ATATÜRK'ÜN TÜRK DİL KURUMU

327 views
Skip to first unread message

H62 ders BELGELİĞİ

unread,
Jul 24, 2008, 6:05:04 AM7/24/08
to ders BELGELİĞİ kapsama alanı
ATATÜRK'ÜN TÜRK DİL KURUMU
(12 Temmuz 1932- 17 Ağustos 1983)

MUSTAFA KEMAL VE TÜRKÇE

Osmanlı aydınları arasında, konuşma ve yazı dilleri arasındaki
kopukluğun giderilmesi, Osmanlıcanın yalınlaştırılması gerektiği
tartışmalarının yaygınlaştığı yıllarda öğrenimini sürdüren Mustafa
Kemal, daha askeri ortaokul öğrencisiyken bu sorunla yakından
ilgilenmeye başlamıştı. O yıllarda Selanik'te yayımlanmakta olan
Çocuklara Rehber adlı dergi, erkek ve kız çocukları bilgiyle donatmaya
ve onların güzel ahlaklı birey olmalarına yardım etmeye yönelmişti.
Bunun yanında "terkip"siz bir dil kullanmaya da özen gösteren dergide
Serezli Öğretmen Sadi, okul çocukları için yalın Türkçe ile yazılmış
örnekler veriyor, bununla güttüğü amacı şöyle açıklıyordu.

Öz Türkçe akımının öncülerinden sayılması gereken Çocuklara Rehber
dergisi, öğrenciler için fen bilimlerine ve özellikle matematiğe
ilişkin sorular, bilmeceler de düzenlemekte, bunlara doğru yanıt
verenlerin adlarını da sonraki sayılarında yayımlamaktaydı. Ali Ulvi
Elöve'nin incelemelerine göre derginin 22 Mayıs ve 12 Teşrinisani 1313
(3 Haziran ve 24 Kasım 1897) günlü sayılarında, matematik sorularını
çözenler arasında, askeri rüştiye son sınıf öğrencilerinden Mustafa
Kemal de bulunmaktaydı.[1] Bu da Mustafa Kemal'in söz konusu derginin
okuyucularından olduğunu ve o yıllardan başlayarak Türkçecilik akımını
izlediğini göstermektedir.

İkinci Meşrutiyet döneminde dil tartışmaları daha büyük boyutlar
kazanırken okuduğu kitapların etkisiyle Mustafa Kemal'in ilgisi artık
bir dil bilincine dönüşmüştü. Özellikle 1870'te yayımladığı Les Turcs
anciens et modernes adlı kitabıyla Türk tarihinin ve uygarlığının çok
eskilere dayandığını gösteren Mustafa Celalettin'den sonra Necip
Asım'ın araştırmaları, Mustafa Kemal'in Türkçenin geliştirilmesi için
izlenmesi gereken yöntemi belirlemesinde etken olmuştu. Buna ilişkin
ilk işareti de Birinci Dünya Savaşı yıllarında vermişti. XVI. Kolordu
Komutanı olarak Silvan'da bulunurken iki ünlü Türk şairinin
kitaplarını okuduktan sonra 10 Aralık 1916'da anı defterine şunları
yazmıştı;

"Yemekten evvel Emin Beyin (Yurdakul) Türkçe Şiirler'iyle Fikret'in
Rübab-ı Şikeste'sinden aynı zeminde bazı parçalar okuyarak bir
mukayese yapmak istedim. İkisi de başka başka güzel. Ancak Türkçe
olanda da diğerinde de aynı derecede Arapça, Farsça kelimat var. Fark,
biri parmak hesabı (hece vezni), diğeri değil." [2]

Dilde sadeleşmeyi, yalnızca Türkçenin Arapça, Farsça kurallardan
değil, o dillerin sözcüklerinden de arındırılması olarak değerlendiren
Atatürk'te 1916'da oluşan bu görüş, devrimin dilde de tamamlanması
aşamasına gelindiğinde, Sadri Maksudi Arsal'ın Türk Dili İçin adlı
yapıtına yazdığı beğencede (2 Eylül 1930) artık bir ilke niteliğini
kazanmıştı;

"Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."

D i l d e D e v r i m e H a z ı r l ı k
Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasını sağlayan ulusal direniş
dilde de ulusallığa açılan kapıyı aralamıştı. Kurtuluş Savaşı
yıllarında birkaç kez Ankara'ya gelen ve bir süre Çankaya'da
Atatürk'ün konuğu olan Fransız Gazeteci Berthe Gaulis, İleri gazetesi
başyazarı Celal Nuri'ye Türk milliyetçiliğinin nasıl doğduğunu
sormuştu. Bu konuda geniş bilgiler veren C. Nuri dile ilişkin olarak
da şunları eklemişti:

"Milli hareket dilimizi yeniden yaratmıştır. Şimdiki Türkçemizin
sizdeki Montaigne ve Rabelais Frasızcasına ne kadar benzediğini
görseniz şaşarsınız. Lisan henüz tam oturmuş değil. Yazarlarımız
sizinkilerin o zamanlar yaptıkları gibi davranıyorlar. Onların
vaktiyle Grek ya da Latin kelimelerini Fransızlaştırması çabalarının
benzeri çabaların içindeler."[3]

Dili uygarlığın bir anlatım aracı olarak niteleyen Celal Nuri,
Türkçenin batı uygarlığını, kültürünü ve düşüncelerini, anlatabilecek
bir gelişme çağına ulaşmasına kadar Fransızca, Almanca, İngilizce gibi
ileri dillerden yararlanılması gerektiği görüşündeydi. Yaygın biçimde
kullanıldıkları için Türkçeleşmiş olarak kabul ettiği Arapça Farsça
sözcüklerin dilden çıkartılmasını da sakıncalı bularak "Onlardan
vazgeçmek vücudumuzdan bir parça kesmek demektir" diyordu.[4] Bu
nedenle de yapıtlarında Fransızca deyimler, sözcükler kullanan
yazarları Fransızcayı geliştirirken Grekçe ve Yunancadan yararlanan
XVI. yüzyıl Fransız yazarlarına benzetiyordu.

Celal Nuri'nin bu ılımlı Türkçeciliğine karşın Birinci Büyük Millet
Meclisinde Besim Atalay ve Tunalı Hilmi gibi kimi milletvekilleri,
hangi dilden olursa olsun yabancı kökenli sözcükler kullanılmasına
karşı çıkmışlardı. Besim Atalay, daha meclisin ilk günlerinde 9 Mayıs
1920'de, Bakanlar Kurulunun işlevini belirleyen hükümet bildirgesi
okunurken yabancı sözcüklerle birlikte o dillerin kurallarının da
Türkçeye dolduklarını anımsatarak "milli lisan"ı yabancılaştıran bu
duruma kayıtsız kalınmamasını istemişti. Mecliste Türkçeyi
savunanların başında Zonguldak Milletvekili Tunalı Hilmi yer almıştı.
1921 Şubatında bakanlığının çalışmalarına ilişkin bilgiler veren
İktisat Bakanı Celal Bayar, Osmanlıca tâbir-i âmiyane ve Fransızca
prensip deyimlerini kullanınca Tunalı Hilmi, bunlara şiddetle karşı
çıkmış ve "Türkçe, anadilce bir tabiri, bir kelimeyi kullanınca mı
âmiyane oluyor" diye sormuş, prensip yerine de tutamak
denilebileceğini belirtmişti. Bunun gibi 23 Nisanın ulusal bayram
olmasını öngören yasa görüşülürken metindeki iyâd- ı milliye
nitelemesi de onun "Efendim, milli bayramdır" diye yaptığı uyarı
sonucunda milli bayram olarak değiştirilmişti.

Ama Tunalı Hilmi'nin Türkçeyi yalınlaştırma ve geliştirme yolundaki
çok önemli girişimi, 23 Ağustos 1923'teki yasa önerisi olmuştu. Türkçe
Kanunu başlığını taşıyan bu öneride, yazında, öğretimde ve resmi
yazışmalarda yabancı kökenli sözcükler kullanılması yasaklanıyordu.

Komisyona gönderilen yasa önerisi, Türkçenin yabancı dillerden aldığı
kurallarla bağdaştırılamadığı ve dil konusunda yasa çıkartılmasının
hukuk kurallarına aykırı düşeceği gerekçeleriyle kabul edilmemişti.
Sorun genel kurulca ele alındığında da Tunalı Hilmi'yi destekleyen
yalnızca Besim Atalay olmuştu. Gerçekte Atatürk'ün de dili yasa
yoluyla zorlamayı, yasaklar getirmeyi doğru bulmadığı biliniyordu. O,
devrimin her aşamasında olduğu gibi dil sorununa da zamanı geldiğinde
eğilecekti. Bu nedenle Tunalı Hilmi'nin yasa önerisini desteklemeye
yönelmemişti. Tunalı Hilmi ise önerisi geri çevrilmesine karşın,
Türkçecilik kavgasından vazgeçmeyeceğini belirterek sözlerini, "Ben bu
düşüncelerimi bu Büyük Millet Meclisinde kabul ettirmeye muvaffak
olursam kürsüden inerken düşsem ölsem gözlerim arkada kalmaz. Anadili
olmayınca bir şey olmaz" diyerek bitirmişti. [5]

Bütün bu tartışmalar Atatürk'ün çok önem verdiği Türkçeyi ulusal dil
yapma ve aynı zamanda onu bir bilim ve kültür dili düzeyinde
zenginleştirme amacına yönelik gelişmeler demekti. Çünkü o, dili ulusu
oluşturan ve ulusçuluk anlayışını pekiştiren ana öğelerden biri olarak
görüyordu. Ortaokullar için yazdığı Medeni Bilgiler kitabında Türk
ulusunu, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti
denir" diye tanımlamıştı. Toplulukların karşılaştıkları istilalar,
yıkımlar karşısında özelliklerini, kimliklerini, ancak dillerine
sarılarak koruduklarını göz önüne alarak da ulus olmada dil birliğinin
önemini günümüz anlatımıyla şöyle açıklamıştı:

"Türk ulusunun dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin
ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever
ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk ulusu için
kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk ulusunun geçirdiği bunca tehlikeli
durumlarda ahlakının, geleneklerinin, anılarının, çıkarlarının, özetle
bugün kendi ulusallığını yapan her şeyin dili aracılığıyla korunduğunu
görüyor. Türk dili Türk ulusunun kalbidir, belleğidir."[6]

Bu nedenle Atatürk, Türk ulusunu ayırt edici nitelikleri arasında ilk
sırayı dile vermekteydi. Öte yandan Atatürk Türkçenin ulusal nitelik
kazanmasını ulusal bağımsızlığın bir gereği olarak görüyordu. Kurtuluş
Savaşında "tam bağımsızlık" ülküsüyle yola çıkılmıştı ve Lozan
Antlaşmasıyla siyasal bağımsızlığa kavuştuktan sonra onun kültür,
ekonomi gibi öteki alanlarda da sağlanması dönemine girilmişti.

Kültürel bağımsızlık içerisinde o kültürel kimliğin sesi olan dilin de
bağımsız olması zorunluydu. Bunların dışında, yeni bir ulusdevlet olan
Türkiye Cumhuriyeti'nin izleyeceği eğitim, ulusal eğitim; eğitim dili
de ulusal dil olmalıydı. 22 Eylül 1924'te Samsun'da öğretmenlerle
konuşmasında eğitimi, amaç ve içerik yönünden dinsel, ulusal ve
uluslararası diye üçe ayıran Atatürk, ulusal devlette izlenmesi
gerekenin ulusal eğitim olacağını belirttikten sonra sözlerini şöyle
sürdürmüştü:

"Ulusal eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir kuşku
kalmamalıdır. Bir de ulusal eğitim temel olduktan sonra bunun dilini,
yöntemini, araçlarını da ulusallaştırma zorunluluğu tartışma
götürmez." [7]

Eğitim öğretimin ulusal dilde yapılmasının zorunlu olduğunu belirten
Atatürk, tapınmada da halkın anlayacağı bir dilin, yalın bir Türkçenin
kullanılmasını önemsiyordu. 1 Mart 1922'de TBMM'nin yeni toplanma
yılını açış konuşmasında, "Camilerin kutsal minberleri halkın din ve
ahlak yönünden beslenmesine en yüce, en verimli kaynaklardır. Bundan
ötürü camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve
uyaracak kıymetli hutbelerin içeriklerinin halkça anlaşılmasını
sağlamak, Şeriye Bakanlığının önemli bir görevidir. Minberlerden
halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne seslenmekle Müslüman kişinin
bedeni canlanır, beyni arılaşır, imanı kuvvetlenir" diyerek ibadet
yerlerinde Türkçe kullanılması gerektiğinin ilk işaretini vermişti.
[8]

Bununla da yetinmeyerek hutbe okuyacak hatiplere örnek olmak istemiş,
7 Şubat 1923'te Balıkesir Paşa Camiinde minbere çıkıp Türkçe hutbe
okumuştu. Arkasından sorulan bir soruyu da şöyle yanıtlamıştı:

"Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesidir,
başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz, dahası bin yıl önceki hutbeleri
okumak, insanları bilgisizlik ve aymazlık içinde bırakmak demektir.
Hutbeyi okuyanın ne olursa olsun halkın kullandığı dili kullanması
gerekir... Minberlerde yankılanacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması
ve teknik ve bilimsel gerçeklere uygun olması gerekir. Hatiplerin
siyasal, toplumsal ve uygarlığa ilişkin durumları her gün izlemeleri
zorunludur. Bunlar bilinmezse halka yanlış düşünceler aşılanması
yoluna gidilir. Bundan ötürü hutbeler tümüyle Türkçe ve çağın
gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır."[9]

Hutbelerin Türkçeleştirilmesinden sonra Atatürk Kuran'ın Türkçeye
çevrilmesi sorunu üzerine eğilmişti. 1925 Kasımında Ankara
Anafartalardaki Gazi Kız Numune Mektebine (Atatürk Ortaokuluna)
dikkatle okunması dileğiyle Türkçe bir Kuran armağan etmişti. Bu
konuda kimi duraksamaların olduğunu görünce de kutsal kitabının yeni
bir çevirisinin yapılmasını emretmişti. Tapınma dilinin
Türkçeleştirilmesi yolundaki bu girişimleri, 1930'lu yıllarda
camilerde Türkçe Kuran ve Türkçe ezan okunmasıyla amacına ulaşacaktı.

Türkçe sorununun belirlenen ilkeler doğrultusunda ele alınacağı bir
örgütlenme öncesinde Türkçeyi güçlendirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla
yapılan önemli girişimlerden biri de 10 Nisan 1926 gün ve 805 Sayılı
Yasa ile ekonomik kuruluşlarda Türkçe kullanılmasının zorunlu
tutulması olmuştu. Türk yurttaşlarına ait şirket ve kuruluşların
Türkiye sınırları içerisinde sözleşme, iletişim, hesap ve defter tutma
gibi her türlü işlemlerinin Türkçe olması zorunluluğunu getiren
yasada, yabancı şirket ve kuruluşların Türk kuruluşları ve
yurttaşlarıyla olan işlemlerin de Türkçe yapılması öngörülmüştü. 1927
başında yürürlüğe girecek olan bu hükümlere uymayanlar, ağır para
cezaları yanında ticaret yerinin kapatılmasından başlayarak ticaret
hakkının alınmasına kadar varan çeşitli cezalara çarptırılacaklardı.
[10]

Türkçeleştirmede İlk Adım: Dil Encümeni
XIX. yüzyıldan başlayarak yazı dili ile konuşma dili arasındaki
aykırılığın giderilmesi ve Türkçenin zenginleştirilmesi amacı
güdülürken okumayı, anlamayı ve yazmayı güçleştiren etkenlerin başında
Arapça kökenli abecenin geldiği anlaşılmıştı. Bu yüzden de Osmanlıca
denen abecenin iyileştirilmesi tartışmaları başlamıştı. Cumhuriyetin
ilanından sonra da buna ilişkin değişik görüşler ortaya atılmıştı.
Tartışmalar sürerken ulusal dil kabul edilen Türkçeyi geliştirip bir
bilim ve kültür dili içeriğine kavuşturabilmek için Dil Heyeti adıyla
Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir özel kurul oluşturulması
öngörülmüştü. 1926'da TBMM'de bakanlığın kuruluş yasası görüşülürken
Bakan Mustafa Necati bununla gözetilen amacı şöyle açıklamıştı:

"Türkiye'de dil sorunu önem taşımaktadır. Henüz nasıl yazmak gerektiği
hakkında ortak kanaatimiz yoktur. Onun için bugün varolan dilimizi
incelemek, ulusumuza bir sözlük hazırlamak için Dil Heyetine ihtiyaç
vardır. Memleketimizde bulunan uzmanları toplayacağız. Dilimizi
düzeltmek için ne yapmak gerekirse önlem alacağız." [11]

Ne var ki yasada öngörülmüş olmasına, bütçeye ödenek konulmasına
karşın söz konusu kurul uzunca bir süre oluşturulamamıştı. Bu arada
dil uzmanı olarak tanınan Ahmet Cevat Emre Vakit gazetesinde Lisanımız
Hakkında Bir Kalem Tecrübesi başlıklı bir yazı dizisine başlamıştı
(Ekim 1927). Arkasından yazdıklarını kitaplaştırırken buna, Muhtaç
Olduğumuz Lisan İnkılabı Hakkında Bir Kalem Tecrübesi adını vermişti.
Abece, dili biçimlendiren bir araç olduğuna göre bütün bu öneriler,
yazı ve dil sorunlarının birlikte ele alınmasının daha doğru olacağını
göstermişti. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un 8 Ocak 1928'de
Ankara Türk Ocağında Türk harfleri hakkında verdiği konferans da
yakında abece değişikliğine gidileceğini göstermişti. Nitekim 23 Mayıs
1928'de Dil Heyeti ya da Alfabe Encümeni diye anılan dokuz üyeli özel
bir kurul oluşturulmuş; kurula eğitimci, dil uzmanı, yazar
milletvekili olarak üç ayrı kesimden üçer üye alınmıştı.

Eğitimci üyeler: Bakanlık Müsteşarı Emin Erişirgil, Talim Terbiye
Kurulu Üyesi İhsan Sungu, Fazıl Ahmet Aykaç.

Dil uzmanı üyeler: Ragıp Hulusi Özden, Ahmet Cevat Emre, İbrahim
Grandi Grantay.

Yazar ve milletvekilleri olan üyeler: Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref
Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu.

Söz konusu kurul Dolmabahçe Sarayında Atatürk'ün de katıldığı
çalışmalarını Elifba (abece) ve Gramer diye iki kolda sürdürmüştü.
Sonunda Latinceye dayalı Yeni Türk Abecesinin kabul edilmesi (1 Kasım
1928) Türkçenin kolay okunması, kolayca yazılması yönünde bir dönüşüm
olmuştu. Atatürk 8 Ağustos 1928'de yeni abecenin belirlendiğini
açıklayan ünlü Sarayburnu konuşmasında bu dönüşümün Türk ulusuna
bilgisizlikten kurtulma, yazılanları okuma, anlama ve düşüncelerini
yazıyla açıklamada büyük kolaylıklar sağlayacağına inandığını
belirterek şunları söylemişti:

"Bizim uyumlu zengin dilimiz, yeni Türk harfleriyle kendini
gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde
bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi
kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığınızın belirtilerine
yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle
inanıyorum."[12]

1 Kasım 1928'de TBMM'nin yeni yasama yılını açarken de bu inancını
daha geniş çapta dile getirmişti:

"Her şeyden önce Türk ulusuna onun bütün emeklerini kısır yapan çorak
yolun dışında kolay okuma yazma anahtarı vermek lazımdır. Büyük Türk
ulusu cehaletten, az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil
diline kolay uyan böyle bir araçla sıyrılabilir. Bu okuma yazma
anahtarı ancak Latin harflerinin Türk diline ne kadar uygun olduğunu,
kentte ve köyde yaşı ilerlemiş Türk evlatlarını güneş gibi meydana
çıkarmıştır. BMM'nin kararıyla Türk harflerinin kesinlik ve yasallık
kazanması bu memleketin yükselme mücadelesinde başlıbaşına bir geçit
olacaktır."[13]

Cumhurbaşkanının bu konuşmasının ardından yeni abeceye ilişkin yasa
tasarısı hemen görüşülerek kabul edilmişti. Görüşmeler sırasında söz
alan ünlü Şair Mehmet Emin Yurdakul, yasanın önemini belirtirken, "Bu
yeni harfler toplumu tek bir ulus haline getirecektir. Ulusun içinden
yeni düşünürler, yol göstericiler, sanatçılar çıkacak ve Türk ulusu bu
yeni harflerle kendine bir istikbal yazacak, yeni bilimini, sanatını,
dünyasını yaratacaktır" demişti.

Abece değişikliğinden sonra sıra dil sorununu çözmeye geldiğinden, 5
Aralık 1928 günlü bir Bakanlar Kurulu kararı ile söz konusu kurulun
Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak çalışmalarını sürdürmesi
öngörülmüştü. Yalnızca adı Dil Encümeni/Dil Heyeti olarak
değiştirilmiş ve on yeni üye ile genişletilmesine gerek görülmüştü.
Yeni üyeler şunlardı:

Celal Sahir Erozan, İbrahim Necmi Dilmen, Ahmet Rasim, Reşat Nuri
Güntekin, Besim Atalay, Veled Çelebi, Yaşar Özeyi, Avni Başman, Hamit
Zübeyir Koşay, Profesör Meszaroş (Macar Türkolog).

Kurulun başkanlığını eski üyelerden Bakanlık Müsteşarı Emin Erişirgil
üstlenmişti. Kurul ilk toplantısını 1 Aralık 1928'de Söz Derleme
Heyeti adıyla yapmıştı. Çalışma planı olarak da başlıca şu dört madde
saptanmıştı;

a) Bir mektep lügati (okul sözlüğü) hazırlanması,

b) İmlâ lügatinin (yazım kılavuzu) hazırlanması,

c) Türkçenin gramerinin (dilbilgisi kurallarının) saptanması,

ç) Sözlük çalışmalarına esas olmak üzere de Fransızca 2 ciltlik
Larousse'un saf Türkçe olarak çevrilmesi.

Celal Sahir Erozan, İbrahim Necmi Dilmen ve Ahmet Rasim yazım
kılavuzunun hazırlanmasıyla görevlendirilmiş, dilbilgisi kitabının
yazılması da Ahmet Cevat Emre ile İbrahim Necmi Dilmen'e verilmiş, bir
süre sonra da 25.000 sözcüğü içeren bir İmlâ Lügati yayımlanmıştı.
Türk Söz Kitabı'nın (sözlük) hazırlanmasına başlanıldığında bu
çalışmayı kolaylaştırmak ve Türkçeyi kavramlar yönünden
zenginleştirebilmek için de Fransızca iki ciltlik Larousse
Universel'ın Türkçeye çevrilmesi yararlı görülmüştü. Bu çeviri
özellikle Başbakan İsmet İnönü'nün önerisiyle ele alınmıştı. Ancak
çeviriye başlandığında zengin sanılan Osmanlıcanın kavramlar ve
terimler yönünden ne kadar kısır olduğu ortaya çıkmıştı. Fransızcadaki
birçok terim ve sözcüğe karşılık bulabilmek için ya eski metinlere
başvurulması ya da yeni sözcükler türetilmesi gerekiyordu.[14] Ama
hangi yöntemin izlenmesi gerektiği ve onun nasıl uygulanacağı
konusunda görüş birliği değil, çoğunluk bile sağlanamamıştı. H.
Zübeyir Koşay, kuruldaki havayı şöyle yansıtmaktadır:

"Her dil devriminde, dil yenileştiricilerin (Neologue'ların) karşısına
muhafazakârların (Orthologue'ların) dikilmesi kaçınılmazdır. Bu ikilik
kamuoyunda olduğu kadar, o çağın seçkin yazarlarını ve dil
bilginlerini bir araya toplayan Dil Heyeti üyeleri arasında da
belirmişti.

Falih Rıfkı Atay haklı olarak dil estetiği tezini ön planda tutuyordu.
Bu bakımdan Macarlardaki Kazinczy'ye benziyordu. Celal Sahir Erozan ve
M. Baha, halk arasında yaygın ve fosilleşmiş Arapça ve Farsça
sözcüklerin feda edilmesine asla taraftar değillerdi. Besim Atalay ve
bu satırların yazarına göre her Türkçe kök bir değer olduğu için, şive
gelişmeleri gözetilmek ve eklerin fonksiyonuna önem verilmek şartiyle
söz üretmede faydalanılabilirdi. Ahmet Cevat Emre'ye göre telefon,
telgraf, otomobil, tiren gibi sözler artık uluslararası olduğu için
bunlara karşılık aramaya gereklik yoktu." [15]

Gerçekte de karşılaşılan en büyük sorun Türkçe karşılığı bulunmayan
terimlerin nasıl yazılacağı olmuştu. Kurulun 6 Ocak 1929 günlü
toplantısında çıkar bir yol olarak bu gibi terimlerin Latinceden
alınması uygun görülmüştü. Varılan bu karar tutanak defterine,
"Eskiler Arapçayı dilimize taslit ettikleri (saldırttıkları) gibi
bizim de Fransızca, Almanca, İngilizce lisanlarından birisini bu
hususta tercih etmek doğru olmayacağında heyet ittifak ediyordu.
Yalnız lisana eskiden girmiş, yerleşmiş olan kelimeler müstesna
tutulmak lazım geldiği kararlaştırıldı. Geçen celselerde kabul
edildiği veçhile ıstılahlar Latinceden alınacaktır" diye geçirilmişti.
Yalnız H. Z. Koşay bu karara, "Latinceden alınan terimlere tam
karşılık olmasa da eşanlamlı bir sözcük varsa belirtilmelidir"
biçiminde bir ekleme yapılmasını önermişti.[16]

Ancak Mustafa Necati'nin ölümünden sonra geçici olarak Milli Eğitim
Bakanlığı görevini de üstlendiği için kurul toplantısına katılan
Başbakan İsmet İnönü, söz konusu kararı doğru bulmadığını belirterek
İstanbul Üniversitesinden görüş alınmasını istemişti. Tutanaklara göre
İnönü kurul çalışmalarını yönlendirmeyi gerekli görmüştü. Örneğin 11
Şubat 1929 günkü toplantıda Başkan Emin Erişirgil'in verdiği bilgileri
dinledikten sonra öngörülen tasarının üniversiteye gönderilmesini,
kesin kararın alınacağı toplantıya üniversite rektörü ve dekanları ile
her fakülteden birer profesörün çağrılmasını önermişti. Başbakanın
önerileri Türkçeyi geliştirecek kurulun tutanağına o günlerdeki
anlatımla şöyle geçirilmişti:

"Istılahların tespiti hakkındaki proje ile darülfünuna tevdiini tensip
buyurdular. Daha kati ve daha mütecanis (uyumlu) neticeler elde
edilmesi için darülfünun emini (rektörü) ile fakülte reislerinin
(dekanlarının) ve fakültelerden birer müderrisin (profesörün) merkeze
davet edilmesini irade buyurdular. Pazara kadar heyet toplanmış
olacak. Bir ay sonra Paşa Hazretlerinin huzuru ile hakiki faaliyet
neticesi görülecektir."

17 Şubat 1929'da yapılan ortak toplantıya üniversite temsilcilerinin
yanı sıra Milli Eğitim müsteşarı ve genel müdürleri ile Ankara Hukuk
Fakültesinden bazı öğretim üyeleri de katılmıştı. İnönü, görüşmelere
başlamadan önce tümüyle öz Türkçe sözcüklerle kaleme alınmış olan çok
çarpıcı bir konuşma yapmıştı. Başbakanın büyük bir çaba harcayarak
hazırladığı anlaşılan konuşma metni, yalnız Arapça ve Farsça kökenli
sözcüklerin kullanılmaması bakımından değil, Türkçenin içine düştüğü
karmaşanın nedenlerine ve kurul çalışmalarında gözetilen amaca ışık
tutması yönünden de önemliydi. Hazırlanmasına çalışılan sözlüğün büyük
bir boşluğu dolduracağını belirten İnönü, büyük bir anadili bilinci ve
sevgisiyle Türkçenin yüzyıllardır sınırları her türlü saldırıya açık
bir alan olarak bırakıldığı için yabancı dillerin etkisi altına
girdiğini vurgulamıştı. Bundan daha acı bir gerçek olarak da Türk
bireyinin buna seyirci kaldığını, dahası yabancı dillerden etkilenmeyi
desteklediğini ekleyerek şunları söylemişti:

"Ünlü Efendiler,

Türkçemizin sözkitabı bizim için çok yüzlükten beri sezdiğimiz bir
eksikliktir. En nihayet bu eksik te tamamlanmak için Cumhuriyet
yaşayışına kavuşmayı beklemiştir.

Acı ile anmalıyız ki, şimdiye kadar dilimiz, sınırları açık bir dil
kalmıştır. Bu yurdun içine girmek suçsuz bir dalış idi. Daha fena ve
acıklı olan, vatan çocuklarının bu dalmayı kendilerinin arayıp
özlemesidir. Bir dilin sınırı, sözkitabı ile çevrilip çevrelenebilir.
Yüce toplanmanız, dilimizin sınırını çizmek, onu zorlanmaktan korumak
için kurulmuştur."

Böylece sözkitabı diye anılan Türkçe Sözlük'ün hazırlanmasıyla dilin
sınırlarının saptanacağına ve yabancı dillerin saldırısının
önleneceğine değinen İnönü, Türkçeyi karşılaştığı tehlikelerden
koruyabilmek için sözlüğün bir yıl içinde tamamlanmasını ve yabancı
kökenli sözcüklere karşılık bulmaya çalışırken ilgili alanların
uzmanlarından yararlanılmasını dilemişti. Böyle yapılmazsa, "Eski Şark
sözlerinin kaplayışından kurtulmadan, yeni Garp sözlerinin düşüncesiz
ve ölçüsüz dalışına uğrayacağız" diyerek Arapça ve Farsçanın
baskısından kurtulmadan batı dillerinin istilasına uğramak
tehlikesinin bulunduğunu belirtmişti. Konuşmasında kurul üyelerinin
yalnızca "dilimizin varlığını korumak sevgisi" ile işe sarılmalarının
sinirlere güç, çalışmalara zevk vereceğini de vurgulayan İnönü,
okuduğu metni salt dile üşüşen Fransızca sözcüklere karşı bir tepki
olarak hazırladığını, bunda yüzde 75 oranında hatası bulunduğunu
bildiğini, kullandığı sözcüklerden hiçbiri sözlüğe geçmese de asla
gücenmeyeceğini söylemişti.

Kurulda başbakanın konuşmasından sonra terimlerin nasıl saptanacağı
sorunu ele alınmıştı. İlk sözü alan Rektör Dr. Neşet Ömer İrdelp,
terimler konusunda öngördükleri ilkeleri,

a) Öz Türkçe karşılığı varsa onları aynen alma,

b) Karşılıklarını bulmakta güçlük çekildiğinde, "şimdiye kadar ünsiyet
edilmiş" olanları, yani çok kullanıldıkları için yadırganmayacak
olanları kabullenme; teknolojiye ilişkin yeni terimleri ise, bütün
"memleketlerde kullanılan şekilleriyle alma" diye özetlemişti.

Bu açıklamaya göre üniversite yetkilileri dile yerleşmiş kabul edilen
yabancı kökenli terimleri dilden atmanın zor olduğunu belirtiyordu.
Terimlerin doğrudan doğruya Latinceden alınmasını da uygun bulmuyor ve
sözcük, hangi dilde oluşturulup Türk bilim çevrelerine girmişse o
biçimde kabul edilmelerini yeğliyordu. Bunları dinleyen İsmet İnönü
araya girerek izlenmesi gereken ilkeyi şöyle belirtmişti: Karşılığı
bulunanları Türkçe, bulunmayanları Türkçeleştirme.

Daha sonra kurulun çalışmaları üzerinde durulmuş ve umulan sonucun
alınabilmesi için eski kitapların taranması, Anadolu ağızlarından
derlemeler yapılması, bunun için Türk Ocağının Bilim ve Sanat
Heyetinden yararlanılması gerekli görülmüştü. Uzun süren toplantının
sonunda İsmet İnönü bir ay sonra yine toplantıya katılıp hesap
soracağını söylemişti. Ama Milli Eğitim Bakanlığına Vasıf Çınar
getirilince İnönü kurul toplantılarına katılmaktan vazgeçmişti. Bu
arada terimlerin nasıl Türkçeleştirileceği, sözlüğe lehçelerin alınıp
alınmaması konusunda üyeler arasındaki görüş ayrılıkları daha da
artmıştı. 5 Mart 1929'daki toplantıya katılan Bakan Vasıf Çınar bu
ayrılıklara değinirken dile yerleşmiş Arapça Farsça sözcükleri atmayı,
Orta Asya Türkçesinden yararlanmayı ve kelime uydurmayı doğru
bulmadığını şöyle açıklamıştı:

"Dünyada lisan ve kelime icat edilemez. Arapçadan Çağataycaya gitmek
doğru değildir. Esasen Arap tahakkümü kalmamıştır, bazı kelimeler
Türkçeleşmiştir. Bunlardan kurtulmak için Özbeğe gitmek yanlıştır.

Bir haftanızı feda ediniz, prensiplerinizi koyunuz. Lehçeleri koyacak
mısınız? Kelime uyduracak mısınız; Türkçeleşmiş Arapçaları atacak
mısınız ?"

Bakanın bu soruları karşısında kurulun çalışmalarına ilişkin bilgiler
veren Başkan Emin Erişirgil, Anadolu'da konuşulan dilin sözlüğünü
yapmaya çalıştıklarını, Çağatay lehçesinden sözcük almayı
düşünmediklerini söylemişti.

Terim sorununa gelince onların dildeki öteki sözcüklere benzemediğini,
eğer 50 yıl önce Türkiye'de bazı terimleri uyduranlar, bunlardan
başkasını, daha kolayını koysalardı sorunun bu ölçüde olmayacağını da
belirtmişti. Böylece uydurma savlarının, batı kökenli terimlere
Arapçaya dayanarak karşılık bulma çabalarına girişildiği XIX. yüzyılın
ikinci yarısına kadar geri götürülebileceğini anlatmak istemişti.

Görüşmeler sonunda terimler konusunun üniversiteye bırakılması yoluna
gidilmişti. Fakat sözlüğe hangi sözcüklerin alınacağı konusunda da
üyeler arasındaki görüş birliği sağlanamamıştı. Örneğin maişet ya da
geçim sözcüklerinden hangisine yer verileceği, ezgi sözcüğünün alınıp
alınmayacağı konularında Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun deyimiyle edebi
zevkler arasındaki ayrılıktan doğan görüş ayrılıkları bir türlü
giderilememişti. 23 Aralık 1929 günkü toplantıya ilişkin bir kayda
göre tışkı (dışkı), bellek, işiti, görü sözcüklerine Celal Sahir
Erozan, öz işlek / öz işleklik sözcüğüne Y. Kadri Karaosmanoğlu karşı
çıkmıştı. Erozan da spasme karşılığında alınan kasıngı yerine de
sapasmus'u savunmuştu.[17]

Yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmada kurul üyeleri arasında
uyum sağlanamazken bulunan sözcükler de kimi kişi ve çevrelerce, Bakan
Vasıf Çınar'ın kullandığı niteleme ile uydurma diye aşağılanmaya
başlanmıştı. Örneğin İshak Refet Işıtman'ın Dicle başlıklı şiirinde
akışmak, böke, cilasun, gerleşmek gibi Türkçe sözcükler kullanması
basında ve kamuoyunda eleştirilere yol açmıştı. Çankırı Milletvekili
Talat ise eleştiriyle yetinmeyip Dil Kurulunu uydurmacılara para
vermekle suçlamıştı. Bu suçlamalar karşısında İ. R. Işıtman Dil
Kavgası adını verdiği kitabında, sorunun ülkeden sonra Türkçeyi de
istilalardan kurtarmak olduğunu belirterek şunları söylemişti:

"Osmanlı Türkiyesi ne kadar Türklerin değil idiyse Osmanlılıktan kalma
o Türkçe de Türkün öz malı değildir. Osmanlı Türkiyesinde Türkiye
büyük bir düğün evine benzerdi. Ev sahibi olan Türkler Türk olmayanı
ağırlamaya, doyurmaya, donatmaya, esirgemeye
çalışırlardı...Osmanlılıktan kalma o Türkçede de Türkçe sözler hep
aşağılık, hep kötü işlere verilmek istenmiştir. Herhangi bir sözün
Türkçesini söylemek kabalık, Arapçasını, Acemcesini söylemek nezaket
sayılmıştır. (...) Osmanlı Türkiyesini istila altında bulduk; Osmanlı
Türkçesi de istila altındadır. Elimizi kurtaranlar dilimizi de
kurtarmaktadırlar" (s.5 vö).

Fakat tartışmalar TBMM'ye de yansımıştı. Arka arkaya devrim
yasalarının kabul edildiği mecliste Dil Kurulu çalışmalarını
uydurmacılık olarak gören üyelerin girişimiyle Milli Eğitim
Bakanlığının 1931 yılı bütçesinde kurul için konulan 30.000 liralık
ödenek 10 liraya indirilmiş, böylece kurul çalışmaları 1931 Temmuzunda
durdurulmuştu.

Bunun üzerine Falih Rıfkı Atay Hâkimiyeti Milliye gazetesinde Kusur
Kimin başlıklı yazısında, yabancı sözcüklere karşılıklar bulmanın
uydurmacılık değil, dili zenginleştiren bir yapma (yaratıcılık)
olduğunu belirterek suçlamaları kültürsüzlük olarak değerlendirmişti:

"Çankırı mebusu uydurmasyon diye çirkin bir kelime kullanmış. Bu
cascavlak kültürsüzlük demektir. Buna uydurma değil, yapma denir. Her
yeni kelimeyi o günkü zevkimiz geri ittikten sonra yavaş yavaş almış,
benimsemiş, sevmiştir."

Yeni Bir Örgüt Kurma Gereği

Dil Kurulunun ödeneğinin kesilmesi, çalışmaları durdurmanın ötesinde,
herhangi bir bakanlığa ya da resmi kuruma bağlı olarak sürdürülecek
etkinliklere, siyasal kuruluşların ve siyasetçilerin işe karışarak bu
çalışmaların önünü kesebileceklerini, onu amacından
saptırabileceklerini göstermişti.

Dil Kurulunun oluşturulmasından sonra geçen sürede dil sorununu
çözecek bazı uygulamalara geçilmiş, değişik görüşler ortaya atılmış,
önerilerde bulunulmuştu. Tekirdağ Milletvekili Celal Nuri İleri, yeni
abecenin kabulünden sonra yabancı sözdizimi kurallarının yazı dilinden
çıkartılmakta olduğunu belirterek meclis içtüzüğündeki deyimlerin de
sadeleştirilmesini önermişti. Ancak dilde birliği sağlayabilmek için
bu konunun Dil Kurulunun hazırlamakta olduğu Türkçe Sözlüğün
bitiminden sonra ele alınması uygun görülmüştü.[18]

İstanbul Belediyesi de (Şehremaneti), Türkçeyi desteklemek ve
yaygınlaştırmak amacıyla 1929 baharında başka dillerde yazılmış olan
tabela ve levhalardan, ötekilere göre 10 kat daha fazla resim (vergi)
alınmasına karar vermişti.[19]

Milli Eğitim Bakanlığı da Türkçenin temiz, açık ve kesin bir yapıya
kavuşturulması ve terimce zenginleştirilmesi için neler yapılması
gerektiğini saptamak amacıyla 1930 Ağustosunda Türkçe ve edebiyat
öğretmenlerini bir toplantıya çağırmıştı. Bakan Cemal Hüsnü Taray,
kuşkusuz Atatürk'ün öngörüsüne dayanarak toplantıyı açış konuşmasında,
Harf Devriminden sonra sıranın dilde devrime geldiğini haber vermişti:

"Harf Devrimiyle dilimizi içine çekip batıracak büyük bir hendeği
atladık. Şimdi sıra dilimizin de bu devrim gereklerine yanıt vermesine
kaldı."[20]

Türkçe Kongresi diye de anılan toplantıda öğretim programlarında bazı
önemli değişiklikler yapılması öngörülmüştü. Müsteşar Emin Erişirgil,
öğretmenlerin derslerine, yalnız öğrencileri güzel yazmaya ve zevk
sahibi etmeye yarayan bir araç olarak değil, seçilecek yapıtlar ve
örneklerle onlara bilinç, duyarlılık, azim ve enerji aşılayan bir alan
olarak bakmaları gerektiğini belirtmişti.[21]

Akademi Değil, Özerk Dernek

Öte yandan Dil Kurulu çalışmalarında görülen dağınıklığı ve
verimsizliği gidermek için yeniden örgütlenmek artık kaçınılmaz
olmuştu. Ancak gözetilen amacı doğru ve kesin olarak saptamak, ona
ulaşmayı sağlayacak aracı belirlemek de gerekliydi.

Atatürk'ün Genel Türk Devrimi diye adlandırdığı bütünü oluşturan
değişik alanlardaki dönüşümlerin, atılımların çoğu için özel yasalar
çıkartılmıştı. Yeni abecenin kabulünde de aynı yola başvurulmuştu.
Fakat Türkçenin özleştirilmesi ve geliştirilmesi demek olan dilde
devrim için özel bir yasa düşünülemezdi. Çünkü dil toplumdaki bütün
bireyleri çok ilgilendiren ana öğelerin başında olma dışında, sözcük
yaratma sorunu, dilbilgisi sorunu ve anlatım sorunu demekti. Buyurucu,
yasaklayıcı içerikteki yasa hükümleriyle yurttaşlardan herhangi bir
sözcüğü kullanmasını ya da kullanmamasını istemek, sonuç alınamayacak
bir girişim demekti. Bu nedenle sorun ancak ulusal dil olan Türkçeyi
konuşan ulus bireylerinin de katkıda bulunmalarını sağlayacak bir
örgütlenmeye gidilerek çözülebilirdi.

Bu konuda da başlıca iki seçenek vardı; batı ülkelerinin bazılarında
olduğu gibi bir dil akademisi kurmak ya da özel bir kurum oluşturmak.

İlk olarak XV. yüzyıl İtalyasında birer bilim, yazın ve sanat
dernekleri olarak etkinlik gösteren akademiler daha sonraları en geniş
biçimiyle Fransa'dakiler kurulmuştu. Başbakan Richelieu'nün 1635'te bu
derneklerden birini Academie Française adıyla resmi bir kuruma
dönüştürmesi, akademilerin gelişmesinde bir dönüm noktası olmuştu.
Academie Française Fransız dilinin korunması ile görevlendirilmiş; ama
onun dışında değişik bilim ve sanat dallarıyla uğraşan akademiler de
kurulmuştu. Dil ve yazın açısından bakıldığında bazı ülkelerde
Fransa'dakine benzer akademiler kurulurken birçok ülkede ise varolan
dil dernekleri çalışmalarını sürdürmüş ya da yeni dernekler
oluşturulmuştu.

Bu iki tür örgüt arasında dikkati çeken başlıca ayrılık, dil
akademilerinin genellikle özleşmiş, gelişmiş ve fazla sorunu
bulunmayan ulusal dillerin korunmasında daha etkili oldukları, ulusal
dillerini oluşturmaya, anadillerini özleştirmeye çalışan ülkelerde ise
özel ve özerk derneklerle daha olumlu sonuçlar alındığıydı. Nitekim
XIX. yüzyılda Alman dilinin özleşmesi ve Macaristan'daki büyük Dil
Devrimi bu amaçla kurulan derneklerin aracılığı ile sonuçlandırılmıştı.
[22]

Türkiye'de Fransız Akademisine benzer bir dil akademisi kurulması,
daha Tanzimat döneminde gündeme gelmiş, 1851'de Encümen-i Dâniş
(Danışmanlar Kurulu) adıyla bir örgüt kurulmuştu. Fakat üyelerinden
çoğunun yetersizliği, görüş ayrılıkları ve siyasal etkiler yüzünden
dikkate değer bir etkinlik gösteremeden on yıl içerisinde dağılmıştı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında bir dil akademisi kurulmasına ilişkin
öneriler yapılmıştı. Bu konuda değişik görüşler öne sürülürken
Başbakan İsmet İnönü bunu olumlu karşılamıştı. 7 Kasım 1925'te
TBMM'deki konuşmasında bunun yakında gerçekleşeceğini de açıklamıştı:

"Ulusal kültürle ilgili girişimlerden olarak, bu yıl bir dil
akademisi, kültür açısından Türk dili üzerinde asıl görevleri yerine
getirecek gerçek uzmanlardan oluşan bir akademi kuracağız."[23]

Ancak bir akademi kurma, karar verme ve onunla ilgili yasal düzenleme
yanında bir olanak ve gereksinme sorunu idi. 1920'ler Türkiyesinde ise
bu konuda görüş birliği sağlanamamıştı; ayrıca var olan olanaklardan
çok olanaksızlıklar ağır basıyordu. Bu nedenle Milli Eğitim Bakanı
Mustafa Necati, hemen bir dil akademisi kurulmasını uygun görmemiş,
bunun gerekçesini de TBMM'de şöyle açıklamıştı:

"Dilbilgisi, yazım, sözlük, terim sorunlarının nasıl karmaşa içinde
bulunduğu hepimizce bilinmektedir. Bu karmaşaya bilimin uyarmasıyla
bir son verilmeyecek olursa, on yıl sonra birbirimizi anlamakta
güçlüğe uğrayacağımızdan korkulur. Bu gibi sorunların çözümü,
ilerlemiş ülkelerde 'akademya'lara verilmiştir. Bundan dolayı bizde de
niçin akademya kurulmuyor gibi bir soru akla gelebilir. Şunu önceden
söyleyelim ki, Milli Eğitim Bakanlığının ayırıcı niteliklerinden biri
de gösterişten uzak oluşudur. Yapamayacağımız işlere girişmek, bilimin
yaygınlaştırılması görevini üstlenmiş bulunan Milli Eğitim Bakanlığına
yaraşır bir hareket olamaz. Uluslararası dünyada yetkisi tanınacak bir
akademya kurma olanağını bulmuş olsaydık bir kuruluşa girişmekte hiç
duraksamazdım. Fransız Akademisinin yapmakta olduğu bilimsel
hizmetleri biliyoruz. Rus Akademyasının kültür dünyasında en önemli
yeri olduğunu biliyoruz. Bunları bilmekle birlikte gücümüzü hesaba
katmadan böyle büyük bir işe girişmenin atakça davranmak olacağına
inanıyorum. Elli altmış yıl önce bizde kurulmuş Encümen-i Dâniş'in
sonunu her zaman göz önünde bulundurmak gerekir." [24]

Başbakanla Milli Eğitim Bakanı arasındaki farklı değerlendirme
hükümetin hemen bir dil akademisi kurma eğiliminden vazgeçmesiyle
noktalanmıştı. Ama basında bu konudaki tartışmalar sürmüştü. Y. K.
Karaosmanoğlu ile Necmettin Sadak akademi kurulmasını isterlerken Fuat
Köprülü buna karşı çıkmıştı. Hayat dergisindeki yazısında "lisan ve
edebiyat"la uğraşan akademi modelinin, ''hemen hemen yalnız Fransa'ya
mahsus olduğunu" belirtikten sonra görüşünü, "Bizim memleketimiz için
Fransız Akademisi tarzında yani sadece yetişmiş sanatkârları sinesinde
toplayacak bir müesseseden ziyade, en genç memleketlerin bile tatbike
uğraştıkları ilimler akademisi tarzında bir kuruluşun daha faydalı
olacağı kanaatindeyim" diye özetlemişti.[25]

1930'a gelince Sadri Maksudi Arsal da bu tartışmalara katılmıştı. Türk
Dili İçin adlı yapıtında bir dil akademyası kurulması gerektiğini
savunmuş ve ona ne gibi görevler verilebileceğini ayrıntılarıyla
sıralayarak çalışmalarını sürdüren Dil Kurulunun akademi düzeyine
çıkartılmasını dilemişti. Atatürk, Türk dili ve tarihi hakkında titiz
bir inceleme niteliğindeki bu kitaba kuşkusuz yazarın dileğiyle sunuş
yerine bir değerlendirme yazmayı kabullenmişti. 2 Eylül 1930 tarihli
bu satırlar, Türkçeyi yeniden ulusal olduğu kadar zengin bir dil
düzeyine kavuşturulmak için onun gözetilmesi zorunlu gördüğü temel
ilkeleri de belirlemektedir:

"Ulusal duygu ile dil arasında bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve
zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk
dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle
işlensin.

Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."

S. M. Arsal'ın kitabına bunları yazan Atatürk, yazarın akademi
kurulmasını savunan görüşlerine katılmamıştı. Artık bu konuda daha
ciddi ve kalıcı girişimler gerekmekteydi. Sorun Cumhuriyet Halk
Partisinin 10 Mayıs 1931'de toplanan üçüncü kurultayında da
tartışılmıştı. Sonunda parti tüzüğüne şu maddenin eklenmesine karar
verilmişti;

"Türk dilinin milli, mükemmel ve mazbut bir dil haline gelmesi
hakkındaki ciddi teşebbüslere devam olunacaktır."

Dile ilişkin sorunların resmi bir örgüt içerisinde çözülemeyeceği Dil
Kurulunun ödeneğinin kesilerek çalışamaz duruma getirilmesiyle açıkça
anlaşılmıştı. Bu konuda yasalara dayalı yasaklar ve zorunluluklar
getirmeye de olanak yoktu. Dolayısıyla geniş kadrolu bir çatı altında
konuların özgürce tartışılabileceği ve yalnız uzmanların değil, her
kesimden bireylerin de katkıda bulunabilecekleri bir örgütlenme artık
kaçınılmaz olmuştu. Ulusal dil, ulus bireylerinin katkılarıyla
oluşturulmalıydı. Böyle bir çalışma için en uygun örgüt biçimi de
özerk bir dernek olabilirdi.

TÜRK DİLİ TETKİK CEMİYETİ

Dile ilişkin çalışmaları yürütecek bir dernek kurulmasına karar
verildiğinde bir yıl önce Türk tarihinin eskiliğini ve Türklerin uygar
bir toplum olduğunu kanıtlarıyla ortaya çıkarılması amacıyla
Atatürk'ün isteğiyle kurulan dernek örnek alınmıştı. Çünkü 15 Nisan
1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adıyla kurulan örgütün bir yıllık
çalışmalarından çok olumlu sonuçlar elde edilmişti. Tarih
çalışmalarının uzmanlar aracılığı ile sürdürülmesi öngörüldüğünden söz
konusu dernekte üye sayısı 40 olarak sınırlandırılmıştı. Dilde ise
halkın katılımını sağlamak gerektiğine göre böyle bir sınırlama
düşünülmemeli idi.

Artık kararını vermiş olan Atatürk, Birinci Tarih Kurultayı
çalışmalarının devam ettiği 10 Temmuz 1932 gecesi, bazı arkadaşlarıyla
kurultay üyelerinden bir kısmını Çankaya Köşküne çağırmıştı.
Cumhurbaşkanlığı yaverlerince tutulan kayıtlara göre toplantıya, Milli
Eğitim Bakanı Esat Sagay, Samih Rıfat, İhsan Sungu, Muzaffer Göker,
Hasan Cemil Çambel, Tevfik Rüştü Aras, Sadri Maksudi Arsal, İbrahim
Grandi Grantay, Müfit Özdeş ve Tahsin Uzer katılmışlardı.[26] Tarih
Kurultayı çalışmalarının değerlendirildiği bu toplantıda dil sorununun
nasıl çözüleceği de tartışılmıştı. Kurultayın sona erdiği ertesi günü
akşamında da aralarında Samih Rıfat'ın da bulunduğu Türk Tarihi Tetkik
Cemiyeti üyeleri ile birlikte Falih Rıfkı Atay ve Ruşen Eşref Ünaydın
da Çankaya Köşküne çağrılmışlardı.

Ruşen Eşref Ünaydın, o geceyi şöyle anlatıyor:[27]

"Türk Dili Tetkik Cemiyeti işlerindeki hatıralarım şöyle başlıyor.

11 Temmuz 1932'de Reisicumhur Mustafa Kemal Hazretlerinin davet
iltifatlarını aldım. Akşamüzeri Çankaya'ya gittim. Kendileri birkaç
vakittir yeni köşke geçmişlerdi. Yukarı katta, kitap odasının
yanındaki çalışma salonunda huzurlarına çıktım. Duvarları krem,
döşemeleri de kahverenkli bu sade ve büyük salonun orta yerindeki uzun
masanın başında oturuyorlardı. O masanın etrafında Türk Tarihi Tetkik
Cemiyeti azaları da vardı. O günlerde ilk tarih kongresi yeni
bitmişti.

Şimdi konuştukları:

Gelecek yıla yetiştirilecek büyük kitabın bölümleri nasıl olacağı ve
bunları kimlerin yazacağı idi. Yanılmıyorsam, o akşam orada bulunanlar
şunlardı: Âfet Hanım, Yusuf Akçura, Samih Rifat, Riyaseticumhur Kâtibi
Umumisi Hikmet, Yusuf Ziya, Hasan Cemil, Sadri Maksudi, Maarif
Vekâleti Talim ve Terbiye Dairesi Reisi İhsan, Hamit Zübeyr, Hüseyin
Namık beyler, bir de Macar Profesör Zayti Ferenç.

Tarih konuşması bitmek üzere iken Gazi Hazretleri, oradakilere
sordular:

-Dil işlerini düşünmek zamanı da gelmiştir. Ne dersiniz?

Maarif Vekâleti bütçesinden tahsisatı kesildiği 1931 Temmuzu sonundan
beri, eski Dil Encümeni artık çalışmıyordu. Harf inkılabının hızından
doğan bu kaynağın yeni bir varlık göstermesi çok yerinde olacaktı.
Onun için, Reisicumhur Hazretlerinin yüksek düşüncesi sevinçle
karşılandı. Gazi Hazretleri,

- Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil
cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun, buyurdular.

Yeni cemiyetin ne gibi işlerle uğraşacağı görüşüldü. Sonunda
Reisicumhur Hazretleri kendi eli ile şu resmi çizdi (Atatürk'ün
çizdiği resmi Ruşen Eşref açıklar).

Çalışmanın çerçevesi ortaya çıkmıştı. Cemiyetin iki büyük kolu
olacaktı; biri filoloji ve lengüistik, biri de Türk Dili.

Filoloji ve lengüistik, hem doğrudan doğruya bu bilgilerle, hem de bu
bilgiler yollarından Türk dili ile uğraşacaktı.

Türk dili kolunun üç bölüğü ise, lûgat-ıstılah, gramer-sentaks ve
etimoloji bakımından Türk dilini tetkik ve tespit edecekti.

Reisicumhur Hazretleri,

- Yarın hükümete bir istida verip cemiyetin iznini almalı. Fakat bunun
için daha önce bir reis, bir de umumi kâtip seçmeli. Ben her ikisini
de burada, aramızda görüyorum, dediler.

Eli ile Samih Rifat Beyi göstererek,

- Zatıâliniz bunun reisliğini alırsınız, buyurdular. Umumi Kâtipliğe
lütfen beni münasip gördüler.

- Şimdi iki âza için de iki arkadaş düşünürsünüz, dediler. Samih Rifat
Bey ve ben, bize çok şerefli bir iş emreden Reisicumhur Hazretlerinin
yüksek teveccühüne teşekkür ettik. Âzalar için Yakup kadri Beyle Celal
Sahir Beyi söyledim.

- Pekeyi, dediler. Celal Sahir Bey veznedarlığa, Yakup Kadri Bey de
âzalığa seçildi. Reisicumhur Hazretleri,

- Zannederim şimdilik Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin nizamnamesini
alırsınız. Lazım gelen yerlerine cemiyetinizin adını ve gayesini
yazarsınız. Yenisini sonra düşünürüz, dedi.

Böylece millete yararlı birçok iş gibi Türk Dili Tetkik Cemiyeti de
GAZİ MUSTAFA KEMAL'in başından doğdu."

Atatürk, hemen hükümete bir dilekçe ile başvurulmasını, gereken
iznin alınmasını, ancak bunun için de kurucuların belirlenmesi
gerektiğini anımsatmış ve Samih Rıfat'ın başkan, Ünaydın'ın da genel
yazman olmasını istemişti. Kurucuların dört kişi olmasını
öngördüğünden öteki iki kurucunun kimler olması gerektiğini sormuştu.
R. E. Ünaydın'ın önerdiği Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile Celal Sahir
Erozan uygun görülmüş ve veznedarlığın da Erozan'a verilmesi
kararlaştırılmıştı.

Atatürk, derneğin adından tüzüğüne, kurucu üyelerinden nasıl
çalışacağına dek her şeyi önceden belirlemişti. Türkçe ile ilgili
araştırma ve yayınlar yapması öngörülen dernek bilimsel bir nitelik
taşıyacaktı. Atatürk Türk Tarih Kurumu'nda olduğu gibi bu yeni
derneğin de koruyuculuğunu kabul etmişti. Bu, dil çalışmalarının da
onun bilgisi çerçevesinde ve katkısıyla yürütüleceğinin göstergesiydi.
Derneğin tüzük taslağı düzenlenmiş, dört kurucu üye saptanmış, görev
dağılımı da yapılmıştı. Ünaydın aynı zamanda derneğin sorumlu
temsilcisi olacaktı. Böylece zaman yitirilmeden ertesi gün, 12 Temmuz
1932'de İçişleri Bakanlığına aşağıdaki dilekçeyle başvurulmuştu:

"Dahiliye Vekâleti Celilesine,

Muhterem Efendim,

Türk dili hakkında tetkikat ve neşriyatta bulunmak maksadiyle ve
merkezi Anakarada Halkevi binasındaki dairede bulunmak üzere Türk Dili
Tetkik Cemiyeti adıyla ilmi bir cemiyet teşkil edilerek nizamnamesi
merbuten takdim kılınmıştır. Cemiyet İdare Heyeti azalarının isimleri
ve imzaları arizamızın altında yazılıdır. Cemiyetin mesul murahhası ve
umumi kâtibi Afyon Karahisar Mebusu Ruşen Eşref Beydir. İcap eden
resmi muamelenin ifasına müsaade buyurulması rica olunur, efendim.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti Reisi Çanakkale Mebusu Samih
Rıfat

Umumi Kâtip Afyon Karahisar Mebusu Ruşen Eşref

Âza ve Veznedar Zonguldak Mebusu Celal Sahir

Âza Manisa Mebusu Yakup Kadri"

Bu başvuru Dernekler Yasası gereğince Emniyet İşleri Genel
Müdürlüğüne gönderilmişti. Derneğin tüzüğü, amacı ve kurucuların
kimlikleri açısından bir sakınca bulunmadığı saptanmış ve hemen ertesi
13 Temmuz günü çalışmalara başlanılması için gereken şu izin belgesi
verilmişti:

''İZİNNÂME SURETİ

İLMÜHABER

Cemiyetin unvanı: TÜRK DİLİ TETKİK CEMİYETİ

Maksadı tesisi (kuruluş amacı): Türk dilini tetkik ve elde
edilecek neticeleri neşretmek (yayımlamak)

Merkezi; Ankara

Tarih-i tesisi (kuruluş tarihi): 12. . 1932

Unvanı ve maksadı tesisi yukarıda yazılı olan TÜRK DİLİ TETKİK
CEMİYETİ'nin nizamnamesi tevdi edilmiş olduğundan Cemiyetler kanununa
tevfikan (uygun olarak) işbu ilmühaber verildi.


13 Temmuz 1932


Emniyet İşleri Umum Müdür T. Hadi"

Türk Dili Tetkik Cemiyeti o yılın şubat ayında açılan Ankara
Halkevinde ayrılan bir odada çalışmalara başlamıştı. Atatürk 15
Temmuzda yazlık çalışmaları için Yalova'ya hareket ederken trende
yanına aldığı Samih Rıfat ve R. E. Ünaydın ile dil sorunlarını
konuşmuştu. İstanbul'da toplanması öngörülen kurultay, yani genel
kurul hazırlıkları ile uğraşan Ünaydın, ağustos sonlarında Yalova'ya
gittiğinde karşılaştığı durumu, "Gazi Hazretlerini eski, yeni yerli,
yabancı kamuslardan (sözlüklerden) öz Türkçe sözler aramakla, filoloji
ve lengüistleri ortaya koymakla meşgul gördüm" diye aktarmaktadır.

Atatürk dil çalışmalarında tarih çalışmalarından farklı bir yol
izlenmesi gerektiğine karar vermişti: Öncelikle geniş kapsamlı bir
kurultay toplayıp Türkçenin özleşmesi, gelişmesi ve ulusal dil olması
için evrim mi, devrim mi yapmak gerektiği tezlerini orada tartışmak.
Böylece ulusun her katmanını dille ilgilendirdikten sonra derneğin
tüzük taslağına son biçimini vermek ve yönetim kurulunu da kurultaya
seçtirdikten sonra hızla çalışmaya yöneltmek.

Kurultaya yalnız uzmanların, Türkçe edebiyat öğretmenleri ile
yazarların değil, halktan da dileyenlerin katılması öngörüldüğü için
yayımlanan bildiride, "Kadın erkek her Türk yurttaş Türk Dili Tetkik
Cemiyeti üyesidir. Kendini kurultaya çağırılmış saymalıdır" denilmişti.
[28] Ayrıca Başbakanlığa ve Genelkurmay Başkanlığına başvurularak
kurultaya katılacak memur ve asker kişilere izin verilmesi dilenmişti.
Kurultayda ele alınacak konuları içeren izlence de Atatürk'ün onayı
alındıktan sonra şöyle saptanmıştı:

A - Dilin menşeleri:

1 - Türk dilinin eskiliğine ve

a) İndo-Europeen dillerle,

b) Bütün beyaz ırklar dilleriyle,

c) Asya ve Avrupa'nın başka dilleriyle münasebetleri üzerine
tetkikler.

2 - Türk dilinin doğrudan doğruya kendi muhit şartları içinde
inkişafları.

a) Lehçeleri,

b) Tarihi gramerleri, 'fonetik, şekliyat (morfoloji), sentaks',

c) Kelime hazineleri (lügatler),

d) Her türlü yabancı tesirlerden uzak olarak gösterdiği yüksek edebi
kabiliyet.

3 - Bu kabiliyetin halk dilinde sürmesi ve yazı dilinde sönmesi.

(Halk Edebiyatı - Divan Edebiyatı).

Bunlarda âmil (etken) olan sebepler; dilin yakın mazisinin tetkiki.

B - Türk dilinin bugünkü hali, asri ve medeni ihtiyaçlar:

4 - Tanzimattan bugüne kadar Türk dili ve gösterdiği değişiklikler;

a) Şekliyat (morfoloji),

b) Sentaks,

c)Kelimeler (vocabulaire),

d)Istılahlar.

5 - Türk dilinin asri (çağdaş) ve medeni ihtiyaçları nelerdir?

C - Türk dilinin müstakbel inkişafları:

6 - Gaye, Türk dilini ve yarınki medeniyeti kemali ile
kucaklayabilecek en güzel şiveli ve ahenkli bir ifade vasıtası haline
getirmek olduğuna göre;

a) Şekliyat,

b) Sentaks,

c)Kelime teşkili,

d)Istılah vazı (terim saptama)

sahalarında dilin bütün ihtiyaçlarını gidermek, düşünüş tarzını
asrileştirecek ve garplılaştıracak hale getirmek; yeni vakıaları
(olguları) ifade edecek yeni kelimeler teşkilinde önceden hazırlanmış
ve tespit edilmiş esaslar ve kaideler hazırlamak. [29]

Kurultaya katılacak uzmanlarla yazarlardan bu izlence çerçevesinde
hazırlayacakları bildiri metinlerini önceden göndermeleri istenmişti.
Bunun dışında Abdülhak Hamit Tarhan, Cenap Şehabettin, Hüseyin Cahit
Yalçın, Halit Ziya Uşaklıgil, Faik Âli, Ahmet Rasim, Ali Ekrem gibi
kimi ünlü kişilere özel çağrı yapılmıştı. Sofya'dan Türk diline
ilişkin iki makalesini gönderen Agop Martayan da (Dilâçar) Atatürk'ün
isteği üzerine kurultaya davet edilmişti.

Hazırlıklar sürerken derneğe üye olanların sayısı 718'i bulmuştu. 19
Eylülde Atatürk'ün başkanlık ettiği toplantıda önce özel bir kurulun
hazırladığı tüzük taslağı görüşülmüş, arkasından gönderilen bildiriler
ele alınıp değerlendirilmişti.

İlk Türk Dili Kurultayı (26 Eylül - 5 Ekim 1932)

Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin Türkçe Kurultay adı verilen ilk genel
kurulu öngörüldüğü gibi 26 Eylül 1932 Pazartesi günü saat 14.00'te
Dolmabahçe Sarayında açılmıştı. Sarayın muayede (bayramlaşma) salonu
denilen girişteki büyük salonda gereken düzenlemeler yapılmıştı.
Atatürk 5 Ekime dek 10 gün süren çalışmaları ve özellikle de
tartışmaları yakından izlemişti. Kurultaya verdiği önem nedeniyle
kendisini görmeye gelen ABD Genelkurmay Başkanı General Mac Arthur'u
Dolmabahçe Sarayında kabul etmiş ve kurultayın ikinci gün
çalışmalarını bir süre onunla birlikte izlemişti. Toplantıların
sonunda hemen her akşam dernek yöneticileri ve delegelerden bir
kısmıyla bir araya gelerek günlük değerlendirmelerde bulunmuştu.

Daha önce yapılan çağrının da etkisiyle kurultaya 814 üye ile birlikte
katılanların sayısı 917'ye ulaşmıştı. Bunlar arasında saz şairleri ile
yeldirmeli köylü kadınların sergiledikleri görüntü toplantının ulusal
niteliğinin simgesi sayılabilir. Kurultay İstanbul şehir bandosunun
çaldığı İstiklal Marşı ile açılmış, arkasından gönderilen kutlama
iletileri okunmuştu. İsmet İnönü'nün gönderdiği telgraf, onun Dil
Heyetinin 17 Şubat 1929 günkü toplantısında yaptığı konuşmada olduğu
gibi öz Türkçe sözcüklerle yazılmıştı.. Kurultayı ulusal ekinimin
(ekinin / kültürün) dirilmesi olarak değerlendiren İnönü, hükümetin
alınacak kararları destekleyeceğini de belirtmişti:

"Türk Dili Kurultayının açılmasını yüreğimizden sevinçler taşarak
kutlarız. Kurultay, son yüzyıllarda durmadan karışıklığa uğrayan
ulusal ekinimin yeniden dirilişinin ve ses verişinin belgisidir.
Kurultay ulusal ekinime temel atarken onun kucağında yer alan ülkücü
üyelerin duyduğu coşkuyu ve övüncü hepimiz duyuyoruz. Kurultayda
çalışanlara ne mutlu! Kurultayın dileklerini yerine getirmek için
elinden gelen her hizmeti yapmak hükümet için ve her yurttaş için bir
borç, bir onur olacaktır."[30]

Kurultayın açış konuşmasını yapan Başkan Samih Rıfat, Türkçeyi ulusal
bir dil düzeyine çıkarmak, yazı dili ile halk dili arasındaki ayrılığı
gidermek olduğunu belirtmiş, bu amaca da ancak halkın katkısıyla
ulaşılabileceğini ekleyerek günümüz anlatımıyla şunları söylemişti:

"Dilimizi ulusallaştırmak ve halka yaklaştırmak için bizim
yararlanacağımız kaynaklar bütün dünya dillerinden daha çoktur.
Elimizde kimbilir kaç yüzyıllık bir anadil, her türlü yeteneği ve
birçok lehçeleriyle girişimlerimize yardım edecektir. Her şeyde olduğu
gibi, sevgili halkımızla dilde de birleşeceğiz. Tutacağımız yol, bilim
ve deneme yoludur."

Daha sonra kürsüye gelen yeni Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip,
Türkçenin ilgisizlik ve umursamazlık yüzünden halkın anlayamadığı bir
dil haline geldiğini vurgulamış, bundan böyle izlenmesi gereken yol ve
ön plana alınacak çalışmalara değinen uzun bir konuşma yapmıştı.
Bakan, Türkçenin o yıllardaki durumunu şöyle özetlemişti:

"Bizlerin, yani dünkü ve bugünkü şartlar içinde okumuş ve yazmışların
konuştuğumuz ve hususiyle yazdığımız dile Türk dili demekte gerçekte
bir tereddüt gösteriyorum. 17 milyon Anadolu Türkü içinde ancak yüzde
ona varabilecek bir topluluğun anlayabildiği dile Türkçe denemez.
Selçuklulardan beri sekiz asır (yüzyıl) süren şaşkın inat ile şuursuz
ve kozmopolit bir dalaletle (aymazlıkla) Türkçe, bizzat Türkler
tarafından ölüm çukuruna sürüklendi. Çok defa hiçbir mecburiyet
olmaksızın kapitülasyon bağışlayan Osmanlı diplomatları gibi, Osmanlı
müellifleri (yazarları), edipleri, âlimleri de yabancı istilasına
karşı Türk dilinin kapısını ardına kadar açtılar. Böylece dilimiz
Türkçe olmaktan çıktı, içinde pek az Türkçe sözle, bazı Türkçe
kaideler (kurallar) bulunan bir Osmanlıca, yeni bir dil oldu. (...) Son
22 yıllık Türkçülük cereyanının gittikçe artan ve genişleyen
saflaştırma (arılaştırma) gayretlerine rağmen bu dil hâlâ
Türkleşmedi."

Arkasından Türk ulusuna bilimi ve kültürü halkın da anlayabileceği bir
dille sunmak gerektiğini belirten Bakan R. Galip, dili arılaştırmaya
ve zenginleştirmeye hız verirken Anadolu halk dilinde yaşayan ve
sayıları 80.000 kadar olduğu sanılan sözcüklerin temel
alınabileceğine, eksikliklerin eski yazma yapıtlardan ya da öteki Türk
lehçelerinden taranacak sözcüklerle giderileceğine işaret etmişti.
Ancak bu yollar denendikten sonra karşılığı bulunamayan kavramlar için
yabancı dillere başvurulabilir demişti. Yine de bu konuda sonsözün
uzmanlara ve izlenecek yöntemi belirleyecek kurultaya düştüğünü
eklemişti.

Reşit Galip, kurultay devam ederken kuşkusuz Atatürk'ten aldığı
destekle basına yaptığı açıklamada, halk dilinde yaşayan sözcüklerin 6
ay gibi kısa bir sürede derlenmesine çalışılacağını, başta Milli
Eğitim topluluğu olmak üzere tüm devlet kuruluşlarının buna yardımcı
olacaklarını belirtmişti. Nitekim Milli Eğitim Bakanı, Türk Dili Söz
Derleyicilerine başlığıyla yayımladığı genelgede, Türkçenin aslında
varolan zenginliğini ortaya çıkarmanın zorunlu olduğunu vurgulamış ve
derleyicileri Atatürk'ün maarif ordusu dediği kurtarıcı orduda görev
almaya çağırmıştı.[31]

KURUCU VE KORUYUCU BAŞKAN: ATATÜRK

Kurultayda bildirilerin sunulması dışında çalışmalarda izlenecek
yöntem ve dernek tüzüğüne son biçiminin verilmesi gibi iki önemli konu
üzerinde de durulmuştu. 19 madde olarak düzenlenen tüzük taslağı
kurultayın son günü ele alınmıştı. Tüzüğün birinci maddesinde şu
yargıya yer verilmişti:

"Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek koruyucu
başkanlığı altında 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti adlı
bir cemiyet kurulmuştur."

Derneğin amacı da şöyle belirlenmişti:

"Türk Dili Tetkik Cemiyetinin maksadı, Türk dilinin öz zenginliğini
meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır
yüksekliğe eriştirmektir."

Dilde Devrimin Kısa Sürede Yaygınlaşması

Genel Merkez Kurulunun kurultayca seçilen bir başkan, bir genel yazman
ve bir sayman dışında altı üyeden oluşması öngörülmüştü. Dernek çatısı
altında özgürce yapılacak tartışmalarla varılacak sonuçların uygulama
alanına konabilmesi, dilde devrimin kısa sürede yaygınlaşması, topluma
mal edilmesi için devlet örgütünün bu çalışmalara destek olması da
gerekliydi. Kurultayda Başbakan ile Milli Eğitim Bakanının söz
verdikleri bu desteğin kolayca yürütülmesi amacıyla dernek ile söz
konusu bakanlık arasında bir ilişki kurma yoluna gidilmişti. Bu
nedenle Milli Eğitim Bakanının derneğin fahri reisi (onursal başkanı)
olması kabul edilmişti (mad.4). Üyeliklere gelince, yurttaş olma
dışında hiçbir sınırlama getirilmemişti. Bununla ilgili madde,
"Kendisinde kanuni şartlar (yasal nitelikler) bulunan her Türk
cemiyete üye olabilir" diye çok geniş biçimde düzenlenmişti. Ancak
Dernekler Yasası uyarınca üye olabilmek için başvuruda bulunulması ve
yönetim kurulunca karar verilmesi gerektiği de belirtilmişti.
Etkinliklerin yurt düzeyine yayılmasını sağlayabilmek için iller ve
ilçeler düzeyinde örgütlenmeler de öngörülmüştü. Buna göre illerdeki
Halkevlerinin dil, edebiyat ve tarih kolları derneğin oradaki birimi
olarak yerini tutacaklardı.

Dilde Evrim Değil, Devrim

Kurultayda asıl tartışmalar Türkçenin geliştirilmesinde izlenecek ilke
üzerinde yoğunlaşmıştı. Denebilir ki kurultaya devrimci ve evrimci
görüşlerin çarpışması damgasını vurmuştu. XIX. yüzyıl sonlarında
Osmanlıca-Türkçe üzerinde başlayan tartışmalar giderek dilin
düzenlenmesi, düzeltilmesi gerektiği noktasında yoğunlaşırken
izlenmesi gereken yöntem ve onun boyutları konusunda iki ayrı görüş
ortaya çıkmıştı. Böylece dilin düzeltilmesini isteyen reformcular,
zamanla evrimciler ve devrimciler denebilecek iki kesime
ayrılmışlardı.

Evrimciler, Türkçenin yapısına uymayan Arapça ve Farsça dilbilgisi
kuralları ile sözdizimlerinden vazgeçilmesini, halkın kullanmadığı
yaygınlaşmamış yabancı kökenli sözcüklerin atılmasını yeterli buluyor;
ayrıca dilin özleşmesi için eski Türkçeden, Türk lehçelerinden
yararlanmayı doğru bulmuyorlardı. Kısacası dilin fazla zorlanmadan
doğal akışı içerisine bırakılması gerektiğini, böylece yavaş da olsa
belli bir süreçte özleşebileceği görüşünü savunuyorlardı. Dilde reform
tartışmalarının başladığı dönemde reformu ve Türkçenin Arapça Farsça
kurallardan kurtarılmasını savunan Necip Asım Yazıksız, bu konuda
hızlı hareket edilmesine karşı çıkmıştı. Lisan Bahsi başlıklı
makalesinde, hangi dilden gelirse gelmiş olsun yabancı kökenli
sözcüklerin Türkçeden çıkartılıp yerlerine öteki Türk lehçelerinden
sözcükler alınmasını istemediğini vurgulayarak düşüncesini şöyle
açıklamıştı:

"Yalnız istediğim, özlediğim şey, Türkçemizin medeni bir millet dili
olduğunu ve ilerlemesine gayret edilirse bugünkü Avrupa dillerinden
aşağı kalmayacağını ispat idi. Hatta saf Türkçe ile birkaç makale
yazışım da buna dayanıyordu. Bunu görenler dilimizden bütün Arapça,
Farsça ve Avrupa dillerinden aldığımız kelimeleri çıkartıp yerine
Çağataycadan, Kıpçakçadan, Özbekçeden, Azericeden vesaireden kelime
koymak istiyorum sandılar. Hatta o fikri de münasip görenler, mektup
yerine betik yazanlar da bulundu. Yine tekrar ederim, fikir ve görüşüm
hiç de öyle değildir. Özendiğim şey, bugün Osmanlıların terbiye
(eğitim) ve kültür bakımından orta halli olanlarının hepsine
yazdığımızı anlatacak bir dil kullanmaktır."[32]

İkinci Meşrutiyet döneminde Genç Kalemler topluluğunun Türkçenin
özleştirilmesi girişimini aşırılık sayanlar, yeni terimlere Arapça ve
Farsçaya dayanarak karşılık bulmaya çalışanlar ve "Türkçeleşmiş
Türkçedir" diyerek dildeki yabancı kökenli sözcüklerin dili
zenginleştirdiğini savunanlar oldukça güçlü bir evrimci cephe
kurmuştu. 1928'de oluşturulan Dil Kurulu da devrimci ve evrimci
görüşlerin çarpışmalarına sahne olduğu için, umulan sonuç
alınamamıştı.

Kurultayda evrimcilerin görüşlerini açıklamayı İttihatçı olarak
ünlenen Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın üstlenmişti. Dilin doğal akışına
bırakılması gerektiğini savunan Yalçın, yalın bir anlatımla şunları
söylemişti:

"Yazı dilinden yabancı sözcükleri atarak yerlerine öz Türkçe sözcükler
koymak görevini hiçbir kurul üzerine alamaz. Çünkü sözünü dinletmek
olanağı yoktur. Bu iş tümüyle kişiseldir, daha doğrusu kişiye bağlı
değildir. Dilin doğal gidişinin sonucu olarak oluşacaktır. Bu
akademi, yazı ve konuşma dilinin her zaman arkasından yürür;
yeniliklere akademi önayak olamaz. O, dilde ancak düzenleyici ve
koruyucu bir kuvvettir."

Adı akademi ya da dernek olsun, hiçbir örgütün dile karışmaması
gerektiğini ısrarla vurgulayan Yalçın, bu anlayışla Türkçeye girmiş ve
tutunmuş olan yabancı kökenli sözcüklerin korunmasını da zorunlu
gördüğünü açıklamıştı. Buna örnek olarak tayyare sözcüğünü ele alarak
şöyle devam etmişti:

"Tayyare icat edildiği zaman buna dilimizde isim bulmak için
Arapçadaki tayr kökünden çıkmış bir sözcük arayacağımıza, bunu öz
dilimizden çıkararak uçku, uçkaç, uçuşkan diye saptamış olsaydık,
kuşkusuz ki daha iyi olurdu. Fakat bugün en sıradan köylüler bile
tayyareyi belledikten sonra kaldırıp da yerine bu türlü öz Türkçe
sözcük koymakta boşuna yorgunluktan öte bir yarar düşünemem. Çünkü
tayr Arapça da olsa tayyare muhakkak ki Türkçedir. Çünkü bizim
buluşumuzdur, Türk çocuğudur." [33]

Görüşmeler sürerken söz alanlardan, Yalçın'ın evrimci görüşünden yana
çıkanlar da olmuştu. Ama büyük çoğunluk dilde de devrimci bir atılımın
artık kaçınılmaz olduğunu belirtmişti. Bunlar arasında Sadri Ethem
Erdem, Halit Ziya Uşaklıgil, Fuat Köprülü, Ali Canip Yöntem ve Hasan
Âli Yücel'in konuşmaları anılmaya değer.

Sözlerine, "Kişiliklerine saygı duyduğum üstatlar evrimden söz
ettiler. Bir toplumun yaşamında ne zaman evrim olur ve ne zaman
atlamalar olur? Acaba üstatların sözünü etmek istedikleri evrim nasıl
bir evrimdir?" diye başlayan Erdem, 1918'den 1932'ye değin geçen
dönemin göz önüne alınması gerektiğini belirterek şunları söylemişti:

"Nasıl ki ulusla ümmet arasında büyük bir ayrım varsa, dünkü dil
anlayışıyla bugünkü dil anlayışı arasında da öyle bir ayrım vardır.
Biz bu ayrımı evrim yoluyla geçemeyiz. Bu ayrımı Türk topluluğunun
şimdi yaşamakta olduğu devrim atılımıyla geçebiliriz... Çünkü yeni ve
yepyeni bir toplumla karşı karşıyayız. Bu yeni toplum Tük ulusudur...

Üstatlar bu toplanmaların biraz da gereksiz olduğunu dile getirmek
istediler sanırım. Eğer böyle bir şey söz konusuysa, bunu hiç
akıllarından geçirmemeleri gerekir. Ancak halk dilini ve halk
egemenliğini temsil eden sözcüklerin var olabilmesi için halkın kendi
egemenliğini eline almış olduğu bir dönemde, bu halk egemenliğini
böyle yüze gülücü evrim siyasasıyla yapmak istersek, bu dil, Türk dili
hiçbir zaman istediğimiz aşamaya varmaz. Varmak için çok kökten
devrimci olmak gerekir."

Türkçenin, Arapçanın baskısı altında uğradığı başkalaşımı anımsatan
Halit Ziya Uşaklıgil, abece değişikliğiyle hiçbir yerde görülmeyen ve
hayale sığmayan olağanüstü bir dönüşüm yapıldığını vurgulamıştı. Dilde
devrime olan inancını da şöyle belirtmişti:

"Bu ne ile yapıldı? Büyük bir gücün işe el koymasıyla yapıldı. Bugün
Dil Kurultayı ve bundan doğacak devrim de yine o güç sayesinde
olacaktır."

Ama evrimci görüşe en geniş ve çarpıcı yanıtlar Fuat Köprülü'den
gelmişti:

"Büyük Gazi, o zaferi tamamlayan ve sağlamlayan bir dizi devrimden
sonra bizi yeni bir zafere, yeni bir devrime, daha açık bir deyimle
manevi bağımsızlığa kavuşturuyor.

Burada söz söyleyen bir konuşmacı, evrim kuramına ve belirlenimcilik
ilkelerine dayandığını ileri sürerek, toplumsal bir kurum olan dilin,
doğal bir gelişme izlediğini ve onu değiştirmenin insanların gücü
içinde olmadığını, akademilerin ve bilim kurullarının bu gelişmeyi
saptamaktan öte bir şey yapamayacağını söyledi ve tutucu güçlerin ve
kanıların aşırılıkları değiştirerekten bu işte yararlı bir görev
gördüklerini de açıkladı.

Görünüşte bir bilim cilasına bürünen bu sav, bütün devrim
hareketlerine karşı her zaman kullanılan eski bir silahtır. (...)

Devrim ruhuyla dolu olan bugünkü Türk kuşağı pekiyi bilir ki Türk
ruhunu ve büyük Türk tarihinin doğal akışını herkesten daha önce ve
daha derinden sezen ve bu ulusal eğilimlere her zaman açık ve doğru
biçimini veren Gazi, ulusal bilincin ve ulusal kültürün bu eşsiz
odağı, ulusuna armağan ettiği büyük devrimler zincirinin yeni bir
halkası olan büyük Dil Devrimini de bilimin sağlam temelleri üzerine
kuruyor. Diğer devrimlerimizde olduğu gibi bunda da başarılı
olacağımızdan bir an bile şüphe edemeyiz."

Kurultayla birlikte girişilen dil çalışmalarını geçmişteki Türkî-i
basit ya da Türkçeyi yabancı kurallardan arındırıp yalınlaştırma
girişimleri ile karşılaştırma olanağını bulunmadığını belirten
Köprülü, bunun Türk Devriminin bir halkası olduğunu da vurgulamış ve
26 Eylülü de Türk rönesansının başlangıcı olarak nitelemişti:

"Kurultayımızın toplandığı 26 Eylül tarihini, ulusal rönesansımızın bu
başlangıcını o eski, küçük, güçsüz girişimlerin daha büyük ölçüde bir
devamı saymak çok yanlış bir anlayıştır. 26 Eylül o güçsüz akımların
bir devamı değil, birbiriyle uyumlu ve büyük bir bütün oluşturan Türk
Devriminin en doğal ve belki en ulu sonucudur."[34]

Çalışma Raporu ve Merkez Yönetim Kurulu Seçimi

Kurultayda kabul edilen çalışma raporunda şunlara yer verilmişti:

1 - Türkçenin gerek Sümer, Eti gibi en eski Türk dilleriyle, gerek
Hint-Avrupa, Sâmi denilen dillerle mukayesesi (karşılaştırılması)
yapılmalıdır.

2 - Türkçenin tarihi inkişafları aranmalı, mukayeseli grameri
yazılmalıdır.

3 - Türk lehçelerindeki kelimeler derlenerek lehçeler lügati, sonra
esas Türk lügati, Türk sarfı nahvi (dilbilgisi, sözdizimi) tez elden
yapılmalıdır. Sarf, nahiv, lügat yapılırken, ıstılah konurken
Türkçenin bütün lahikalarının (eklerinin) araştırılmasına, bu
lahikaların ve edatların dilimizin bütün ihtiyaçlarına yetecek surette
işlenilmesine ehemmiyet verilmelidir.

4 -Türkçenin tarihi grameri yazılmalıdır.

5 - Şark ve garp memleketlerinde çıkan Türk dili hakkındaki eserler
toplanmalı, bu eserlerden lazım olanları dilimize çevrilmelidir.

6 - Cemiyetin gerek kendisinin gerek dışarıda Türk dil işleriyle
uğraşanların tetkiklerini bir mecmua ile neşretmelidir.

7- Memleket gazetelerinde dilişlerine hususi yer verilmelidir.[35]

Kurultayda düzenlenen tüzük uyarınca dokuz kişilik Merkez Kurulu
seçimleri de yapılmıştı. Atatürk Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin kurucu
ve koruyucu başkanı, dönemin Milli Eğitim Bakanı da başkan kabul
edildiği için yürütme kurulu demek olan Merkez Kurulu, görev
dağılımlarına göre şöyle oluşmuştu;

Başkan: Samih Rıfat,

Genel Yazman: Ruşen Eşref Ünaydın,

(Onun Tiran elçiliğine atanmasından sonra İbrahim Necmi Dilmen)

Sayman: Besim Atalay,

Üyeler: Celal Sahir Erozan, Ahmet Cevat Emre, Ragıp Hulusi Özden,
Hamit Zübeyr Koşay, Hasan Âli Yücel, İbrahim Necmi Dilmen.

26 Eylül Dil Bayramı

Kurultayın son gününde Halit Fahri Ozansoy, her yıl 26 Eylülün
derneğin Dil Bayramı olarak kutlanmasını önermiş ve önerisi oybirliği
ile kabul edilmişti.

Çalışmalar sona erdiğinde söz alan R.E. Ünaydın, Türk Devriminin dile
de yansımasını öngören programın uygulanmasında Mustafa Kemalce
düşünmek gerektiğini vurgulayarak çok coşkulu bir konuşma yapmıştı:

"Bu program Mustafa Kemal'in bu sorunu nasıl düşündüğünün grafiğinden
başka nedir? Bir davayı bütün gerçekliği ile göz önüne koymak, onu
zaman ve mekân içinde yerine ve sırasına koymak, beynin
laboratuvarında inceden inceye elenip dokunmuş olan bu işin nasıl bir
iş olduğunu görmek, göstermek, düşünceleri o iş etrafında bir araya
toplamak, o işten çıkan sonuçları ilerisi için hedef edinmek; İşte
Mustafa Kemalce düşünüş bu demektir. Bu kurultayın programı da bu
derneğin kurulması gibi o düşünüşün bir örneğidir.

Mustafa Kemalce düşünmek demek, incelemek, bütünleştirmek,
bilinçlendirmek, düzene sokmak, sistemleştirmek demektir. Bu yöntem,
Çanakkale'den dil kurultayına kadar aynı hızı ve sırayı gösterir."[36]

Kurultayda alınan karar uyarınca 1933'ten başlayarak Dil Bayramının
bir dizi etkinliklerle kutlanmasına başlanmıştı. Derneğin Kurucu ve
Koruyucu Başkanı Atatürk de her 26 Eylülde verdiği demeç ya da
yayımladığı iletilerle dil çalışmalarına katkıda bulunanları
kutlayarak onları yüreklendirmeyi sürdürmüştü.

ATATÜRK'ÜN DİL ÇALIŞMALARINA İLGİSİ VE KATKILARI

İlk Öneriler ve İlkelerin Saptanması

Atatürk kurultaydan sonra Ankara'ya döndüğünde bir akşam Ruşen Eşref
Ünaydın'ı Çankaya Köşküne çağırmıştı. Ona çalışma programına göre
öncelikle ele alınması gereken işler konusunda şunları yazdırtmış ve
altını imzalamıştı:

"Madde 1 - Derleme Defterleri ve kılavuzlar derhal ve nefis surette
bastırılacak.

Madde 2 - Bültenin nefis ve cazip şekilde derhal bastırılması.

Hatıra; Maarif Vekili Beyefendi (Dr. R. Galip) bunlar için lazım gelen
parayı temin de buyururlar. Ben de kendisi ile görüşürüm.

*

3 - Şimdiki Anadolu Kulübü binası ayın 2'inci gününe kadar Türk Dili
Tetkik Cemiyeti Merkez Heyetine devir ve teslim edilecektir.

Bu hususta kulüp komite heyeti ile temasa gelinecektir. Bu hususta
komitenin haberi vardır. Keyfiyet tarafınızdan Maarif Vekili
Beyefendiye bildirilecek ve bundan başka Başbakan Paşaya da (İ. İnönü)
malumat verilecektir.

*

Diğer İstanbul ve vilayat (iller) gazeteleri de Hâkimiyeti Milliye'in
açtığı sütuna benzer daimi sütun açacaklar. Bu hususta gazete
başmuharrirleri (başyazarları) ile konferans yapılacak. Samih Rıfat
Beyi ziyaret edeceğim.

*

1 - Müşkillerinizin hallinde daima Başvekil İsmet Paşaya müracaat
edeceksiniz, başka kimseye değil.

2 - Üzerinize aldığınız mühim dil işinde muvaffak olmak için temasında
bulunacağınız her resmi dairenin faydalı noktai nazarlarını
(görüşlerini) dinleyeceksiniz. Güzel neticeler vaat eden sözleri
memnuniyetle dinleyeceksiniz, fakat bunları fiile kalbetmek
(gerçekleştirmek) için ne yapmak lazım geldiğinde karşılaşacağınız
müşkillerin halli için gene Başvekil İsmet Paşaya müracaat
edeceksiniz.

3 - Benim size bu tavsiyelerimi yapmak için tabii tereddüt caiz
değildir. Siz bu hususlarda tereddüde düşürüldükçe müracaat edeceğiniz
zat Başvekil İsmet Paşadır.

4 - Çünkü her büyük işin ehli ve faili olduğu gibi bu işin de yüksek
âmili İsmet Paşadır. Gazi M. Kemal"[37]

Salt bu satırlar bile Atatürk'ün dil konusuna eğilirken sorunu bütün
yönleriyle ele aldığını ve kısa sürede bir atılım yapabilmek için
önceliklerin nelere verilmesini saptadığını göstermektedir. Daha Dil
Heyeti zamanında başlanan derleme işlerinin hızlandırılması için
gerekli olan defterler ve derleyicilere verilecek kılavuzlar bir an
önce bastırılmalıydı. Yurtiçi ve yurtdışında yapılan çalışmaları
duyurmak, katılımları artırabilmek için kurultayda öngörülen derginin
(Bülten) yayınına başlanmalıydı. Hâkimiyeti Milliye gazetesinde dil
çalışmalarına ilişkin özel bir sütun açılmıştı. Öteki gazetelerde de
benzer sütunlar açılması yolunda gereken girişimlerde bulunulmalıydı.

Cumhurbaşkanı, dernek özel bir çalışma yerine sahip oluncaya dek,
çalışmaların Anadolu Kulübünde yapılmasını uygun görmüş, bu olanağı
sağlamıştı. Asıl önemlisi dil çalışmalarında hükümet ve tüm kamu
kuruluşlarıyla işbirliği yapmanın göz ardı edilmemesi yolundaki
uyarılardı. Tüzük gereği dernek başkanı sayılan Milli Eğitim Bakanı R.
Galip ile Başbakan İnönü sorunların çözümünde yardımcı olacaklardı.
Atatürk dil konusunda kendisinden sonra başvurulacak yetkili kişinin
İnönü olduğunu vurgularken kuşkusuz ona olan güvenini de belirtmişti.

Bu önemli buyruklardan sonra, dernek yönetim kurulunun ilk
toplantısına Atatürk başkanlık etmişti. Kurultayda saptanan ilkeler
dikkate alınarak dil çalışmaları Türk Devriminin bir ana öğesi olarak
ele alınırken bu devrimci atılımla amaç edinilen sonuçların bir
bildiri ile de açıklanması uygun görülmüştü. 17 Ekim 1932'de
yayımlanan bildiride amacın Türkçeyi ulusal dil durumuna getirmek
olduğu vurgulanarak günümüz anlatımıyla şöyle denilmişti:

1 - Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım
aracı durumuna getirmek,

2- Türkçeyi çağdaş uygarlığımızın önümüze koyduğu bütün
gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek,

3 - Bunun için, bugün yazı dilinden Türkçeye yabancı
kalmış öğeleri atmak.

Halkçı bir yönetimin istediği biçimde halk ile aydınlar arasında
nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak. Ana öğeleri öz
Türkçe olan ulusal bir dil yaratmak." [38]

Bu amaçlar doğrultusunda çalışmalara hız verebilmek için gereken
kadrolar [39] oluşturulur ve düzenlemeler yapılırken Atatürk de
gelişmeleri çok yakından izlemişti.Tarih Kurumu çalışmalarında olduğu
gibi dil çalışmalarında da etkin olmak, katkıda bulunmak istemişti.
Diller hakkında genel bilgi edinmek, başka ülkelerde ulusal dillerin
nasıl oluştuğunu saptayabilmek için konuyla ilgili kitapları
incelemeye koyulmuştu.

Agop Dilâçar'ın tanıklığına göre, kuruma gerekli kitapların
alınabilmesi için kendi maaşından 40.000 lira bağışlamıştı. Dile
ilişkin birçok konuda olduğu gibi Orhun Yazıtları hakkında da ondan
bilgiler almış ve en çok şu tümceyi sevmişti: "Bengü il tuta olurçatı
sen Türk udun." (Ey Türk halkı! Sen sonsuza dek egemen olacaksın!)
Çoğu zaman Çankaya Köşkünde kurum yöneticileri ve dil uzmanları ile
sorunları tartışmış, kimi kez yönetim kurulu toplantılarına başkanlık
etmiş ve iki yılda bir düzenlenen kurultaylara katılıp dillere ilişkin
farklı görüşlerin, tezlerin tartışılmasını önemsemişti. Sonunda
yabancı kökenli terim ve sözcüklere Türkçe karşılıklar olarak birçok
sözcük türetmiş, bu bağlamda hendese adıyla bilinen bilim dalı
terimlerini geometri olarak Türkçeleştirmişti. Ayrıca dillerin
kökenlerine ilişkin olarak da Güneş - Dil Kuramı adını verdiği kuramı
(tezi) öne sürmüştü. Bütün bunları yaparken de her fırsatta Türk Dil
Kurumu'nun çalışmalarını övmüş, Dil Bayramlarını kutlamıştı.
Düzenlediği vasiyetnamesinde, ölümünden sonra İş Bankasındaki payının
yıllık gelirlerinin Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu arasında
paylaşılmasını istemesi, Türkçenin siyasal ve ekonomik hiçbir baskı
olmadan gelişmesine ve zenginleşmesine verdiği önemin somut kanıtı
olmuştu.[40]

İlk Türk Dili Kurultayını izleyen 1 Kasım 1932'deki TBMM'nin yeni
çalışma yılını açış konuşmasında, "Türk dilinin kendi benliğine,
aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet
örgütümüzün dikkatli, ilgili olmasını isteriz" diye seslenerek, ulusal
amaca ancak böyle bir işbirliği ile ulaşılabileceğini vurgulamıştı.

İkinci Türk Dili Kurultayı da Dolmabahçe Sarayında toplanmıştı.
Atatürk 18 Ağustos 1934 Cumartesi saat 14.00'te başlayıp 23 Ağustosa
dek süren kurultayın öğleden sonraki tüm oturumlarını dinlemişti. Öyle
ki 21 Ağustos akşamı Yalova'ya gitmiş, ertesi gün geri gelmiş ve
toplantıyı dikkatle izlemişti. Daha çok dillerin gelişim süreci
üzerinde durulduğu bu kurultayda bazı yabancı dil bilginleri de
bildiri sunmuşlardı. Çalışmalarda çok büyük zorunluluk olmadıkça bütün
terimlerin öz Türkçe kök ve eklerle yapılması kararlaştırılmıştı.
Osmanlıca sözcüklere karşılık bulmak için de iki yol önerilmişti:

a) TDK'nin kuruluşundan, 1932'den sonra yayımlanan Osmanlıcadan
Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisinde yer alan sözcüklerin
incelenerek olduğu gibi ya da düzeltilerek alınmaları,

b) Karşılığı bulunmamış kavramlar için söz yaratma yolu ile Türkçe
sözcükler saptanması.

Çalışmaların yaygınlık kazanabilmesi için türetilen terimlerin
geciktirilmeden ders kitaplarında kullanılmasının gerektiği
vurgulanmıştı. Devlet yayınlarının ve resmi duyuruların
Türkçeleşmesine yardım etmek amacıyla kurum içinde özel bir birim
oluşturulması da yararlı görülmüştü.

Kurultaydan sonra Türkçenin özleştirilmesi çalışmalarına hız
verilirken Atatürk bu konuda da öncülük görevini üstlenmişti.
Türkiye'yi ziyaret eden İsveç Veliahtı Prens Güstav onuruna Çankaya
Köşkünde düzenlediği yemekte kendi çabasıyla bulduğu öz Türkçe
sözcüklerle örülü bir konuşma hazırlamıştı. 1929 Şubatında İsmet
İnönü'nün Dil Kurulunda yaptığı konuşmayı andıran bu konuşma,
Atatürk'ün dilin özleşmesine verdiği önemin açık kanıtı idi.

"Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye'ye uğur getirdiklerini söylerken
duyduğum tükel özgü bir kıvançtır" diye başlayan konuşmasında şu
görüşlere yer vermişti:

"İsveç - Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez
damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü
sanlı sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır... Avrupa'nın iki
bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm
ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş
bulunuyorlar. Onlar bugün en güzel utkuyu anıksıyorlar; baysal
utkusu."[41]

Kasım başında TBMM'deki açış konuşmasında da Türkçenin özleşmesi
yolunda elde edilen olumlu verilerden ötürü duyduğu sevinci, geleceğe
güvenini dile getiren Atatürk şunları söylemişti:

"Kültür işlerimiz üzerine ulusça gönüllerimizin titrediğini
bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini doğru temelleri üstüne
kurmak, öz Türk diline değeri olan genişliği vermek için candan
çalışılmakta olduğunu söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı
verimlere ereceğine şimdiden inanabilirsiniz."[42]

Kurultaydan sonra Türkçenin özleştirilmesi yolunda yeni atılımlara
girişilmişti. Denebilir ki ikinci kurultayı izleyen yıllar dilde
devrimin en yoğun yaşandığı dönem olmuştur. Öncelikle kurumda bir
Kılavuz Çalışma Kolu oluşturulmuştu. Halkın katkısını sağlamak için de
gazeteler yoluyla geniş çapta bir sormaca açılarak Osmanlıca
sözcüklere Türkçe karşılıklar bulunması istenmişti. Gelen yanıtlar
değerlendirilmiş, 1935 baharında Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu
yayımlanmıştı. Genel Merkez adına kılavuza yazılan önsözde Atatürk'ün
bu özleştirme çalışmalarına katkısı şöyle belirtilmişti:

"Yirminci asrın bu en büyük yaratıcısı, kılavuz çalışmalarını yalnız
kolaylaştırmakla kalmamış, kendisi de sözlerin köklerini aramak ve
karşılık bulmak işlerinde değer biçilmez bir özveri ile çalışmıştır."

Söz konusu kılavuzun bir endeksi olarak düzenlenen Türkçeden
Osmanlıcaya Cep Kılavuzu ise birkaç ay sonra, 3. Dil Bayramının
kutlandığı 26 Eylül 1935'te satışa çıkarılmıştı.

CHP Programının Türkçeleştirilmesi

Bu arada toplanan Cumhuriyet Halk Partisi 4. Büyük Kurultayında da
parti tüzüğü ve programının Türkçeleştirilmesi için önemli bir
girişimde bulunulmuştu. Bu girişim, yeni bulunan ya da türetilen
Türkçe sözcüklerin yazı diline ve güncel yaşama geçirilmesi, hukuk
dilinin Türkçeleştirilmesi yolunda atılmış bir adım demekti.

9 Mayıs 1935'te kurultayı CHP Genel Başkanı olarak açan Atatürk, yeni
sözcükleri kullanmaya özen gösterdiği konuşmasında, çağdaş Türk
toplumunun oluşmasında Türkçenin özleşmesinin önemini şu sözlerle
belirtmişti:

"Yeni harfleri, ulusal tarihi, öz dili, ar, bilimsel müzik ve teknik
kurumları ile kadını erkeği her hakta eşit, modern Türk sosyetesi bu
son yılların eseridir." [43]

Parti kurultayında tüzükte ve programda yapılması öngörülen
değişiklikleri incelemek amacıyla 15 kişilik bir yarkurul
oluşturulmuştu. Şemsettin Günaltay'ın başkan, Ferit Celal Güven'in
raportör olduğu yarkurul, Türk Dil Kurumu uzmanlarıyla bir araya
gelerek verilen görevi kısa sürede tamamlamıştı. Kurultayın 12 Mayıs
günkü ikinci oturumunda kürsüye gelen F. C. Güven, programın öz
dilimizle yazılmış örneğinin hazırlandığını bildirmişti.

Gerçekte parti tüzük ve programının Türkçeleştirilmesi çalışmalarına
Atatürk'ün isteği ile kurultaydan önce başlanmıştı. Atatürk'ün özel
arşivinde bulunan yeni program taslağı ile ona ekli Türkçe - Osmanlıca
dizin bunu kanıtlamaktadır. Dizinde, programda kullanılan 167 yeni
sözcük ile bunların Osmanlıca karşılıkları gösterilmiştir. Kurultayda
bu taslak ele alınmış, yine Atatürk'ün isteği ve onayı ile gereken
düzeltiler, düzenlemeler yapılmıştı. 13 Mayıs 1935 günkü toplantıda
maddeler üzerindeki görüşmeler bittikten sonra Başkan Saffet Arıkan,
"Atatürk'ün yüksek alakasıyla program öz Türkçeye çevrilmiştir"
diyerek bunun tümünün oya konulabilmesi için Türkçe metni okutacağını
açıklamış, yeni düzenlenen metin oybirliği ile kabul edilmişti.

Bu, ağdalı Osmanlıca ile yazılmış olan yasa dilinin Türkçeleştirilmesi
yolunda büyük bir atılım demekti. Parti programının
Türkçeleştirilmesinde türevleriyle birlikte toplam 245 sözcük
kullanılmıştı. Arapça kökenli hars yerine batı kökenli kültür
yeğlenmiş, şu yeni sözcüklere yer verilmişti; ar (sanat), arsıulusal
(beynelmilel), asığ (menfaat), ayral (müstesna), bakı kadını
(hemşire), baysallık (huzur, sükûn), dışdinsel (laik), ıra (seciye),
işyar (memur), inanca (teminat), saylav (mebus), şarlık (belediye)...

1983'te yapılan bir saptamaya göre söz konusu 245 sözcükten 146'sı
(yüzde 59, 60), günümüzde de kullanılmakta olup 39'u biraz
değişiklikle varlıklarını korumaktadır. Tutunamayıp unutulanların
sayısı ise 60 (yüzde 24, 50) düzeyindedir.[44]

CHP programı tüze dilinin özleşmesi yolunda ilk büyük atılım olmuştu.
1924 tarihli Teşkilatı Esasiye dili ise ondan 10 yıl sonra 1945'te
Anayasa olarak Türkçeleştirilecekti. Ne ki Atatürk'ün önderliğinde
gerçekleştirilen devrim halkalarını "millete mal olan / olmayan" diye
ikiye ayıran Demokrat Parti iktidarı, 1952'de yeniden Anayasanın,
Osmanlıcasına dönmüş, Teşkilatı Esasiye tamlamasını yeğlemişti. Bu
geriye dönüş için verilen önergedeki ilk imzanın 26 Eylül 1932'yi Türk
rönesansının başlangıcı olarak niteleyen Fuat Köprülü'ye ait olması,
Ali Canip Yöntem gibi Türkçenin özleştirilmesine öncülük edenlerden
biri ile Halide Edip Adıvar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Faruk Nafiz
Çamlıbel gibi aydınların da o önergeye katılmaları kuşkusuz, yalnız
Türkçe için değil, Türk Devrimi için büyük bir talihsizlik sayılmıştı.

Atatürk, TDK'nin üçüncü kuruluş yıldönümü olan 12 Temmuz 1935'te
yönetim kurulunca kendisine gönderilen saygı ve teşekkür telgrafına şu
yanıtı vermişti:

"Türk Dili Araştırma Kurumu'nun üç sene içinde yaptığı işler çok
büyüktür. Kurum içinde çalışan arkadaşlar bununla öğünebilirler.
Kamunuzu kutlar, tam başarılar dilerim." [45]

26 Eylül Dil Bayramında da Genel Sekreter İbrahim Necmi Dilmen'e
gönderdiği telgrafta, "Üçüncü Dil Bayramını kutlayan telgrafınızı
aldım. Türk Dil Kurumu'nun verimli çalışmasını ve bütün yurttaşların
dil işlerine gösterdiği büyük ilgiyi sevinçle anarım. Bayramınız kutlu
olsun" demişti. [46]

Kurumun koruyucu başkanı da olan Cumhurbaşkanı, 1 Kasım 1936'da
TBMM'nin toplantı yılını açış konuşmasını yeni türetilen Türkçe
sözcüklerle hazırlamıştı. Bunda yurdun kalkınması, "Türk ülkesi içinde
köylere varıncaya kadar küçük büyük bütün şehirlerimizin birer genlik
ve bayındırlık göreyi olması, önde tuttuğumuz amaçlardandır" diye
vurgularken dil çalışmalarında alınan olumlu sonuçları, "Kültür
kıvanımızı, yeni ve modern esaslara göre, teşkilatlandırmaya durmadan
devam ediyoruz. Türk tarih ve dil çalışmaları büyük inanla beklenen
ışıklı verimlerini şimdiden göstermektedir" diye belirtmişti.[47]

Üçüncü Dil Kurultayı ve Güneş Dil Kuramı

Kurumun üçüncü kurultayı 24- 31 Ağustos 1936 tarihlerinde yine
Dolmabahçe Sarayında yapılmıştı. Genel Sekreter İbrahim Necmi
Dilmen'in okuduğu çalışma raporunda Dil Devrimi olarak nitelenen dil
çalışmalarında gözetilen amaç şöyle vurgulanmıştı:

"Türk Dil Devriminin ameli dileği, yazı dilimizle konuşma dili
arasındaki uçurumu ortadan kaldırmak, böylece cumhuriyet Türkiyesinde
herkesin kolaylıkla okuma yazma öğrenmesine, okuduğunu anlamasına,
düşündüğünü yazmasına meydan açmaktır." [48]

Toplantılara sunulan ve tartışılan bildiriler yanında sekiz gün süren
bu kurultaya Atatürk'ün öngördüğü Güneş Dil Kuramı diye anılan bir
kuram (teori) damgasını vurmuştu. Böyle bir kuram o yıllar Avrupasında
ortaya atılan görüşlerden esinlenerek öne sürülmüştü. Bunda da
dillerin ortaya çıkışı, psikolojisi ve sosyolojisine ilişkin görüşler
başlıca etken olmuştu.

Bir Cizvit papazı olan Sümerolog H. Barenton, L'Orogine des langues
des religions et des peuples (dillerin, dinlerin ve halkların kökeni)
adlı yapıtında (Paris, 1932- 33) Sümerceyi bir anadil olarak
değerlendirmişti. Kitabının birinci cildinin başlığı Les Radicaux
primitifs des langues conserves dans le sumerien (Sümercede korunmuş
olan dillerin ilkel kökleri), ikinci cildin başlığı ise Les langues,
leur derivation du sumerien (diller, bunların Sümerceden türeyişi)
idi. Barenton, Paris'teki Türk büyükelçiliğinden Atatürk'ün dil
sorunlarına önem verdiğini öğrenince ona özel bir mektup yazarak
kitabını göndermişti.

Öte yandan Almanya'da Ernest Böklen de 1922'de yayımladığı kitabında
dillerin kökenine ilişkin olarak bir Ay-Dil Kuramını öne sürmüştü.
Viyana Üniversitesinde Doğu dilleri üzerinde doktora yapan Hermann F.
Kvergic ise 1935 Ocağında hazırladığı La psycologie de quelques
elements des langues Turques (Türk dillerindeki bazı öğelerin
psikolojisi) adlı incelemesini Atatürk'e sunmuştu. 41 daktilo sayfası
tutan ve 55 bölüme ayrılmış olan bu inceleme Atatürk'ü çok
ilgilendirmişti. Olayların tanığı Dilâçar'ın aktardığına göre, Güneş
Dil Kuramı, Avrupa'daki öteki görüşler de dikkate alınarak bu metin
üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda ortaya çıkmıştı.[49]

Güneş Dil Kuramında, ilk sözcüklerin ve genel kavramların güneşten
kaynaklandığı varsayılıyordu. Dillerin doğuşunun duygusal haykırışlara
dayandığı, en doğal haykırışın "Ağ!" olduğu ve bunun da güneş anlamına
geldiği kabul ediliyordu. Böyle bir kuramın öne sürülmesinde güdülen
amaç, Türk Devriminin dile de yansımasını bir türlü kabul edemeyen
çevrelerce ileri sürüldüğü gibi Türkçeyi özleştirmekten vazgeçmek
olmayıp Türk tarih tezine koşut olarak bir dil teorisi / kuramı
belirlemek idi. Atatürk'ün buradaki amacı şöyle özetlenebilir:

Türkçe, Türk uygarlığı ve kültürü kadar eski ve ana bir dildir. Türk
dili, taş ve maden devirlerinde kültür sözcüklerini göçlerle
yeryüzündeki dillere yayan eski ve büyük kültür dilidir.

Atatürk böyle bir kuramı ortaya atarken öncelikle görüşlerini yayıp
doğacak tepkileri ölçmeye yönelmişti. Bu amaçla Ulus gazetesinde
kuramın uygulanmasına ilişkin bazı yazılar da yayımlamıştı. Öte yandan
Cenevre'de bulunan Afet İnan'dan böylesi bir kuramın Avrupa bilim
çevrelerince nasıl karşılandığını saptamasını istemişti. A. İnan adını
vermediği bir dil profesörüyle görüşmesini Atatürk'e şöyle
bildirmişti:

"Dil orijini hakkında yalnız faraziyeler olduğunu, fakat umumi bir
kanaatin mevcut olmadığını söylüyor... Sizin teori hakkında sordum. Ben
bu metodla yetişmedim, bu başka görüş. Size bunun hakkında bir şey
söyliyemem dedi." [50]

Güneş Dil Kuramı, dil kurultayında kimi eleştiriler dışında genellikle
olumlu bulunmuştu. Kurultayda dile ilişkin çeşitli bildiriler de
tartışılmıştı; ama kurultay kitabında bütün çalışmalar şöyle
özetlenmişti:

"Bu kurultayın mihveri, Türk dehasının lengüistik dünyası önüne
koyduğu yepyeni bir dilcilik ekolü, yani Güneş Dil Teorisi olmuştur.
Bu bakımdan kurultayın önemi, yalnız bir dil ve ülke sınırlarıyla
çevrilmiş değil, bütün yüreyer (dünya) bilgisine yaygın olarak
düşünülebilir. Türk Dil Kurumu'nun davetiyle on bir memleketten on beş
ecnebi dil bilgininin kurultayda bulunması da önemi arttırmış ve
toplantıya arsıulusal bir renk vermiştir. Bu memleketler Almanya,
Avusturya, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya,
Macaristan, Polonya, Sovyet Rusya ve Yunanistan'dır."

Güneş Dil Kuramının o yıl öğretime başlayan Dil ve Tarih - Coğrafya
Fakültesi Türkoloji Bölümünde ders olarak okutulması da uygun
görülmüştü. Ancak uygulama sırasında bu kuramın kökenleri bilinmeyen
Arapça ya da başka dillere ait sözcükler için de kullanılarak onların
Türkçe sayılması gibi bir yanılgıya yol açtığı görülmüştü. Bunun
yanlış yorumlara yol açabileceği düşünülerek kuramdan vazgeçilmişti.

Kuramın değişik yorumlara yol açması bir bakıma kaçınılmazdı. Çünkü
kuram bir yasa ya da doğruluğu saptanmış bir kural olmayıp bir
varsayım, bir öngörü demektir. Bunlar deneme ya da uygulamada başarılı
olursa etkinliklerini sürdürür, dahası kurallaşır ve yasalaşabilirler.
Umulan sonuç alınmadığında ise uygulanmasından vazgeçilir, unutulur.
Güneş Dil Kuramı da dillerin kökenlerine ilişkin öteki kuramlar gibi
belirli bir dönemde ortaya atılmış, kanıtlanamayınca da tarihe mal
olmuştur.

Üçüncü kurultayda tüzükte de bazı değişiklikler yapılmış, dilin
özleştirilmesine koşut olarak Türk Dili Tetkik Cemiyeti adı Türk Dil
Kurumu olarak değiştirilmişti. O zamana kadar onursal başkan kabul
edilen milli eğitim bakanlarının doğrudan doğruya kurum başkanı
olmaları daha uygun görülmüştü. Dil çalışmalarına bütün kuruluşların
daha etkin olarak katılmalarını sağlayabilmek için TBMM başkanı,
başbakan ve genelkurmay başkanları da onursal başkanlıklara
getirilmişti. Üyeliğe ilişkin madde de genişletilerek kurumun çalışma
kollarına seçilenlerin kurum üyeliğini de kazanmış olduklarına ilişkin
bir hüküm eklenmişti.

Kurultay başkanlığını yapan ve bundan böyle kurumun başkanı da olan
Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, kurultayı kapatırken yaptığı
konuşmada, Türkçenin gelişmesi için Türk Dil Kurumu'nun yalnız dil
uzmanlarının değil, tüm yurttaşların katkısıyla çalışmalarını
sürdürmek durumunda olduğunu vurgulayarak şunları söylemişti:

"Türk Dil Kurumu kimi bağnaz dilciler gibi, yalnızca bir alana
saplanıp kalmak, yalnız koyu Türkiyatçı olmak düşüncesinde
değildir." [51]

Atatürk Dil Çalışmalarını Yaşamının Sonuna Değin Sürdürmüştür

Üçüncü Türk Dili Kurultayından sonra dil çalışmalarını eskisi gibi
sürdüren Atatürk, 26 Eylül 1936 Dil Bayramında genel sekreterliğe
gönderdiği telgrafta kurum çalışanlarının bayramını kutlamış ve bundan
sonraki çalışmalarda da başarılar dilemişti.[52] Bu nedenle Atatürk'ün
bu kurultaydan sonra Dil Devriminden vazgeçtiği savı doğru değildir!

Akademi Sorunu

Türkçeyi özleştirerek ulusal bir dil düzeyine çıkarmaya yönelik
çalışmaları gerçekleştirecek bir akademinin kurulmasının da gündemde
olduğunu belirtmiştik. Ancak Atatürk bu önerileri kabul etmeyip
siyasal baskılar altında kalmayacak özerk bir dernek oluşturmayı
gerekli bulmuştu. Onun 1936 Kasımında TBMM'de yaptığı konuşmada Türk
Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmalarını överken, onların ulusal birer
akademi kimliğini almalarından söz etmesi, yıllardır Dil Devrimi
karşıtı olanlarca yerine getirilmemiş bir buyruk gibi algılanmakta ve
bu yüzden 1983'e dek Türk Dil Kurumu'nda Türkçeye emek verenler
suçluymuş gibi gösterilmek istenmektedir. Atatürk söz konusu
konuşmasında da Dil ve Tarih Kurumlarına ilişkin olarak şunları
söylemişti:

"Başlarında kıymetli Maarif Bakanımız bulunan Türk Tarih Kurumu ile
Türk Dil Kurumu'nun, her gün yeni hakikat ufukları açan ciddi ve
devamlı mesaisini (çalışmasını) takdirle yâdetmek isterim. Bu iki
ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde unutulmuş
derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını ret olunamaz ilmi
belgelerle ortaya koydukça yalnız Türk milleti için değil ve fakat
bütün bilim âlemi için dikkat ve intibahı (uyanıklığı) çeken kutsal
bir vazife yapmakta olduklarını emniyetle söyleyebilirim...

Birçok Avrupalı âlimlerin iştirakiyle toplanan son dil kurultayının
ışıklı neticelerini bizzat görmüş olmakla çok mutluyum. Bu ulusal
kurumların az zaman içinde, ulusal akademiler halini almasını temenni
ederim. Bunun için, çalışkan tarih ve dil âlimlerimizin, dünya ilim
âlemince tanınacak orijinal eserlerini görmekle bahtiyar olmamızı
dilerim."[53]

Açıkça göze çarptığı gibi Atatürk'ün bu konuşması kurumlara yönelik
bir eleştiri niteliğinde olmayıp tersine onlara ilişkin büyük bir övgü
ve güven belirtisidir. Onların bir akademi durumuna getirilmesini
dilemesi ise, hiç kuşkusuz kurumların saygın birer bilim kurumu olarak
bilimsel yöntemlere dayalı ve dünya bilim dünyasında yankılar yapacak
yapıtlar hazırlamalarının gerekli olduğunu belirtmek isteğinden
kaynaklanmıştır. Nitekim Atatürk, bir yıl sonraki konuşmasıyla da bunu
doğrulamaktadır. Bu nedenle 1950'li yıllardan sonra öne sürüldüğü
gibi, Atatürk'ün kurucusu olduğu Türk Dil Kurumu'nu bir akademiye
dönüştürmeye karar verdiği; fakat bu dileğinin kurum tarafından yerine
getirilmediği biçimindeki suçlama her türlü dayanaktan yoksun
bulunmaktadır.

Atatürk söz konusu iki kurumu devlete bağlı resmi birer akademiye
dönüştürmeye gerçekten karar vermiş olsaydı, 1 Kasım 1936'dan ölümüne
kadar geçen 2 yıl 10 gün içerisinde bunu kolaylıkla gerçekleştirme
yetki ve olanaklarına sahipti. Oysa bu süre içinde kendisi ne
kurumlara bu doğrultuda bir buyruk vermiş, ne bu yolda bir yasa
tasarısı hazırlanmış, ne kurumların akademi olmasına ilişkin bir
konuşması olmuştur. Aksine koruyucu başkan olarak kendisi kurumlara
olan sıcak ilgisini aynı düzeyde sürdürmüş ve yaşamının son aylarına
dek dil çalışmalarını yürütmüştür.

Atatürk'ün Özleştirmeye Katkıları

Türkçenin sözvarlığına ve kurallarına dayanarak yeni sözcükler türetme
çabaları sırasında arıtmak, er, erdem, esenlik, evrensel, genel, ısı,
kıvanç, konuk, kutsal, önemli, özel, subay, tüm gibi yeni sözcükler
Atatürk tarafından bulunmuştur. 1934'te soyadı yasasının uygulanmasına
geçildiğinde bu yolla Türkçeye yüzlerce yeni sözcük kazandırılmıştı.
Bu arada Atatürk de manevi kızı Pilot Sabiha'ya Gökçen, Hamdullah
Suphi'ye Hamdullah'ın Türkçe karşılığı olarak Tanrıöver, Alp Kâzım
olarak bilinen TBMM Başkanı Kâzım'a Özalp, İran Şahı Rıza Pehlevi'nin
yaşına göre çok dinç bulduğu İzmir Valisi Kâzım Paşaya Dirik,
toplantılarda çok söz alan Besim Beye Atalay, demiryolları yapımında
büyük emeği geçen Bayındırlık Bakanı Behiç'e Erkin, Urfa savaşlarında
yararlığı görülen Milletvekili Ali Saip'e Ursavaş, işinin eri kabul
ettiği İş Bankası Genel Müdürü Muammer'e Eriş, Karpiç lokantasında
genç bir deniz subayı olarak tanıdığı Fahri'ye Korutürk gibi anlamlı
soyadları vermişti.

Ama bu bağlamda onun en büyük katkısı, hendese diye anılan bilim
dalının terimlerini geometri adıyla Türkçeleştirilmesi olmuştu. 1936-
1937 kışında konuyla ilgili yerli ve yabancı dildeki kitapları
toplayıp Yalova'da çalışmaya koyulan Atatürk, kılavuz niteliğinde bir
Geometri kitabı yazmıştı. Bunda "murabba"ya kare, "zaviye"ye açı,
"dıl"ıya kenar, "kutur"a köşegen, "mütesaviyül adla"ya eşkenar dörtgen
diyen Atatürk, bunlar gibi sayısız geometri terimlerine Türkçe
karşılıklar bulmuştu. Ancak kendisi bir ders kitabı yazarı olarak
görünmek istemediğinden söz konusu yapıt Milli Eğitim Bakanlığınca
bastırılmıştı. 1937- 38 öğretim yılından başlayarak okullardaki
geometri dersleri de bu kılavuza dayanılarak yazılan kitaplarla
okutulur olmuştu.

1937 sonlarında Denizbank'ın kurulmasına ilişkin yasa tasarısının
TBMM'deki görüşmeleri sırasında yapılan dil tartışmaları karşısında
gösterdiği tepki ise onun dil çalışmaları konusunda ne denli duyarlı
olduğunu bir kez daha kanıtlamıştı.

Giresun Milletvekili Sadri Maksudi Arsal, Denizbank diye adlandırmanın
Türkçe tamlama kurallarına aykırı olduğunu öne sürerek onun yerine
Deniz Bankası denilmesini önermişti. Buna karşın kimi üyeler Maltepe,
Galatasaray, Aşkale Çanakkale, Bahçekapı gibi eski ve Sümerbank,
Etibank gibi yeni tamlamaları göstererek Denizbank denilmesini
savunmuşlardı. Ama tartışmalar basına da yansıyınca Atatürk sorunu
tartışmak için 27 Aralık 1937 akşamı aralarında İsmail Müştak Mayokan,
Hasan Reşit Tankut, F. Rıfkı Atay ve A. Dilâçar'ın da bulunduğu bir
grubu Çankaya'ya çağırmıştı. Denizbank adının uygun olduğuna karar
verilince Vedit Uzgören ile Atay ve Dilâçar'ın hemen o gece Tuna
Caddesindeki Ankara Radyosunda gerekli açıklamaları yapmalarına karar
verilmişti. Konuşmaların bir özeti de ertesi 28 Aralık günkü Ulus
gazetesinde "Denizbank öz Türkçedir" başlığıyla yayımlanmıştı.[54]

Bunların dışında Atatürk'ün son iki yıldaki Dil Bayramını kutlama
telgrafları ve TBMM'nin yeni yasama yıllarını açış konuşmalarında Türk
Dil Kurumu çalışmalarını övgü ile anması da onun dernek statüsünde bir
değişiklik yapmaya yönelmediğinin somut kanıtlarıdır. Hele 1 Kasım
1937'deki Meclis konuşması akademiden amacının bilim kurumu niteliğini
kazanmak olduğunu yansıtmaktadır:

"Türk Tarih ve Dil Kurumlarının, Türk milli varlığını aydınlatan çok
kıymetli ve önemli birer ilim kurumu niteliğini aldığını görmek,
hepimizi sevindirici bir hadisedir." [55]

Atatürk, 1938 Kasımında TBMM'nin açılışında, kendisinin yazdığı ancak
hasta olduğu için Başbakan Celal Bayar tarafından okunan son
konuşmasında da Türk Dil Kurumu'nun terim çalışmalarını ve ders
kitaplarının yeni türetilen Türkçe terimlerle başlamasını övgüyle
anmıştı. Ayrıca elde edilen sonuçlarla Türkçenin yabancı dillerin
boyunduruğundan kurtarılması yolunda önemli bir aşamaya varıldığını
vurgulamıştı:

"Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmaları takdire layık kıymet ve
mahiyet (içerik) arz etmektedir. (...) Dil Kurumu en güzel ve feyizli
(verimli) bir iş olarak türlü ilimlere ait terimleri tespit etmiş ve
bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı
adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın (öğretimin) Türkçe
terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için
mühim bir hadise olarak kaydetmek isterim." [56]

Dil Kurumu çalışmalarına ilişkin bu övücü değerlendirmeleri bilinirken
onları görmezlikten gelerek ve yalnızca Falih Rıfkı Atay'ın yıllar
sonra Çankaya kitabındaki çelişkili anlatımlara dayanarak Atatürk'ün
dildeki devrimci çabalarının bir çıkmaza girdiğini söylediğini kabul
etmeye olanak yoktur.

Hiç kuşkusuz devrim bir bakıma zorlama, aşırılık demektir. Türkçenin
özleştirilmesi çalışmalarında da bu kuralın geçerli olması
kaçınılmazdı. Önemli olan aşırılıklar ayıklandıktan, taşan dere suları
yatağına çekildikten sonra geriye kalanlardan yararlanılmasıydı.
Macaristan'da tarih ve dil öğrenimi görmüş olan Hüseyin Namık Orkun'un
bize anlattığına göre, kendisi yoğunlukla sürdürülen özleştirme
çabalarından yakınınca, Atatürk dolaylı ama anlamlı şu yanıtı
vermişti. Önce Orkun'dan boşalan bira kadehini doldurmasını istemiş,
onun hızla doldurduğu bira köpürüp taşınca da durumu şöyle özetlemiş:

"İşte bizim de yaptığımız bu. Taşkınlıktan sonra geriye kalanları
kullanacağız!"

Öte yandan unutmamak gerekir ki yabancı kökenli terim ve sözcüklere
Türkçe karşılık bulunurken bunlar birer öneri olarak kamuoyuna
sunulmuştu. Bunlardan bazıları Türkçenin kurallarına uygun olmalarına
karşın toplumca kabul görmemiş, dolaşıma girmemiştir. İl, ilçe,
danıştay, sayıştay kabul edilirken ilbay, ilçebay, kamutay
tutunamamıştır. Muallim karşılığı önerilen okutan benimsenmemiş; ancak
yıllar sonra üniversiteler yasasına okutman olarak girince kullanılır
olmuştur. Bunun gibi Atatürk'ün 1934'te İsveç Veliahtı onuruna
düzenlenen yemekteki çarpıcı konuşmasında kullandığı 31 sözcükten 15'i
(alan, ataç, bitim, erdem, erk, esenlik, genlik, gönenç, güç, ısı,
konuk, sanlı, ulus, utku, ünlü) hiç değişmeden günümüzde de dolaşımını
sürdürmektedir. Bunlardan 7'si biraz değişiklikle (denlü / denli,
ıssı / ıs, önürme / önerme, özenç / özenme, uykunluk / uyum, yanku /
yankı, yöndem / yöntem) varlıklarını korumuştur. Dokuz sözcük ise
(anıklatmak, baysak, baysal, kıldacı, söyüncü, süer, yaltırık, tükel,
tüzün; canlandırmak, huzur barış, âmil, muhabbet, nur, tam, asil)
tutunamamıştır. Bunlarla ilgili olarak şu noktanın da önemle
vurgulanması gerekir ki Türkçenin özleştirilmesini yermek için
kullanılmak istenen, hostes yerine gök konuksal avrat, imambayıldı
yerine içi geçmiş dinsel kişi... gibi Dil Devrimini küçümseyen,
küçültmek isteyen karşılıklar Dil Kurumu tarafından türetilmemiş ve
önerilmemiştir. Kurumun hiçbir yayınında bulunmayan bu sözde
karşılıklar Dil Devrimi karşıtlarının uydurmaları olup yıllardır yine
onlar tarafından Türkçenin özleştirilmesini yermek için
kullanılmaktadır.

Atatürk'ün hastalığının arttığı yaşamının son aylarına kadar dil
çalışmalarını sürdürdüğünün en büyük kanıtı Cenevre'de bulunan Afet
İnan'a 23 Aralık 1937 günü kendi el yazısıyla yazdığı mektuptaki,
"Gece meşguliyetimiz bildiğin gibi dil dersleri. Gündüz de yalnız
olarak aynı mesele üzerinde birkaç saat çalışıyorum" açıklamasıdır.
[57]

Bütün bu gerçekler ortada dururken Atatürk'ün, dil çalışmalarının bir
çıkmaza girdiğini belirterek bu işten çekildiğini öne sürenler, tek
bir yazara, F.R. Atay'ın Çankaya adlı yapıtındaki şu satırlara
dayanmak istemektedirler:

"Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra benim, yanındaki iskemleye
oturmamı emretti.

-Dili bir çıkmaza saplamışızdır, dedi. Sonra,

-Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama ben bu işi başkalarına
bırakamam. Çıkmazdan biz kurtaracağız dedi." [58]

Olayı aktarma doğru ise, bu konuşmada Atatürk'ün bir çıkmazdan söz
ettiği açık. Ama o kadar açık olan bir başka gerçek, onun
çalışmalardan vazgeçmeye değil, aksine bunu sürdürüp durumu düzeltmeye
karar verdiğidir. Ayrıca Atay'ın o döneme ilişkin önemli olaylara ve
olgulara yer verdiği bu kitabının göz ardı edilen en büyük kusuru,
yıl, ay ve gün olarak hemen hemen hiçbir tarih vermemesidir. Bu yüzden
çoğu kez değişmelerin ve gelişmelerin akışını saptamak
olanaksızlaşmaktadır. Ancak aktardığı bu olayı izleyen satırlarda yeni
bir sözlük komisyonu oluşturulduğundan ve bir Osmanlıca - Türkçe Cep
Kılavuzunun hazırlanmasına başlandığından söz ettiğine göre,
Atatürk'ün "bir çıkmaz"dan yakınması bu komisyonun kurulmasından önce,
yani 1934'te olmalıdır. Çünkü adı geçen komisyonun çalışma döneminin
ve Cep Kılavuzlarının yayın tarihi bellidir. Üstelik özleştirme
çabalarının ise o tarihten sonra 1935'te en üst düzeyine vardığı
bilinmektedir.

Kaldı ki 1937 Aralığında Denizbank tamlamasının Türkçeye, dolayısıyla
Dil Devrimine uygun olduğunu savunan aynı Falih Rıfkı, Çankaya
kitabında Dil Devriminin öğretim kurumlarına mal edildiğini bu nedenle
ondan geri dönülemeyeceğini, bu konudaki görüş ayrılıklarının
psikolojik ve toplumsal bazı nedenlerden kaynaklandığını da dile
getirerek şunları belirtmektedir:

"Dil, herkesin kullandığı bir şeydir. Dilde yenilik herkesi rahatsız
ve tedirgin eder. Zevkler isyan eder; alışkanlıklar dayatır; kanaatler
bir türlü uzlaşamaz. Bu hal, işleri yüzünden görenlere anarşi korkusu
verir. Dilde başlayan esaslı değişme hareketlerinin nesillerce sürmesi
tabii olduğu fikrini kimse benimsemek istemez. Yazanlar kalmamak
kaygısı içindedirler. Okuyanlar, bugün anladıklarını yarın
anlamamaktan öfkelidirler. Fakat bu alınyazısıdır; yürür. Ve hiçbir
kuvvet ileriye doğru bir dil gelişmesini geriye çeviremez...

Atatürk, dilde Türkçeciliği devlete mal etmiştir, üniversiteye mal
etmiştir, mekteplere mal etmiştir.

Atatürk'ün amacı, zengin, güzel ve milli Türkçe idi. Bu gayeden
ayrılmak için insan Türklüğünden uzaklaşmalıdır. Bugüne kadar
yaptığımız, yapılacak olanın belki yarısından da ibarettir. Dilde geri
dönülemez." [59]

Türk Dil Kurumu'nu ve onun çalışmalarını karalamak için Atay'ın bazı
satırlarını kullanmak isteyenler, nedense onun kendini yalanlama
anlamına da gelen bu satırları da yazdığını görmemek için gözlerini
kapamayı yeğlemektedir. Aslında Atatürk Dolmabahçe Sarayında hasta
yatarken 5 Eylül 1938'de kendi el yazısı ile düzenlediği
vasiyetnamesinde, İş Bankasındaki payının yıllık gelirlerini bazı
yakınlarına yapılacak ödemeler dışında kalan büyük kesiminin Dil ve
Tarih Kurumlarına verilmesini istemekle Dil Devriminin
sürdürülmesinden yana olduğunun en büyük kanıtını vermiştir. Dil
tartışmalarının arkasındaki asıl neden ise, Türkçenin özleşmesine
karşı oldukları halde, bunu perdeleyerek Dil Kurumu yerine bir dil
akademisi kurulmasını savunma dürtüsüne dayanmaktadır. 27 Mayıs
1960'tan sonra bu konuda yapılan girişimden sonuç alamayanlar, 12 Mart
1971 askeri müdahalesinden sonra da dil akademisi kurulmasını öngören
bir tasarı hazırlamışlardı. O günlerde Yaşar Nabi Nayır'ın, Edebiyat
Dünyasında çıkan Dil Kavgası başlıklı yazısı, Dil Devrimine ve Türk
Dil Kurumu'na yöneltilen suçlamaların içyüzüne ışık tutmaktadır:

"Türkiye'de aşağı yukarı altmış yıldan beri süregelen bir Dil Devrimi
hareketi var. Zaman zaman yavaşlayıp zaman zaman hızlanmış; ama hiç
durmamış bir hareket bu. Başlangıcından bu yana tutucu çevrelerin
direnmesine, saldırısına, alaylarına yol açmış, gene de bildiği yoldan
hiç şaşmadan ilerlemiş. Bugün Dil Devrimini kötüleyenler, ona
insafsızca saldıranlar, dil ve edebiyat tarihimizi bilseler, geçmişte
bu alandaki en ılımlı kıpırdanışları bile suçlamaya kalkmış olanların
bugün ne kadar gülünç ve anlamsız göründüklerini düşünebilseler,
elbette kendilerini kontrol etmek gereğini duyar, yarını bir yana
bırakın, artık uyanmış ve geçmişten ders almış aydınların gözünde
gülünç düşmekten kaçınırlardı...

Ağızlarında çiğnene çiğnene paçavraya dönmüş bir sakız var; bir dil
akademisi kurmak istiyorlar. Kendilerini böyle bir akademinin tabii
üyesi sayan kişiler de bu vatan kurtarıcıları avuçlarını yırtarcasına
alkışlıyorlar. Aslında bunların tek amaçları Dil Kurumu'na akan suyu
kendi ceplerine çevirmekten ibaret. Akademi bir kurulsa dille de
dilbilimle de bir ilgisi olmayan kişiler hemen kendilerini oraya üye
seçecek, yan gelip nimetlerinden yararlanacaklar. Bu oyuna alet olan
devletliler ise işin içyüzünü bilmedikleri gibi pek parlak buldukları
tasarının, peşinde koştukları amaca yararlı değil; ancak zararı
dokunacağından da habersizler. Bir ülkenin en gerçek değerlerini bir
araya getirse bile bir akademinin bir dilin gelişmesi üzerinde büyük
etkisi olduğu hiçbir yerde görülmüş şey değildir. Kaldı ki partizanca
bir davranışla kurulacak derme çatma bir kuruluş, uyandıracağı
hoşnutsuzlukla ancak tersine bir hava ve akım yaratabilir."

Türk Dil Kurumu Kamu Yararına Çalışan Dernekti

Türk Dil Kurumu, Bakanlar Kurulunda 15 Ocak 1940'ta onaylanan ve 10
Şubat 1940 günlü Resmi Gazetede yayımlanan 2/12665 sayılı kararla
"kamu yararına çalışan" dernekler arasına girmişti.

"TDK'nin Kamu Yararına Çalışır
Dernek Olarak Kabul Edilişiyle İlgili Kararname, 15.10.1940

Türk Dil Kurumu'nun Cemiyetler kanununun 37. maddesine tevfikan
menafii umumiyeye hâkim cemiyetler meyanına ithali hakkında Devlet
Şûrası II. Dairesi ile umumî heyetten yazılan 16.12.1939; 21.12.1939
tarih ve 3965/3636, 357/344 sayılı ilişik mazbatalar, İcra Vekilleri
Heyetince 15.1.1940 tarihinde tetkik ve mütalâa edilerek tasdiki kabul
olunmuştur."

Bu kararnamenin altında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile o dönem bakanlar
kurulu üyelerinin imzası vardı. Ancak böyle bir karar olmadan da
dernek kimliğindeki TDK, Atatürk'ün istediği gibi başta Milli Eğitim
Bakanlığı olmak üzere devletin bütün kurumlarından destek ve saygı
görüyordu. Kurumun resmi kurumlardan gördüğü destek, aldığı katkı,
kamu yararına çalışan dernek olma kimliği, Demokrat Parti iktidarıyla
birlikte kâğıt üstünde kalacak, giderek bu kimlik kâğıt üstünden de
silinecektir.

Demokrat Parti İktidarı,
Türk Dil Kurumu'nun Ödeneği Kesiliyor

TDK'nin 8 Şubat 1951'de yaptığı Olağanüstü Kurultaydan iki hafta
sonra, TBMM'de 24 Şubat 1951 Cumartesi günü Milli Eğitim Bakanlığının
bütçesi görüşülürken Erzurum Milletvekili Bahadır Dülger'in, bütçede
627. bölümde "Türk Dil Kurumu'na ayrılmış olan on bin liralık
tahsisat, kurumun ilmi hüviyetini kaybettiği, siyasi maksatlara alet
olduğu ve faaliyeti berbat etmekten ibaret olduğu için tahsisatın
kaldırılmasını arz ve teklif ediyorum" önergesi kabul görür ve bu
devlet yardımı kesilir.

Türk Tarih ve Dil Kurumlarına, kamu yararına çalıştıkları için ellişer
bin lira yardım yapılmaktaydı, Demokrat Parti iktidar koltuğuna oturur
oturmaz bu yardımı 10 bin liraya indirmiş, bir yıl sonra da tümden
kaldırmıştır. 1950'ye dek resmi günlerde birçok kamu yararına dernek
ve kamu kuruluşuyla birlikte "protokol"de yer alan TDK'nin yeri de
boşaltılmıştır.

1983 öncesindeki TDK'ye yönelik suçlamaların biri TDK yönetiminin
tüzük değiştirerek Milli Eğitim Bakanlarını uzaklaştırması savıdır.
Görüldüğü gibi DP iktidarının TBMM'deki girişimleri bu savı tümden
geçersiz kılmaktadır. TBMM'nin ve TDK'nin özellikle 1951'deki
olağanüstü kurultayının tutanakları ise önemli belgeler olarak
ortadadır.

Yine belgeleri çarpıtan ikinci bir sav da TDK'nin tüzüğüne "devrimci"
sözcüğünü koymasından sonra Erzurum Milletvekili Bahadır Dülger'in de
önergesinde belirttiği "...kurumun ilmi hüviyetini kaybettiği, siyasi
maksatlara alet olduğu..." görüşünde odaklanmaktadır. Bu görüş, 1983'e
dek kurumu kapatma isteğini körükleyecek, kurumu kapatıp bir akademi
kurulmasından yana olanlarca "yaşayan Türkçe" savıyla da
beslenecektir.

Dil Devrimine Tepki, Devlet Desteğiyle Büyüyor

1950 Mayısından sonra Türk Dil Kurumu'na emek verenleri bitmez
tükenmez bir savaşım beklemektedir. Yalnız Türk Dil Kurumu için
değildir üstelik bu savaşım, 1940'lı yıllarda gittikçe güçlenen devrim
karşıtı kişi ve kurumlar Türk Devriminin her parçasını masaya
yatıracak, Türk İslam sentezi adı verilen bir "ideoloji"ye kılıf arama
yoluna gidilecek, her alanda karşıdevrim dediğimiz düşünce ve eylemler
palazlanmaya başlayacaktır.

Atatürk'ün ölümünden kısa bir süre sonra gazetelerde "Derleme
tecrübesi (halk ağzından derlenen sözcükler, yeni türetilenler
amaçlanıyor), bizi sun'i ve sentetik bir dile götürmüştür"; "düzmece
Türkçeden vazgeçilmeli"; Dil Devrimini "biraz durdurmayı, işi bir
müddet kendi haline terk etmeli"; "tecrübe devresinde lisanın içtimai,
pedagojik, edebi tekâmülü yanlış mecraya sevkedildi"; "mektep
kitapları baştan başa piç kelimelerle doldu" diyen yazılar çıkmaya
başlamıştır. Bu yazılarda yeni sözcüklerin "nasılsa unutulup gideceği;
fakat "bir bahçeye atılmış leş gibi herkesi tiksindirdiği" gibi,
inanılması zor olan görüşler de yer almaktadır. "Arabın medeniyeti
benim medeniyetimdir" diyebilenlerin ardılları yetişmeye başlamıştır.
[60]

İstanbul Muallimler Birliği adlı bir kuruluşun, 23 Ekim 1948'de
başlayan ve üç gün süren "Dil Kongresi"nde, Dil Devrimini savunanlarla
yadsıyanlar arasında sert tartışmalar yaşanır. Dahası bu kongrede
Atatürk'e saygı duruşunda bulunmak istemeyenler vardır; kimi üyeler
kongrenin başkanlık kuruluna saygı duruşu isteğini iletirler, ne ki
Başkan Dr. Adnan Adıvar bu isteği yerine getirmez. Bu Adnan Adıvar,
ilk TBMM'nin milletvekilidir, Kurtuluş Savaşını Atatürk'e çok yakın
yaşamış biridir. Kongre sık sık tartışmalarla kesilir, Dil Devrimine
karşı olanların yazanağında şu tümceler yer alır:

"a) Dil siyasete alet edilmiştir.

b) Uydurma kelimeler devlet zoruyla kitaplara sokulmuştur.

c) Nesiller birbirini anlamaz duruma getirilmiştir.

ç) Dil Kurumunda çalışanlar emirle iş gören, bilgisiz kimselerdir."

Kongreden çıkan sonuç özetle şudur: Dil Devriminden hemen
vazgeçilmeli; dil işlerinde 1928'den önceki devre dönülmeli; kurum
hükümetçe önce denetlenmeli (teftiş edilmeli), sonra kapatılmalı
(tasfiye edilmeli).

1946'da kurulan Demokrat Partinin kimi üyeleri de bu düşüncelerle
doludur. 16 Ocak 1949 günlü Vatan gazetesi, yeni "demokratlar"ın
katıldığı bir toplantıda konuşulanları şöyle haber yapar:

"Otorite kendini halktan ayırmak için yeni bir dil koymak ihtiyacını
duydu. Maksat halkın anlamamasıdır. Gaye maateessüf budur. Bu
harekette bir bakıma ırkçılık vardır."

"Otorite"den kimin amaçlandığı bellidir; sonradan bu tür anlatımlar
içinde Atatürk'ün adı geçmeden yinelenip duracak; ulu önderin
yaptıkları yanlış, gereksiz, yersiz bulunacaktır.

Türk dilinin sadeleştirilmesi tartışmalarının başladığı cumhuriyet
öncesi dönemde,

a) Türkçedeki yabancı sözcükleri kurallarıyla birlikte atmaktan yana
olanlar vardı, bunlar "tasfiyeci" olarak tanınan kişilerdi ve bu
düşüncenin başını çeken Fuat Köseraif'ti.

b) Dile hiç karışmadan (müdahale etmeden), yabancı sözcükleri de
bunlarla gelen kuralları da olduğu gibi bırakmayı isteyenler, bunlar
tutuculardı; bu düşüncenin öncüsü de Süleyman Nazif'ti.

c) Dili kullanmayı zorlaştıran yabancı kuralları atmayı, sözcüklere
dokunmamayı isteyenlerse Genç Kalemler adlı dergi içindeki "Yeni
Lisancılar"dı. Bunlar sonradan kurallarla birlikte yabancılığı apaçık
olan sözcükleri de atma, halk arasında yaşayan yabancı sözcükleri
koruma düşüncesini benimseyeceklerdi.

Kimler Dili Politikaya Araç Yaptı?

1950'li yıllarda bu üç görüş çevresinde toplananlar arasındaki ayrışma
büyümeye başlamıştı. İlk görüşün önde gelen temsilcilerinden Nurullah
Ataç, "kökünü ve üretme yollarını bilmediğimiz" her sözcük dilden
atılmalı diyor, yazılarında kimilerince yadırganan yeni sözcükler
kullanıyordu. Dil Devrimini gereksiz bulan tutucularsa Ataç'a ateş
püskürüyor, yeni sözcük kullanan herkesi "dili politikaya alet
etmek"le suçluyorlardı.

Dilin yenileşmesini istemeyenlere göre Dil Devrimi gereksiz bir eylem,
boşuna bir çabaydı; "dili politikaya alet etmek"ti. Türkçe kendi
haline bırakılmalı, "tabii tekâmülü" (doğal gelişimi) söz konusu
olmalıydı. 1950'lere gelindiğinde halk ağzından derlenen, eski
kaynaklardan taranan Türkçe sözcüklerin dilin dolanımına girmesi bile
gereksiz bulunuyordu; "tabii tekâmül"cüler, türetme/bileştirme yoluyla
kazanılan yepyeni sözcükleri kullanmamakta direniyor, yazıları Arapça-
Farsça sözcük ve tamlamalardan geçilmiyordu.[61]

"Kâğıt, kalem, kitap, mektup, ahlak..." gibi sözcükler artık Türkçedir,
halkın diline girmiştir, bunlar kalsın, hiçbirine Türkçe karşılık
aranmasın; ama ağdalı yabancı sözcük ve tamlamalar atılsın diyenler,
dilin kendi kendine gelişemeyeceği, dile emek verilmesi, üzerinde
çalışılması gerektiği görüşünü ileri sürüyorlardı. Ne ki bu görüşte
olanların savları kesinlik kazanmış değildi. Savlarının arkasında
duramıyorlardı.

Dil tartışmaları gittikçe boyutlanıyor; bütün yabancı sözcükleri
atmaktan yana olan "tasfiyeciler"le eski sözcüklerin geçmişle bağ
kurduğuna inanan tutucular ("muhafazakâr"lar) birbirlerini dile
"müdahale etmek"le suçluyorlardı.

Suçlamalarda ölçü ve sınır kalmamıştı. Dilden hangi sözcükler
atılmalı, hangileri kalmalıydı; dil yabancı kurallardan arınmalı
derken hangi kurallar amaçlanıyordu; terim konusu nasıl ele
alınmalıydı? Yeni sözcükler ve bunları kullananlar niçin suçlanıyordu?
Türkçeyi sevmeyen, Türkçenin kendi olanaklarıyla yaratılmış öğeleri
benimsemeyen anlayış, başka dillerin yazılması, söylenmesi güç
sözcüklerini Türkçeden önde ve üstün görerek nasıl bir
"milliyetçilik"e tutunuyordu?

Dil tartışmalarında 1950'lilerden 60'lara, hatta 70'lere aktarılan
görüşlere yenileri eklenmiş değildi. Tartışmaların odağında hep yeni
sözcükler vardı.

Dahası Dil Devrimini savunanlarla kuzey komşumuz olan, o zamanki
komünist Sovyetler Birliği arasında ilişki kurmaya çalışanlar bile
vardı. Prof. Dr. Mehmet Kaplan bir yazısında şunları söylüyordu:

"Bu hareketin abeslik, kültür ve milli varlığa karşı oluşunu
göremeyenler gerçekten gaflet ve dalalet içindedirler. Bizi
birleştiren dili ve edebiyatı yok ettik mi, ne hale geliriz, bir
düşünün. Ezeli düşmanımız olan Ruslar bunu dört gözle bekliyorlar.
Komünist ihtilalinden önce Asya Türkleri ile Anadolu Türkleri arasında
müşterek bir yazı diline doğru gidiliyordu. Komünist Rusya, muhtelif
Türk şiveleri arasındaki küçük farkları kabartarak, Özbekçe, Kazakça,
Kırgızca, Azeri diye dil ilmine aykırı beş on dil icad etti. Maksadı
Türkler arasındaki birliği parçalamaktı. Şimdi biz Türkiye'de milli
dil, öz Türkçe, Arapça, Farsça, Osmanlıca diye ayırmaya çalışıyoruz.
Dil birliği ile milli birlik arasındaki münasebeti düşünürsek bu yolun
nereye varacağını kolayca kestirebiliriz." (8 Mart 1976)

Türlü lehçelere sahip bir anadil olan Türkçeye ilişkin olarak dil
tarihi açısından da tartışılabilecek türden görüşleri içine alan
yazılar yoğunlaşmıştı. "İslam uygarlığı içinde bin yıl yaşadığımız
için" Türk İslam sentezi gereği, Türkçeye doluşan Arapça ve Farsça
sözcükleri "fethedilmiş kelimeler" ya da "milli değerlerimiz" sayan
yazılar birbirini izliyordu. Bütün Türkler arasında "müşterek bir yazı
dili" oluşturmayı ise Zeki Velidi Toğan gibi bilginler gerçekleşmesi
olanaksız, "ütopya" olarak niteliyordu. Ne ki bu tür düşüncelerin
sahipleri, düşüncelerini bilimsel verilerle kanıtlamak yerine, öz
Türkçe sözcükleri ve bu sözcükleri kullananları karalama kampanyasını
yoğunlaştırıyorlardı. "Olanak, olası, yanıt, sorun..." gibi sözcükler,
artık uydurukçuluğun, solculuğun, dahası komünistliğin simgesi
sayılıyordu; özellikle eğitim kurumlarında Dil Devrimiyle kazanılan
sözcüklere "yasakçı bakış" yoğunlaşmıştı. Yeni sözcükleri kullanmak
politik bir tavır olarak değerlendiriliyordu.

Aklın öncülüğüne, ulusal değerlerine ve Türk Devrimine inananlar
soruyordu: İnsanları Türkçeye emek verdikleri; Türkçenin yüzyıllarca
unutulan ek ve köklerini işler duruma getirdikleri; unutulan
sözcükleri canlandırdıkları; dile yepyeni kavramlar kazandırdıkları;
yeni sözcüklerle bilimsel sanatsal üretimi yoğunlaştırdıkları;
Atatürk'ün başlattığı devrime sahip çıktıkları için suçlamak mı;
Türkçe sözcükleri yasaklamak mı dili politikaya araç yapmaktı; yoksa
dinsel ve ırksal verilerle beslenen bir "milliyetçilik"e tutunarak
kendi diline düşmanca yaklaşmak mı?

Dil Kendi Kendine Gelişebilir mi?

1950'li yıllarda Dil Devrimine tepki gösterenler, devrimin Türkçeyi
kısırlaştırdığını ileri sürüyorlardı. Devrim, Türkçenin önünü
kesmişti; dil kendi haline bırakılmalı, yavaş yavaş gelişmeliydi. Suat
Yakup Baydur, şu sözleriyle, Türkçenin yarım yüzyıl sonra başına
gelecekleri, ta 1952'de görüyordu:

"Bir dilde her kavramı anlatmak için on bin ayrı kelime de olsa,
çeşitli kavramları karşılayacak kelimeler yoksa, o dil yoksul bir
dildir. Mesela dilimizde 'kara' yanında 'siyah' var; bunların yanında
Fransızcadan ve İngilizceden 'kara'nın karşılığı olan 'noire' ile
'black'i alsak ve sizin uygun göreceğiniz şeyler için kullansak,
dilimizi zenginleştirmiş olmayız. Şimdi kara ekmek mi diyelim, siyah
ekmek mi diye düşünürken, bir de nuvar ekmek mi güzel, black ekmek mi
diye, uygunluk derdine düşeceğiz. Belki siz o zaman kalkıp 'siyah' göz
için uygun, ama kaşa da nuvar uyuyor diyeceksiniz, belki de 'blâk'i
cahile yakıştıracaksınız, giyim için Türkçe 'ak'ı, yiyecek için Arapça
'beyaz'ı, akıcı şeyler için İngilizce 'white'ı, bulut için Fransızca
'blanch'ı arayacaksınız."[62]

Baydur'un bu sözleri, hiçbir dilin kendi kendine gelişemeyeceğini,
sözcük ve kavram sıkıntısı olan ya da kendi haline bırakılan bir dilin
eninde sonunda yabancı sözcük ve kavramlara kapısını açacağını
göstermektedir. 50'li yıllarda Peyami Safa da şöyle demektedir:

"Kendi kendine bırakılan bir dil ne sadeleşebilir, ne özleşebilir, ne
de zenginleşebilir. Her ileri ülkede akademiler, dil dernekleri,
üniversiteler, bilginler ve sanatkârlar, hem toplu, hem de ayrı ayrı,
dilin özleşmesine ve zenginleşmesine çalışmışlardır. Devlet onları
desteklemiştir. Resmi ve yarı resmi kuralların, bilginlerin ve
sanatkârların yarattığı terimler ve kelimeler, okul yolu ile bilim ve
edebiyat diline girmeseydi, sözlüklerde yer almasaydı, ileri millet
dillerinin şahsiyet kazanmasına da zenginleşmesine de imkân olamazdı.
Burada devletin rolü, resmi, yarı resmi ve hususi kurullarınkinden
daha az değildir. Bana öyle geliyor ki, dil ve terim davasında en
büyük yanılgı, muhafazakârlarımızın 'tedrici tekâmül' dedikleri
'dereceli evrim' yolu ile bir dilin kendi kendine ve yavaş
gelişebileceğine inanmalarıdır. Genç Kalemlerden bugüne dek Türkçe
yeni binlerce kelime kazanmışsa, bu, hiçbir zaman kendiliğinden
olmamıştır. Osmanlı bilgin ve sanatkârlarının yarattıkları birçok
terim ve kelimeler, yalnız yayın ile değil, okul yolu ile ve devlet
zoru ile de Türkçeye mal edilmiştir."[63]

Zamanla bu düşüncesini değiştirmiş olsa da Peyami Safa, bu sözleriyle
2000'lere dek taşınan ve hep aynı noktada düğümlenen tartışmaların bir
yanına nokta koymuştu aslında. O dönemde devrim karşıtlarının tepkisi
özellikle Nurullah Ataç'a yönelmişti. Ataç da dilin kendi kendine
gelişemeyeceğine inanıyordu. Çünkü Ataç'a göre, "Dil, bir uygarlık
olayıdır. Bir uygarlığın kurduğu dil, başka bir uygarlığın
düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeye. Bir ulus uygarlığını
değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır." [64]

Ataç, dilin kendi kendine gelişeceğini savlayanlara yanıtı şöyle olur:

"Dil kendi kendine gelişiyormuş, temizlenecekse temizleniyormuş,
bırakmalıymışız kendi haline. Aklı başında bir kişinin söyleyeceği söz
mü bu? Bir ulusun okuryazarları, aydınları, bilginleri dille
uğraşmazlarsa dil kendi kendine ilerler, gelişir mi? Diyelim ki ben
Fransızca bir kelimenin karşılığını arıyorum, Türkçede yok öyle bir
kavram, ne yapacağım? O kelimeyi ben kurmaya, uydurmaya çalışmayacak
mıyım?"[65]

Konu, gelip "uydurmak" eylemine dayanıyordu. Dil Devrimiyle kazanılan
sözcükleri yadsıyanlar, aslında türetme eylemi yapmış "uydurukça" gibi
bir sözcük türetmişlerdi. Dil Devriminin karşısavı olarak "yaşayan
dil/ yaşayan Türkçe" tamlamalarını öne çıkarmaya başlamışlardı. Ataç
bunu da eleştirmiştir: "Yaşayan dil! Yaşayan dil! Ağızlarında hep bu!
Bir bakın o yaşayan dilcilerin yazdıklarına. Birinde gerçekten
yaşayan, gerçekten canlı, düşüncenin, duygunun titremesini gösteren
bir cümle bulamazsınız."[66] "Uydurma dil dediler mi, bir şey
söylediklerini sanıyorlar. Söyleyim ben size; Bu uydurma sözünü,
Türkçecilik akımına karşı bir silah diye kullanmaya kalkanlardan ne
dediğini bilen, şöyle gerçekten düşünerek konuşan bir tek kişi
tanımıyorum. Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz
kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça
kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutacak."[67]

Türkçeleştirmede Aşırılığa mı Gidildi?

Türkçeleştirme eyleminde "aşırılık"a gidildiği savı da devrim
karşıtlığına bulunan başka bir kılıftır. Aşırılık, kişiden kişiye
değişebilecek bir kavramdır: "Bir suç olabileceği gibi, yerine göre
erdem de olabilir. Yerine ve zamanına göre değişir bu yargılar."[68]
Sevginin, dürüstlüğün, doğruluğun da ölçüsü olabilir;
değerbilmezliğin, yalanın, yanlışın da... Ataç gibi düşünenler, dil
sevgisinde aşırılıktan hiç gocunmazlar; dahası Ataç, "Aşırılıktan
çekinmek, düşüncelerimizin sonuna dek gitmekten çekinmek demektir.
Düşüncelerinin sonuna dek gitmekten çekinen kişi ise, türlü
düşünceleri, türlü görüşleri birbirine karıştırıyor, birini öteki ile
köreltiyor demektir" diyerek "Aşırıyım ben!"[69] diye çekinmeden
haykırır.

Ne ki 1950'lerden sonra devlet kurumlarında Türkçe sözcüklere bakış,
"aşırılığa kaçılmadan" gibi düşsel bir ölçüye vurulacak; bu ölçü,
2000'lerde de kullanılacaktır. Dil Devrimini sevmeyenlerden biri olan
Prof. Dr. Mehmet Kaplan, 8 Mart 1976 günlü "Dilde Aşırılık ve İtidale
Doğru" başlıklı yazısıyla "aşırılığa kaçmadan" ölçüsünün "siyasal bir
bakış açısı"ndan başka bir şey olmadığını gösterir:

"Bugün Osmanlıca, edebiyat fakültelerinde öğrencilere zorla
öğretilebilen ölü bir dilden farksızdır. Cumhuriyet devrindeki öz
Türkçecilik, ihtisas adamlarının dışında, artık kimsenin anlamadığı
Osmanlıcaya değil, yaşayan dile karşı bir harekettir. Canlı bir
varlık, haksız hücumlarla delik deşik ediliyor. Ona karşı yükselen
feryatların sebebi bu. (...) Dile yerleşmiş bütün yabancı kelimeleri
tasfiye etme demek olan aşırı öz Türkçeciliğin aleyhinde olmakla
beraber bir ihtiyaca tekabül eden Türkçenin kaidelerine uygun ve halk
tarafından benimsenmiş yeni kelimelerin düşmanı değilim. Batılı
eserleri çevirirken dilimizde karşılığı bulunmayan binlerce kelime ile
karşılaşıyoruz. Bunları olduğu gibi alırsak, Türkçe yeniden
Osmanlıcaya döner. Elden geldiği kadar onlara yeni karşılıklar
bulunmasında mahzur görmüyorum. (...) Şunu itiraf edelim ki aşırı öz
Türkçecilik, zararlı tarafları yanında, ilim dışı çabaları ile de
olsa, Türkçeye bundan sonra yaşayacak birçok yeni kelimeler
kazandırmıştır. Bunlar muhafazakâr görünenlerin bile diline girmiş ve
yerleşmiştir."

Ömer Asım Aksoy, Prof. Kaplan'ın bu yazısını değerlendirir.[70]
Aksoy'a göre, profesör çelişkili bir tutum sergilemekle birlikte, dil
konusunda "ılımlı" olmaktan yanadır; Dil Devrimini hem zararlı, hem
yararlı bulmaktadır. Ancak N. Hacıeminoğlu, Muharrem Ergin, Faruk
Timurtaş, Ali Fuat Başgil, Fuad Köprülü, Orhon Seyfi Orhon, Ahmet
Kabaklı ve başkaları Dil Devrimiyle Türkçenin bilim sanat dili oluşunu
göz ardı ederek, Ergun Göze, Nazlı Ilıcak gibi alanları dile uzak
kişiler devrim ve "aşırılık" üstüne pek çok yazı yazmış, pek çok
konuşmuşlardır.

Dil Devrimi Karşıtları Ne Yapmak İstiyor?

Dilin yenileşerek gelişmesini, "geçmişe bağları" koparan aşırı değişme
olarak görenler arasında, yazık ki Türkçenin tarihsel akışına, Türkiye
ve dünyadaki dil çalışmalarına, dilbilimsel etkinliklere ilişkin
hiçbir çalışması, araştırması olmayanlar da bulunmaktadır. Kuşkusuz
dil hiç kimsenin, hiçbir kurumun tekelinde değildir; ancak bilimsel
verileri göz ardı ederek Atatürk'ün Türk Dil Kurumu'nda yapılan
çalışmaları, kendi dünya görüşüne göre değerlendirerek dil
tartışmalarının çıkmaza girmesine yol açmışlardır.

Devrim karşıtı olanlara, "Dili değiştirmeye kalkan biz değiliz ki! Bu
dil, en aşağı yüzyıldan beri boyuna değişiyor. Niçin değişiyor. Bir
kişi öyle dilemiş de buyurmuş, onun için mi değişiyor? Olur mu öyle
şey? Yüzyıldan beri boyuna değişiyorsa demek ki bir sıkıntısı var,
kendi kendine yetmiyor, kendini beğenmiyor; sınırları dar geliyor"
diyen Nurullah Ataç, bir bakıma "aşırılık"taki ölçüyü de
vurgulamaktadır.[71] Çünkü dünyada dilde devrim yapan ilk ve tek ülke
de Türkiye değildir. Almanya, Macaristan, İsrail ve Norveç,
Türkiye'den çok çok önce dilde devrim yapma gereksinimi duymuşlar, bu
ülkelerde dilde devrim başlangıçta tepki almıştır. [72] Örneğin "Macar
Dil Devriminde, Dil Devriminin karşısında olanlardan (ortologlardan)
bir bölümünün hazırladığı Debreceni Grammatika (1795) adlı dilbilgisi
kitabında 'dile durmadan değişen bir processus (işlem) değil,
kanunları kesin, tamamlanmamış ve hazır bir nesne gözüyle'
bakılmaktadır."[73] Yine İmer'in belirttiğine göre, Almanya ve
Norveç'te dil devrim başlangıçta tepki görmüş, dahası bu ülkelerde de
devrim ürünü sözcüklere yasaklama yoluna bile gidilmiştir. Çünkü
devrim, içinde karşı oluşları da barındıran karmaşık bir süreçtir.
Dilde devrim sürecinde de dilin kendi kendine gelişmesinin
olanaksızlığı düşünülürse, "dile 'müdahale' ederek geliştirmenin
olanak içinde olduğu, Dil Devrimine karşı olanlarca da benimsenen bir
gerçektir."

"Tarihin akışı içinde dilleri yanlış yola saptırılmış uluslar vardır.
Ama hepsi, yüz, iki yüz, üç yüzyıl önce bizim şimdi yönelmiş olduğumuz
yolu tutmuş, dillerini bu anlayışla geliştirip zenginleştirmişlerdir.
XVIII. yüzyıldaki Macar Dil Devrimi üzerine değerli bir inceleme
yapmış olan Macar dil bilginlerinden Prof. J. Eckmann, 'bir dilin söz
hazinesi, tabii gelişimle değil, isteyerek yapılan kelime üretimiyle
de zenginleşir' diyor.

Fransa'da XVII. yüzyılın başlarında Malherb'in önderliğini yaptığı
atılımlarla Fransızcanın Yunan, Latin ve İtalyan sözcüklerinden
temizlendiğini bilmeyen aydın yoktur. Son zamanlarda İngilizce
salgınına uğrayan Fransızcayı yabancılaştırmaktan kurtarmak için ise,
başbakanlığa bağlı bir Fransız Dilini Koruma ve Yayma Yüksek Kurulu
kurulmuştur. Bu kurul, Türkiye'de yürütülen başarılı dil düzenlemesi
üzerine bilgi almak için Milli Eğitim Bakanlığımıza başvurmuştur.
Bakanlık da Talim ve Terbiye Dairesinin 15 Mayıs 1972 tarihli ve 2197
sayılı yazısı ile Türk Dil Kurumu'ndan bu konuda bir rapor istemiştir.
Fransız Dilini Koruma ve Yayma Yüksek Kurulu şöyle yazıyordu; 'Türkiye
Cumhuriyeti'nde dil konusu, kurucusunun kılavuzluğu ve verdiği hızla
ülkenin baş sorunları arasına geçmiş ve çok iyi düzenlenip yürütülerek
başarılı bir sonuca ulaşılmıştır.'

Fransız dilini özleştirme çabasının nasıl bir duyarlıkla
sürdürüldüğünü, 7 Ocak 1976 sabahı radyo haberleri arasında
dinlediğimiz şu sözler bir kez daha göstermiştir: 'Fransa'da bütün
reklam ve ilanlarda yabancı kelimelerin kullanılması yasaklandı. Bu
konuda çıkarılan kanunun gerekçesinde, uygulamaya Fransızcanın
yozlaşmasını önlemek amacıyla girildiği bildirildi.'

Bize gelince; Fransızların örnek almak istedikleri ulusal dili koruma
ve geliştirme çabamız, ne acıdır ki cumhuriyetimizin 44. ve 52.
yıllarında bu ülkenin Milli Eğitim Bakanlarınca dilimizin yolundan
saptırılması diye niteleniyor ve yabancı sözcüklere kol kanat
geriliyor."[74]

Ömer Asım Aksoy'un 1970'lerdeki bu yargıları bugün de geçerlidir.
Cumhuriyetle gelen Dil Devrimini "geçmişle bağları koparan aşırı bir
değişim" olarak görenlerin, cumhuriyet öncesindeki dil tartışmalarını
da göz ardı ettikleri bellidir. "Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Ahmet
Mithat Efendiler, Ali Suaviler, Şemsettin Samiler, Necip Asımlar, Ömer
Seyfettinler, Ziya Gökalpler hep yazı dilini değiştirme yönünde
savaşım vermişler, bu yolda önemli gelişmeler de sağlamışlardır."[75]

Bu bölümde Ömer Seyfettin'i yeniden anmak gerekiyor; o "Turan" ülküsü
taşıyan biridir, "Genç Kızlarımız İçin Altı Derste Tabii Yazma Sanatı"
başlıklı uzun yazısında, Türkçeyi "avama mahsus bir patua", yapmacıklı
bir söyleyiş sayan, ya da "kaba dil" diye gören öğretmenler olduğunu
şöyle anlatır:

"Eskiden bir itikat vardı. Eline kalem alan Arapça Acemceyi iyi
bildiğini göstermeye kalkar, birbiri ardına birçok cafcaflı terkipler
düzerdi. Konuşulan tabii lisan, avama mahsus bir patua sanılırdı.
Edebiyat kamusu, Arapça Farsça idi. Çarşıda satılan lügat kitapları
içinde bir tek Türkçe yoktu. Bu hal, henüz içinden çıkmaya
çalıştığımız ümmet devrimizin medrese zihniyetinden artakalmış bir
temayül idi; bu temayül, sonra açılan mekteplere de girmişti. İdadide
benim bir kitabet hocam vardı. Sade Türkçe yazanlara kızardı... İki
defterimiz vardı. Biri ezberleyeceğimiz Arapça, Acemce kelimelere
mahsus, öteki okuduğumuz eserlerden toplanmış güzel Arapça, Acemce
terkiplere mahsus. Bu kelimeleri vazifelerinde en çok kullanan mükafat
alırdı." (Türk Kadın dergisi, Aralık 1918, Ocak 1919) [76]

Ömer Seyfettin, 1914'te Türk Sözü adlı dergiye, "Osmanlıca Değil
Türkçe" diye yazar; Osmanlıcayı savunanlara da "...ne kadar
çalışsanız, Arapça Acemce terkipler yapsanız konuşulan tabii, güzel ve
terkipsiz Türkçe galebe çalacak ve Osmanlıca denilen enderun dili eski
divanların şimdi bile artık açılıp okunmayan mey'li, mahbub'lu
sayfaları arasında müebbeden gömülü kalacaktır" diye seslenir.[77]
Yine Ömer Seyfettin "Yeni Lisan ve Çirkin Taarruzlar" başlıklı
yazısında da "İlme, fenne (...) mugayyir (yani yabancı) olan üç
lisandan mürekkep (oluşan), iki yabancı lisanın kaideleri altında
muvazenesini, ahengini, Türklüğünü kaybeden eski lisanın son
zamanlarda hayli gayretli müdafileri meydana çıktı. Ben bunları
beklemiyor değildim... Çünkü ezeli tekerrürden ibaret olan tarih bana,
bu olacaktı" demektedir (Genç Kalemler, C.III, sayı 22, 1912).[78]

Ömer Seyfettin aynı yazısında şunları söyler: " (...) Ey Türk
muharrirleri! Yazmadan evvel Türkçe konuşmasını, anadilimizin
şivesini, ahengini, tabiatını, tecvidini öğrenmeye, ondaki gizli,
derin, vâsi güzelliklerinin farkına varmaya gayret ediniz. Ve
unutmayınız ki, karalama değil, eser yazıyorsunuz!" [79]

Ömer Seyfettin'in Ali Canip'e yazdığı bir mektup ise aydın
duyarlılığını yansıtır:

"Sevgili Ali Canip Bey, (...)Edebiyattan nefret ettiğimi ve bu
nefretimin iğrenç, tiksindirici bir nefret olduğunu yazmıştım. Bu
nefretim edebiyata olmaktan ziyade lisanadır. Bizim lisanımız -her
zaman düşündüğümüz gibi- berbat, perişan, fenne ve mantığa muhalif bir
lisandır. Garp edebiyatını biraz tanıyan, mümkün değil bu nefretten
kurtulamaz. Bu lisanı zaman ve vakıfane bir say tasfiye eder. (...)
Arapça Farsça terkiplerin hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak süs içindir.
Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa onları çok kullanmıştır.
Eğer terkipler terk olunursa, tasfiyede büyük bir adım atılmış olmaz
mı? Bunu yalnız başaramam; Geliniz Canip Bey edebiyatta, lisanda, bir
ihtilal vücuda getirelim. (...)"[80]

"Lisanımızın kendi kendine Türkçeleşmesini beklemek boştur. Biz
cehdedip Türkçeleştirmeli, (...) klişe tertiplerden kurtarmalıyız.
Konuşulan Türkçe beş altı asır evvel de vardı. Bugün de vardır. Fakat
yazılmıyor. İş onu bütün güzelliğiyle, tabiatıyla, edasıyla, sarfıyla,
şivesiyle yazmakta... Milletler ve edebiyatlar hep lisandan doğar.
(...) Ben bütün milli, içtimai ve edebi ümitlerimi kendisine
atfettiğim kahramanı bekliyorum. Fakat o hâlâ gelmiyor" (Türk Sözü, 16
Temmuz 1914).[81]

Yazarımızın beklediği o "kahraman" gelir; ama o göremez. Çünkü
cumhuriyeti göremeden 1920'de ölmüştür; ancak o, coşkulu duyguları,
yenilikçi düşünceleriyle, "nefret" ettiği dilin değil, Türkçenin büyük
yazarı olarak cumhuriyet çocuklarınca bugün de okunmaktadır.

Ömer Seyfettin dönemi öğretmenlerinin göz ardı ettiği Türkçe
sözcükleri canlandırmanın, ya da Türkçenin sözcük yapma yollarından
biri olan türetmeyi "aşırılık"la özdeşleştirmenin bilimsellikle
bağdaşır bir yönü yoktur: "Türetme bütün diller için bir
gereksinmedir. Yaşadığımız dünyada yeni bir buluşun duyulmadığı, yeni
bir nesnenin, yeni bir kavramın ortaya çıkmadığı gün yok gibidir.
(...) Yeni bir madde bulan bir bilgin, yeni bir araç yapan, çalışmalar
sonucunda yeni bir kavram ortaya atan bir uzman, onu adsız bırakamaz.
Macaristan'da, Almanya'da, Japonya'da, İsrail'de, daha pek çok ülkede
yabancı bilim terimleri ve sözcükler, olduğu gibi dile aktarılmamış,
dilde onları anlatan terimler türetilerek karşılanmıştır. (...)
Türetmede temel olan, elbette doğru türetmedir; dilin türetme
kurallarına uygun sözcükler ortaya koymaktır."[82]

"Türk Dil Devrimi, Atatürk devrimlerinin en iyi yerleşenlerinden biri
olduğu gibi, çeşitli ülkelerde gerçekleştirilen Dil Devrimleri ve dili
özleştirme akımları içinde en başarılısı, en çabuk yaygınlaşanı ve
kendine özgü nitelikleri olanıdır. Bir ulusun dili, 40 yıl içinde
özüne dönmüş, pek çok yeni öğelerle tazelenip zenginleşerek bir bilim
ve kültür diline dönüşme yolunu tutmuştur. (...) Bunun en güzel
tanıklarından biri, Türkiye Türkçesinin sözvarlığında Türkçe
sözcüklerin oranındaki büyük artıştır."[83]

Dilbilimci Prof. Dr. Doğan Aksan'ın da belirttiği gibi, Dil Devrimi
başarılı olmuştur, 2000'lerin Türkiyesinde devrim ürünü sözcükler,
dünkü devrim karşıtları ve onların ardılları tarafından da doğallıkla
kullanılmaktadır. Artık Türkçenin ve devrimin gücünü tartışmanın,
zaman yitirmekten başka bir işe yaramayacağı anlaşılmıştır.

Ne ki Milli Eğitim Bakanlığı'nın 16 Nisan 2003 günlü genelgesinde,
Radyo Televizyon Üst Kurulu yasasında ve başka resmi belgelerde
Türkçenin kullanımında "aşırılığa kaçmadan" sözleri yer almaktadır.
MEB'nin adı anılan genelgesinde "Sorun, problem, mesele..." gibi
sözcüklerin hepsinin kullanılabileceği, geçmişteki sözcük
yasaklarınınsa geçersiz olacağı belirtilmektedir. Öte yandan
2000'lerde TBMM'nin çıkardığı kimi yasalarda (örneğin Türk Ceza
Kanununda) devrim ürünü sözcüklerin sıklıkla kullanılması, kuşkusuz
Türkçe ve Dil Devrimi açısından önemli bir kazanımdır.

1980'LERDE DEVRİMLERE TEPKİ YOĞUNLAŞIYOR

Dil Devrimine tepkinin giderek hız kazandığı ülkemizde, tepki, yalnız
Dil Devrimine değil, bir bütün olan Türk Devriminedir. 1950'lerde
başlayan ve gittikçe artan Atatürk'ün büstlerine, sözlerine, laikliğe
saldırılar, 1980'lerde iyice tırmanır. Öte yandan her gün cenaze
törenlerinin yapıldığı, gözyaşı ve kanın oluk oluk aktığı bir ortam
söz konusudur. Bu nedenle 12 Eylül 1980'deki askeri darbe,
kimilerince kargaşadan, çatışmalardan kurtuluş gibi algılanır. Ne ki
12 Eylül darbesini yapan beş general, darbeden kısa bir süre sonra
Atatürkçülük adına, laik öğretim dizgesini sarsmaktan, Atatürk
kurumlarını kapatmaya dek uzanacak akla, hukuka, bilime bir yığın
uygulama yapar. Bunlardan biri de Atatürk'ün kurduğu Türk Tarih ve Dil
Kurumlarına yönelik olandır.

12 Eylül 1980 Cuma günü yönetime el koyan, TBMM'yi dağıtan darbeciler,
aynı gün bütün dernekleri kapatır. Kapatılan dernekler arasında Türk
Dil Kurumu da bulunmaktadır. 12 Eylül günü, saat 13.00'e dek sokağa
çıkma yasağı olmasına karşın, TDK'nin yöneticileri, çalışanları,
Ankara'da bulunan kimi üyeleri kuruma gelmiştir; kimse içeri giremez,
telaşlı kalabalık kapı önünde beklemeye başlar. TDK Başkanı Prof. Dr.
Şerafettin Turan'ın öncülüğündeki yönetim kurulunun çabalarıyla, saat
15.00'e doğru TDK'nin kapısı açılır. 12 Eylülcüler, üç yıl sonra
sahnelenecek olan bir oyunun provasını o sabah yapmıştır sanki.

Türk Dil Kurumu'na Olumsuz Bakış

Darbecilerin öncüsü Orgeneral Kenan Evren'le dört generalden oluşan
Milli Güvenlik Kurulunun üyelerini tek tek seçtiği Danışma Meclisi,
MGK'nin öngördüğü kurallar içinde çalışırken öte yandan yeni bir
anayasa yapma hazırlığı sürer. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına geniş
bir özgürlük ortamı sunan 1961 Anayasasının ortadan kaldırılacağı
belli olmuştur. 1981'de, 1982 Anayasası hazırlanırken çok tartışılan
134. madde, darbecilerin kurumlara sıcak bakmadığını ortaya koyar.

Kenan Evren yurt gezilerinde TDK'nin Türk askerini küçülten bir şaire
ödül verdiğini açıklar. Sözü edilen Şair Yaşar Miraç, ödül aldığı
kitap da Trabzonlu Delikanlı'dır. Miraç'ın bütün kitapları, şiirleri
didiklenmeye, suç aranmaya başlanır. Aynı günlerde karşıdevrimci kişi
ve kurumlar TDK'ye yönelik saldırıları yoğunlaştırırlar. Bir vakfın
(SİSAV'ın) koruması altındaki kimi yazarlar (sonran bu kişilerin
kimisi resmi TDK yönetimine atanacaktır), Tercüman gazetesinde TDK'ye,
Dil Devrimine ve devrimi savunanlara bilim dışı savlarla türlü
suçlamalarda bulunurlar.

1981'in ilk aylarında basında Atatürk kurumlarına ilişkin haberler
sıklaşır. Milli Eğitim Bakanlığı'nın hazırladığı bir taslakla "Türk
Bilimler Akademisi" kurulacağı, bu akademi içine Türk Tarih ve Dil
Kurumlarının da alınacağı, kurumların tüzüklerinin, üyeliklerinin,
organlarının ortadan kaldırılacağı, malvarlıklarına el konulacağı
yazılır. Bunun üzerine Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şerafettin
Turan, Yönetim Kurulu adına Devlet Başkanı Kenan Evren'e 29 Nisan
1981'de bir mektup gönderir; tepkilerini, uyarılarını bildirir.

Nedendir bilinmez, "Türk Bilimleri Akademisi" kurmaktan o günlerde
vazgeçilir; belli ki başka bir yol düşünülmektedir.

Kurumları Kapatmak İçin İlk Adım

Atatürk'ün kurumlarını kapatma tasarılarının çok önceden yapıldığı
bellidir. Türk Tarih ve Dil Kurumlarını kapatacak ilk adım 29 Aralık
1981'de atılır.

T. İş Bankasının kurucularından olan Atatürk'ün bu bankadaki kurucu
pay oranı %27,57'dir. 1980'e gelene dek banka sermaye artırdığında
bile bu oran korunmuştur. Atatürk'ün vasiyetnamesi gereği bu pay
CHP'nin koruyuculuğundadır. 1981'de bütün partiler gibi CHP de
kapatılır; Milli Güvenlik Konseyince Atatürk'ün pay belgitleri
iyeliğinin hazineye geçtiği hükmü getirilir ve işlemlerin Devlet
Başkanlığı Genel Sekreterliğince yürütüleceği belirtilir. Çok geçmeden
İş Bankası 29 Aralık 1981'de sermaye artırımına gider; sermaye 40
milyondan 30 milyara çıkarılır. Atatürk paylarının oranı da %27'57'den
%0,9'a düşürülür. Dahası TDK'nin bütün başvurularına karşın, kurucu
paylarından yararlanma hakkı tanınmaz. TDK, yine de olanaklarını
zorlayarak "B" tipi paylardan 100 milyonluk belgit satın alır. Ancak
TDK'nin bankanın yıllık kârından alacağı pay, çalışmaları aksatacak
ölçüde azalır.

İktidara gelir gelmez TDK'nin ödeneğini kesen Demokrat Partinin
yaptığı gibi bir uygulamadır bu. Atatürk kurumlarını parasız bırakarak
çalışamaz duruma getirmek, kapatma girişimlerinin ilk adımı olur.

TDK'yi Kapatmak İçin İkinci Adım:
Devlet Başkanı Evren, TDK'yi Denetime Alıyor

Mart 1982'de Devlet Başkanı Kenan Evren'in isteğiyle Devlet Denetleme
Kurulu, Türk Dil Kurumu'nu denetlemeye gelir. Bu denetimin amaçlı
olduğu, kurumu suçlamaya yönelik kanıt arandığı bellidir. Çünkü dernek
yapısındaki TDK, zaten her zaman olağan denetimlerden geçmiş, hem
amacına uygun çalışmalarının, hem de parasının hesabını vermiştir.

Devlet Denetleme Kurulunun, Devlet Başkanı Kenan Evren'e sunduğu 19
Nisan 1982 günlü yazanağını, Başkan Sabri Tazavar ile Şemsi İyiol, N.
İlhan Aka, Yıldırım Özdamar, Alaeddin Karaman ve Dr. İhsan Kuntbay
adlı üyeler imzalamıştır.

Kurulun 24 sayılı kararını içeren sayfalar dolusu yazanakta "Denetleme
Dayanağı; Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliğinin 11 Mart 1982
gün ve 061-195-82/6 sayılı yazısı ile intikal eden Sayın Devlet
Başkanının emri"dir denilmektedir. "Denetimin Amacı ve Kapsamı" da
"Türk Dil Kurumunun idari ve mali yönden inceleme ve denetlenmesi
yapılarak, bu kurumun son durumunu tespit etmektir."

İçişleri Bakanlığınca oluşturulan "Denetleme Heyeti"nde bulunan Başkan
Mülkiye Başmüşavir Müfettişi Muhittin Keskin; üyeler Mülkiye Müşavir
Müfettişi M. Yücel Özbilgin, Maliye Müfettişi İbrahim Berberoğlu, MEB
Başmüfettişi Cevdet Cengiz, Kültür ve Turizm Bakanlığı Müfettişi Halit
Bozkurt, 19 Mart 1982 sabahı Türk Dil Kurumu'na gelirler. TDK Genel
Yazmanı Cahit Külebi, kurumdaki her koldan bir iki kişiyi çağırarak
denetçilere yardımcı olmalarını söyler. İlk günün ilk saatinde
denetçilerle TDK'lilerin birbirine bakışı karşılıklı birçok duyguyu
yansıtmaktadır. Bu sırada "heyet"le gelen biri, TDK görevlilerinden
birine,[84] "Bizleri, ilgili dairelere götürün ve belgeleri, dosyaları
hemen hazırlayın" der. Denetçi sesinin tonunu ve rengini iyi
ayarlayamamıştır. Genel Yazman Külebi araya girer ve bir kahkaha
attıktan sonra içinden geldiği gibi konuşur:

"Paşa paşa, galiba gözünüze pek ufak tefek göründüler. Onların hepsi
alanının uzmanıdır; TDK'nin Genel Yazmanı olarak ben onlara emredemem,
ancak rica ederim."

Böylece 20 gün sürecek denetim başlar. İlk günler denetçiler tedirgin,
kurum çalışanları değildir. Çünkü denetçilere hangi bilgi, kaç yıl
önceki dosya gerekiyorsa hepsi düzenli olarak ve anında sunulmaktadır.
Son günlerde denetçilerle TDK'liler arasındaki buzlar erir gibi
olmuştur; her iki taraf da yapılan işin ne anlama geldiğini
bilmektedir. Denetçilerin deyişiyle başka bir yerde (bir devlet
dairesinde) olsa, belki de bir yıl sürecek bu denetim kısa sürede
tamamlanmıştır. Denetim bittiğinde denetçilerden birinin o dönemde çok
ünlü olan Tuna Pastanesinden getirdiği kuru pasta eşliğinde son çaylar
içilir. Hoşlanmasa da herkes kendi görevini, görevinin çizdiği
sınırlar içinde yapmıştır.

Denetleme Sonucu

"Devlet Başkanlığı Devlet Denetleme Kurulu"nun 19 Nisan 1982 günlü, 24
sayılı kararıyla denetim yazanağı Devlet Başkanı Kenan Evren'e
sunulur. Yazanağın 2. maddesinde şöyle denilmektedir:

"İnceleme ve denetleme başlamadan önce Devlet Denetleme Kurulu üyesi
sıfatıyla Sabri Tazavar, İçişleri Bakanını ziyaret etmiş ve müşterek
bir inceleme ve denetlemenin nasıl yapılacağı ve uygulanacak
yöntemler, hazırlanacak raporlar ve ne şekilde arz edilecekleri
hususunda görüş birliğine varılmıştır."

Denetleme Kuruluna göre durum ciddidir, ön hazırlık olarak TDK'nin
1932- 1979 yıllarına ilişkin tüzükleri ile 1976-1980 arasındaki
etkinlikleri, kurultaylarıyla ilgili yazanaklar ve başka ilgili
"doküman"lar incelemeye alınmıştır. Denetçiler, TDK tüzükleri üstünde
epeyce oyalanmışlardır; çünkü o dönemde TDK'ye yönelik en büyük
eleştirilerden biri 1964 tüzüğüne konan "devrimci bir bilim derneği"
açıklamasıdır. Karşıdevrimciler, bu açıklamaya dayanarak TDK'nin
siyasallığını, birtakım hükümetler ve partilerle yakınlaştığını öne
sürmüşken; denetçiler, "devrimci" sözünün "inkılapçı" anlamında
kullanıldığını belirtmiş, "Bu müddet içinde değişik siyasi partilerin
ve hükümetlerin, Türk Dil Kurumu tüzüğü 'kuruluş ve amaç' maddelerinde
bir etkisi olmadığı kanaatı hasıl olmamaktadır" demişlerdir.

Böylece yaygın suçlamalardan biri boşa çıkmıştır.

Denetçiler, sanki yürürlükte bir Dernekler Yasası yokmuş gibi, kurumun
şimdiye dek yalnızca "hesap denetimine tabi tutulduğunu", ilk kez "her
yönü" ile denetlendiğini söylemişlerdir. Ancak yaptıkları "mali
denetim"de de her şey "saydam"dır; belgelenmemiş gelir-gider ve
yolsuzluğun kendisi değil söylentisi bile yoktur; vergiler zamanında
ve düzenli ödenmiştir.

TDK, 12 Mart (1971) döneminde de böylesi bir denetimden geçmiştir, bu
ikincidir; kurum yönetimi de ne devlet denetiminden, ne de kendi
üyelerinin denetiminden kaçınmıştır. Kurultaylarda oluşturulan
yarkurullar üç gün boyunca, titizlikle hem bilimsel çalışmaları, hem
de ekonomik durumu incelemeye almıştır. Bu nedenle Devlet Başkanının
istediği denetim de TDK'de olağan karşılanmış, denetçilerden zaten
açıkta olan bilgilerin hiçbiri esirgenmemiştir.

Denetçiler ne tüzüğe, ne yasalara aykırı hiçbir şey bulamayınca ve
kurumun Atatürk kalıtını ve tüzükte belirtilen amacı kötüye
kullandığına ilişkin kanıt elde edemeyince, denetime gelmeden önce
İçişleri Bakanlığı ile yaptıkları uzun çalışmalar sonucu edindikleri
önyargıyla, TDK karşıtlarının yıllardır öne sürdükleri savları da
unutmadıklarını gösteren bir yazanak oluşturmuşlardır.

Denetçilerin Önyargılı "Gözlem ve Değerlendirmeleri"

Denetim yazanağının "Gözlemler ve Değerlendirmeler" bölümü ilginçtir.

Yazanakta kurumun, Dernekler Yasası ve tüzüğüne uygun olarak iki yılda
yapılan, hükümet komiserlerinin de izlediği kurultaylara katılan üye
sayısı üzerinde durulmuş, örneğin 1980 kurultayının "yarıdan pek az
farkla" toplandığı "gözlenmiştir."

12 Eylül 1980'i izleyen iki yıl içinde her yerden binlerce kitabın
toplatıldığı, onlarca kitabın yasaklanıp yakıldığı, onlarca yazarın
yargılandığı bir dönemde denetçilerin bir başka ilginç "gözlem"i ve
"değerlendirme"si de şudur. TDK deposunda niçin 608. 882 adet kitap
bulunmaktadır? Denetçilerde, "...basılan kitapların bir araştırma ve
pazarlama çalışmaları yapılmadan üretilmiş olduğu kanaat ve görüşü
hasıl olmuş"tur.

Denetçilerin "gözlem ve değerlendirmeler"ine, TDK'nin neredeyse 600
türde yayını olduğu, terim sözcükleri 102 ayrı dalda basıldığı,
örneğin Sözcük Türleri gibi bir kitabın bile ilk baskısının 25 bin
olduğu ve kitabın kısa sürede tükendiği yansımamıştır. Ayrıca
denetçiler, Yazım Kılavuzu ve Türkçe Sözlüğün çok sattığını, baskı
maliyetini düşürmek için bu iki kitabın özellikle çok basıldığını
anlamamakta direnmişlerdir.

Yazanaktaki "gözlem ve değerlendirmeler"in 3. maddesi ise Devlet
Başkanı Kenan Evren'in yurt gezilerinde dillendirdiği konudur:
Ödüller. Ancak denetçiler, bilerek ya da bilmeyerek kullandıkları
dille, TDK'nin eleştiriye değil, "çeşitli saldırılara uğradığını" bir
resmi belgeye geçirmişlerdir:

"Ödüllerin dağıtımında Türk Dil Kurumu'nun çeşitli saldırılara neden
olmasına yol açacak tercihlerin yapılmasını önleyecek önlemler
alınmadığı, dilin doğru ve güzel kullanımı yanında ulusal bütünlüğü
zedeleme kuşkusu uyandıracak düşünce ve duygulara yer veren yapıtların
değerlendirme dışı tutulmasına özen gösterilmediği gözlenmiş
bulunmaktadır."

Üstü kapalı olarak "solcu" bilinen kişilerin ödül başvurularının niçin
kabul edildiği belirtilmektedir.

Yazanağın 4. maddesinde ise dil altındaki bakla açığa çıkmaktadır.
"1976'dan beri 35 kişilik Yönetim Kuruluna gizli oyla seçilen üyelerin
28'i aynı şahıslardan oluşmaktadır. Türk Dil Kurumu'nun her türlü
çalışmasını düzenleyen ve çalışma kollarını kuran bu kurulda dikkati
çeken husus, Yönetim Kurulunun %80'lik kadrosunun bir nevi daimi
üyelerden oluşması ve yönetime tam bir hâkimiyet sağlamış olmalarıdır.
Çünkü bu kurul Yürütme Kurulu ile Seçiciler Kurulunu kendi üyeleri
arasından seçmekte, dolayısıyla kurumun bütün faaliyetleri kendi
görüşlerine göre bir nevi tekel olarak yönetmektedirler. Bu durum,
kurum aleyhine çeşitli spekülasyonlara sebebiyet verebilmektedir."

"Gözlem ve Değerlendirmeler"in 5. maddesi de kurum karşıtlarının
yıllardır dilinden düşmeyen bir savdır; ancak denetçiler, Demokrat
Partinin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin kurum başkanlığını
istemediğine ilişkin yazılı-sözlü tüm açıklamalar, tüm belgeler
önlerine konmasına karşın, kendilerine verilen görev doğrultusunda,
çelişkilerle dolu şu satırları yazmışlardır:

"...1951 yılına kadar değişik sıfatlarla kurumda görev yapan ve devletin
en üst kademelerinde bulunan Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan,
Genelkurmay Başkanı, Kültür ve Milli Eğitim Bakanlarının kurum ile
ilişkilerinin kesildiği ve kurumun Dernekler Kanunu esasları gereğince
kamu yararına çalışan bir dernek haline dönüştürüldüğü gözlenmiş
bulunmaktadır."

TDK'nin kamu yararına çalışan derneklerden sayılmasının tarihi
1940'tır ve bu dönemde kurumun devlet kurumlarıyla cumhurbaşkanından
bakanlıklara uzanan çok verimli ilişkileri olmuştur.

Yazanağın 6. maddesi ise, "Kurumun mali işleri ve hesapları genellikle
düzenli bir şekilde yürütülmektedir" diye bitirilmeden önce, bazı
günler kasada fazla para olduğu, alındı belgelerinin kimi kez yanlış
kullanıldığı uyarısı yapılmıştır. Ne ki bu uyarılar da yerinde
değildir; çünkü kitaplarını kendi yapısı içinde de satan TDK'de
bankaların kapandığı saatte alışveriş olabilmekte, ama bunların
kayıtları yasal kurallara göre tutulmaktaydı.

Sağ iktidarların ve kurum karşıtlarının zaman zaman
dillendirdikleri bir istekleri vardır: Türkiye İş Bankası sık sık
sermaye artırmasına giderse bu bankadaki Atatürk hisselerinin
azalması, giderek eritilmesi... Denetçiler, "Gözlem ve
Değerlendirmeler"inin 7. maddesinde biraz karışık bir anlatımla da
olsa, aslında TDK'nin geleceği için kaygılarını dile getirmişlerdir:

"Kurumun en büyük gelir kaynağı olan Atatürk
vasiyetnamesinin (%27,5); kurumun yegâne dayanağı olduğu ve Türk Tarih
Kurumu[85] gibi yan gelir sağlayan diğer bir kuruluşu da olmadığı
düşünüldüğünden, Türkiye İş Bankasının sermayesi 30 milyar TL.na
yükseltildikten sonra durumun ne olacağı konusu şimdiden ele
alınmalıdır.

Bu oranın 30 milyarlık sermaye içinde de korunması bir
esasa bağlanmadığı takdirde Atatürk'ün vasiyeti de statüsünü muhafaza
edemeyeceği gibi, kurumun da gelecekte mali sıkıntılara düşerek
görevini yapamaz bir duruma düşmemesi için bu sorunun en kısa zamanda
halledilmesi uygun olacaktır."

Org. Necdet Üruğ'un Demokratik Önerisi

Denetim yazanağının dördüncü bölümünde "öneriler" yer
almaktadır. Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Org. Necdet
Üruğ'un, Türk Dil Kurumu'na gönderdiği 7 Temmuz 1982 günlü,
060637-82/6 sayılı ve "Türk Dil Kurumunda alınacak tedbirler" konulu
yazısı, yazanağın önerileri üstüne kurulmuştur. Ne ki Org. Üruğ'un
yazısında bu öneriler, öneri değil, "aksaklıklar" diye anılmaktadır.

Kurultayların daha çok üyenin katılımıyla yapılması;
basılan kitapların iyi pazarlanması ve tanıtılması; ödül seçici
kurallarının ve ödül verilecek yapıtların iyi belirlenmesi;
(denetçilerin mali işlerin düzenli olduğunu belirtmesine karşın)
kurumun mali işlemleri ve hesaplarının noksansız yapılabilmesi için
gerekli titizliğin gösterilmesi...

Org. Üruğ'un yazısında Atatürk'ün İş Bankasındaki pay
oranı hiç yer almazken, yazıdaki "en demokratik" öneri de şuydu:

"Yönetim Kurulu üyeliklerine aynı üyelerin devamlı olarak seçilmesini
önleyici ve diğer üyelere de seçilebilme imkânı sağlayıcı şekilde
kurum tüzüğünde gerekli değişikliklerin yapılması."

Org. Üruğ, kimi aksaklıkların giderilmesinde Devlet Başkanlığı Genel
Sekreterliğinin kuruma her türlü yardım ve desteği vereceğini
belirttikten sonra yazısını şöyle bitirmektedir:

"Ulu Önder ATATÜRK'ÜN kurduğu ve yaşattığı bu kurumda yukarıda
belirtilen aksaklıkların süratle giderilmesini ve bu maksatla
yapılacak işlerin 3'er aylık periyodik raporlar halinde Devlet
Başkanlığı Genel Sekreterliğine gönderilmesini rica ederim."

Denetim Sıkılaştırılıyor

Görüldüğü gibi Devlet Denetleme Kurulunun denetiminden Türk Dil
Kurumu'nun kapatılmasına gerekçe olabilecek somut veriler elde
edilememişti. Ancak Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral
Necdet Üruğ'un imzaladığı yazı, Devlet Başkanlığının Türk Tarih ve
Dil Kurumlarından elini çekmeyeceğini gösteriyordu. 12 Eylülcüler,
kurumları ortadan kaldırma kararını çoktan vermişlerdi. Hukukçuların,
aydınların bütün tepkisine karşın 1982 Anayasasına 134. maddeyi
koymuşlardı:

"Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını, Türk kültürünü,
Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve
yaymak ve yayınlar yapmak amacıyla; Atatürk'ün manevi himayelerinde,
Cumhurbaşkanının gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı; Atatürk
Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk
Kültür Merkezinden oluşan, kamu tüzelkişiliğine sahip 'Atatürk Kültür
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu' kurulur.

Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu için Atatürk'ün vasiyetnamesinde
belirtilen menfaatler saklı olup kendilerine tahsis edilir.

Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun; kuruluşu, organları,
çalışma usulleri ve özlük işleri ile kuruluşuna dahil kurumlar
üzerindeki yetkileri kanunla düzenlenir."

Denetçiler, denetim sırasında kurum çalışanlarına yaptıkları işle,
yönetici ve üyelerin kimlikleri, yaşamlarıyla ilişkili olarak tuzak
sorular sormuş; çalışanları "meşgul etmemek için" dosyaları başka
yerde incelemeyi önermiş; ama başarılı olamamışlardı. 82 Anayasasıyla
çıkılan yoldan dönülmeyeceği belli olmuş, kurumları kapatma eylemi
için 82 Anayasası hazırlanırken düğmeye basılmıştı. Ortada türlü
söylentiler dolaşırken, basında kurumların yerine kurulacak bir
akademi için yasa taslağı hazırlandığı haberi yer alır. Bu haber
üzerine TDK Başkanı Prof. Dr. Şerafettin Turan bir basın açıklaması
yapar:

"Danışma Meclisi Başkanlığına sunulduğu açıklanan yasa önerisini,
içeriği yönünden, bir Dil ve Edebiyat Akademisi kurulması ve Türk Dil
Kurumu'nun kapatılarak malvarlığının bu akademiye aktarılması diye iki
bölüme ayırmak gerekir.

Bilindiği gibi ülkemizde bir dil akademisi kurulması yolundaki
öneriler, hatta girişimler 130 yıl geriye götürülebilir. Bu yolda
sürüp giden tartışmaları ve görüş ayrılıklarını doğal karşılıyoruz.
Ancak 12 Temmuz 1982'de Atatürk tarafından kuruluşunun 50. yıldönümünü
kutlama hazırlıkları içinde bulunan Türk Dil Kurumu'nun kapatılmasını,
bir dil akademisi kurma özlem ve girişimlerinin dışında değerlendirmek
gerekeceği de kuşkusuzdur.

Bir dernek olan Türk Dil Kurumu'nun Türkiye Cumhuriyeti yasalarında
belirtilen denetimlere açık olduğu kadar, o yasaların güvencesi
altında bulunduğuna inanıyoruz. Türk hukuk sisteminin, özel yasalar
yoluyla dernek kurulmasını öngörmediği gibi, özel bir yasa ile
derneklerin varlıklarına son vermeye de olanak tanımadığı açıktır. Öte
yandan çalışmalarını Atatürk'ün kendi vasiyetiyle saptadığı gelirle
sürdüren Türk Dil Kurumu'nun kapatılmasının söz konusu gelirin başka
bir kuruluşa aktarılışının miras hukukumuz yönünden ne denli
sakıncalar doğuracağı uzman ve yansız hukukçularımızca ortaya konmuş
bulunmaktadır.

Böyle bir akademi kurarken Atatürk'ün 1 Kasım 1936 günlü TBMM'yi açış
konuşmasında, "Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu'nun 'ulusal
akademiler halini almasını' dileyen sözlerine dayanmak isteyenlere,
Atatürk'ün bu konuşmasından sonra 740 gün daha yaşadığını ve
kurumların akademiye dönüştürülmesi düşüncesinden vazgeçerek 1937,
1938 Kasım başlarındaki TBMM konuşmaları ile 26 Eylül Dil
Bayramlarında, kurumların çalışmalarından övgü ile söz ettiğini
görmezlikten gelmemelerini salık veririz.

Bunların yanı başında ulusça 'Ebedi Şef' diye andığımız Mustafa Kemal
Atatürk'ün vefatından yalnızca 66 gün önce, 5 Eylül 1938'de kendi
özgür davranışı ile düzenlediği vasiyetnamesinde, kurucusu olduğu iki
kurumun resmi birer akademiye dönüştürülmesinden hiç söz etmeksizin ve
hiçbir koşul koymaksızın, İş Bankasındaki parasının yıllık gelirinden
'Türk Tarih ve Dil Kurumlarına yarı yarıya pay verilmesini' dilemesi,
acaba onun son özlemi ve uyulması, uygulanması gereken son kararı
değil midir?"

TDK üyelerince seçilmiş son Başkan Prof. Turan'ın 28 Mayıs 1982 günlü
açıklamasından sonra olaylar daha hızlı akmaya başlar. Dönemin
Tercüman gazetesinde kurumun kapatılması için kampanya bütün hızıyla
sürmektedir. MGK üyesi Org. Tahsin Şahinkaya tarafından hazırlandığı
söylenen taslakla ilgili bilgiler somutlaşmaya başlar.

"Karargâh Emri" Değiştirilemez

TDK yönetimi MGK Genel Sekreterliğinden bir çağrı alır; 17 Kasım 1982
günü, "Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu"nun kurulmasıyla
ilgili olarak "İhtisas Komisyonları Daire Başkanlığı"nda bulunmaları
istenir. Sonra bu toplantının 15 Aralık 1982'ye ertelendiği
bildirilir.

15 Aralık 1982'de TDK Başkanı Prof. Dr. Şerafettin Turan ile TDK Genel
Yazmanı Cahit Külebi toplantıya gider. Türk Tarih Kurumu'nu da Başkan
Prof. Dr. Sedat Alp ile Genel Sekreter Prof. Dr. Ekrem Akurgal ve
Amiral Fahri Çoker temsil eder.

Toplantıya başkanlık yapan MGK Genel Sekreterlik Koordinatörü
Tümgeneral Suat Eren, kurumların kendileriyle görüşme isteğini yerine
getirdiklerini söyledikten sonra, hepsine birer taslak verir ve bu
taslağı eleştirme, değiştirme yetkileri olmadığını belirtir.
Kurumlardan gelen yöneticiler bu taslağı yetkili kurullarına götürmek
ister; Tümg. Eren, bunun da olanaksız olduğunu söyler ve taslağı
kamuoyuna açıklama yetkilerinin olmadığını da sözlerine ekler.
General, kurumların yöneticilerinin tüm karşı çıkışlarını, "Bu
karargâh emridir!" diyerek önler.

Prof. Turan ile Külebi, her şeye karşın, Atatürk kurumlarının dernek
yapısının değiştirilemeyeceğini, bu girişimin tarihsel bir yanlış
olduğunu, bu yanlışın yaşama geçmesine "hizmet etmeyeceklerini", bu
durumu ne kendilerinin, ne yetkili kurullarının, ne de toplum
vicdanının, hiçbir biçimde onaylamayacağını dile getirirler. Toplantı,
buz gibi soğuk bir hava içinde sürmektedir. Bunun üzerine Tümg. Eren,
yazılı yanıt ister, toplantıya ara verilir. TDK Başkanı ile Genel
Yazmanı, hemen Yürütme Kurulu ve hukukçularla bir toplantı yapar, MGK
Genel Sekreterliği İhtisas Komisyonlarında aynı gün yapılan toplantıya
şu yanıtla giderler:

"Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliğine,

(...) Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 134. maddesinin öngördüğü
'Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'nun oluşturulmasına
ilişkin taslak, bizzat 134. maddeye aykırıdır. Taslağın, örgütlenmeye
ilişkin maddeleri ile özellikle Türk Dil Kurumu'na ayrılan 14.-18.
maddeleri bu aykırılığın somut belirtileridir.

Anayasanın 134. maddesinin 1. fıkrasında Türk Dil Kurumu'nun özel
hukuka dayanan varlığı açıklıkla korunmakta, özellikle yeni kuruluşun
Türk Dil Kurumu'nu da içine alarak oluşacağı vurgulanmaktadır. Anılan
maddenin 2. fıkrası, 'Atatürk'ün vasiyetnamesinde belirtilen mali
menfaatlerin saklı olduğu'nu ve 'kendilerine tahsis edileceğini'
bildirirken yaşayan, yaşamını sürdüren bir hukuksal varlığa tahsisin
yapılacağını söylemekte, 'kendilerine' sözcüğüyle bu tüzelkişiliğin
vazgeçilmez, yıkılmaz, kaldırılamaz olduğunu anlatmaktadır.

Maddenin 3. fırkasının yeni kurumun 'kuruluşuna dahil kurumlar
üzerindeki yetkileri...'ne değinmesi de kurumumuzun varlığını
sürdürmesinin engellenemeyeceği zorunluluğunu getirmektedir. Bu varlık
ve yaşam özel hukukun getirdiği bağımsız yapıyı açıklamaktadır. Yeni
kurum, ancak gözetim, denetim yetkisini taşıyabilir. Türk Dil
Kurumu'nun yeni kuruluş içinde bugünkü durumu ile yer almasını
sağlayacak biçimde düzenleme yapılmaması gerekir. Aksine bir uygulama
ise, Atatürk'ün amacından temel hukuk ilkelerine kadar büyük
terslikler taşır.

Türk Dil Kurumu, yürürlükteki yasalara göre varlığını sürdüren,
Atatürk'ün ilkelerine özenle bağlı olarak çalışan, işlemlerinin tümü
yasal olan hukuksal bir varlıktır. Bu varlığı 'ismi var, cismi yok'
duruma getiren taslak, hukuka aykırı niteliği ile ölü doğar. Bundan
kaçınılması anayasa koyucunun amacına da uygun düşer. Federatif bir
yapısı olacak yeni kurumun gözetim ve denetim yetkisi kamu hukuku-özel
hukuk tüzelkişisi karmaşasına ve sakıncalarına gitmeden sağlanabilir.
Kaldı ki Türk Dil Kurumu'nun hizmet alanının özellikleri gözetilerek
özel hukuk tüzelkişisi olarak çalışmasının büyük ve sayısız yararları
vardır.

Sonuç:

a) Hazırlanan taslak, yukarıda belirtilen nedenlerle Anayasanın 134.
maddesiyle de varlığı kabul edilen Türk Dil Kurumu'nu özel hukuk
tüzelkişisi olarak ortadan kaldırmakta ve kurumun mallarına el koymak
anlamına gelen bu uygulama, 134. maddeye aykırı olduğu gibi, genel
hukuk ilkelerine de ters düşmektedir.

b) Tasarıda oluşturulan 'Yüksek Kurum'un örgütlenme biçimiyle çalışma
ilke ve yöntemleri de 134. maddede saptanan amaçları gerçekleştirici
nitelikte olmayıp ileride giderilmesi güçleşecek birtakım sakıncalar
doğuracaktır. Tasarıdaki Yüksek Kurula gerek olmayıp onun yerine bağlı
olan kuruluşların temsilcilerinden oluşan bir Genel Yönetim Kurulu
yeterli ve amaca daha uygun olur.

c) Bu itibarla kurumun kuruluş ve çalışma düzeninin aksatılmasından
sakınılarak 134. maddede belirtildiği üzere Atatürk'ün manevi
himayelerinde, Cumhurbaşkanının gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa
bağlı ve kamu tüzelkişiliğine sahip bir kuruluş olarak varlığımızın
korunmasının yerinde olacağı görüş ve dileğinde bulunduğumuzu
saygılarımla arz ederim. Ş. Turan/ TDK Başkanı"

Türk Tarih Kurumu'nun yöneticileri de TDK'ninkine benzer görüşlerle
MGK'ye gelirler. Tümg. Suat Eren, yazılı yanıtlardan hoşnut
olmadığını, kurumlardan yapıcı görüş beklediklerini söyleyerek dile
getirir. İki kurumun yanıtları okunur, taslak üzerinde madde madde
durulur, bu kez maddeler üzerinde yazılı görüş istenir. Aslında
yapılan toplantı da kurumlardan yazılı görüş istemek de oyalama
taktiğinden başka bir şey değildir. MGK Genel Sekreterliğinde,
"karargâh emri" havası ve kararlılığı sürmektedir. TDK Yönetim Kurulu,
MGK Genel Sekreterliğine 22 Aralık 1982'de şu yazıyı gönderir:

"(...) Türk Dil Kurumu tüzüğü ile saptanan kuruluş, amaç, görev ve
çalışma yöntemi maddelerindeki esaslar saklı kalmak ve Başbakanlık
katına bağlanmak görüşü dışında; Genel Kurulumuzun (kurultayımızın)
görüş ve kararını almadan, kurumun tüzel varlığın ve geleceğini
etkileyen böyle bir konuda, taslak çerçevesinde bir düzenleme yapmanın
tarihi sorumluluğu önünde ayrıca bir görüş sunamayışımızın
bağışlanmasını yüksek takdirlerinize saygıyla arz ederim. Prof. Dr.
Şerafettin Turan/ TDK Başkanı"

Org. Tahsin Şahinkaya'nın Yasa Taslağı

Bu ikinci yazıdan sonra TDK yönetimi ile Milli Güvenlik Konseyi
arasında ne yazışma, ne görüşme olur. Görüşme, yazışma girişimleri hep
karşılıksız kalır. Kurumların yönetimleri yok sayılmaktadır. "Karargâh
emri" uygulamaya konmuştur artık. Çünkü kendini TBMM'nin, yargı
organlarının üstünde gören MGK, Atatürk'ün kurumlarından hiç
beklemediği bir tepki almıştır. Ancak Atatürk kurumlarının dernek
yapısının bozularak Anayasada anılan "Atatürk Kültür Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu" adlı devlet kurumu içine alınacağı da belli olmuştur.

Çok ilginçtir, bu sırada kurumları kapatacak yasa taslağının Danışma
Meclisine verilip verilmediğini kimse bilmez, kimse taslağa ilişkin
bilgi edinemezken Tercüman gazetesindeki günler önce verilen
bilgilerle "karargâh"ın tavrı ve tutumu harfi harfine örtüşmektedir.
Dahası Tercüman'ın önceden verdiği bilgilere, Şahinkaya'nın taslağında
da rastlanacaktır.

10 Ocak 1983 günlü Cumhuriyet gazetesi, Org. Tahsin Şahinkaya'nın yasa
taslağını Danışma Meclisine verdiğini duyurur. 11 Ocak 1983 günlü
Tercüman'ın başlığı şöyledir: "Türk Dil Kurumu Başbakanlığa
Bağlanıyor."

15 Ocak 1983 günlü Yönetim Kuruluna olup bitenleri anlatan Genel
Yazman Cahit Külebi sözlerini bitirirken gözyaşlarını tutamamıştır:

"Bu koşullar içinde Atatürk yolunda, onun buyrukları gereğince
dilimize ve ulusal ekinimize hizmete çaba gösteren bizler için,
önümüzdeki günler belki de acı olacaktır."

Türk Tarih ve Dil Kurumları, Atatürk'ün vasiyetnamesinin koruyucusu
olan Cumhuriyet Halk Partisinin kapatılmasından sonra, İş Bankasının
vasiyetname gereği kendilerine ödemesi gereken parayı alabilmek için
de epeyce çaba harcamışlardır. 5 Nisan 1982'de MGK Genel Sekreteri
Necdet Üruğ, bankaya paranın ödenmesi için buyruk vermiş, aynı gün bu
durum TDK'ye bildirilmiştir. Ancak banka sermaye artırdığı için
kurumlara ödenecek para da küçülmüştür. Kurumlar her yönden kuşatılmış
durumdadır.

Devlet Başkanı Org. Kenan Evren, 26 Eylül 1981'deki 49. Dil Bayramına
gönderdiği iletide, "(...) Yüce Atatürk'ün dilimizin yabancı diller
boyunduruğundan kurtarılması için amacıyla kurduğu Türk Dil Kurumu'nun
bu hizmeti yerine getirirken nesiller arasında kopukluk yaratmamaya ve
herkesin anlayabileceği ortak bir dilin kullanılması yolunda çaba
gösterileceğine inanıyoruz" diyerek nedense karşıdevrimcilerin
yıllardır savunduğu "nesiller arasında kopukluk yaratmak" savını
vurgulamış, bu arada yurt gezilerinde kurumu dil ayrılığı yaratmakla
suçlamış, dahası yeni sözcüklerin kullanıldığı kitapları anlamadığını,
bu nedenle bazı kitapların İngilizcesini okuduğunu söylemiştir. Bu
arada sağ basın, özellikle Tercüman gazetesi Türk Dil Kurumu'na
desteksiz, dayanaksız saldırmayı sürdürmektedir. Tasarlanan oyun,
aşama aşama sahneye konmaktadır.

Atatürk Kurumları Kapatılıyor

12 Eylülcüler, dernek yapısındaki Türk Dil Kurumu'nu, hiçbir yargı
kararı olmadan, Atatürk'ün kalıtını görmezden gelerek, bir devlet
dairesine dönüştürmeye kararlıydı. Hukukçulara göre bu eylem, eski
dille, "gasp"tı. Kurumun yapılarına, yapıtlarına, adına "el koymak"tı.
12 Eylülcü beş general, ulusçu tutucuların, yarım yüzyıl çok isteyip
de yapamadığını yaparak ne denli hızlı Atatürkçü olduklarını
gösteriyorlardı.

Org. Şahinkaya'nın yasa taslağı, Danışma Meclisinin kimi üyelerince
heyecanla karşılandı; ancak bu meclisteki Nermin Ertuş, Necip Bilge,
Remzi Banaz, Cahit Tutum, Kamer Genç, Abdülbaki Cebeci, Ertuğrul
Alatlı, Fikri Devrimsel gibi bir avuç üye, bu taslağın yasalaşmaması
için büyük çaba harcamıştı. Bu üyeler taslağın Anayasaya da Atatürk'ün
vasiyetnamesine de aykırı olduğunu savundular. Ateşli tartışmalar
yaşandı, ama sonuç değişmedi.

Taslağın yasalaştığı gün sevinç çığlığı atanların başını 12 Eylülden
önce "devrim tarihi"ni savunan, kısa zamanda "inkılapçı" olan Prof.
Dr. Hamza Eroğlu gibi kişiler çekiyordu. Olağanüstü bir dönemde, 1982
Anayasasının 134. maddesine dayanarak çıkarılan 2876 Sayılı Yasa, 17
Ağustos 1983'te Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylece
Uğur Mumcu'nun dediği gibi "paşa tasarrufları" ile bir yapı ortaya
çıktı.

Oluşturulan yüksek kurum içindeki Türk Dil Kurumu'na, 1983 öncesindeki
Türk Dil Kurumu ile hesaplaşması bitmeyenler; Atatürk ve Türk
Devrimine açıkça saldıramadığı için Türk Dil Kurumu'nu hedef seçenler;
bireysel çıkarına göre bu kurumla bir dargın bir barışık olmayı
yeğleyenler; bu kurumun kapatılacağı belli olunca resmi kurumdan yer
kapmak için yön değiştirenler atandı. 1950'den 1980'lere dek, sıklıkla
devlet desteği alarak Türk İslam sentezini besleyip büyütenler,
verdikleri savaşın meyvesini 12 Eylülcüler eliyle toplamıştı.

Paşaların, kapatmak için uğraştıkları Türk Dil Kurumu'nu hiç
tanımadıkları belliydi. Eşi asker olan emekli Öğretmen Türkân Erkin,
"Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyesi Tahsin Şahinkaya"yı tanıyordu;
generale bir mektup yazdı; TDK'nin önemini ve çalışmalarını anlattı.
Atatürk'e ve kurumlarına haksızlık yapıldığını söyledi. 8 Mart 1984'te
aldığı yanıt ilginçti:

"(...) Efendim, mektubunuzla ilgili çok derin bir inceleme yaptım,
hatta 1950'li yıllara ait dergi ve ilgili yazıları tetkik ettim.
Yazıların mahiyetleri itibarıyla ne söylerseniz haklısınız. Fakat
bunlar tabii tam manasıyla bilinemediği için, mektubunuzda işaret
edilen durum içerisine düşülmüş oldu. Ancak çok dikkatli olunacağını
ve olunması lazım geldiğini ilgililere ikaz edildi. Bakalım zaman ne
gösterecek? İşaret etmiş olduğunuz hususlarla ilgili hemfikiriz, öyle
ümit ediyorum ki arzuladığımız neticelere muhakkak kavuşacağız.
İnşallah yanılmam."

Atatürk'ün Türk Dil Kurumu Son Toplantısını Yapıyor

Tahsin Şahinkaya'nın, aynı görüşte olanların yanıldığını zaman
gösterecekti. Atatürk'ün kurduğu Türk Dil Kurumu'nun 35 kişilik
Yönetim Kurulu, 3 Eylül 1983'te son toplantısını yaptı. Bütün yaşamını
Dil Devrimine ve Türk Dil Kurumu'na adayan Ömer Asım Aksoy'un son
toplantıdaki sözleri çok anlamlıydı:

"Dil kurumu 51 yıllık başarılı çalışmalarını tarihe emanet ederek
önümüzdeki ay yerini yeni düzenlemeye bırakacak. Hakkındaki kötüleyici
sözler ve yazılar ne olursa olsun, Dil Kurumunun hizmetleri her zaman
övgü ve saygı ile anılacaktır."

Ömer Asım Aksoy'un önerisiyle Türk Dil Kurumu'nun 51 yıllık yaşamını,
çalışmalarını, kuruma emek verenleri içeren bir kitap hazırlandı. Ama
bunu basılmasına zaman kalmamıştı. Teksirle çoğaltıldı: Türk Dil
Kurumu'nun 51 Yılı.

1983'ün Dil Bayramı, devrimcilerin kutladığı en buruk bayram oldu.
Dernek olan TDK'de çalışan uzmanların, görevlilerin kimisi yasa
zoruyla memur olmayı kabul etmeyip ayrıldı, kimisi emekliliğini
istedi, kimisi o dönemdeki koşulları nedeniyle ayrılamadı.
Ayrılanlara Dil Bayramında plaket sunuldu.

Kurumları kapatma isteği baş gösterdiği andan başlayarak Nadir Nadi,
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu başta olmak üzere onlarca hukukçu, onlarca
yazar, bilimci tepki verdi. Nadir Nadi, 1960'larda yayımladığı "Tuhaf
Bir Tasarı" adlı yazısını 1983'te yeniden yayımlayınca, ilerlemiş
yaşına karşın hapse mahkûm edildi.

Kapatılan Türk Dil Kurumu'nun üyelerinden kimisi Atatürk Kültür Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu içine alınan resmi Türk Dil Kurumu'na koştu. Dün
üyesi olmaktan onur duydukları Türk Dil Kurumu'nu bir kalemde silenler
çıktı. Güneşe, aya göre gün içinde birkaç kez yön değiştirenler
mutluydu. Solcuların sığınağı bilinen bir kale, olağanüstü bir dönemde
militarizmin gücüne yaslanarak yıkılmıştı.

Atatürk'ün kurduğu Türk Dil Kurumu'nun devrimci üyelerinin çoğunluğu
ise bu haksızlığı hiç onaylamadı. Hiçbiri dik duruşunu bozmadı.

------------------------------------------------------------------------------

Bu bilgiler yakında Dil Derneği'nce yayımlanacak olan, Prof. Dr
Şerafettin Turan- Sevgi Özel'in birlikte hazırladığı Türkçenin ve Dil
Devriminin Öyküsü adlı yapıttan aktarılmıştır.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] "Mustafa Kemal Selanik Rüştü Askeri Mektebi Talebesi İken",
Uludağ, sayı; 18, Ekim 1932, s. 6-12.

[2] Şükrü Tezer, Atatürk'ün Hatıra Defteri, Ankara, 1972, s. 86.

[3]Çankaya Akşamları, Çev. F. Tekil, I, 32 vö.

[4]Türk Devrimi, Yay. Ö. Ozankaya, Ankara, 2002, s. 130 vö.

[5] "Öz Türkçe Kavgası ve Birinci Meclis", Türk Dili, sayı; 373,
Ocak 983, s. 1- 7.

[6] Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal'in El Yazıları,
Ankara, 1969, s. 352.

[7] Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (Kısaltma; ASD), II, 198.

[8] agy. I, 231.

[9] agy. II, 96.

[10] Sicill-i Kavanin, 1341 /1926, c.II, s. 492 vö.

[11] Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli
Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, I, 355.

[12] ASD, II, 251.

[13] agy. I, 359 vö.

[14] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1969, s. 468.

[15] "Atatürk ve Dilimiz", Atatürk ve Türk Dili, Ankara, 1963, s.
138.

[16] Türk Dil Kurumu arşivi.

[17] Karar ve tutanak defterleri, TDK arşivi.

[18] Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, Ankara, 1972, s.
266.

[19] Cumhuriyet, 19 Mayıs 1929.

[20] MESD, I, 35 vö.

[21] Cumhuriyet, 23 Ağustos 1930.

[22] Alman ve Macar Dillerinde Özleşme, TDK yayını, Ankara, 1972;
J. Eckmann, "Macar Dil Devrimi", Türk Dili Belleten, 1948, s.11
-31.

[23] Özgün metin; MESD, I, 351.

[24] agy. 425.

[25] Hayat, 6 Ekim 1927.

[26] Atatürk'ün Nöbet Defteri, Ankara, 1955, s. 75.

[27] Hatıralar, TDK Yayını, 1943.

[28] agy. 17.

[29] agy. s. 2.

[30] Birinci Türk Dili Kurultayı, İstanbul, 1933.

[31] Metin; E. Şevket Elman, Dr. Reşit Galip, Ankara, 1955, s.
200- 205.

[32] İkdam, 30 Temmuz 1898.

[33] Birinci Türk Dili Kurultayı, Tezler, Müzakere Zabıtları, TDK
Yayınları, 1933, s. 276. Bu yapıtta, kurultaydaki olumlu, olumsuz
bütün görüşler yer almaktadır.

[34] Özgün metin, agy. 414.

[35] agy. 456.

[36] agy. 471.

[37] Faik Reşit Unat, "Ebedi Şef Atatürk'ün Türk Dil Kurumu'na
Direktifleri", Tarih Vesikaları, c. II, sayı; 11, s. 321-324.

[38] Türk Dili, sayı;3 (1933).

[39] Nazmi Kal, Atatürk'le Yaşayanlar (Anılar), s. 135.

[40] ASD, I, 332.

[41] agy. II, 272 vö.

[42] agy. I, 377.

[43] agy. I, 380.

[44] Ş. Turan, "Türkçenin Özleştirilmesi Konusunda Bir Değerlendirme",
Türk Dili, 378 (Haziran 1983), s. 321-328.

[45] ASD, V, 185.

[46] agy. 186.

[47] agy. I, 385.

[48] Üçüncü Türk Dili Kurultayı, İstanbul, 1937, s. 13.

[49] Atatürk ve Türk Dili, s. 47.

[50] Atatürk 'ten Mektuplar, Ankara, 1981, s. 36, 52.

[51] Üçüncü Türk Dili Kurultayı, s. 354.

[52] ASD, V, 187.

[53] agy. I, 388.

[54] Dilâçar, "Denizbank Olayı", Türk Dili, sayı; 278 (Kasım
1974).

[55] ASD, I, s. 402.

[56] agy. I, 411.

[57] A. İnan, Atatürk'ten Mektuplar, s. 38.

[58] Çankaya, s. 477.

[59] agy. s. 472, 479.

[60] A. S. Levend, agy, s. 444 vö.

[61] Levend, agy, s. 455 ve ötesi.

[62] Dil ve Kültür, "Bir Dilin Zenginliği,", Ankara, TDK, 1952, s.65.

[63] Dil Davası, "Terim Davamız", TDK, 1952, s.84.

[64] Ulus, 9 Kasım 1951.

[65] Ulus, 5 Mart 1952.

[66] Günce 1, TDK, 1972, s.37.

[67] Ulus, 5 Mart 1952.

[68] H. Dizdaroğlu, Ataç, TDK, 1962, s. 71.

[69] Sözden Söze, Varlık Yayınları, 1952, s. 73.

[70] Türk Dili, Mayıs 1976.

[71] Söyleşiler, TDK Yayıyını, 1962, s. 113.

[72]Kâmile İmer, Dilde Değişme ve Gelişme Açısından Türk Dil Devrimi,
TDK, 1976, s. 36 ve ötesi.

[73] İmer, aynı yapıt, s. 50 vö.

[74] Aksoy, Özleştirme Durdurulamaz, TDK Yayını, 1973, s. 31- 32.

[75] Tahsin Yücel, Dil Devrimi ve Sonuçları, TDK, 1982, s. 31 vö.

[76] Ömer Seyfettin, Sanat ve Edebiyat Yazıları/14, Bilgi Yayınevi,
Ankara 1990, s. 127 ve ötesi.

[77] Ömer Seyfettin, Dil Konusunda Yazılar/ 13, Bilgi Yayınevi,
Ankara 1989, s. 76 ve ötesi.

[78] Ö. Seyfettin, agy, 38 ve ötesi.

[79] Agy, 49- 50.

[80] Ömer Seyfettin, Dil, s.19.

[81] Ömer Seyfettin, Dil, s. 11.

[82]) Aksan, agy, s. 14 ve ötesi.

[83])Doğan Aksan, Tartışılan Sözcükler, TDK Yayını, Ankara 1976, s. 11
ve ötesi.

[84] Dilbilim ve Dilbilgisi Kolunda çalışan Sevgi Özel'e.

[85] Türk Tarih Kurumu'nun basımevi anımsatılıyor.

http://www.dildernegi.org.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EFB4D4840AE4FCEEB1
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages