Millî sanat, sömürgeci zalimleri eğlendirmek için değil, milletin temel ve öncelikli ihtiyaçlarına karşılık olabilecek şekilde üretilmelidir. Burada ayrıca Batı sanatıyla Türk sanatı arasındaki bir farka yer veriliyor. Batı kaynaklı orkestra, topluca Türk-İslâm dünyasına kılıçlı, zırhlı, gürzlü, şakırtılı, velveleli büyük gürültülerle saldıran haçlı sürülerini çağrıştıran bir simge gibi alınmış. Istırap çekenlerin acıklı nefesleri ise tarih boyunca bu saldırılara karşı koyan milletimizin maruz kaldığı açlık, kıtlık, sakatlık, ölüm, perişanlık gibi durumları ifade eden yanık türkülerimizin, ağıtlarımızın bir karşılığıdır. Batı saldırganlığın uğultusunu, biz ise savunmanın iniltisini sanata dönüştürmüşüz.

* Cansız, sunî, donuk, ruhsuz sanata karşı doğal olanın önceliği: "Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun / Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini; / Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun / Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini..." Heykel sanatı yine ağırlıklı olarak batı kaynaklıdır. Batı, soyut, manevî, ruhî, insanî değerleri ve özellikleri somut madde içinde dondurma anlayışına dayalı bir heykel ya da put sanatına önem vermiştir. Kadında üstün bir yaratılış değeri olan güzellik gibi soyut özelliği mermerden bir yapı içinde dondurmayı ve ona bakarak kadın güzelliği duygusunu tatmin etmeyi tercih eder. "Biz" ise kadın güzelliğini kadının kendi doğal yapısı içinde, canlı kanlı vücudunda, doğal hareketleri ve faaliyetleri içinde görmeyi ve hissetmeyi, bundan zevk almayı tercih ederiz. Bu dörtlükte hem bu farka temas ediliyor hem de kentli burjuva kadını ile köylü Anadolu kadını arsındaki farka yer veriliyor. Türk halk edebiyatında çokça sözü edilen çeşmeye suya giden ya da bağda bahçede çalışan "köylü güzeli" tipi, bizim ideal sevgili ve kadın tipimizdir. Ayrıca bir köylünün kıvrılmayan beli, Anadolu Türk kadınının şahsiyetli, onurlu duruşunu, saygınlığını, yüksek konumunu ve değerini de ifade ediyor. Bu kadın tipinde Millî Mücadelenin kahraman kadın tipini de görebiliyoruz.

* Millî sanatın kaynağının Anadolu oluşu: "Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken / Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz. / Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken / Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz." Burada şair, kendi dönemi içinde Türk şairine sanatın kaynağını ve malzemesini gösteriyor. Batıdan alınma, kuru bir taklide ve iktibasa dayalı havada kalan soyut ve bizimle ilgisi olmayan batı sanatı yerine biz kendi sanatımızı, kendimiz kurmamız gerekiyor. Anadolumuz millî sanat üretimi için bakir bir alandır. Hem tabiî güzellikleri hem insanlarının kültür zenginlikleri, gönül dünyalarının renkliliği, insanî, medenî kimlik ve kişilikleri sanat ve edebiyat için yararlanılacak zengin ve önemli bir kaynaktır.

-Hayalî Kişilik: Şiirde somut kişiliklere değil; "sen", "biz", "dağda gezen ayaklar", "bir beyaz kelebek", "zeybek", "ıstırap çekenler", "kadın heykeli", "beli kıvrılmayan köylü" gibi kim oldukları, adları sanları somut olarak belli olmayan hayalî kişiliklere yer verilmiştir. Şair, iki ayrı toplumsal kesiti vermek istediği için ister istemez genellemeye gitmiştir.

8. Anlam: a. Anlam Çoğaltma Yöntemleri: Şair, özellikle bazı edebî sanatlardan yararlanarak anlam çoğaltma yöntemlerine baş vurmuştur. Bunların bazılarını örneklendirerek görelim:

-Kinaye: "Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken" mısraında "türkü" kelimesinin mecazlı anlamına, deyim anlamına asıl anlamından daha baskın şekilde yer verilmiştir. Asıl anlamında türkü söylemek yani onun temsilciliğinde sanat yapmak anlamı da kastedilebilir ama asıl olarak belirlenen hedef ve seçilen yol doğrultusunda gitme anlamı ön plandadır.

-İstiare: "Bahçe", "çiçek", "bizim diyarımız", "binbir bahar", "düz cadde", "beyaz kelebek"

-Mecaz-ı Mürsel: "sen", batıcı kozmopolit sanatçıyı, "biz" yerli ve millî değerlere bağlı sanatçıyı, "dağda gezen ayaklar" Türk milletini, "kubbe", mimarî eserler toplamını, "mozaik", Türk-İslâm öncesi Anadolu sanat birikimini, "sülüs yazı", "yeşil çini", Türk-İslâm sanatını, "zeybek", Türk folklorunu, "orkestra" Batı müziğini, "köylü", Türk köylü güzellerini temsil eden parçalardır. Şair bu parçaları zikrederek bunların dahil olduğu bütünü kastetmiştir.

-Tevriye: "Istırap çekenlerin acıklı nefesleri" mısraında yakın anlam, açlıktan, hastalıktan, savaştan, zulüm ve kötülükten ağlayıp inleyen kişilerin olumsuz hâlleridir. Uzak anlamı ise bu durumların ifadesi olan ağıtlar, türkülerdir. Burada yakın anlam söylenip uzak anlam kastedilmiştir.

II. ŞEKİL

Nazım Şekli: Şiir, dörtlüklerden kuruludur. Bu, biraz da Divan şiirinin beyit sistemine bir tepkidir. Dörtlüklerin 1. ve 3. mısralarıyla 2. ve 4. mısraları kendi aralarında kafiyeli olduğundan çapraz kafiyeli nazım şeklidir.

III. DİL VE ÜSLÛP

a. Dil: Faruk Nafiz, Millî Edebiyat akımının temel ilkelerinden biri olan Türkçeyi sadeleştirme anlayışına bağlı kalarak yalın bir konuşma Türkçesine yer vermiştir. Türkçeyi kurallarına uygun olarak kullanmış olup dil sapmalarına yer vermemiştir.

b. Üslûp: Şiirde belirgin biçimde tasvirî ve tahlilî üslûp görülüyor. Şair, iki ayrı tipin yapıp ettiklerini, duygu ve düşüncelerini hem tasvir ediyor hem de tahlil. Meselâ kozmopolit tipin bir taraftan bale gösterisini seyredişi tasvir edilirken diğer yandan içinin titremesi yani o andaki duygusal hâli tahlil edilmektedir. Şiir, hemen hemen bu tarz tasvir ve tahliller üzerine kurulmuştur.

Ayrıca muhatapla konuşma ve sorgulama üslûbu var. Bu bağlamda şiirde iki figür bulunuyor: "Biz" ve "sen". Biz, Büyük Türk milletinin ana gövdesini, çokluğu kalabalığı karşılayan bir zamir, "sen" ise azlığı temsil eden kozmopolit kesimi temsil eder. Burada "Biz" "sen"le adeta hesaplaşmakta ve onu sorgulamaktadır.

IV. AHENK

1. Ses Tekrarları: Şair, ahengi daha çok kafiye, redif ve hece vezniyle sağlama yoluna gidiyor. Kafiye konusunda oldukça başarılı. Kafiye çeşitleri şöyle:

-Tam kafiye: "sesleri-nefesleri", "sinirlerine-yerine", "heykelini-belini", "dururken-tuttururken",

-Zengin kafiye: "arar da - duvarda", "saklar - ayaklar", "derinden - yerinden", "kelebeğin - zeybeğin", "Anadolumuz - yolumuz"

-Tunç kafiye: "çiçek - çek", "içini - çini", "uzun - ruhumuzun"

-Redif: "sesleri - nefesleri", "sinirlerine - yerine", "heykelini - belini", "dururken - tuttururken", "derinden - yerinden", "kelebeğin - zeybeğin", "Anadolumuz - yolumuz"

2. Kelime tekrarları: İkilemeler: "uzun uzun"

Mısra başı kelime tekrarı: Şair, şiirin üzerine kurulduğu karşıtlığı vurgulamak ve bu yolla ahenk sağlamak için mısra başlarında "Biz" kelimesini 6 kez, "Sen" kelimesini de 3 kez tekrarlamıştır.

3. Ses dalgalanması: Vezin: Millî edebiyat akımı ve memleket edebiyatı hareketine bağlı kalarak şair, şiirinde Türklerin millî vezni olan heceyi bilinçli bir tercih sonucu benimsemiştir. Hece vezninin 7+7=14'lü kalıbını kullanmıştır. Faruk Nafiz, bu vezni yüksek düzeyde bir terennüm aletine dönüştürebilmiştir.
 
KAYNAK:

mavizaman

unread,
Dec 13, 2007, 5:41:40 PM12/13/07
to KE...@googlegroups.com
 
 

Kırık Mızrap ve Şiir Mihengi / Mehmet ERDOĞAN

 

Günümüzde şiir farklı şekil ve üsluplar ile ele alınmaya başlamıştır. Bu tarz değişiklik içerikte ve şiir geleneğinde ciddî yaralar açmamak şartıyla kabul edilebilir. Hani bir metin ile onun yorumunu bir tutmamak gibi. Biri ana gövdeyi veya kökü temsil ederken diğeri sadece dal budak gibi uzuvların temsilcisidir.

Meselâ serbest şiir ölçülü şiirin tefsiridir, açıklamasıdır. Tefsir de bazen girift cümleler ile söylenebilir. Sanatlı sözlerle süslenebilir ama ölçülü şiir, vezinli şiir bizim şiir geleneğimizde şiirin asıl madeni ve kaynağıdır. Çünkü onda ta Altay'lardan gelen ve Anadolu içlerine kadar sızan, sonra çığ gibi büyüyüp Avrupa kapılarını zorlayan bir ses ve soluğun senfonisi, içeriği, özü, sözü ve ritmi, ahengi mevcut... Biz tefsir sadedinde ele alınan ve bir açılım olarak kabul edebileceğimiz serbest şiire karşı değiliz ama ağacın kök, gövdesiyle dallarını, yapraklarını birbirine karıştırmak doğru değildir. Bizim şiirimizin ses ve müzikalite olarak kökü ölçülü şiirdir, gövdesi vezinli kafiyeli şiirdir. Bu bizim millet olarak damarlarımızda dolaşan kan ve ruhumuzdaki his, heyecan ve duyuşlarımıza kadar bütün benliğimize sirayet etmiş ve bizim kimliğimizle bütünleşmiş bir karakterdir. Bu sebepten ismimiz şair millete çıkmıştır. Şiir bizim için ekmek, su kadar aziz ve mukaddes dinamiklerimiz kadar da kutsî bir sanattır...

Bu sebepten hâlâ Türkî cumhuriyetlerde, bir meclise şair geldiği zaman cumhurbaşkanı gelmiş gibi ayağa kalkılır ve ona tazimde bulunulur, saygı gösterilir. Bu görüntüler bizim eski töremiz, gelenek ve göreneklerimize işlemiş şiir sevgisinden kaynaklanmaktadır. Böylesine şiirle iç içe yaşamış bir milletin yıllarca kullandığı ve asla elinden bir an olsun bırakmadığı ses, şekil, muhteva, tarz ve üslup elbette tesadüfî olamaz.. Ve bir kenara ‘eskidir' diye bırakılamaz.. Bırkalırsa onunla beraber onun akrabası olan nice şeyler gider.

Neler gider? Meselâ derunumuzda çağrışımını hissettiğimiz bu topraklara ait nice manalar, nice sevgiler, aşklar, sevdalar, ümitler, hicranlar, hasretler...

O şekil ve özle yoğrulmuş sesler sözler, deyimler, vecizeler, darb-ı meseller..

Yine o şiirlere sızmış ve onlarla bütünleşmiş dinî duygular, millî hisler, vatan ve millet sevgisi...

Daha nice unsurlar geleneksel ses ve şeklin içine girmiş ve onlarla tek vücut olduğu için sadece tekniği atsanız çorap söküğü gibi onlardan çoğunun ışığı, aydınlığı da kaybolur ve şiiri terk ederler. Bir ses ve geleneksel musikiyi şiirden alsanız, çekip koparmaya kalksanız annesinden ayrılmak istemeyen ve ağlayan çocuk gibi nice güzellikler yas ve mateme bürünür.

Kafiyeyi sökseniz redif onunla beraber yok olur, Sanatları yok etseniz nice şiir kökleri kurur. Ardından Fuzulî'nin, Baki'nin, Neşati'nin, Şeyh Galib'in nice şiirleri isyana durur ve kendini kader kapısına vurur ve intikam dilenir Hak'tan..

Bu gün bir Süleymaniye'yi, bir Selimiye'yi nasıl taş taş değiştirmek ve moden tarzda yeniden yapmak aklımızdan geçmiyorsa, nice tarihi eserlere sırf orjinalitesini korumak için dokunmuyorsak şiirimize de dokunmamalıyız. Belki kendimiz onun ritmini ve ahengini, öz musikisini, gerekirse şeklini ve tekniğini alarak yeni ve modern şiirler inşa edebiliriz. Ama asla onu inkâr etmek ve bir kenara atmak bize hayırlı bir sonuç vermeyecektir..

Kısaca serbest şiirin, geleneksel şiir ürünlerimizin bir yorumu ve tefsiri olduğunu bilsek bizim için faydalı bir rota olacaktır bu anlayış. Böylece şiirde püf noktasını yakalama şansımız açılacaktır.

Ölçülü şiirde ise eski şiirleri aynen taklit bizi yaşadığımız zamandan koparır. Yani çağımızın ürünlerini ve bazı teknik, muhteva ile ilgili kaynakları göz ardı etmemiz ve onlardan faydalanmamamız toplumun marjinal bir kesimine seslenmekten başka bir şeye yaramaz. Herkese ulaşmak için ise teknik ve muhteva ile alâkalı bütün imkânları eski şiirimizle bir harman yapıp, sonra onları özümüzde yoğurarak öz potamızda eritip, süzüp, şekillendirmemiz gerekmektedir ki bunu yaparsak geleneksel sesi, şekli ve muhtevayı geleceğe taşıyıp vazifemizi hakkıyla yerine getirmiş oluruz.


Şiir Dili:
Dil meselesi şiirde çok tartışılan bir konudur. Bizi çağrıştıran, öz değerlerimizi unutturmayan, onlara zıt düşmeyen ve geçmişimizle aramızdaki köprüleri yıkmayan, kültür, ilim, geleneksel ses, öz değerlerimiz gibi nice unsurları geçmişten geleceğe taşıyacak kadar güçlü ve sağlam yapılı kelimelerden oluşmalı şiirin dili.. Meselâ Yahya Kemal'in dili buna çok güzel bir örnektir. Yeni diye cılız kelimeler, eki kökü belli olmayan nevzuhur kelimeler şiire girer, girer ama bir müddet sonra betonun içindeki killi toprak gibi bütün binanın yıkılmasına sebep olur. Çağlar boyu yaşamasını arzu ettiğimiz şiirin tuğlasını, harcını, demirini iyi seçmemiz gerekli. Sırf birilerinin hoşuna gitsin diye Sun'î kelimeler ile şiir örmek ve bazı kişilere şirin görünmek için lâtif ve hoş kelimelere, müzikalitesi sağlam kelimelere, ne idüğü belirsiz kelimeleri tercih etmek, sadece şiire değil sanata da ihanettir. Ucuz malzemeler ile güçlü binalar yapılamayacağını, yapılsa da yakın bir tarihte başımıza gelen felâkette olduğu gibi bir şiir depreminde yıkılıp gideceği şimdiden aklımızda bulunsun.

Şiirler de deprem geçirir. Sanat dünyası da sarsılır ve gerçekleri ile sahtelerini birbirinden ayırıcı olaylara, çalkantılara maruz kalır. Zaman fay hattı onları da dener bir kısmını yerle bir eder, bir kısmını, hile hurda karışmamışları ayakta bırakır. O zaman gerçek şiir ile Sun'î ve çabucak imal edilmiş fabrikasyon olanlar ortaya çıkar. Ama bunu kim okur, kim anlar bilinmez.


Şiirde Duygu:
Şiirde asıl olan duygudur. Duygu zenginliği olmayan bir kişinin şiir yazması biraz zordur. Bazen yazdıkları da dış olayların anlatımından başka bir şey değildir. Çünkü içindeki seyahat tükenmiş olanlar, his gemisine binip özünde seyr ü sefer yapamayanlar dıştaki çizgilerde derinlik aramak isterler ve oraya yolculuk yaparlar ama sonunda Necip Fazıl'ın arayış dönemi için söylediği gibi

‘Boşuna gezmişim yok tabiatta
İçimdeki kadar iniş ve çıkış'
demek mecburiyetinde kalırlar..



Şiirin ana rahmi gönüldür:
Şiirin çiçek açtığı yer gönüldür. Onun için şairler bir yönüyle içe dönüktürler. Yani özlerine dönüktürler. Çünkü orada birçok şiir meyvesi filizlendirip, büyüteceklerdir. Bu sebepten bunu fıtrî olarak yaparlar. Onları toplumun orta yerine en şatafatlı, görkemli şenliklere götürseniz bıraksanız onlar yine gönlündeki şenliklere yönelirler ve asla oradan kopamazlar. Çünkü yöneldikleri rahimde onun geleceği vardır, soyunu devam ettirecek, fikirlerini ve duygularını geleceğe taşıyacak evlâdı vardır. O büyümektedir ve şekillenmektedir. Bu gönül şefkati ve onun üzerine toz kondurmama, kırılsa da dökülse de onu bir metafizik kristal gibi içinde taşıma şairin misyonlarından biridir.

Şair gönlünü kaybederse ne olur:
Şair gönlünü kaybederse ve kalbinin adresini yitirirse ne olur. Hiçbir şeye yaramayan bir zavallı olur. Bir kadının annelikten koptuğunda ne olacağını biliyoruz. Ya bir kenara çekilecek verimsiz bir toprak gibi yalnız yaşayacak ve kurumayı bekleyecek, ya da onun bunun etkisi altında çeşitli hiçlerin ve pespayeliklerin oyuncağı olacak.

"Taş yerinde ağırdır" diye bir söz vardır bilirsiniz. Şair de gönlüyle irtibatı kuvvetli olduğu ve oradaki ilhamlar ile kendini beslediği gönül maderinde şiir çiçekleri açtırdığı ve şiir çocuklarını ruhî esintiler, meltemler, bengisular ile beslediği nisbette güçlüdür ve varlığını ispat eder, misyonunu yerine getirmiş olur. Yoksa gönlünü kaybeden ilhamını yitiren şairden ne filazof, ne idareci, ne de bir şey olur. Sönük bir kişilik ve silik bir şahsiyet olarak çeşitli içkilerin sarhoşu olur bundan geri o.

Yol kenarındaki ayyaşlardan bir farkı kalmaz. Görünüşte ayaktadır tabii. Ama içi kurumuştur, kalbi tufana tutulmuş, ruhu ölümün kolarına düşmüştür. Bu insan olarak da öyledir. Sadece şairler için değildir bu hâl ve durum..


İlim şiirin neresinde?
Burada ilim deyince akla fennî bilgiler ve dinî ilimler geliyor. Bunun ardından metafizik duyum şeklindeki bilgiler de. Bunların hepsinin şiirde yeri vardır. Bir kenara itilemezler. Ama metafizik bilgi gönle daha yakın olduğu için bir bakıma onun çocuğu olduğundan şiirin yapılışında kuruluşunda irsî bir bağı vardır. Bu sebepten iç dünyası ötelere açık olanlar şiire daha meyyaldirler. Şiiri kurmak ve onu abideleştirmek için ellerinde ciddi bir malzeme vardır.

Fenni bilgiler ve dini ilimler de yeri geldiğinde şiirin dış dünya ile alâkasını sağlar ve onun sadece içe dönük melankoli ritminde seyreden bir sanat olmasını önler.Ona her yer ve zamanda ilgi göreceği bir kıyafet, bir elbise giyidir. Gücünü ve kuvvetini de artırır.. Kendine güvenini sağlar.


Kırık Mızrap'ta bu anlattığımız özelliklerden hangileri vardır:
1- Kırık mızrap bir misyon kitabıdır. Sadece sanat gayesiyle kaleme alınmamıştır. Maket bir ev değil, bir göstermelik bina da değil. Her sanatlı naşkış, her motif ve çizgi içinde insanların oturması için tasarlanan ve onlara faydalı olması uğrunda örülen evler gibi sosyal işlevli, bir aksiyon ve bir davanın bayraklaşması idealiyle ele alınmıştır. Bu bakımdan Tanzimat Edebiyatı'nın izleri görülür bu şiirlerde. Tanzimat Edebiyatı'nın tarzı ve üslubu diyorum. Çünkü sanat toplum içindir ilkesi o zamanda ortaya atıldı ilk kez.. Sonra Servet ü Fünun ile bu, sanat sanat içindir ilkesine dönüştü. Ama Tevfik Fikret'in son şirlerinde yine sanat toplum içindir düşüncesine bir dönüş yaşanmıştır.

Kırık Mızrap, sanatı toplum için ele alan bir düşüncenin ürünüdür. Ama bunu sanatın hakkını vererek ve asla kaba ve estetikten uzak bir propaganda aracı olarak görmeden uygular. En hassas tellere bir musiki üstadı gibi dokunuş, en ince nakışları bile bir çinici edasıyla renklendiriş ve boyayış hassasiyeti onda mevcuttur. Ama bunu yaparken insan gönlünü hedef alır, boşluğu ve yokluğu değil. İnsan gönlünün içindeki iyilik ve güzellik duygularını, hamle ruhunu, aşk ve sevda ateşini ortaya çıkarıp alevlendirmeyi gaye edinir. Biz bu gün sanat sanat içindir diyenlerde bile aşk şiirlerinin çokça yer ettiğini görüyoruz. Öyleyse niçin sanatta aşkı anlatıyor bu şairler. Madem sanat sanat içindir, o zaman onun kendi kendine konuşan bir deliden ne farkı kalır? Öyleyse gaye insandır. Gaye insansa o zaman asıl olan insan gönlüdür. Gaye gönül ise asıl olan onda mukaddes değerlere saygıyı, ümidi ve sevdayı filizledirmek ve ona yaşama sevgisi aşılamaktır.. İnsanı insan yapan değerleri onun içinde tutuşturmak ve filizlendirmektir.

Kırık Mızrap şairi bunu kesinlikle denemiş ve şiiri de bir vasıta olarak görmüştür. Çünkü sözün ötesinde de nice güzellikler var. Bunu bilmek söze saygısızlık değildir. Belki onu daha güçlü bir şekilde tefsir etmek ve kuvvetini artırmaktır. İşte Kırık Mızrap şairinin sözsüz şiire verdiği önem: "Anlamadan söyleyen, söylemeyip de anlayan şairlerin sayısı hiç de az değildir. Birincilerin laf ı güzafına bedel ikincilerin şairane bakışı ve düşünceleri kelime ve cümlelere ihtiyaç duyulmadan dahi insana çok şey anlatabilir."

"Şiir bir yürek hoplaması, bir ruh heyecanı ve bir gözyaşı. Aslında gözyaşları da kelimelere baş kaldırmış saf şiir demektir."

Kırık Mızrap'ta şiir aşk eksenlidir. Aşık olmayan ve o ufka ermeyen eğer bir de aşkın yolunda değilse bu şiirlerden bir şey anlaması mümkün değildir. Aşkı tadmamış, aşkın çilesini bilmeyen ve onun insana bahşettiği güzelliklerden mahrum bulunanlar elbette yollardaki Sun'î ışıklara, keyif ve eğlencelere şapka çıkarırlar ve onların tebessümlerine aldanırlar. Bu yüzden gerçek sanatkârlar böyle aşk ve vecd şiirlerinin derunundaki şevk ve neşe okyanusunu sezerler ve şairini taktir ile yad ederler. Ama onların zaten taktire ihtiyacı yoktur. Aşık öyle bir kimsedir ki belki çevreden gelen tazyikler, çile ve azap okları onlara daha fazla zevk verir. Bu sebepten şiiri bazılarınca beğenilmiş veya beğenilmemiş onların pek umurunda değildir. Bülbül ötmesine, kervan geçmesine bakar çünkü bir meramı, bir isteği, eda etmesi gerekli misyonu ve ermesi gerekli bir hedefi vardır.

Yalnız yararlananlar ve onun özünden bir kıvılcım kapanlar elbette sanatçıyı mutlu eder ve kendi derdini bir anlayan olduğu için ve tanıdığı ufukları tanıyacak ve erdem semasına yükselecek bir arkadaş bulduğu için sevinir şair. Bu da tabii(gerçek) bir sevinme ve neşedir. Asla Sun'î değildir, kaba his ve heveslerin tatmini için, şöhret gibi, şan gibi bazı zaafları doyurmak için duyulan bir sevinç değildir.

İşte yine şairinin diliyle şiirin tarifi: "Şiir hal i hazırı aydınlatan bir şule, ilerilere ışıklar salan bir projektör ve öteler kaynaklı bir aşk ve heyecan bestesidir. Gerçek şiirin ikliminde gözler aydınlığa erer, uzaklar yakın olur ve ruhlar sönmeyen bir azim ve şevke ulaşır.."
‘Kırık Mızrap şiirinin temelinde çile vardır ızdırab vardır' dedik. Bu Yunus'tan Fuzulî'ye ondan günümüzdeki şairlere kadar bütün şiir erbabının suyu ekmeği katığı olmuştur. Izdırap çekmeyen ve ızdırap iğnesiyle ruhunu nakış nakış dokumayan veya çile ocağında pişmeyen bir sanatkâr, ruh azabı duymayan, sancısız bir gönül asla gerçek şair olamaz. Çünkü şiir, çile imbiğinden geçer ve sonra saf ve duru bir iksir halini alır... Zaten onun kendisi azap ve ızdırabtır..

İşte bunun ispatı:


IZDIRAP İNSANI

Mumlar gibi titrer ve sızlar sînesi zar zar,
Gezinir şafakların ağardığı dağlarda
Kendi cennette olsa da ruhunda mağmalar
Hep hülyâlarıyla dolaşır mutlu çağlarda..

Ufuku tıpkı ormansız dağlar gibi simsiyah,
Simsiyahtır bütün mor tepeler, şûh adalar.
Hazanla sarsılırken sînesi her sabah,
Ve ruhunu döve döve delinir havanlar...

Kalbi kuşlar gibi ürkek, gözleri hummâlı,
Tokmak sedâsı verir ruhunda hâdiseler.
Her gece saatle savaşır, her gün hülyalı,
Dilinde ızdırab türküsü hep söyler-gezer.

Yer yer ümitle coşar, içinde sırlı bir haz,
Başı fanileri Sonsuz'dan ayıran yerde.
Haykırınca polattan sesiyle hep âvâz âvâz,
Ra'şeler uyarır gönüllerde perde perde.

Sevdayla sızlar sızlarken en kuytu yerlerde,
İnler-dolaşır dâim, inler onunla yollar.
Her gün bir şikar peşinde, her gün bir siperde,
Ufukların ağaracağı mevsimleri kollar.

Bazen vefâ hiç ses vermez, her şey lâl kesilir,
Ve ruhuna saplanır kan kırmızı tırnaklar.
Bazen burcu burcu bahar kokuları gelir,
Bakarsın bin râyihayla ninli söyler rüzgâr...
 



Kırık Mızrap'ta içtimai (toplumsal) Konular:
Kırık Mızrap Tanzimatçıların sıkça ele aldığı toplumsal konuları göz ardı etmemiştir. Şiir ikliminde toplum meselelerini de örgülemiştir şair. Neden mi? Çünkü bazı hadiseler vardır ki bunlar gelecek nesillere örnek olmalı. Şair bu örnek üzerinde şiirinin provasını yaparak bir eser vücuda getirir. Bu yolla kabına çekilmiş melânkoli terennüm eden tip olmaktan kurtulur. Dış dünyaya da bir nazarı olduğunu eseriyle ispat etmiş olur. Dünya yıkılsa aldırmayacak bir vurdum duymaz şairin şiirlerinin ne kadar sığ ve satıhtaki sözler olabileceğini de herkes bilir. Şair demek duyarlı kişi demektir. Hâdiselere karşı duyarlılık onun birinci görevidir. Bunu Süleyman Nazif ve Mehmet Akif gibi eski, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi son dönem şairlerinde biz sık sık görmekteyiz..


İşte buna güzel bir örnek:


UYAN!
- Karanlık günlerin vâveylâsı-
Her yerde sanki hazan!
Bağ bozuk, bağbân gamlı!
İnâyet Rabb'im aman..!
Dağ sisli, ova yaslı,
Etrafı sarmış duman...
Paslı gönül, sefil rûh,
Amanın buna derman!
Azgınlaşmış her gürûh,
İnsan değil, bir azman.
Böylesi görülmedi,
Baş yaba, ayak saman.
Görenler gerilmedi,
Bu ne müthiş bir zaman.
Kırık-dökük cemiyet,
Durum duman mı duman;
Zillet üstüne zillet,
Bekliyoruz kahraman...
Herkes başka şey söyler,
Gerekli bir tercüman;
Sağa-sola tökezler,
Görüş ufku toz-duman...
Hırsız evlere girmiş,
Adam yaman mı yaman.
Sevgili uçup gitmiş,
Avdetine yok güman.
Herkes uykuda hâlâ,
Gaflet derin bir umman;
İşleri serap, hülyâ,
Ne nâdim ne de pişman.
Uyan ve kendine gel!
Akıp gidiyor zaman,
Saati meçhul ecel!
Geliverir sormadan...
 





"Kırık Mızrap bir misyon kitabıdır. Ele aldığı gençliği bir hedefe doğru götürmeyi gaye edinmiştir" dedik. Gençliğin, (aslında her insanın) özünde bir ebed arzusu ve ötelere, ebedi saadete ermek gibi bir meyil vardır. Ama bunu bazıları ciddî ciddî hissederler gönlünde. Bazıları da asla böyle bir kavuşamazlar. Çünkü ihmal edilmiş yürek zamanla küf ve pas bağlar. Nasırlaşan duygular artık ebede ait, sonsuzluğa ait bir şey duyamaz olur. Çünkü dünyevî gayeler için köle gibi çalıştırılmış ve içindeki ebed aşkı sönmüş ve öldürülmüştür.

Ruhu kaçan ceset gibidir artık bu hisler. dünyevî bir meta gibi bir hiç uğrunda alınır ve satılırlar.

Kırık Mızrap şairi de işte içteki bu ölümü ve çölleşmeyi ortadan kaldırmayı amaç edinmiştir ve onun dirliğe kavuşması için gerekirse kandan ve irinden deryaları aşmayı kendine bir gaye edinmiştir.

Bunun için kitapta sevgi ve hoşgörü ön plâna çıkmış, aşk ve sevda, metafizik gerilim, iman, ihlâs, vatan ve millet sevgisi ele alınıp işlenmiştir sık sık. Kırık Mızrap şairi bu motifleri o kadar çok işler ki bir şiirde bulamadığını okuyucu mutlaka bir başka şiirde bulacaktır. Tefekkür konuları ve insanın miracı Kırık Mızrap'ın en önemli misyonudur. Kâinatta dolaşan hayal, ruh, akıl şiir boyunca nice nice başaklar devşirir, Ümit ve azim adına nice güller ve sümbüller toplar. O bahçeden üzerine bir parça koku sinmeden geçmiş bir kişi asla olamaz. Mutlaka ya bir gül ile ya da bir karanfille ayrılır bu şiir bahçesinden okuyucu...

KAYNAK:
Message has been deleted

Sefa Koyuncu

unread,
Dec 13, 2007, 6:01:49 PM12/13/07
to KE...@googlegroups.com
 
 

 
''Haiku'nun Çeşitliliği - Udo Wenzel ile Söyleşi



Turgay Uçeren: Bay Wenzel, kendinizi okuyucularımıza kısaca tanıtmanızı rica ediyorum.

Udo Wenzel: 2001 yılında haiku ve hemen akabinde haiku'ya akraba olan türleri yazmaya başladım. Kısa bir süre sonra Alman Haiku Topluluğuna üye oldum ve üç ayda bir çıkan dergisinde arada bir denemelerim ve edebi yazılarım yayınlanmaya başladı. Ayrıca haiku şiirine yer veren ve ayda bir Almanca yayınlanan online dergi olan Haiku-Heute'nin redaksiyon ekibindeyim.

Haiku'ya olan ilgim hemen büyüktü . Çünkü haiku ,özgeçmişimin çeşitli yönlerinin akarak birbirini tamamlayabileceği bir mecraydı. Sanata ve özellikle edebiyata olan sevgimden dolayı gençlik yıllarımdan beri şiir ve kısa anlatı yazıyorum.Bunun yanı sıra kitapçılık eğitimini tamamladım. Kitapçılık , bilimsel tasarı ve teori kuramına olan ilgimi uyandırdı ve bu ilgimden hareketle 80'li yıllarda sosyoloji; uzmanlık alanı olarak da sosyal felsefe eğitimimi tamamladım. Bunun yanı sıra hayranlıkla edebiyat-bilim ve özellikle dilbilim ve kültürel dönüşüm ile ilgilendim ki o zamanlar sosyal bilimleri de içeriyordu. Ayrıca uzun yıllar doğu felsefesi ve meditatif egzersiz sistemleri ile uğraştım. Ve Hamburg'un merkezinden şehrin kıyısına taşınmamla birlikte kendim için doğayı yeniden keşfettim. Bugün uluslararası bir sigorta şirketinin IT bölümünde çalışıyorum. Kısa edebi türlere olan eğilimim (zaman faktörü dışında) komplike uygulamaların geliştirilmesi ve realize edilişinde basit ve net strüktürlü çözümlerin güzel bulunmasının da etkisi olduğunu düşünüyorum.

Turgay Uçeren : Bir haiku'nun iyi bir haiku olması için neye ihtiyaç var? Haiku için bir reçete formule edilebilir mi, veya en azından kötü haiku yazmamak için nelerden kaçınmak gerekli?


Udo Wenzel: Gerçekten kötü haiku nedir? Her tanımlama denemesi bizi kesinliğe götürmez ve birçok şey basit bir şekilde beğeniye de bağlıdır. Tabii ki dilsel başarısı olmayan haiku (ve bu da uzatılabilecek esnek bir kavramdır) ve bilhassa aşınmış temaları aşınmış yöntemlerle ele alan haiku. Otantizm ve orijinalite çok önemli. Bashô'da bunun ismi 'atarishimi'ydi : Yenilik. Edo döneminde bizim bildiğimiz şekilde yazar ve okur ayrımı yoktu. Şairler birbirleri için şiir söylüyorlardı ve haiku şiiri sadece bilenler için bir sanattı. Ama yenilik ve yenilikçi olma adına yenilik de yeterli değil. Haiku'da parlaklık ve ışıma gücü olmalı .Haiku, estetik bir deneyim ve görgüyü mümkün kılmalı. Ama bunun prodüksiyonu için bir kullanım kılavuzu olabileceğine inanmıyorum. Bütün sanat eserlerinde olduğu gibi, haiku da bir tecrübeyi özümseme ile estetik bir tasarı haline getirmenin deneyişidir. Deneyişi ! Sanatçı olarak hiçbir şekilde bağımsız değilsiniz, ya da duruma sınırsız hakim olamazsınız. 'Yazar' kavramına günümüzde kritik bir bakış mevcut olması boşuna değildir. Daha oluşum sürecinde ve bilhassa gelişimde, şiiri yazanın kontrolünden, bağımsız birçok faktör bir araya akıyor. Her şeye rağmen, yemek pişirmede olduğu gibi burada da bir şeyler katmak gerekiyor. Malzeme seçimi ve kullanımında göstereceğiniz itina sayesinde, ortaya leziz olan bir yemek çıkma ihtimali büyüyor. Tencereye mümkün mertebe herşeyi koyabilirsiniz ve şans sayesinde uyabilir ve hatta leziz olabilir. Zamanla bu tesadüf eseri ürünler, herhalde haiku yazarında yavan bir tat bırakacaktır. Zira özümseme süreci ve deneyimi en az ürün ve hatta üründen de önemli olabilir. Tabii ki her haiku'nun oluşumu da o esin-ilham denilen tesadüfe bağlı. Antonio Fabris'in ikaz eden sözlerini dikkate almak gerek ; 'şairlerin ilham perisi tarafından öpüldüklerini düşündükleri için şiiri ilk adımda bırakıyorlar ve bu yüzden de bu kadar çok kötü şiir var.' Fikrin akla düşmesiyle birlikte iş giysisini giyip işe başlamak gerekiyor ; bu haiku için de geçerli.

Turgay Uçeren : Haiku, dilsel tasarlanmış bir sanat eseri midir? Basho'nun yaşadığı dönemde ve bunun ötesinde gelenekte neredeyse tamamen haikuların dilsel tasarlanmış olduğu biliniyor. Ve dilin sunduğu tüm olanaklar : Aliterasyon, ses uyumu, imge vs. kullanım bulmuştur. Dilin bu imkânlarından yararlanıp haiku'larımızı dilsel tasarılar olarak yazmamız gerekmiyor mu ?


Udo Wenzel: Evvela her şiir dilsel bir tasarıdır ve haiku da dilsel bir tasarıdır. Estetik bir deneyimi-görgüyü haiku'nun kısa ölçüsüne sığdırmak da bir tasarım kararıdır. Burada soru, iyi mi tasarlanmış, yoksa kötü mü tasarlanmış olmasıdır.
Aliterasyon veya ses uyumu, bu genelde oluşum sürecinde kendiliğinden ortaya çıkıyor. Eğer ses uyumu iyiyse ve kulağa hoş geliyorsa bırakıyorum. Ama bunu zorlamıyorum, çünkü yapmacık oluyor. Burada önemli olan, şiiri, değerli bulduğunuz bir şeyi geri atıncaya kadar uzunca bir süre beraberinizde taşımak ve her türlü varyasyonu denemek gerekiyor. Evet, artık Basho'nun da tekrar tekrar şiirleri üzerinde çalıştığını biliyoruz ve bu beni şaşırtmıyor. Beni şaşırtan şey ise, birkaç yıl öncesine kadar sıkça okuduğumuz, haiku'nun sadece kendiliğinden bir sürecin sonucu bir ürün olması gerekliliği ve değiştirilemeyeceği kanısıydı.


Turgay Uçeren : Biz hep yeniden bir haiku'nun bir soluk uzunluğunda olması gerektiğini ve 17 hecenin buna tekabül ettiğini okuyoruz. Fakat ben bunun dilden dile farklılık göstereceğini düşünüyorum ve birçok yeni başlayan, bu kuraldan dolayı kendilerine eziyet ediyorlar. Haiku'da önemli olan an'ın kendisi yani 'haiku moment' dediğimiz o ' haiku an'ı ' daha önemli değil mi?


Udo Wenzel: 17 hecenin bir soluk uzunluğuna tekabül ettiğinden emin değilim. Birinci olarak herkes farklı soluk alıp verir, ikincisi ise Almanca'da heceler çoğunlukla daha uzundur. Her haliyle Japon morfem'inden (on) (biçimbirim) daha esnek kullanılabilir. Türk dilini tanımıyorum ve Japonca'ya olan yakınlığını da bilmiyorum. Belki de Almanca veya İngilizce'ye olandan daha büyük bir benzerlik taşıyor. Ama doğru soru şu olmalı : bunu istiyor muyuz? 17 sayısında özel olan nedir? Avusturya'lı meşhur haiku-şairi Imma von Bodmershof 17 sayısını kutsal sayı ilan etti ; daha doğrusu kafaları karıştırdı. Hece ölçülü şiiri seviyorsanız, neden illa da 17 sayısı? Japonya'da bu sayı çok eski bir edebi geleneğe dayanıyor. 8. yy.'da Waka şiirleri dize değişimi ile 5 ve 7 morfemle (biçimbirim) olarak yazılmıştır. Bu edebi geleneğin organik bir öğesi (bileşeni) olmuştur ve hatta bundan bir 'kural' olarak dahi bahsetmek mümkün değildir. Ve kanımca bunun Japonca'da batıdakine benzer bir işlevi olduğudur.Yani kafiyelemede hafıza desteği sağlıyordu. Japon dilinde gerçekten özgül (bağıl) 5-7-5 ritminden bahsedebiliriz, fakat Almanca'da? Ben sesli okundukları zaman çok değişik 'ritim'e sahip 5-7-5 ölçüsünde 3'lükler biliyorum.

Fakat önyargı olmaksızın hece ölçüsü ile yazmanın sağladığı avantajlar nelerdir, diye soralım.

Sanatsal süreç için önemli olan yazarın çalışarak tükettiği dirençtir. Bunun için sabit hece şeması bir şekilde basit ve bir bakışta görebileceği bir seçenektir. Bu yeni başlayan için, bir şiir ile uzun süre uğraşabileceği ve ilk atım yeterlidir diye düşünmeyi önleyecek bir destek olabilir. Diğer tarafta hece şeması özellikle yeni başlayanların elinde dolgudan başka işe yaramayan kelimelerin kullanımına ya da kelimelerin kesilip biçilmesine ve bütünde yapay olmasını sağlamakta. Tecrübeli 5-7-5 şairi kelimelerinin her birini önemi olacak ve savunabileceği şekilde özenle seçer ve dil doğal algılanır.. Örneğin önemli İsveç şairlerinden Tomas Tranströmer sadece 5-7-5 yazar ve haiku'ları poetik parıltılardır. Ne fazladır ne de az. Elbette, ben bu nazım türünü nasıl da iyi beceriyorum diye hava atmak gibi bir şey de öne çıkmaz. Bilakis bir şiir formuna boyun eğmek mütevazi bir duruşu da içerebilir (bununla sadece bir şiir formuna boyun eğenler bu duruşa sahip olabilir demek istemiyorum).

Ben de başlangıçta sadece 5-7-5 haiku yazdım. Sınırlama bana fazla geldiğinde, daha doğrusu bazı şiirlerimin gereksiz safra içerdiğini fark ettiğimde : 3-5-3, 4-6-4, 4-5-4 gibi değişik ölçülerde yazmaya başladım. Bu aralar başarılı bir dil ile estetik deneyimi bu kısa forma sığdırmanın seyrini yeterince direnç olarak duyumsadığım için, sadece serbest biçem yazıyorum. Ama kim bilir, belki daha kuvvetli bir formda yazmak için geri dönebilirim. Söz kıtlığını yeni bir ideal olarak ilan etmekte de fayda görmüyorum. Ekonomik söz kullanımı önemlidir, fakat ekonomi demek illa uç bir tasarruf olarak algılanmamalı (bütçe tasarrufundan söz edildiğinde açıklayıcı bazı neo-liberal demeçlerden de anlayabileceğimiz gibi), bilakis kaynakların ölçülü kullanımıdır.


Schiller'in 'Die Glocke'si (çan şiiri) ekonomik bir şiir midir?

Sonuç olarak poetik kalite bağlamında başarılı 5-7-5 ile 'serbest biçem'de yazılmış bir şiir arasında fark görmüyorum.

An oryantasyonu konusuna gelince, bir inceleme-araştırma çalışmasını hak edecek geniş bir sahaya adım atarız. Kısa bir süre önce Japon şair ve çevirmen Saito Masaya'ya bir söyleşide batıda sıklıkla 'esas' olarak kabul gören 'haiku moment'in (haiku an'ı) Japonya'daki önemi nedir, sorusunu yönelttim. Saito, kavramın kendisi için bir şey ifade etmediğini söyleyerek soruyu geri çevirdi. Tabii ki haiku'lar kısalığından dolayı an'lık kesitler ve sıklıkla resimseldirler, fakat zannımca bu 'an'a sabitlenme, batı edebiyatında aydınlanma ve romantizm dönemlerinden beri esas olarak kabul gören bir fikire dayalı olarak batının- zen-anlayışından kaynaklanmakta : 'an' metafiziksel fazlaca yükseltilmiş bir kavram olarak Nietzsche, Walter Benjamin, Ernst Bloch, ve Adorno'nun felsefesinde karşımıza çıkar. Bu modernizmin yeni zaman anlayışı ( yitirilmiş sonsuzluk tecrübesine karşı) değişik şekillendirmelerle batı edebiyatından geçer. Modernizm'de örneğin Marcel Proust, Gottfried Benn, Hugo von Hofmannsthal, James Joyce' Epiphanie' ye vurgu olarak Virginia Woolf'da da geçer (metafiziksel yükseltilmemiş olsa da). Şu sıralar Almanya'da çok sevdiğim ve saydığım, Büchner ödüllü yazar, Wilhelm Genazino 'an tecrübesini' yeniden modern şiir ve poetikasına konu ediyor (meselesi haline getiriyor). Elbette ki 'şey'lerin 'an deneyimi'nde tabiatlarını ele vermedikleri, sadece biz izleyenlerin 'şey'lere kendi değerlerimizi yüklediğimiz bilinci içerisinde.

Dediğim gibi ; çok uğraşabileceğiniz geniş bir saha ve bu da gösteriyor ki, 'an'ın biçilen değer haiku'ya özgül (bağıl) değil. Fakat sanatın değerlendirmesi ve deneyimlenmesi 'an'ın kendisi ve yazarın estetik deneyimi değil, bilakis sanatsal başkalaştırma ve eseri tasarlayan beceridir ki okuyucuda bir estetik deneyim yaşatmalı.


Turgay Uçeren : Haiku'da 'lirik ben' ve imge kullanımı konusunda ne düşünüyorsunuz? Haiku'nun yansıtan bir şiir olmadığını düşünüyorum. Haiku yansımalar içermeli mi? Haiku ile düşünce şiiri arasına bir sınır çekebilir miyiz?

Udo Wenzel: Bütün bu kurallar : imge kullanılmaması, 'ben' in olmaması gerekliliği, sadece kendi yaşadığını yazabilmen, şahıslaştırma vs. sadece yanlış anlamalardan kaynaklanıyor ve kısmen ruhani bir seviyeye taşımaya hizmet ederek bu şiir formunun kötüye kullanımıdır. Klasik haiku'da, başarılı klasik haiku'da da imge kullanılmıştır. Bir yandan bazen bizim kullanımından kaçınmamız gerekliliği vurgulanan direkt imgeler, diğer yandan sıkça direkt olmayan imgeler. Japon edebiyat bilimci Haruo Shirane, Bashô haikularında sıkça gizil bir imgelem olduğuna dikkat çekiyor; yani bir haiku'nun bir çok anlam katmanı olabileceğine.

Örneğin şöyle sade bir metnin :

Güz akşamıdır.
İnce dalın üstünde
oturur bir karga


(Bashô)

çeviri : Turgay Uçeren

Abend im Herbst.
Auf einem dürren Ast
hockt eine Krähe.


(Bashô)

'tarafsız' bir doğa betimlemesi ve aynı zamanda yaşlanmanın imgesi olarak okunabilmesi. Bunun yanı sıra klasik haiku'da sıkça ilk dizenin ev sahibine yöneltilmiş selam olduğu ve klasik Japon şiiri ve Çin şiiri ile örtülü veya açık metinler arası bağı olmasıdır. İmgelem modern dönemde de değişmedi.

Takahama Kyoshi'ye ait bu haiku'yu ele alalım : Shiki'nin önemli öğrencilerinden biridir ve Hekigoto'nun, arkadaşı ve rakibinin (geleneksel haiku kurallarını sorgulayan ilk kişi) elinin güçlendiği bir dönemde, bu haiku ile haiku dünyasına bir dönüş yapmıştır.


Harukaze ya tohshi idakite oka ni tatsu


Bahar meltemi !
Sağlam duruyorum tepede
büyük kararlılıkla.



(Takahama Kyoshi)
Çeviri : Turgay Uçeren

Frühlingsbrise!
Fest stehe ich auf dem Hügel
mit großer Entschlossenheit.


(Takahama Kyoshi)

Burada 'bahar meltemi'ni imgesel olarak(sadece imgesel değil), yeni bir şeyin oluşumunun imgesi olarak anlamalıyız. Bu haiku savaş ilanı, çözülmekte olan geleneğe karşı politik bir demeç olarak da okunabilir. Bu haiku'nun birden fazla anlamı var. Biz şiirimizde direkt imgeler veya şahıslaştırmayı kullandığımız zaman, her iyi şiirde olduğu gibi şu soruyu sormamız gerekiyor : çok mu aşınmış, mantıklı mı, yeni bir şey taşıyor mu, esaslı mı, yoksa sadece bir oyundan mı ibaret? Bir şairin becerili bir şey ortaya çıkarması, tecrübesi ve donanımı ile ilintilidir. Elbette yeni başlayanlar yakın olana, ama aşınmış araç ve yolları kullanmaya eğilimlidirler, buna rağmen bazen an'ın tazeliğinden bir şeyler oluşabiliyor. Tecrübeli şair ise daha temkinli oluyor, ama kendini tatmin edecek bir şeyler yazma konusunda da daha zorlanıyor. 'Acemilik ruhunu kaybetmemek gerekiyor', der Bashô ve bu zen ve daoizmde de aynıdır. Bu, tüm bilinene rağmen şiirde canlılık, tazelik ve hafifliği koruyabilmek için iyi, ama zor bulunan bir ilaçtır.

Ben haiku'nun yansıma içermemesi gerekliliğine inanmıyorum. Bir örnek :


Dağ kelebekleri
Ki onlar bile burda
Daha sağlam değil mi?



(Takahama Kyoshi)
Çeviri : Turgay Uçeren

Die Schmetterlinge
des Berglandes – sind selbst
sie nicht robuster hier ?


(Takahama Kyoshi)

(S. 76)

Shiki de, yansımayı reddeden Shasei-Konzept'ine (Skizzen) rağmen son yıllarında şöyle haiku'lar da yazmıştır :

Hasta adamım,
özlerim kiraz çiçeğini
her şeyden fazla

At kuyruğunda
Budha'nın tabiatı mı var?
Güz rüzgarı


Shiki
Çeviri : Turgay Uçeren


Ich bin ein Kranker,
Nach Kirschblüten sehn' ich mich
Über alle Maßen.



In dem Pferdeschwanz
liegt da wohl Buddha-Natur?
Der Herbstwind.



Bunu elbette düşünce olarak ve kısa yansımalar olarak anlayabiliriz (kısalığı zaten daha fazlasına el vermez). Bu dışlayan kurallar tahminimce Amerika'da oluştu.Haiku'nun batıda bu kadar yaygınlaşmasını Daisetsu Suzuki'nin batıda eğittiği zen-öğretisi'nden ve bir edebi akım olan İmagismus'dan da (örneğin Ezra Pound, Amy Lovell, William Carlos Williams vs.) etkilenen Reginald Horace Blyth'e (19.. – 19.. ) borçluyuz. Elbette dört ciltlik Haiku Antolojisi'ne ('Haiku') kendi taslağına uyan haiku'lar seçti. Ezra Paund'un imagistik şiir hakkında 1910-1920 arasında yazmış olduğu poetika denemelerini okumalarımda öyle buyruklar buldum ki, bunlar bugün belirli haiku çevrelerinde tam anlamıyla haiku için öğretilenlerle örtüşüyor.

Bu kurallar tahminimce, batı şiirinden kesin bir şekilde sınırlandırılabilecek yeni bir ürün elde etmek için konuldu. Bir diğer sebep ise, Almanya'da örnek teşkil eden Japon şairlerin gelenekçi olmasıdır. Japon şiiri ile doğrudan uğraştığınızda -ki bugün artık büyük bir çeşitlilikle bunu yapabilirsiniz- bu buyruklar hakkında şüpheye düşersiniz. Japonya'da Masaoka Shiki'den sonra öğrencisi Kawahigashi Hekigoto'dan başlayarak gelenek dışında da çeşitli haiku stili bulabilirsiniz.

Evet, daha önce de işaret ettiğim gibi geleneksel haiku , haiku'nun değiştirilmesine karşı, güç ve dışlamayla oluşturulmuş modern bir icattır. Haiku'nun Japonya dışında hangi yola gittiği ve gideceği ve Japon haiku'su ile kıyaslanıp kıyaslanmayacağı ve hangi sınırlamaların geçerli olacağı, cevapsız sorulardır.

'Düşünce şiiri' kavramı, çağdaş edebiyat biliminde artık nerdeyse kullanılmayan bir kavramdır. Çünkü temelinde eskimiş bir bilinç ve dil taslağı olan, 'yaşanan şiir' ve 'düşünce şiiri' gibi savunulabilir olmayan bir bölünmeyi temelinde taşır.

Turgay Uçeren : Ülkemizde çağdaş Japon şiiri (gendai) ile ilgili neredeyse hiçbir çeviri eser yok. Bizde sadece Coşkun Yerli tarafından Bashô'nun 'Kuzeye Giden İnce Yol'u ve Oruç Aruoba tarafından Bashô'nun haiku'ları çevrilip yayınlandı. Siz çağdaş Japon şiirini (gendai) tanıyor musunuz ve Japon şairlerinin poetik pozisyonları nelerdir? Haiku yazarlarının sadece geleneksel haiku okuyarak yanlış yollar katedebileceklerinin tehlikeli olduğunu düşünüyor musunuz?


Udo Wenzel: En azından geleneksel haiku okusalar ! Ama okumak ne demek? Biz zaten orijanal değil çeviri okuyoruz. Sıkça çok şey kayboluyor. Bu şiirlerin bir çoğunu da bugün anlayamıyoruz veya zamanında anlaşıldığından başka bir şekilde anlıyoruz. Tarihsel ve kültürel ilişkisi önemli bir rol oynar ve iyi yorumlanmamış eserlerle bu sanat formunu anlayamayız ve hep yeniden yanlış anlamalara yenik düşeriz. Çağdaş Japon şiirini (gendai) biraz tanıyorum, ama Japonca bilmediğim için sadece İngilizce çevirilerinden. Almanya'da da çeviriler yok, yayınevleri 'saygın' güya geleneksel Japon şiirinden yana. Aktüel olarak Haburger Haiku Verlag tarafından yayınlanan Takahama Kyoshi'nin torunu olan ve gelenek zengini haiku dergisi Hototogisu'nun yayıncısı Inahata Teiko'nun dedesinin haikularını yorumladığı çevirisi var. Fakat Inahata Teiko da Japonya'da halen iktidar olan geleneksel haiku'nun bir temsilcisi. Çağdaş Japon haiku'su ile ilgilenen Japonca veya en azından İngilizce bilmek zorunda. İngiliz dilinde Kumato'da yaşayan ve çalışan ve çağdaş haiku şairlerini tanıtan Amerikalı bir bilim adamı olan Richard Gilbert'in çalışmalarını önerebilirim; örneğin Hoshinaga Fumio. İnternette bulabilirsiniz. İnternet üzerinden çağdaş Japon şiirine ışık tutabilen Ban'ya Natsuishi'ye ait kitaplar edinebilirsiniz.


Burada keşfedilecek çok şey olduğunu düşünüyorum, fakat aklıma hemen şu soru da geliyor : "Bizler batıda ehil bir yorum olmaksızın Çağdaş Japon şiirini tamamen anlar mıyız?" Tahminime göre birçok modern haiku'da da metinler arası bağların ( geniş anlamda kültürel referanslar da) ve geleneğe göndermelerin önemli bir rol oynadığını düşünüyorum.


Turgay Uçeren : Batı dünyasındaki 'serbest biçem' patlamasının sebebi tam olarak nedir? Dönüştürülemeyecek kadar sıkı olan kuralların batı dillerine dönüştürülememesi mi (örneğin : kigo, kireji vs.) esas neden?
Batıdan çok meşhur ve aynı zamanda iyi haiku yazarları bu yönde açıklamalarda bulunuyorlar, birkaçını burada örnek vermek adına :


''5-7-5 İngilizce'de kulağa fazlaca kelimelerle dolu gelebilir, veya İngilizce'de çok fazla şey söyler. Ben haiku'nun bana kaç kelimeye ihtiyaç duyduğunu 'anlatmasını' tercih ederim''

(David Cobb)



'
' 5-7-5 İngilizce'de anlamlı değil. 17 hecenin İngilizce'de % 60 daha uzun bir konuşma süresi var'.'

(William J. Higginson)

Haiku'lar sadece bazen 17 heceye sahip, çünkü ben içeriğinden fire vermeksizin kısaltamıyorum.

(George Swede)

Ben kendim de artık 5-7-5 formunda yazmaya dikkat etmiyorum, çünkü geleneksel formda ne kadar iyi yazdığımı göstermek benim kaygım değil, bilakis kelimesiz ve kelimelerin üstünde (daha doğrusu dışında) bir dünya olduğunu göstermek, amacım bu alana, boşluğa işaret etmek. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?



Udo Wenzel: Hece şaması ve kuralları sizde Türkiye'de nasıl tartışılıyor bilmiyorum.Burada, Almanya'da uzunca bir süre hiç tartışılmadı ve ön koşul olarak kabul gördü. Serbest biçem şiirlerin giderek yaygınlaşması ve günümüz haiku'sunun daha iyi bir şekilde anlaşılmasıyla haiku camiasında pozisyonlar çok çabuk sertleşti. Serbest biçem haiku'nun yaygınlaşmasındaki başlıca sebep Amerikan haiku'su olsa gerek. Anglo Sakson ülkelerde hece sorusu artık bir tema olmaktan çıktı. Sebebi ise herhalde 5-7-5 Amerikan haiku'sunun içerik olarak tıka basa olma hissi uyandırması , haiku'nun kısalığı ve lakonik tabiatının kaybolmasıdır. Bu yüzden orada '3-5-3'ün uygun haiku formu olarak kabul görmesi konusunda uğraşlar oldu ve halâ var, fakat diğer bir yanda serbest biçem haiku için bir tercih gelişti. Bu başlık altında da son yıllarda inandırıcı haiku'lar çıktığı için illa başka bir dil kültürünün geleneğine yapışıp kalmanın da bir sebebi olamaz. Bu arada günlük Japon gazetesi Mainichi Daily bile yıllık haiku seçkilerinde 'serbest biçem' ve '5-7-5' diye yaptığı ayrımdan, 'serbest biçem' haiku'ların poetik kalitesinin ağırlıkta olmasından dolayı vazgeçti. Elbette 5-7-5 formunu reddeden sayılı Japon şairleri de var. Bugün bile Japonya'da en çok okunan haiku şairlerinden biri olan Santoka Taneda'yı hatırlatmak isterim.

Konunun, uluslararası münakaşaya da katılabilmek adına, bu ülkede de sakince avantaj ve dezavantajlarını, önyargılar olmaksızın tartışılması gerektiğini düşünüyorum.


'Serbest biçem' kavramı pek hoşuma gitmiyor. Sanki hece şeması tek formmuş gibi. Elbette 'serbest biçem şiir'de de başarısızlığınızda cezalandırılacağınız ve uymak zorunda olduğunuz dilin ve şiir sanatının iç mantığına, kurallar ve sınırlarına tabisiniz.

Japonca 'kigo' olan ve şu an tartışılan bir diğer önemli kural da 'mevsim sözü'nün gerekliliğidir. Mevsim sözleri ve 'mevsim sözleri' sözlükleri' (sajiki) Japonya'da oluşan kültürel bir geleneğin (kısmen muhalefete karşın zorla kabul ettirilmişlerdir) sonuçlarıdır. Bir kigo'nun kültürel referansı doğal olandan daha esastır. Bunun diğer dillere aktarımı kolay değildir. Bir de batıda gerçek görüntülere yönelmiş bir bakış açısı da tercih edilir. Almanya'da 'ay'ı mevsim olarak sonbaharla ilişkilendirecek bir tek kişi yoktur. Dolayısı ile 'ay' sonbahar 'mevsim sözü' olarak tanınır değildir. Bu kigo'nun görevi birkaç hece ile geniş bir çağrışım alanı oluşturmaktır. 'Tsuki' sözcüğünün anılması ile bilende hemen sonbaharı çağrıştırır. Ama biz örneğin son Kusamakura-Haiku Yarışması'nda birincilik kazanan haiku'yu ele alırsak :



Ay
Çekiyor kamyonumu
Yoldan aşağıya

Ay
Çekiyor kamyonumu
Yokuş aşağıya


Çeviri : Turgay Uçeren

the moon
tears my truck
down the street

Der Mond
zieht meinen Truck
die Straße hinab



kimin aklına sonbahar gelir? Bunun Japonya'da uzun zamanlar geleneksel olan 'sonbaharda ay seyri'yle hiçbir ilgisi yok.

İlginç bir şekilde 2004 yılında Japonya'da bu alanda bir devrim olarak nitelendirilen bir Sajiki çıktı. Bu dört ciltlik Saijiki'nin bir cildi, örnekleri ile kesin olmayan mevsim sözlerine ayrılmış. Bundan anlaşılacağı gibi Japonya'da da açık Kigo kültürüne doğru bir eğilim mevcut.

Burada batıda mevsim sözlerini dikkate almak anlamlı olabilir, fakat kesin referansları olan mevsim sözleri sözlüğü hazırlamak beyhude bir uğraş olur.

Haiku'larınızla işaret etmeye çalıştığınız boşluğa gelince ; bu sıralar içlerinde 'söylenemeyene dair' diye adlandırılabilecek bir şeyler hissettiğim, kelimelerden daha ziyade ara sesler ile bilinç altımıza hitap eden haiku'lara (ve genelde sanat eserlerine) hayranlık duyuyorum. Evet, şiir hemen çözülmek istemeyen sır içeriyorsa, tatlı bir hatıradan daha fazla ise, amaç ön planda değilse bir şeyler akıllarda kalabilir.

Turgay Uçeren : Sayın Wenzel, bu söyleşi isteğimizi kabul ettiğiniz için Türk okurları adına size teşekkür ederim ve Türk haiku yazarları için birkaç öneride bulunmanızı rica ediyorum.


Kaynak : www.uta-dergi.com


Udo Wenzel: Önerilerde bulunmak her zaman için problematiktir ki ben zaten kendimi bir eksper olarak görmüyorum, bilakis meraklı olan ve sorular soran biriyim. Bu yüzden dileklerimi dile getirmeyi terch ediyorum : Türk ve tüm diğer haiku okuyucularının haiku konusunda sabit ve donmuş taslaklara yapışmaktan kaçınmalarını ve bunun yerine haikuya dair kitaplarının çeşitliliğinden faydalanmalarını dilerim.Geçkin bir haiku anlayışının konservesini yapmamalarını ve birçok haiku kurallarını normativ olarak değil, optativ olarak anlamalarını dilerim.

Haiku'da fazla takılıp kalmamalarını, bilakis genelde sanat ve edebiyatla uğraşmalarını ve ortak noktaları bulmalaırını dilerim ki haikuya yanlışlıkla, bir çok noktada sahip olmadığı ve hak etmediği, özel bir rol biçmemelerini dilerim. Dilerim ki, ruhani bir boyuta çıkarıp kutsamaktan sakınsınlar.

Benim önerilerim; haiku üzerine yazılanlar hakkında kuşku duyunuz ve kuşku duymaktan çekinmeyiniz. Bu kuşku olmaksızın bu form hakkında kapsamlı bir anlayışa varamayız.
Haiku yazmaya gelince; Japon klişelerini tekrar üretmeyin, bilakis canlı bir edebiyat üretmeyi deneyin.
KAYNAK:
 

 

TÜRKİYE'NİN EN ÖZGÜN KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT PORTALI...
http://www.mavizaman.com      /   E-posta: mavi...@gmail.com
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---




--

Sefa Koyuncu

unread,
Dec 13, 2007, 6:01:49 PM12/13/07
to KE...@googlegroups.com
ÜÇÜNCÜ YENİ: ÖLÇÜLÜ ŞİİR, KURALLI NESİR ÜYESİ OL!

Türk dil ve kültürüne bağlı isen, nesri kurallı, şiiri ölçülü yaz!

TÜRKİYE'NİN EN ÖZGÜN KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT PORTALI...

http://www.mavizaman.com      /   E-posta: mavi...@gmail.com
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---




--

Sefa Koyuncu

unread,
Dec 13, 2007, 6:18:17 PM12/13/07
to KE...@googlegroups.com
Bahar hanım, uyarınız için çok teşekkür ederim. Elbette, benim bilgime göre de Göthe, Almanya'nın en büyük şâirlerindendir ve İslâmiyete saygısı da meşhurdur. Kur'ân-ı kerîm-i okuduğunda, "Eğer İslâmiyet bu ise hepimiz Müslümanız" sözü literatüre geçmiştir. Göthe'nin büyük şâir olduğunda bütün edebiyat âlemi hemfikirdir. 
Gelelim, içinde "Göthe şâir değildir" ifadesi bulunan yazıyı niçin yayınladığıma: İnternette araştırma yaparken, "Üçüncü Yeni: Ölçülü şiir-kurallı nesir" hareketimizin tezlerine destek veren önemli yazıları gruba atıyorum. Bunlar hem ilgilenen arkadaşların istifadesi hem de bir nevi arşiv içindir. İçlerinde aykırı ifade ve kelimeler bulunabilir. Yanyınladığım bu yazılarda beni asıl ilgilendiren "şiir ölçülü yazılır" tezimize verilen desteklerdir. 
Ancak, sizin tespitinizde olduğu gibi yazılarda kapital hatalara rastlanırsa, bu yanlışı düzeltmek için gruba bildirmek çok yerinde olur. 
Uyarınız için tekrar teşekkür ediyor ve tekrar ediyorum; Göthe buyük şâirdir; bunun aksini söyleyen Göthe'yi değil ancak kendini küçültür. 

Sefa Koyuncu
 
 
14.12.2007 tarihinde bahar mevlana <bahar....@gmail.com> yazmış:
Merhaba Sefa Bey,
 
Gruba gönderdiginiz "Cemal Safi ve  Siir anlayisi" baslilikli yazida "Göthe sair degildir" diye bir ifade var. Göthe sair degildir dersek, cok büyük bir haksizlik yapmis oluruz. Bendeniz onun bütün siirlerini okumadim. Ama simdiye kadar karsima cikan, okudugum siirlerde hep bir ahenk ve kafiye oldugu dikkatimi cekmistir. Asagida mesela capraz kafiye ile yazdigi bir siirini örnek olarak veriyorum. Belki almanca bilmiyorsunuz ama, ne kadar güzel kafiyeli bir siir yazdigini fark edebilirsiniz. Daha bunun gibi Göthe'nin pek cok ölcülü, kafiyeli siiri var... 
 
Selige Sehnsucht
 
Sagt es niemand, nur den Weisen,
Weil die Menge gleich verhöhnet,
Das Lebend'ge will ich preisen,
Das nach Flammentod sich sehnet.

In der Liebesnächte Kühlung,
Die dich zeugte, wo du zeugtest,
Ueberfällt die fremde Fühlung
Wenn die stille Kerze leuchtet.

Nicht mehr bleibest du umfangen
In der Finsterniß Beschattung,
Und dich reißet neu Verlangen
Auf zu höherer Begattung.

Keine Ferne macht dich schwierig,
Kommst geflogen und gebannt,
Und zuletzt, des Lichts begierig,
Bist du Schmetterling verbrannt,

Und so lang du das nicht hast,
Dieses: Stirb und Werde!
Bist du nur ein trüber Gast
Auf der dunklen Erde.

Johann Wolfgang von Goethe
 

ÜÇÜNCÜ YENİ: ÖLÇÜLÜ ŞİİR, KURALLI NESİR ÜYESİ OL!

Türk dil ve kültürüne bağlı isen, nesri kurallı, şiiri ölçülü yaz!

TÜRKİYE'NİN EN ÖZGÜN KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT PORTALI...

http://www.mavizaman.com      /   E-posta: mavi...@gmail.com
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---



--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~

ÜÇÜNCÜ YENİ: ÖLÇÜLÜ ŞİİR, KURALLI NESİR ÜYESİ OL!

Türk dil ve kültürüne bağlı isen, nesri kurallı, şiiri ölçülü yaz!

TÜRKİYE'NİN EN ÖZGÜN KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT PORTALI...

http://www.mavizaman.com      /   E-posta: mavi...@gmail.com
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---




--

Sefa Koyuncu

unread,
Dec 13, 2007, 6:18:17 PM12/13/07
to KE...@googlegroups.com
13.12.2007 tarihinde mavizaman < mavi...@gmail.com > yazmış:
ÜÇÜNCÜ YENİ: ÖLÇÜLÜ ŞİİR, KURALLI NESİR ÜYESİ OL!

Türk dil ve kültürüne bağlı isen, nesri kurallı, şiiri ölçülü yaz!

TÜRKİYE'NİN EN ÖZGÜN KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT PORTALI...

http://www.mavizaman.com      /   E-posta: mavi...@gmail.com
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---



--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~

ÜÇÜNCÜ YENİ: ÖLÇÜLÜ ŞİİR, KURALLI NESİR ÜYESİ OL!

Türk dil ve kültürüne bağlı isen, nesri kurallı, şiiri ölçülü yaz!

TÜRKİYE'NİN EN ÖZGÜN KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT PORTALI...

http://www.mavizaman.com      /   E-posta: mavi...@gmail.com
-~----------~----~----~----~------~----~------~--~---




--

Sefa Koyuncu

unread,
Dec 13, 2007, 6:40:47 PM12/13/07
to KE...@googlegroups.com
 
 
Bir gün ufuklarında alevlenen bu ümit
Kokusunu yitirmiş garip güle dönecek.
O ateşin bağrında yaktığı ince muhit,
Bir karanlık rüzgarın nefesiyle sönecek.

İçinde duyacaksın bu devasız gurbeti
Senin de dudağını çaresizlik yakacak.
Kalbime nakşettiğin o nadide hasreti
Kader elbet göğsüne bir gül gibi takacak.

Düşeceksin sessizce karanlığın koynuna,
O incecik ellerin göz yaşıyla dolacak.
Yalnızlıklar saracak kollarını boynuna,
Gözlerinin baharı sonsuz hazan olacak.

Mücrim gibi titretir bir inilti arkandan,
Başucunda bulursun hıçkırıyorken beni.
Anlarsın ki yürekten anlarsın böyle candan,
Benim kadar derinden kimse sevmemiş seni.
Cinar39

 
Eklenme tarihi
:
 29.06.2007 21:59:32
Gösterim
:
 235
Okuyan kişi
:
 169
Yorum
:
 8
Puan veren kişi sayısı
:
 4
[ Puan Verin ]
 

5,0 puan
Acaba Nedir: bir , gül , hazan , o

 
 Yorumlar ( toplam 8 yorum )
 
01 Temmuz 2007 Pazar 03:01:20
Kontrol etmedim ama ölçülü şiir yazıyorsunuz... Ölçüyü tutturmak da hayli zor bir iştir... Bu zor işi başardığınız için tebrik ediyorum sizi... Sevgiyle.
 
02 Temmuz 2007 Pazartesi 15:22:03
Geleneksel Türk şiirine güzel bir örnek teşkil eden, şarkı ya da türkü tadında güzel bir şiir okudum. Kaleminize sağlık hocam.CC
 
12 Temmuz 2007 Perşembe 16:30:13
Saygıdeğer Remzi hocam, çoğu zaman olduğu gibi yine gerçek anlamda bir şaire "yüreğine, kalemine sağlık" diyebilmenin hazzını yaşıyorum, haddim olmasa da yürekten tebrikler.
Bu arada bir cürette bir itirafta bulunayım mı? Bu şiir başkasının olsa şu beyite dikkat çekerdim.
"Anlarsın ki yürekten anlarsın böyle candan,
Benim kadar yürekten kimse sevmemiş seni."
Ve "burda iki yürekten biri sırıtıyor, çok mu mutlu nedir" derim ama sana bir şey diyemiyorum:) Fakat yarın gece radyoda konuk olduğum süre içinde bu şiirini müsadenle ve zevkle okuyağım, hem de kendi şiirim gibi, yani söz konusu beyite bir neşter vurarak:) umarım bu sıkıntı yaratmaz.Saygı ve sevgilerimle hocam.

Tamam hocam vazgeçtim, okuyacağım kısmetse ama neşter falan yok, belki de sen yürekten anlayacağını kastetmiş ve bilerek kullanmışsındır.Neyse işte dolayısıyla da olsa paylaşmış olduk:)


bayşiir tarafından 7/12/2007 5:17:20 PM zamanında düzenlenmiştir.
 
13 Temmuz 2007 Cuma 01:37:19
Sevgili Muammer,

Dikkatine sevindim. Ben şiiri buraya aktarırken yanlışlık yapmışım. Anlaşılan, sonra da bir daha adam gibi kontrol etmemişim. Haklısın orada iki tane 'yürekten' yok. Şiirin aslı şöyle olacak:

"Anlarsın ki yürekten, anlarsın böyle candan;
Benim kadar derinden kimse sevmemiş seni".

Umarım bu notumu görmeden seslendirmezsin:))))
Saygı ve sevgiler...

cinar39 tarafından 7/13/2007 1:43:16 AM zamanında düzenlenmiştir.

cinar39 tarafından 7/13/2007 1:45:17 AM zamanında düzenlenmiştir.
 
14 Temmuz 2007 Cumartesi 21:26:25
Sayın bayım, bir arkadaşın tavsiyesiyle sizi keşfettim. Gerçekten bir şiir, daha doğrusu ölçülü şiir tutkunuyum. Gerçi arada daha çok tutuluyor diye serbest denemelerim olsa da başarılı olduğuma ben bile inanmıyorum. Sürekli iyi şiir bulma çabası içindeyim. Sanırım bir tane buldum. Arkadaşa teşekkür ederken sizin de yüreğinize sağlık diyorum. Saygı ve hürmetlerimle. Afet Kırat -Mersin
 
19 Temmuz 2007 Perşembe 08:34:26
şiirlerimi düzenleme konusunda verdiğiniz destek için sonsuz teşekkürler. saygılarımla.

afet kırat tarafından 7/19/2007 7:08:25 PM zamanında düzenlenmiştir.
 
02 Ağustos 2007 Perşembe 15:43:48
Gönlünüze sağlık çok güzel bir şir okudum sayenizde.Kelimeler özenle seçilmiş ve itina ile yerleştirilmiş.Kaleminiz daim olsun hocam..

KAYNAK:

http://www.edebiyatdefteri.com/siir/35662/anlarsin.html

 

 
02 Ekim 2007 Salı 22:07:21

Sefa Koyuncu

unread,
Dec 14, 2007, 6:34:00 AM12/14/07
to KE...@googlegroups.com
 
Şiir Nedir ?
 

Şiir (ar. si'r, fr. poésie, ing. poem), en eski edebiyat türüdür. Değişik sanat anlayışlarına bağlı olarak çeşitli tanımları yapılmış, şiirin tanımlanamayacağı da öne sürülmüştür. Yine de genelde, şiirin ritime ve imgeye dayanan, kendine özgü dili ve söyleyiş özelliğiyle estetik etkilenmeler yaratıcı bir söz sanatı olduğunda birleşilmektedir.

Türkçede şiir karşılığı koşuk, yır, özün gibi sözcükler önerilmişse de hiç biri yaygınlaşamamıştır. Bugün koşuk, nazım karşılığı kullanılmaktadır. Ayrıca nazımla şiiri birbirine karıştırmamak gerekir. Birincisi yalnızca bir anlatım yoludur. Geçmişte şiirin uyak, ölçü, nazım biçimleri gibi biçimsel özelliklerden ayrı düşünülemeyişi şiirle nazmın eşanlamlı sayılmasına yol açmış, giderek şiir «mevzuu ve mukaffa (ölçülü ve uyaklı) bir söz sanatı» olarak tanımlanmıştır. Günümüzde bu anlayış aşılmıştır. Nitekim şiirin doğuşunu, sanat olarak gelişimini açıklamaya çalışan aşağıdaki özet, bir bakıma şiirin ne olduğu konusunu da aydınlatmaktadır:
«İnsan, doğayı deneti altına almak için kullanmaya başladı araçlarını. Bunu başarmaya uğraşırken, doğanın, insan iradesinin dışında, kendi yasalarına göre yönetildiğini anladı... zamanla doğadaki yasaların nesnel gerekliliğini tanıyarak onları kendi amaçları uğrunda kullanma gücünü elde etti. Bu yasaların kölesi olmaktan kurtulup onlara hükmetmeyi başardı, öte yandan doğal yasaların nesnel gerekliliğini anlıyamadığı sürece, çevresindeki dünyayı kendi isteğine kalmış bir hareketle değiştirebileceğini sandı. Büyünün temeli budur. Büyüyü, gerçek tekniğin eksiklerini tamamlıyan, aldatıcı bir teknik olarak tanımlayabiliriz... Üretim çalışmaları topluca iken bir ezginin eşliği olmadan iş yapılamıyordu. Böylece konuşma, asıl üretim tekniğinin bir parçası olarak ortaya çıktı... Vahşilerin bugün bile yaptıkları yansılama (mimetic) dansları, buna örnektir... Böylece bütün dillerde iki konuşma biçimi olduğunu görürüz: Biri, insanların birbirleriyle bildirişmelerine yarayan bildiğimiz günlük konuşma; öbürü de toplu olarak törenlerde kullanılan, daha yoğun, olağan dışı, ritimli ve büyüsel olan şiirsel konuşma.

Bu açıklamaya göre şiir dili, genel olarak ritim, müzik ve düş niteliğini daha çok koruduğu için konuşma dilinden daha ilkeldir... İlkel insanların konuşmaları ancak şiir için düşündüğümüz ölçüde ritimli, ezgisel ve olağan dışıdır. Günlük konuşma şiirsel olunca, sür de büyüseldir. Bildikleri şiir türküdür, türkü söyleyişleri ise her zaman gövdesel bir hareket eşliğindedir ve bir başka büyü görevini yerine getirir. Dış dünyayı taklit yoluyla etkileme, düşü gerçeğe uygulama amacını güder... Hemen bütün ilkel duaların; sesçil ve ritimli, eğretileme ve ses yineleme etmenleriyle zengin, garip titreşimler ve tekrarlardan yararlanan bir yapıda olduğu görülmektedir. Hepsinde gerçekleşmesini istediğin şeyin gerçekliğini öne sürerek onu gerçekleştirmiş olmak amacı vardır...
Böylece şiir, büyüden çıkmış olur...

Neden şairler olmıyacak şeyleri özlerler? Çünkü şiirin büyüden aldığı, başlıca görevi budur da ondan. Vahşiler yansılama danslarında insanüstü bir çabayla düşlerini gerçekçiliğe dönüştürmeye çalışırlar.. Şair de dünyaya karşı öznel tutumuyla aynı davranıştadır. Ritim, perde ve temposu belli aralıklarla düzenlenmiş sesler dizisi diye tanımlanabilir. Fizyolojik bir başlangıcı vardır; belki de yüreğin vuruşuna bağlanabilecek bir başlangıç...
İnsan, ritmi, araçların kullanılmasıyla geliştirir. . Bugün de yaşayan iş türkülerinin görevi, üretim işine ritimli, coşturucu bir nitelik katarak onu hızlandırmaktır.. Kültür tarihinin her döneminde, yeryüzünün her yanında iş türkülerine raslanır - Sadece makinelerin uğultusu bazı yerlerde bu türlü türküleri bastırmıştır -...
Zamanla türküler çalışma sürecinden ayrılarak boş zamanlarda, dinlenme saatlerinde uydurulmaya başlanmıştır.. Çalışma sürecinden kopunca heyamolaların değişmez öğesi genişlemeye başlayarak «ballad» dörtlüğü doğar. Ballad biçiminde dörtlük bir müzik cümlesi, beyit bir müzik cümleciği, dize de bir müzik birimi olur. Çünkü başlangıçta bir dans biçimiymiş ballad.. özetlersek; dans, müzik ve şiir dediğimiz üç sanat, bir tek sanat olarak başlamıştır...
 

Bizim anladığımız anlamdaki şiirin gerçekleşmesi için atılan ilk adım dansın bir yana bırakılmasıydı. Böylece türkü ortaya çıktı. Türküde şiir müziğin özü, müzik de şiirin biçimidir.
Daha sonra bu ikisi de birbirinden ayrıldı. Şiir türküden aldığı biçimi kendi mantığının özüne göre yalınlaştırarak korudu, ritim yapısı şiirin biçimi oldu. Şiir, ritim düzenine bağlı olmaksızın, kendi iç bütünlüğü olan bir hikâye anlatır. Böylece, daha sonraları şiirden düzyazı ile yazılmış hikâyeler ve romanlar doğmuş oldu.»
 
Didaktik Şiir
 
Didaktik (fr. didaktique, os. talimî), öğretici demektir. Amacı bilgi vermek olan edebiyat ürünleri bu sözcükle nitelenir. «Tâlimi Edebiyat», «Öğretici Edebiyat» da aynı anlamdadır. Başlangıçta bu bölümleme yalnız şiir için söz konusuydu. Edebiyat türü olarak yalnız şiir vardı. Dualar, dinsel amaçlı metinler kolay akılda tutulabilmesi için şiir biçiminde yazılıyordu. Türklerin gelişimi sonucu didaktik terimi tiyatro, öykü, roman için de kullanılmıştır. Dinsel şiirlerin yanısıra Aisopos'un hayvan öykülerini (fabl) de didaktik yapıtların ilk ürünleri arasında sayabiliriz.
 
Türk edebiyatında didaktik yapıtların ilk örnekleri olarak Turfan kazılarında bulunan Uygur metinlerini gösterebiliriz. Eski şaman duaları da bu türe sokulabilir. Nitekim elimizdeki Uygur metinlerinin çoğu da dinsel nitelik taşımaktadır. Reşit Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri adlı yapıtında ele geçen metinleri «Mani, Burkan ve islam» çevrelerinde yazılanlar olarak üç bölümde toplamaktadır. Şiirlerin amacı yeni kabullenilen dinlerin ilkelerini öğretmektir. Bir bölüğü ise doğrudan doğruya duadır. Daha sonra Yusuf Has Hacip Kutadgu Bilig, Edip Ahmet Atebetü'l-Hakayık'la türün en iyi örneklerini verirler. Orta Asya döneminde Ahmet Yaseyi Hikmet'leri de didaktik yapıtlar arasına girer.
 
Türk edebiyatının Anadolu'daki gelişimi başlangıçta didaktik bir nitelik taşır. Özellikle Anadolu'ya gelen derviş'ler Tasavvufla beslenen ve kimi tarikatların ilkelerini yaymayı amaçlayan bir şiirin gelişmesine yol açarlar. XIII. yüzyıl Anadolusunda yazılmış yapıtların hemen hepsi öğretici niteliktedir. Bunlar arasında en ünlü örnek olarak Mevlana'nın yapıtları gösterilebilir. Ama Farsça oluşları öğreticilikte güdülen amacın gerçekleşmesini önler. Sonradan yapıtlarının birçok çevirisinin yapılması, şerh edilmesi de bu niteliğinden ötürüdür. Eskilerin deyimiyle talimî bir nitelik taşıyan Mesnevi'si başlıbaşına ders olarak, günümüzde lisans öğretimi dediğimiz biçimde okutulmuştur.
 
Bu dönemde Türkçe yazılmış yapıtların başlıcaları olarak da Ahmet Fakih'in Çarhnâme'si , Aşık Paşa'nın Garipnâme'si, Yunus Emre'nin kimi şiirleri, Gülsehrî'nin Mantıku't-Tayr'ı sayılabilir.
Osmanlı dönemi Türk edebiyatında dinsel ve tasavvufî amaçlarla yazılmış yapıtların didaktik bir nitelik taşıdıklarını söylemek yanlış olmaz. Ahmediyye, Muhammediyye gibi yapıtlar, Kabusname benzeri ahlak kitapları, Nabi'nin Hayriyye'si öğretici bir amaca dayanırlar.
 
Tanzimat'tan sonra ise öğreticiliğin alanı büsbütün genişler. Edebiyatın toplumu, insanları eğitmek için bir araç olduğu düşüncesi yazarları, sanatçıları bu yolda ürün vermeye iter. İlk çeviri roman olan Telemak bile öğretici niteliğinden dolayı Türk okuruna sunulur. Edebiyat-ı Cedide ise bu anlayışa tepki olarak doğar.
Günümüzde edebiyat yapıtının öğretici olup olmaması sorunu tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. Ancak çocuklar için yazılan yapıtlarda sanat kaygusunun yanısıra öğreticilik de gözetilmektedir.
 
«Şayet» isimli didaktik bir şiir örneği:
 
Ömrünü vakfettiğin işin mahvolduğunu
Görüp de hiç yılmadan işe baştan başlarsan
Yüz oyunluk kazancı bir oyunda kaybedip
İstifini bozmadan metanetle başlarsan

Aşka esir olmadan âşık olup da eğer
Her zaman hem kuvvetli hem de müşfik olursan
Sana kin güdenlere vermeden hiçbir değer
Kin gütmeden kimseye sen kendini korursan

Safdilleri kandırıp kurmak için bir tuzak
Sarfettiğin sözlerin hainlerin ağzından
Bambaşka bir şekilde tekrarını duyarak
Omuz silkip geçersen üzerinde durmadan

Hiçbir zaman şüpheci ve yıkıcı olmadan
İnceler ve öğrenir, düşünür ve anlarsan
Kontrolü hiçbir zaman elinden bırakmadan
Bir mütefekkir gibi hülyalara dalarsan

Bütün kabahatleri sana yükleyerekten
Bir faniye kapılıp herkes telâş ederken
Kendine hâkim olup soğukkanlılıkla sen
İtidalini eğer muhafaza edersen

Milleti unutmadan krallarla gezersen
Halkla temas edersen vakarını bozmadan
Kayırmadan birini dostlarını seversen
İncitmezse seni ne bir dost ne bir düşman

Bir felâketten sonra zaferle karşılaşıp
Bu iki hilekâra fazla kıymet vermeden
Bozmadan istifini hep aynı gözle bakıp
Tebessümle karşılar şayet gülüp geçersen

Ecelle vâki olan nihaî buluşmayı
Ayıran son dakkayı koşarak bitirirsen
Ab-ı hayatla dolu ömür denen kupayı
Sevinçle ve kedersiz tüketip yitirirsen

Talihi ve zaferi, şahları, ilâhları
Sadık köleler gibi hep yanında bulursun
Fakat hepsinden mühim olanı şu ki... Oğlum
Sen o zaman hakikî, tam bir insan olursun.
 
Rudyard KIPLING
 
Dramatik Şiir
 
Dramatik Şiir, acıklı ya da korkunç bir konuyu anlatan şiir; insanın gözünün önünde tiyatro gibi konuyu canlandırabilen şiir; opera için yazılan manzum dramlardaki şiir. Batı edebiyatında Corneille, Racine, Shakespeare; bizim edebiyatta Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan, Faruk Nafiz Çamlıbel dramatik şiirin en güzel örneklerini verirler.
 
«Eşber» den bir parça:
 
Halketsem esirlerle leşker,
Mahveylesem ordularla asker,
Olsa bana hep mülûk çâker;
Cinsince o iktidar münker,
Fevkimde uçar tuyûr-u kemter!

Âvâze-i dehr iken tanînim,
Gördüm ana değmiyor enînim;
Milletlere karşı âhenînim;
Bir âfete karşı nazenînim.
Afetse de ey ilâh göster!

Bilmem bana ân mı, şân mı lâzım?
Gülbün mü ya kehkeşân mı lâzım?
Âguuş-u vefâ-nişân mı lâzım?
Bir pençe-i hun-feşân mı lâzım?
Canan mı güzel, cihan mı hoş-ter?

Abdülhak Hâmit TARHAN
 
Epik Şiir
 
Epik kelimesi Yunanca kelime, konuşma, hikâye, şarkı, kahramanlık şiiri mânasına gelen epos kelimesinden türemiştir. Batı edebiyatında başlıca örnek olarak İlyada ve Odise kabul edilir. Vergilius'in Aeneid adlı eseri Homeros'in tam bir taklididir. Batı ortaçağında Ver-gilius tesiri Homeros geleneğini canlı tutmuştur. Fakat ortaçağ yazarları klasik modellerin dışında epik eserler de vücuda getirmişlerdir. Beowulf, Roland'ın şarkısı. Daha sonra yazılan bu nevi eserlerde (meselâ Cameons'un Luziat, Tasso'nun Kurtarılmış Kudüs, Milton'un Kaybolmuş cennet) bu gelenek devam ettirilmiştir.
Epiğin çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bunların hepsinde ortak olan noktalar şunlardır: Epik yahut destan manzum olarak yazılan uzun bir hikâyeye dayanır. Epik şiirin başka bir özelliği günlük hayatı aşmasıdır. Alelade teferruat, hayatın parçasını teşkil ettiği derecede önem ve değer kazanır. Bununla beraber aslî kahraman düz bir ovada tek bir dağ gibi yükselmez. Kendi çapında arkadaşları, düşmanları vardır. Destan için tabiî yahut uygun olan çevre genellikle büyük hadiselerin cereyan ettiği bir yer veya devir olarak düşünülür: O çağlarda, o günlerde devler varmış. Yakın çağ bir epik için nadiren elverişli bir konu olur. Camoens'in muasırı Tasso kendi epiğini Haçlılar devrine yerleştirir. Roland destanının yazarı ise Şarlman devrini esas alır. Epik şairler hemen daima efsaneyi tarihin bir dalı olarak kabul etmişlerdir. Genellikle zaman ve mekânda uzaklık epik şiirin bariz bir alâmeti olur. Bu uzaklık epik eserin malzemesinin serbest bir şekilde işlenmesini mümkün kılar. Roland şarkısında basit bir mübareze, eserin mâna dolu merkezi haline gelir. Epikle ilgili nazariyede tabiatüstü varlıkların müdahelesine büyük yer verilir. Bunun sebebi Homeros ve Vergilius'in eserlerinde ilâhların büyük yer işgal etmesidir. Tabiatüstü varlıklar adeta destanın vazgeçilemez öğeleri telakki edildiği için Camoens bile XV. yüzyıla ait olan epik eserinde klasik ilâhlara büyük yer verir. Epik azametin zirvesine yükseldiği Kaybolmuş cennet'te Âdem ile Havva hariç bütün karakterler tabiatüstü varlıklardır. Malzemeyi işleyişte şairin hürriyeti sınırlıdır, zira dinleyicisi hikâyeyi bilmektedir ve esasa ait değişikliklere karşı koyacaktır. Epik, geleneklik hikâyeciliğin gelişmiş şeklidir; gelişmesi boyunca, kahramanlar ve işleri, insanlar arasındaki şöhretlerini yüceltme gayesiyle seçilmiştir. İcat, gerilimin kaydırılması, süsleme, teferruattaki değişmelerle sınırlandırılmıştır. Şairin gücü, yeni bir hikâye meydana getirmeğe değil, meşhur bir hikâyeden bir epik çıkarmağa hasredilmiştir.
Epik şekil ayrıca son derece geleneklikdir; basmakalıp özellikleri bol bol kullanır.
Epik adı bazan yukarda anlatılan şiirlere de verilmiştir. Dante'nin. îlâhî komedi'sine epik denmiştir. Bu şiirin kahramanı yoktur. Aslî karakteri birinci şahıs olarak konuşan şairin kendisidir. Ayrıca hikâyeyi teşkil eden şairin seyahati, öldükten sonra gideceğimiz dünyanın anlatılmasıdır. Seyahatin epik münasebetleri vardır. Kahramanın cehenneme inişine dair olan epik oyuna dayanır ki Dante bunu kendine aktarmış ve Araf ile cennete nakletmiştir. Böylece epik geleneğin bir episodik özelliği bütün bir şiir olmuştur. İlâhî komedi'nin ölçüsü, üslubu ve ağırlığı, yazarların onu epik diye adlandırmalarına sebep olmuştur. Bazı uzun didaktik şiirler de (Hesiod'un Works and days); hatta kahramanlık ölçülerindeki mensur eserler de epiğe uygunlukları dolayısıyla epik diye adlandırılmışlardır.
Sözlü destan ile yazılı destanlar arasındaki fark belirtilmemiştir. Birinciler anonimdir ve anlaşıldığına göre sadece eğlendirme maksadı güderler, medeniyetin ilk safhalarını aksettirirler (İliad, Aeneid). Yapı olarak, epik, yeknesak mısralarla verilir. Deyimler, değişmeyen sıfatlar dolambaçlı söz ve tabirler tekrarlanan formüller bakımından zengindir; konuşmaya geniş yer verilir. Aksiyon kısa bir süreyi içine alır, diğer yıllar hikâye edilir (Odysseia'nın Phaeacian sarayında anlattığı gibi) veya aksiyon, birkaç mısrada tamamlanan fasılalarla birkaç sahnede yoğunlaştırılır. İlyada 49 günü içine alır, 21 i birinci kitaptadır. Beowulf'un birinci bölümü beş gündür; ikinci bölümün büyük kısmı bir günde geçer. İlyada'da teşbihler çoğunlukla mütevazi hayattan alınmışsa da aslî temler prenslerin ve arkadaşlarının savaş sahalarındaki ve saraylardaki (ki buralarda ziyafet, çalgı ve içki çoktur) maceraları, kahramanlıkları ve ıstıraplarıdır. Harp, genellikle epik hayat tarzının merkezidir.
Avrupa dışı epikler de aynı özellikleri gösterir. M.Ö. III. yüzyıl sonlarına doğru Akad epiği Gılgamış ortaya çıkmıştır ki 3000 mısraı bize intikal etmiştir. Az sonra Enuma Elish (ilk kelimelerine göre adlandırılmıştır) çıkar, onun da hemen hemen bin mısraı mevcuttur. Daha önceki Sümer epik hikâyeleri de kahraman Gılgamış'ın yeraltı dünyasına seyahatini, tanrılar ve kahramanlarla savaşlarına dair hikâyeleri anlatır.
Daha sonraları M.Ö. 500 de iki büyük Hint epiği gelir. Efsanevî Vyasa'ya atfedilen Hindistan'ın millî epiği Mâhâbârata çeşitli şairler tarafından yapılan ilâvelerle Odysseia'nin ve İliad'ın 8 misline yükselmiştir. Tanrılara (bilhassa Krishne) dair hikâyelerinde ve Barata kral ailesi hikâyelerinden, klasik Hint dramı konuları çıkar, hikâyeler hâlâ Hint köylerinde söylenir ve birçoğu filme alınmaktadır. Şair Valmiki'nin Ramayana'sı da aynı derecede meşhurdur. Eserde sürgündeki kral Rama doğu şeytanlarını yener. Bu hikâyelerin altında, bazı âlimler güneye doğru Aryan istilâsının ve tarımlaşmanın başlangıcına dair Hint mitinin izini bulurlar. Puranas, daha küçük Sanskrit epikleridir ki, Vishnu'nun on defa canlanışını kâinatın yaratılışı; Tanrıların soyunu ve kral ailelerinin tarihlerini anlatır. Mit, efsane ve tarihin karışması ve ufak olayları kahramanlık ölçülerine yükseltmeleriyle, Doğu epiği de şahsî romans ve kahramanları, Tanrıların savaşı, mitlerin ve dinin yaratılışı veya daha öğretici maksatlarla - Batı dünyasındakilere benzer. Türk edebiyatında Oğuz Kağan destanı'ndan başlayarak, Türk kahramanlarının veya göç maceralarının hikâyelerini anlatan destanlar vardır. İslâmi devreye girdikten sonra epik şiirin en mükemmel örneği Mevlid'dir. Geniş mânada epik şiir tarifine dayanarak hikâyeye dayalı mesnevîlerin birçoğunu epik şiir olarak nitelemek mümkündür. 1947 de modern devrin şiiri epik olmalıdır görüşünün savunucusu olan Ahmet Kutsi Tecer'in bu görüşüne A.H. Tanpınar katılmaz. Zira ona göre bugünün destanı romandır.
 
Son devir şairlerinden bir kısmı da şiirlerine destan adını vererek onları kendiliklerinden epik şiire dahil ederlerse de henüz Türkiye'de bu konuyu derinlemesine inceleyen bir araştırma yapılmamıştır.
Yahya Kemal'in Selimnâme'si epik şiirin bir örneği sayılabilir. Çok kısa olduğu halde, muhtevası ve tekniği itibariyle Tanpınar, Yahya Kemal'in istanbul'u fetheden yeniçeriye gazel'ini «Türk epik şiirinin incisi» olarak niteler ve epik şiiri yukarda anlatılandan daha farklı bir şekilde yorumlar.
«İstanbul'u Fetheden Yeniçeri» için gazel tarzında bir epik şiir örneği:

Vazifesini tam yerine getirmemiş olanın vicdan yarasına ne mazaretin devası ne ilacın şifası deva getirmiş.. Mevlana

GAZEL

Vur pençe-i Ali'deki şemşîr aşkına
Gülbangi asmam tutan pîr aşkına

Ey leşker-i müfettih-ül-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zâmin o tebşir aşkına

Vur deyr-î küfrün üstüne rekz-i hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-i cihangir aşkına

Düşsün çelengi Rûm'un, eğilsin ser-i Firenk
Vur Türk'ü gönderen yed-i takdir aşkına

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücum içindeki Tekbir aşkına

Yahya KEMAL

Lirik Şiir

Lirik (yun. lyrikos, f. lyrique), duyguların coşkun bir dille anlatıldığı şiirlerin genel adıdır. Bireysel duyguların içten geldiği gibi, coşkulu, etkili bir dille anlatılmasına da lirizm denir. Sıfat olarak «esin dolu, coşkun, içli bir dili bulunan» anlamlarında kullanılan lirik sözü, bu niteliği taşıyan düzyazı ürünleri de niteler. Aynı genellik lirizm için de söz konusudur. «Eski Yunan edebiyatında ozanlar şiirlerini lyra (fr. lyre: lir) denen telli bir sazla söyledikleri için, bu türlü şiirlere lirik denmiştir. Türk edebiyatında da âşık, ya da saz şairi adı verilen halk ozanları şiirlerini hâlâ sazla söylemektedirler. Lirik şiirde toplumsal mutluluk ya da felâketlerden duyulan sevinç ya da acı gibi ortak duygular; ya da aşk, ayrılık, özlem, ölüm acısı, vb. gibi bireysel duygular anlatılır. Lirik şiir dünya edebiyatında en çok işlenen ve sevilen şiir türüdür. Batı edebiyatında Rönesans devri ozanlarının (Petrarca, Ronsard, vb.); daha sonra da, ilke olarak içe dönüklüğü benimseyen romantik ozanların (Lamartine, Hugo, Musset, vb.) duygusal ve öznel bir nitelik gösteren şiirleri bu türün başarılı örnekleridir. Lirik şiir, Türk edebiyatında da en çok kullanılan şiir türlerinden biri olmuş; Divan edebiyatında (Fuzuli, Nedim, vb.), Halk tasavvuf edebiyatında (Yunus Emre, vb.), din-dışı Halk edebiyatında (Karacaoğlan, vb.) ve yeni edebiyatta (Yahya Kemal, vb.) bu alanda büyük ozanlar yetişmiştir. (Cevdet Kudret). Divan şiirimizden lirizme örnek:
GAZEL

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı ahımdan muradım şem'i yanmaz mı

Kamu bîmarına canan devayı dert eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı

Şebi hicran yanar canım döker kan çeşmi giryanım
Uyanır halkı efganım kara bahtım uyanmaz mı

Güli ruhsanına karşu gözümden kanlu akar su
Habibim faslı güldür bu akar sular bulanmaz mı

Değildim ben sana mail sen ettin aklımı zail
Bana ta'neyliyen gafil seni görgeç utanmaz mı

Fuzulî rindi şeydadır hemişe halka rüsvadır
Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı
 
FUZULÎ
 
Pastoral Şiir
 
Pastoral (fr. Pastorale); kır, çoban hayatını, çıplak tabiat güzelliklerini tanıtıp sevdirmek gayesini taşıyan edebî eserlere denir. Şiir roman, hikâye, tiyatro, mektup, makale, seyahat; fıkra; hayrat; sohbet gibi edebî türlerin hepsi pastoral bir görüşle yazılabilir. Batıda, pastoral şiirlerden doğrudan doğruya tabiat manzaralarını canlandıran idil; karşılıklı konuşma tarzında yazılan pastoral manzumelere eglog denilir. Yunan edebiyatından Theokritos ( M.Ö. III. yüzyıl), Lâtin edebiyatından Vergilius (MÖ. 70 - 19) en büyük pastoral şiir örneklerini veren şairlerdir.
Çeşit çeşit çiçek takmış döşüne,
Çekilir göçleri peşin peşine
Çıkabilsem şu yaylanın başına,
Kuzulu kurbanlı şişeli dağlar.

Erimiş karları, çekilmiş duman,
Açılmış çiçekler, yürümüş çimen,
Hayali kafamda yaşar her zaman,
Başı oylum oylum meşeli dağlar.

Yüce dağlar birbirine göz eder,
Rüzgâr ile mektuplaşır, naz eder,
Gâhi duman burur, gâhi yaz eder,
Dereli, tepeli, köşeli dağlar.
Âşık VEYSEL
 
Şiir Üzerine
 
...Şiir, nesirden bambaşka bir kimliktedir. Musikiden başka türlü bir musikidir, diyeceğim. Şiirde «nefes» ve «ses» iki temel öğedir. Dizenin ayakları yerden kopmazsa ve uçmazsa, ya da ister en hafif perdeden olsun, ister israfil'in sûru (borusu) kadar gür olsun, kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir.
...Şiir duygusunu dil haline getirinceye kadar yuğurmak, onu çok toplu bir madde haline sokmak, o kadar ki, dize güya duygunun ta kendisi imiş gibi okuyucuda içten bir sanı uyandırmak, işte bunu özlüyorum.
Yahya Kemal BEYATLI, Yedigün, c. V, 1935, no. 122

Şiir, sözcüklerle güzel biçimler kurmak sanatıdır, başka bir şey değildir. Ama sözcük nedir? Bir anlamı, bir çağrışımı, bir gölgesi, hattâ bir rengi ve tadı olan nesnedir. Sözcük Insanoğlundan haber verir. Sözcük boş bir kalıp değil ki. Ozanın duyguları, düşünceleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, kişiliği, her şeysi şiirde belli olur. Şu var ki, sözcükleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek gerek. Hangi sözcük hangi sözcükle yanyana geldiğinde nasıl bir ışık ortaya çıkar? Bunu bilmek gerek. Mallarmé'nin «şiir, sözcükler dinidir» demesi bundandır. Şiir, böylece hüner ve marifet işi oluyor. Öyledir de. Ata binmek, ok atmak, elbise dikmek, kundura yapmak hattâ boyamak ne ise, şiir de odur; yani ustalık ve uzmanlık işi. En zengin malzeme kötü bir ozanın elinde berbat olup gider, tıpkı çok iyi bir İngiliz kumaşının kötü bir terzi elinde çarçur olup gitmesi gibi. Sanat, terzilikte olduğu gibi, makas sorunudur. Makasdar olmak gerek.
Cahit Sıtkı TARANCI
 
Şiir ve İnşa
Şiirin genel tarifi «vezinli söz» dür... Hattâ kafiye usulü sonraki milletler arasında sonradan meydana gelmiştir. Eski Yunanlı'lar yalnız vezne riayetle, kafiyeye lüzum görmezlerdi.
Şiir her kavimde tabiîdir. Yeryüzüne ne kadar milletler ve kavimler gelmişse, hepsinin kendilerine mahsus şiirleri vardır. Osmanlı'ların şiiri acaba nedir? Necati ve Baki ve Nef'i divanlarında gördüğümüz kasideler ve gazeller ve kıtalar ve mesneviler midir? Yoksa Hoca ve Itrî gibi musikicilerin besteledikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır?
Hayır, bunların hiçbiri Osmanlı şiiri değildir. Çünki görülür ki, bu nazımlarda Osmanlı şairleri iran şairlerini ve iranlılar da Arapları taklit ile melez bir şey yapılmıştır. Ve bu taklit yalnız nazım üslûbuna değil, belki düşüncelere ve mânalarda Arap ve Acem'i elden geldiği kadar taklide çalışmayı bilimden saymışlar ve acaba bizim mensup olduğumuz milletin bir dili ve şiiri var mıdır ve bunu islâh kabil midir? Hiç burasını düşünmemişlerdir.
Nesir yolunda da hal tamamıyle böyle olmuştur. Feridun'un Münşeât'ın, Vevsî ve Nergisî'nin eserleri ve başka beğenilmiş nesirler ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz. Ve bir iş anlatırken «bedî» ve «beyan» fenleri karıştırılarak, söz ve yazı hüneri göstermek için öyle karışık ve zincirleme isim tamlamalı cümleler yazmışlar ki, Kamus ve Ferheng beraber olmadıkça ve bir adam «maânî» fenninde ve Arap edebiyatında üstün bilgisi olduktan sonra, sanki bir ders okur gibi birçok zamanlar zihin yormadıkça çıkarmağa gücü yetmez.
...Garibi şurası ki, böyle anlaşılmayacak cümle yazabilmek iyi yazı yazmak sayılıyor.
...Gerçi şiir ve nesrin bu hale girmesi bu devrin yapması değildir. Acem'ler islâmlığı kabulden sonra şeriat bilimlerin! öğrenmek için Arap dilini öğrenmeğe düştükleri sırada kendi dillerinin şiir ve nesrinde dahi onu taklit ettikleri gibi, biz de Osmanlı devletinin kuruluşunun ilk zamanlarında iran bilginlerini getirmeğe muhtaç olduğumuzdan, onların eğitimi üzere kendi dilimizi bırakıp Acem şivesini taklit yanlışlığına düşmüşüzdür ki, Osmanlı ülkesi bilginlerinin bu hususta ettikleri ihmal ve kusur affolunmaz bir hatâdır. Çünkü insanoğlu arasında düşünce alış verişinin vasıtası dildir. Bir milletin dili yazılmış kurallar altında olmayıp da her eline kalem alan kimsenin keyfine uyar ve tabiî halinden çıkarsa, o millet arasında karşılıklı iş vasıtası bozulmuş demek olur.
Bugün resmen ilân olunan fermanlar ve emir-nâmeler halk önünde okutuldukta bir şey istifade ediliyor mu? Ya bu yazılar yalnız yazıda alışkanlığı olanlara mı mahsustur, yoksa okumamış halk tabakası devletin emrini anlamak için midir?
...Vah bize! Yazık bize! bu hale göre bizim millete tabiî hal üzere ne şiir ve ne de nesir var demek olur.
Hayır, bizim tabiî olan şiir ve nesrimiz taşra halkıyla istanbul ahalisinin okumamış kısmı arasında hâlâ durmaktadır. Bizim şiirimiz, hani şairlerin vezinsiz diye beğenmedikleri halk şarkıları ve taşralarda çöğür şairleri arasında deyiş ve üçleme ve kayabaşı denen nazımlardır. Ve bizim tabiî nesrimiz, Kaamûs müterciminin (Mütercim Asım Efendinin) ve sonradan Muhbir gazetesinin kullandığı yazı şivesidir.
Gerçi bu nazım ve bu yazı istenen derecede sanatlı ve gösterişli görünmezse de, Osmanlı ümmeti ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden, oldukları halde kalmışlar, büyümemişlerdir. Hele bir kere rağbet o yöne dönsün, az vakit içinde ne şairler, ne yazarlar yetişir ki akıllara hayret verir.
ZİYA PAŞA
 
Vazifesini tam yerine getirmemiş olanın vicdan yarasına ne mazaretin devası ne ilacın şifası deva getirmiş.. Mevlana
 
KAYNAK:
 
 
:

bahar mevlana

unread,
Dec 14, 2007, 8:57:56 AM12/14/07
to KE...@googlegroups.com
Merhaba Sefa Bey, size Göthe'nin "Selige Sehnsucht" baslikli siirini göndermistim. Asagida ise bu siirin Ahmet Cemal tercümesiyle türkcesini gönderiyorum. Ahmet Cemal cok usta bir cevirmen. Ama su da bir gercektir ki, cevirilerde cogu zaman orjinal siirdeki tat ve lezzet kismen kayboluyor. Cevirilerde kullanilan türkce kelimeler, misralarin kuruluşu cevirmenin tecrübesi, bilgisi ve zevkine bagli. Zaten bir siiri kelimesi kelimesine, ayni akicilikla baska bir dile cevirmek mümkün degil. O yüzden yabanci sairleri ve siirlerini degerlendirken, siirlerin orjinal halinide göz ardi etmemeliyiz. Size gönderdigim bu siirde Göthe cok güzel bir kafiye kullanmis, ama türkce tercümede bunu maalesef bu kadar kuvvetli bir sekilde hissedemiyoruz. Göthe meselâ bir misrada bir  kelime yazmis ama türkcesinde onu ifade edebilmek icin bir kac kelime yazilmak zorunda...  Yani demek istedigim, orjinallerinden habersiz sadece türkce cevirilere bakip yabanci sairleri degerlendirmeye kalkarsak yanlis önyargilar olusabilir...
 
Kutsanmış Özlem / Ahmet Cemal tercümesi ile Göthe'nin "Selige Sehnsuch" şiiri:
Kimselere söyleme, bilgelerin dışında,
Cünkü kalabalıklar hemen alay eder seninle,
Yaşamakta olandır benim övmek istediğim,
O da kıvranır alevlerin ortasında ölmenin özlemiyle.
 
Aşk gecelerinin serinliğinde
Seni yaratan ve senin yarattığın
Yabancı bir duyguya kapılırsın
Dilsiz mum titrediğinde
 
Artık sarılı kalmazsın
Karanlığın gölgelerine,
Ve yeni bir tutkuya kapılırsın
Atılmak icin daha yüce bir yaratma eylemine.
 
Hicbir uzaklığı zorlayıcı bulmazsın,
Uçarak gelirsin, kapılmışcasına cezbeye,
Ve en sonunda, özlemiyle ışığın,
Ey kelebek, yanıp kalırsın.
 
Ve sahip olamadığın sürece
Bu ölmekle yeniden dirilişe
Sadece kasvetli bir konuk sayılırsın
Karanlık yeryüzünde.

Sefa Koyuncu

unread,
Dec 14, 2007, 11:33:31 AM12/14/07
to KE...@googlegroups.com
Merhaba Bahar Hanım; şiirin Türkçesi için de teşekkür ederim. Şiirin Almancası'nda, sizin de belirttiğiniz gibi, Almanca bilmeyena bile kafiyeleri gâyet nek olarak görebiliyor. Göthe'nin şiiri şekil olarak da, bizim dörtlüklerle yazılan koşma tarzını andırıyor.
"Üçüncü Yeni: Ölçülü şiir-kurallı nesir hareketi", Türk şiirinde olduğu gibi, dünya şiirindeki ölçü ve ölçüsüzlük akımlarını yakından takip etme gayreti içindedir. Göthe'nin ölçülü, kafiyeli şiirleri konusunda bizi aydınlattığınız için tekrar teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.
 
Sefa Koyuncu 
 

 
Selige Sehnsucht
 
Sagt es niemand, nur den Weisen,
Weil die Menge gleich verhöhnet,
Das Lebend'ge will ich preisen,
Das nach Flammentod sich sehnet.

In der Liebesnächte Kühlung,
Die dich zeugte, wo du zeugtest,
Ueberfällt die fremde Fühlung
Wenn die stille Kerze leuchtet.

Nicht mehr bleibest du umfangen
In der Finsterniß Beschattung,
Und dich reißet neu Verlangen
Auf zu höherer Begattung.

Keine Ferne macht dich schwierig,
Kommst geflogen und gebannt,
Und zuletzt, des Lichts begierig,
Bist du Schmetterling verbrannt,

Und so lang du das nicht hast,
Dieses: Stirb und Werde!
Bist du nur ein trüber Gast
Auf der dunklen Erde.

Johann Wolfgang von Goethe

Kutsanmış Özlem / Ahmet Cemal tercümesi ile Göthe'nin "Selige Sehnsuch" şiiri:
 
Kimselere söyleme, bilgelerin dışında,
Cünkü kalabalıklar hemen alay eder seninle,
Yaşamakta olandır benim övmek istediğim,
O da kıvranır alevlerin ortasında ölmenin özlemiyle.
 
Aşk gecelerinin serinliğinde
Seni yaratan ve senin yarattığın
Yabancı bir duyguya kapılırsın
Dilsiz mum titrediğinde
 
Artık sarılı kalmazsın
Karanlığın gölgelerine,
Ve yeni bir tutkuya kapılırsın
Atılmak icin daha yüce bir yaratma eylemine.
 
Hicbir uzaklığı zorlayıcı bulmazsın,
Uçarak gelirsin, kapılmışcasına cezbeye,
Ve en sonunda, özlemiyle ışığın,
Ey kelebek, yanıp kalırsın.
 
Ve sahip olamadığın sürece
Bu ölmekle yeniden dirilişe
Sadece kasvetli bir konuk sayılırsın
Karanlık yeryüzünde.
 
 
Gönderen: Bahar Dileme

 
2007/12/14, bahar mevlana <bahar....@gmail.com>:

cevriye arısoy

unread,
Dec 15, 2007, 8:15:15 AM12/15/07
to KE...@googlegroups.com
                   Sevgili Bahar DİLEME arkadaşımızın
Alman şairi GOETHE ile ilgili yazısı doğrusu çok
güzel ve süper bir yazı. Bende bu yazıya bir ekleme
yapmak istiyorum.
        MEVLÂNA'mızı, Batıda ilk tanıyan ve de tanıtan
Avusturya'lı tarihçi J. Von HAMMER olmuştur.
OSMANLI  DEVLETİ  Tarihini yazan Hammer,
1818 yılında yayınladığı bir eserde  Mevlâna üzerinde
durmuş, MESNEVΠ ve DİVÂN-I KEBİR'den birçok
bölümleri Almancaya çevirmiştir. Hammer'in yaptığı
bu çevirirler, o  günedeğin  Hafız'ı çok iyi
tanıyan büyük Alman şairi GOETHE'nin dikkatini çekmiş
o da MEVLANÂ'dan etkilenerek mistik şiirlerini yazmıştır.
 
      Sağlıcakla efendim.
Cevriye ARISOY YAVUZ.
 
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages