Yazar: rumeli_erenleri
17:30 02-Mayıs-2007
TARİH SÜRECİNDE GÜL BABA TÜRBESİNİN İÇİNE GENEL BİR BAKIŞ
İsmail Tosun SARAL*
ÖZET
Budapeşte'de gömülü olan Gül Baba'nın, yaşadığı çağ ve tarihî kişiliği
üzerine çeşitli rivayetler bulunmaktadır; ancak Gül Baba'dan günümüze
miras kalan eser, türbesidir. Bu türbe, gerek Macarlar gerekse Türkler
tarafından itina ile korunmuştur. Gül Baba hakkında ilk bilgiyi veren
Evliya Çelebi'den sonra bir çok Türk ve yabancı seyyah, türbe hakkında
geniş bilgi vermiştir. Bu çalışmada, belirtilen bilgilerden yola
çıkarak türbenin yıllar itibarıyla iç tezyinatı (süs, bezek)
anlatılmaktadır.
ABSTRACT
Several legends has been told about Gül Baba, a Bektashi dervish
buried in Budapest, his historical personality and the period he lived.
However, the only concrete heritage of him is the well-known tomb /
türbe in Budapest, which has been carefully protected by both
Hungarians and Turks. Many Turkish and foreign travellers visited this
tomb and wrote about there in their travel diaries. Therefore, parallel
to the information given at those diaries, this article aims to inform
the reader about the interior decoration of the Gül Baba tomb in
gradual years.
Anahtar Kelimeler: Gül Baba, Türbe, Tezyinat(süs, bezek)
Key Words: Gül Father, Turbe, Tezniyat (ornament, decoration)
Gül Baba, XV. yüzyıl sonu ve XVI. yüzyıl başlarında yaşamış,
Budapeşte'nin Budin kısmında türbesi bulunan ünlü bir Türk düşünürüdür.
Tarihî kişiliği, yaşadığı çağ ve çevre hakkında çeşitli rivayetler
bulunan Gül Baba'yı Osmanlı-Türk aydınlarının bilgisine ilk sunan
Evliya Çelebi'dir. Evliyâ Çelebi'nin babasından naklettiği bilgiye
göre, Gül Baba, Merzifonlu bir Bektaşi dervişidir. Fatih Sultan Mehmet
devrinden Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar bir çok gazâlarda
bulunmuş, Budin'in fethine de katılmış, ilk Cuma günü fetih namazı
kılınırken Hakka yürümüş; kimine göre Budin Kalesi önündeki savaşlarda
şehit düşmüş ve Budin'e gömülmüştür. Cenaze namazının Ebusuûd Efendi
tarafından kıldırıldığını, Kanuni Sultan Süleyman'ın ve yüz bini aşkın
bir cemaatin bu namazda bulunduğunu, tabutunu bizzat Sultan Süleyman'ın
taşıdığını yazan Evliyâ Çelebi, Gül Baba'nın kavuğunda daima bir gül
taşıdığı için bu lâkabı aldığını yazmaktadır.[1] Türbenin iç görünüşünü
ise şöyle anlatmaktadır: [2]
Resim- 1
Gül Baba Türbesi
Bizzat Gülbaba da bir çiçekli bahçe içinde kurşun örtülü bir
kubbede gömülüdür. Sandukası yeşil çuha ile örtülü olup, mübarek
başlarında Bektaşi tacı bulunur. Etrafı çeşitli Arap harfli Kur'an
ayetleri ile süslüdür. Hakîrin yazdığım münasip beyit şudur:
" Âşık ve sâdıkınım, ettim ziyâret ben gedâ
Bülbül - i güyâ gibi efgan idem ey Gülbaba"
Başka bir beyit :
" Gül - i gülzar - ı hakikat ve hûda
Kutbu aktâb - ı Budin Güllübaba"
Başka bir beyit:
"Baba bir kân - i kerem sultandır.
Değil elbette teh-i pir ü gedâ
Merzifondan gelerek tuttu vatan
Şeh Süleyman zâmânı Güllübaba"
Bu çeşit beyitleri yazdıktan sonra mübârek ruhları için bir Yâsin -i Şerif okudum."
Evliya Çelebi bu son beyiti, XVII. yüzyılda İbn-i Derviş Mehmet tarafından Gül Baba için yazılmış bir kasideden almıştır.[3]
Rahmetli Reşat Ekrem Koçu, Budin Paşasının Kızı isimli romanında kara
ve deniz seyyahlarının mermer kapı ve duvarlara yazdıkları pek çok
manalı beyitlerden hayalî örnekler vermektedir. Burada yazılı olan
dilekler ve istekler, halen Anadolu'da kutsal ziyaret yerlerine konulan
defterlere yazılanların aynısı olması bakımından ilginçtir:[4]
"Gül Babacığım bana tosun gibi erkek evlat ihsan eyle.
Gül Babacığım Grijgal'a giderim, beni kazadan, belâdan, düşman mekrinden koru.
Gülbabacığım bana alnı akıtmalı bir at al.
Kızıma koç başlı, şâhin bakışlı, hayırlı kısmet ey kân- ı kerem Sultânı."
Ancak, Evliya Çelebi'nin verdiği bilgi, uzun yıllar
Seyahatmame'sinin sayfaları arasında kalmış, Tanzimatla başlayan
yenileşme hareketleri ile okuma yazmanın artması, matbaanın bir çok
kitabı seri bir şekilde basması gibi sebeplerle Osmanlı kamu bilgisine
yıllar sonra ulaşabilmiştir. Hâl böyle iken Gül Baba'nın aziz hatırası
Budapeşte'de pek muteber bir ulu kişilik olarak yüzyıllar boyunca süre
gelmiştir. "Macarlar bizi daima türbe ve makberelerden istiane ile
melûf tanıdıkları için ve Gül Baba'ya bilmem nasıl bir kudsî şahsiyet
gözü ile bakıp, Türklerce de muteber bir veli olduğuna inandıkları
için"[5] türbeyi korumaya büyük bir özen göstermişlerdir.
Gül Baba hakkında ilk haberlere Sultan Abdülaziz'in Avrupa
Seyahati'ni konu eden seyahatnâmelerde rastlamaktayız.[6] Sultan
Abdülaziz, Avrupa başkentlerine yaptığı gezinin sonunda 31 Temmuz 1867
günü Budapeşte'yi de ziyaret ederek orada iki gün kalmıştı. Macarlar bu
ziyarete çok büyük önem vermişlerdi. Macarlar bu davranışları ile 1849
tarihinde saltanat-ı seniyeye iltica ettikleri vakit gördükleri iyi
muameleye karşılık vermek istemişlerdi. Ne var ki Macarların bütün
çırpınmalarına, türbeden bir avuç toprak almalarına, hünkâra takdim
etmelerine karşılık, başta Sultan olmak üzere Türk heyeti Gül Baba'ya
bir ilgi duymamışlardır:
Başlarında sorguçlu kalpak, boyunlarında altından masnu ağır
kordon, omuzlarında dolaman, bellerinde Türk biçimi kılıç ve sıkı
pantolon, dizlerine kadar da çizme olduğu hâlde Macar asilzadeleri
hünkârı saraya davet için vapura gelmişlerdi... Ahali, o günü bayram
hükmüne koymuş; sokaklara dökülmüş, Macar dili ile bir düziye "Çok
yaşa!" diye bağırıyordu. Hünkâr, Budin mevkiinde tahsis kılınmış olan
eski şatoya girmiş, müteakiben Macar asilzadelerini huzuru şahanelerine
kabul etmiş ve sonra yemek yemiştir. Biraz da istirahat ettikten sonra,
Macar küberası ve muteberanı maiyeti şahane de oldukları hâlde
Kayzerbad civarında ve Gülbaba türbesi üzerinde Mebni camii şerifi
ziyaret eylemiştir. Buda şehri, Padişahın burayı ziyaret edeceği
muhakkak olduğu cihetle, orada kırmızı kadifeden bir çadır kurmuştu.
Ancak,Türk Heyetince: "Gül Baba'nın bir ehemmiyeti yoktur. Gâlib bir
rivayete nazaran Fatih Sultan Mehmed, İkinci Sultan Bayezid, Yavuz ve
Kanunî Süleyman devirlerini idrak etmiş, muharebelerde bulunmuş,
nihayet Budin seferinde ölmüş bir Bektaşî babasıdır. Türbesi de bir köy
evine benziyor. İçinde bir iki yazı levhası var ki birinde ufak bir
manzume yazılıdır. İlk beyti şudur, hepsi bu:
Bunda medfun (Gülbaba) hazretleridir daima
Bülbül-âsa zairidir ruh-ı pak-i etkıya
Evet hepsi bu! Ne yazık ki hepsi bu!
İsmail Gaspıralı, 1887 yılında Tercüman Gazetesi'nde yayımladığı
"Molla Abbas Fransevî'ye Tesadüf- Gül Baba'yı Ziyaret" isimli hayalî
tefrikasında, Gül Baba'yı ziyaretini çok güzel bir şekilde
anlatmaktadır:[7]
Yine de buraya gelmişken, Gül Baba'yı da görmeden gitmeyeyim, dedim.
Gül Baba Türbesi, Budin Kalesi'nin kenarında, zengin bir Macar'ın
konağı avlusundadır. Macar çocukların kılavuzluğuyla konağı buldum.
Kapıyı açan genç ve güzel Nemse (Avusturyalı) kızına yarım yamalak
Almancam ile "Gül Baba burada mı?", diye sordum. Kız nezaketle:
"Burada, buyurun." dedi.
Birkaç ayak merdivenden çıktık. Yukarı avluya eriştik. Avlunun
ortasında İstanbul türbeleri gibi bir türbe duruyor. Kubbesi üstünde ay
var. Ay içinde "Maşallah" yazılmış. Kız türbenin kilitli kapısını açtı,
içeriye girip ilerledik. Türbenin tam ortasında, bir kaç döşeme
tahtasını kaldırdı; eğilip eliyle toprağa dokunarak."İşte Gül Baba.",
dedi.
Bir köşeye diz çöktüm. Gözlerimi yumup cehren (yüksek sesle)
"Tebareke" [8] sûresini okumaya başladım... Sonra el kaldırıp dua
ettim. Gözümü açıp kalktım... Duayı bitirdikten sonra kalkıp duvarlara
göz gezdirdik. Her tarafta Arap veya Lâtin harfleriyle yazılmış, Müslim
ve Gayr-i müslim isimleri vardı. Molla Abbas hazretleri, içlerinden
birini göstererek:
İşte, benim Frengistan Mektupları'nı yazdığım zamanki imzam,
dedi. Sonra ilâve etti: Bazı sebeplerden dolayı o vakit Gül Baba
ziyaretini bulamadım, diye yazmıştım.
Duvara Kur'an ayetleri ve kutsal hadisler yazılı iki levha
asılmıştı. Bunlar, Türklerin buralara hakim oldukları zamandan kalma
eski levhalardı.
Evliya Çelebi'den sonra Osmanlı-Türk kamu bilgisine Gül Baba ve
türbesi hakkında ayrıntılı bilgi veren Buda-Peşte'de Devlet-i Osmâniye
Başşehbenderi (başkonsolosu) Rumbeyoğlu Fahreddin Bey oldu. Fahrettin
Bey daha sonra Maarif Nazırı olmuştur:[9]
Hâlen, bazı köylerde gözüken evler gibi, damı otla örtülmüş
kiremit kaplı olup iç duvarları adi sıvalı ve zemin tahta döşemelidir.
İçinde sandukası bulunmayıp düz bir boşluk durumunda olan zeminin
ortasındaki bir tahta kapağın altında toprak görülmektedir ki burası
ziyarete gelenlere, Gül Baba'nın gömülü olduğu nokta olmak üzere
gösterilip anlatılmaktadır.
Türbenin içinde ek süsleme olarak çoğu bayağı, bir iki yazılı
levha ile bir de şu beyitleri kapsayan bir levha vardır:
Bunda medfûn Gül Baba Hazretleridir dâimâ
Bülbül-âsâ zâiridir rûh - i pâk - i etkıyâ.
Anâ mânend-i hezâr âşık olur dil
Gül gibi revnak- fezâ-yı firak-ı tâc-ı evliyâ
Reşk ider gül âna kim, bir vakte olmaz münhasır
Bülbülü bulur anın her demde bûy-ı ihtidâ
Sâde züvvâri değil, hem hezâr âşıkı
Kande olsa verdi lütfun sem ider subh u mesâ
Gül sehi ezhârdir, o pâdişehi kudsiyân
Andelib tâbii bulur bu âlemde safâ
Bülbül-ı hâdim duâ eyler hemîşe himmeti
Verdi maksûdun vech-i âsafın etsün küşa
Andelip bendegânından kemâli dâima
Feyziyâb verdi rûhâniyeti kılsun Hudâ.
Sudde-i Nâîlî
Bundan başka ziyaretçilerin adlarını yazageldikleri eski bir
defter vardır. Kapısı küçük, fakat oyma tahtadan yapılma olup İstanbul
camileri ve medreseleri kapıları tarzındadır.
Herhâlde noksan kayda alınma nedeniyle, dize ölçülerinin hepsi
tam olmayan bu şiirin günümüz Türkçesine çevrilmiş şekli şöyledir:
Gül Baba hazretleri sürekli olarak burada gömülüdür
Onun ziyaretçisi, bülbül gibi Tanrıdan korkup çekinen temiz
ruhudur
Gönül ona, bülbüle olduğu gibi bağlanır. Çünkü onun
Başının üzerindeki kendini gül gibi güzelleştiren evliyâlık
tâcıdır
Zamana bağlı kalmaksızın gül onu kıskanır
Bülbül onun doğruluk yolunu, imâna ermesi kokusunu her zaman bulur
Yalnızca ziyaretcileri değil, tekmil binlerce tutkunu
Nerede olsalar, onun iyilik güllerini sabah akşam koklar
Gül çiçeklerin pâdişâhıdır, o da kutsalların pâdişâhı
Bülbül peşi sıra iki âlemde-dünyada ve âhirette- huzûr rahat bulur
Bülbül kalemin (yazım) her zaman büyüklüğüne duâ eder
İstekler gülünün büyüklük yüzü, görünümü açılsın
Bülbül benzeri olgunluk içindeki bağlılarına (ona bağlı olanlara)
Tanrı rûhânî gül bolluğu versin.
Yüz süren Nâîlî
Rumbeyoğlu Fahrettin Bey'den sonra Gül Baba'nın kaderi ile,
Budapeşte'ye Başşehbender olarak atanan rahmetli Türkçü, edip Müftüoğlu
Ahmet Hikmet Bey meşgul oldu.
Müftüoğlu Ahmet Hikmet Bey, Hatıratında Gül Baba'ya yaptığı ilk
ziyareti şöyle anlatmaktadır:[10]
13 Mayıs 1910 " ... Yemekten sonra saat 1.30'da Mösyö Egesi
isimli Macar geldi. Bir araba tuttuk, Buda'ya geçtik ve Gül Baba
Türbesi'ni ziyaret ettik. Burası kârgir bir büyük şatonun sed sed
bahçesinin bir büyük kenarında toparlacık ve üstü ufak tahtalarla
külliye şeklinde örtülmüş bir binadır. Türbenin içi döşeme tahtasından
ibarettir. Duvarlarında bir iki levha konmuş ve duvarlarına Türkçe,
Macarca kurşun kalemle bir takım isimler yazılmıştır. Afganistandan
burasını ziyâret etmek için gelen Muhammed Ibni Muhammed isminde biri
de üzerinde kılıç-kalkan şeklinde yazılar bulunan bir kağıdı duvara
yapıştırmıştır. En mânîdar levhanın beyitleri şunlardır."[11]
Müftüoğlu Ahmet Hikmet'in yolu ertesi yıl 4 Haziran 1911 günü
tekrar Budapeşte'ye düşer: " Sabahleyin saat altıda Peşte'ye geldik...
Hep fesli idik. Yollarda herkezin nazar - ı dikkatini celb ediyorduk...
Oradan hepimiz Gül Baba'ya gittik. Türbe geçen seneye nisbeten tamir
görmüş. Bir defter konmuş. Deftere imzamızı attık. Gül Baba'nın
rûhâniyeti beni eğer an-karîb Peşte'ye çekerse nezdim olsun ol mahalle
ism - i mübâreklerini hâvî altı güzel levha yazdırıp asayım. Bir
sanduka yapmak için elimden geldiği gayreti edeyim..."
Ahmet Hikmet'in duası kabul olunarak Takdir-i İlâhi ve Gül
Baba'nın ruhaniyeti, onu an-karîb Peşte'ye çekmiştir. Ahmet Hikmet
Müftüoğlu, 1912'de Budapeşte'ye Başkonsolos olarak atanır ve derhal Gül
Baba Türbesi ile ilgilenmeye başlar.[12] İlk işlerinden biri, eski
Budin'imizin koynunda uyuyan Gül Baba'nın bakımsız türbesi ile
ilgilenmek olmuştur. Türbeyi onartır, bakımsızlıktan kurtarır. Hereke
fabrikasına ısmarladığı nefis ipek Türk seccadeleriyle, hattat Halid'e
yazdırdığı cellî hatlı levhalarla türbeyi bizzat süslemiş, Avrupa'nın
göbeğinde bu uçmuş ve dağılmış Türk kokusunu keskin bir rayihaya tebdil
etmişti. Onun sayesinde Gül Baba bugün Türk tezyin sanatının Avrupa'da
açılan bir müzesi olmuştur. Ahmet Hikmet, Budin'i ordusuz yeniden
zapteden muzaffer başkomutandır.
Macaristan'da
Türklerden kalan birkaç hatıradan biri olan Gül Baba Türbesi'ni tamir
ettirmiş bulunan Ahmet Hikmet, türbe için, İstanbul'dan Evkaf
Nezareti'nden müceddeden yapılacak sandukası üzerine bir sırmalı
pûsîde/sanduka örtüsü ile bir kavuk, türbe içine şem'danlar, halı,
seccade gibi bazı eşya istemiştir. Ayrıca türbe için bir levhaya
yazdırılmak üzere Rıza Tevfik'ten Gül Baba'nın daha ziyade mün'akıbî ve
şiirleriyle tasavvufî kişiliğine dair bilgiler de istemiştir.
1930 yılında Reşit Saffet Atabinen'in yazdığına göre[13]; Türk
Osmanlı devrine ait âsar meyanında Gül Baba türbesinde yalnız bina
kalmıştır. İçinde hiçbir şey yoktur. Sanduka sonradan yapılmıştır;
duvarları boştur. Yalnız Macaristan
Müslüman Cemaati Reisi, Abdüllâtif Efendi, tarafından, Evliya
Çelebi'den menkul, Merzifonlu Bektaşî Gül Baba hakkında eski hurufatla
şu fıkra yazılıdır:
"Merzifon'lu Bektaşî Gül Baba Budin gözcüsü olup himmetleri hâzır ve nâzır ola!"
İsmail Habib Sevük[14], türbenin 1935 yılındaki durumunu şöyle anlatmaktadır:
Kırklık Macar madamı çıkardığı anahtarla türbeyi açtı. İçeride
alelâde sanduka ve bir köşesinde bir tesbih asılı çırılçıplak duvarlar.
Hâtıra yazmak için ziyaret defterini uzatıyorlar. Ne çıkar? Vaktiyle o
duvarlar fakirinden vezirine, meçhulünden meşhur Evliya Çelebi'ye kadar
yazılarla ve beyitlerle doluydu. Veliden medet uman Evliya oraya üç
çeşit manzume yazdı ve birinde 'Merzifon'dan gelerek tuttu vatan'
diyordu. Evet iki asır vatan tuttu ve iki asırdır vatansız kalarak;
yarısı tutulmuş ay gibi dört asrın bir tarafı haşmette, diğer tarafı
gurbettedir. Gurbette diri bir defa garip, fakat gurbette ölü;
vatanında ölmeyen iki defa ölür. Ya ölümünden sonra vatanı giden? Gül
Baba iki defa aziz ol!
Tahir Erdem[15] , Gül Baba isimli uzun makalesinde aşağıdaki bilgileri vermektedir:
Türbede mevcut olan 14 satırlık Türkçe sözlü yazıyı ihtiva eden
levha sureti kaydedilmekte, tahtadan oyma küçük kapısı da İstanbul cami
ve medreselerinin kapılarına benzetilmektedir.
Oktay Aslanapa,[16] "Türbenin içersinde yarı karanlık dinî bir
atmosfer hüküm sürüyor. Oval pencereler onsekizinci asırda açılmıştır.
Eski ve tek pencereyi örten renkli mozaik camlardan bazı parçalar
kalmıştır ki bunlardan, camlar üzerine renkli olarak âyetler yazıldığı
anlaşılıyor. 1690'da küçük bir şapel hâline getirilmesi, bu türbeyi
yıkılmaktan kurtarmış içindeki eşya da o zaman kaybolmuştur. Cizvitler
bunu uzun zaman işgal etmişlerdir. Sonra husûsî ellere geçen bu bina
nihayet 1885'te Babıâli'nin müracaatı ile tekrar türbe hâline
konulmuştur.
Fuat Bozkurt[17], 1997 yılında Gül Baba'nın sandukası üzerinde
bulunan örtüyü 1937 yılında Türk hükûmetinin yolladığını
belirtmektedir. Türbeyi 1964 yılında ziyaret eden Prof. Dr. Ekrem Hakkı
Ayverdi[18] türbenin için de gördüklerini şöyle anlatmaktadır:
İçeride Gül Baba yalnız yatmaktadır. Üzerindeki sanduka örtüsü
1937'de Türk Devleti tarafından gönderilmiştir. Evvelce etrafta
Devlet-i Âliye tarafından yapılmış ceviz parmaklık ve elifî dilimli,
tahta bir kavuk üzerine geçirilmiş sarık vardı; bunlar yenilenmiştir.
1937' de solda Macarca, ortada, bayrakla beraber Türkçe ve sağda
İngilizce üç levha konmuştur. Türkçe metin noksan, fakat emsâli
metinlerin hep hafiften ve üstün körü mâlûmâta dayanarak yazılmış
olduğuna bakılırsa, oldukça sıhhatlidir dahi denilebilir. Yalnız,
türbenin 1962-1963'te restore edilmiş olduğu yanlıştır; 1964'teki
perişan hâlini biz gördük. Zeminde tahta döşemeden başka bir şey
bulunmamaktadır. Kemalî isminde bir zatın yedi beyitlik manzûmesini
hâvi levha el'an mevcuttur. Asıl tâmir Zilkaade 1334 (1916 Ağustosu)'te
yapılmıştır. Bu tamirde sanduka etrâfına ceviz parmaklık çekilmiş,
yukarıda söylediğimiz elîfî tahta külah ve sarık konmuştur. Bir rahle
üstünde büyük kıt'a Kurân- ı Kerîm, Mehmed Emin imzalıdır. 1179
Ramazanı başı (1766 Kânûn-I sânî) başında yazılan bu Kur'an-ı Kerîm'in
hattatı, Mehmet Emin Efendi İstanbulludur. Evkaf-ı Hümâyun Nezâreti'nin
Budapeşte'de medfûn Gül Baba Türbesi'ne hediyesidir. Bu Kur'an-ı
Kerîm'den başka duvarda işporta işi yazı ile bir ism-i Al ve tam kapı
karşısına gelen duvarda cam levha içine yerleştirilmiş bir teber, bir
nefir, üç tespih, bir teslim taşı ve billurdan mürekkep levha, sedefli
bir ufak masa, oyma pirinç buhurdan, Şeyh Rızâ Tâlibânî'nin meşhur
farsça kıt'ası "Sek-i dergâh-ı pîrân Şev..." olup Saraybosna'da
mekteb-i nüvâb muallimi Şeyh Sırrı-zâde Bahâüddin imzasını ve 1330
(H.1912) tarihini taşıyan levha, güzel bir yazı ile "ya galiba ya gayri
maglup" sülüs ve üç satır nesih kıt'a, Hazreti Ali'nin, ret'i Hasan ve
Hüseyin ve Selmân- ı Fârisî'nin mükâlemelerini ve Kıtmîr'i gösteren
levha, harem-î şerîfden, Hindistan'dan manzaralardan mürekkep bir levha
(Bizim yazımızla Türkçe olarak "Saraybosna nâibi Seyfî Efendi
tarafından hediye edilmiştir", şerhi vardır.) bulunmaktadır.
1966 yılında Gül Baba türbesini ziyeret eden Yılmaz Çetiner[19] izlenimlerinini şöyle anlatmaktadır:
Üniversite öğrencisi olan Gülbaba muhibi Macar kızını da yanımıza
alıp, türbeden içeri girdik. Yeşil beyaz sarığı başında, sandukasının
üzeri halı örtülü Gülbaba, yattığı yerden kalkacak, yanımıza gelecek
sanıyoruz...
Yine aynı yıl Prof. Dr. Mehmet Ali Kâğıtçı, türbeyi ziyaret eder ve gördüklerini şöyle anlatır:
Türbenin içine, türbeye ihtimam ile baktığı âsârı ile sâbit olan
Macar türbedar ile berâber girdik. Üzerine halı seccade örtülmüş, baş
tarafında dilimli kavuk bulunan sandukaya teveccüh ederek, fâtihalar
ithaf ettik, niyazda bulunduk... Bu esnâda Macar türbedar, şapkası
elinde, kemâl-i huşû ile saygı duruşunda bulunuyordu.
Türbenin içi tertemiz ve bakımlı, zemin keçeler ve halılarla
örtülü… Duvarlardaki çerçeveli levhalarda, hat üstadlarının yazıları
görünüyor. Büyük boyda el yazması Kur'an - ı Kerim, camekan içinde
muhafaza ediliyor. Sedef kakmalı rahle, gümüş gülâbdan, buhurdan, tunç
şamdanlar, saplı hasır yelpaze ve diğer eşya tertemiz ve bakımlı…
Ziyaretimiz sonunda Macar türbedar önümüze bir defter uzattı, birkaç
satır yazmamızı diledi.. yaprakları çeviriyorum. Gül Baba'yı kimler
ziyâret etmemiş ki... Asırlara meydan okuyan nâmı dünyanın her köşesine
yayılmış, sevgis i-nesillerden nesile- gönüllerde yaşıyor. O anda
yüreğimden coşanları birkaç satıra sığdırmaya çalıştım... Kemâl-i
hürmetle sandukasını bir kere daha ziyaret ettikten, türbe içindekileri
gözden geçirdikten sonra çıktık…
Türbenin fotoğraflarını çektim. Etrafta harp ma'lulü harabelerle
tezâd hâlinde bulunan türbeye baktım, baktım da Gül Baba'nın
kerametini, mazhariyetini, mertebesini teemmül ettim. Gül Baba
türbesini, iman gücü ile düşmanları kahreden, dağları rüzgâr gibi aşan
sayısız kahramanlıkların müşterek âbidesi olarak, huşû ile yürekten
selâmlıyorum… Nûr içinde yatsın. Âmin.
Türbenin iç dekorasyonuna katkıda bulunanlar arasında Bektaşî Tarikatı
Gaziler Dergahı da bulunmaktadır. Dergahın postnişini Teoman İlhami
Güre Halifebaba ile 6.11.2001 günü yaptığımız görüşmede:
Bektaşi tacı içindeki "arakiye" denilen astara "İşbu taç-ı şerif Macaristan'ın
Budin şehrindeki Gül Baba makamına konulmak üzere Ankara Gaziler
Dergahı postnişini Teoman İlhami Güre tarafından vakfedilmiştir."
ibaresi yazılarak, Kültür Bakanlığı Klasik Türk Müziği Korosu
neyzenlerinden Halûk Derinöz vasıtasıyla Budin'e götürüldüğünü"
söylemiştir.
Türbenin içi hakkında, yabancı ziyeretçiler daha ayrıntılı bilgi vermişlerdir.
Meşhur, Danimarkalı masalcı Hans Cristian Andersen, Danimarka'dan Yunanistan, Türkiye, Tuna yolu ile Macaristan
ve Avusturya'ya 1840-1841 yılları arasında yaptığı uzun seyahati
anlatan, A Poet's Bazaar (Bir Şairin Pazarı) isimli seyahatnamesinde
Gül Baba'dan bahsetmektedir(s.188):[20]
1 Haziran 1841 günü tekrar yelken açmadan önce Buda'nın öte
yakasındaki Gül Baba Türbesi'ne küçük bir gezi yapacağız ve bu kutsal
Türk'e Doğu'dan, eski İstanbul'dan selâm getireceğiz. Orada türbede yüz
üstü yatan, başının üstünde kenarlıksız keçe bir külâh olan kim? Onu
dönen dervişlerde görmemiş miydim? O bir derviştir. O buraya yabancı
insanlar arasına, Hristiyan şehrine dağları, çölleri yürüyerek aşıp
geldi. Hac yürüyüşü sona erdi: Bu yolculuğun hatırası olarak türbesinin
duvarına boyanarak renklendirilmiş tahta bir kılıç astı. Sonra yere
kapanarak "Allah'tan başka İlah yoktur ve Muhammed O'nun peygamberidir"
diye dua etti."
1898 yılında Anton Karl Fisher [21] 1898 yılında yayımladığı uzun
araştırmasında Gül Baba tekkesinin içini en güzel şekilde ayrıntıları
ile anlatmaktadır:
"Budapeşte'nin en güzel bir noktasında, Gül Tepesinde, sekiz köşeli,
kubbeli ve kubbesinde hilâl olan, yılların etkisiyle hayli kararmış taş
duvarlara sahip küçük bir yapı vardır... Bu yapı bugün orijinal
şeklinde değildir. Son mâlikine gelinceye kadar bir çok el
değiştirmiştir... Bu yeni tamirat sırasında iki kenardaki kemerli
pencereler örülmüş, tavanda küçük ışık delikleri açılmıştır... Yapı,
herhâlde, bu şehirdeki Türk hâkimiyetinin bir kalıntısıdır. İster
Allah'a kutsanmış bir mahal, ister büyük bir Müslümanın türbesi olsun,
geçmiş göstermektedir ki inşa edildiğinden beri Müslüman hacıların
durmadan artan bir ziyaret yeri olmuştur.
Güneydoğu'ya dönük kapısından içeri girdik. Sekiz duvarın her
birinin uzunluğu üç buçuk metre iken, tabanın tam ortasından kubbenin
kilit taşına kadar olan yüksekliği sekiz metredir. Giriş kapısının tam
karşısında küçük bir oval pencere vardır. Bir iki yıl öncesine kadar
her duvarda karşılıklı bulunan, paslanmış eski demir parmaklıklarla
korunan kemerli pencereler, oval ışık delikleri ile değiştirilmiştir.
Taban ahşaptır. Sultan Abdülaziz 1873'te bir kaç gün Budapeşte'de
kaldığında; Ofen, yani Budin Belediyesi (Sultan gelir diye) burada ipek
bir çadır kurdu. Mülk sahibi de bir sergi galerisi hazırladı, "cami
sokağı" boyunca yeşil halı döşedi. Fakat Sultan gelmedi. Belediye
başkanı, türbenin tabanında bir delik açtırarak toprak çıkarttı, bu
toprağı gümüş bir tabak içinde kendisini getiren buharlı gemide ikâmet
eden Sultana sundu. O günden sonra türbeyi ziyaret eden her Müslüman
tabanda açılmış bu delikten bir avuç toprak alıp vatanına kutsal bir
hatıra olarak götürdü.
Yapının kireçle badana edilmiş iç duvarlarında bazı Arap harfleri ile
yazılmış çerçeveli hatlar asılıdır. Bunlardan güzelliği nedeniyle
özellikle göze çarpanı kapıdan girer girmez tam karşımızda gördük. Bu
iki uçlu bir kılıç olan Zülfikâr'dı. Söylentiye göre Allah tarafından
Peygamberin damadı Ali'ye bir melek aracılığı ile gönderilmişti.
Kılıcın üzerinde (Bu kılıcı ben [Allah] sadece Ali'ye verdim.) manasına
gelen " La uftah el alali el sseif el sülfikâr"[22] yazısı vardı.
Bunun sağında başka bir çerçeve içinde sarı harflerle mavi zemin
üzerine yazılmış (Sadece Allah zengindir.) manasına gelen Arapça "Allah
keni" (Allahu Gani) sözü vardı. Üçüncü çerçevede ise Kur'an ayetleri
yazılıydı.
Daha önceleri duvarlarda daha çok levhalar vardı. Örneğin
Peygamberin damadı olan Ali'nin defne dalları ile çevrilmiş mavi zemin
üzerine altın kaplamalı eli. Aşağıdaki çizimde şeklini sunduğum, çok
eski, yarı çürümüş ve üzerine "Ali'nin Eli" (Pençe – i Ali), iç içe
geçmiş üçgen şeklinde tasvir edilen Hazret - i Süleymân'ın mührü (Mühr-
i Süleymân) ve başka yuvarlak kabalistik şekiller (Rumus) kazınmış olan
başka levhalar da bulunmaktaydı. Dört köşeli bir levhacığın üzerinde,
mezar yazısı manasına gelmeyen, Kur'an'dan ayetler gördük. Elin sağ ve
sol kerarında Zülfikâr'ı tekrar gördük. Önceleri duvarlarda Müslüman
hacıların getirdikleri çok sayıda Hindistan cevizi çelenkleri de asılı
imiş.
16. yüzyılda Budin'den İstanbul'a götürülen ve o zamandan beri
Topkapı Sarayı'nda muhafaza edilen 35 cilt el yazması (corvina), 1877
yılı Nisanında Sultan II. Abdülhamit tarafından Macaristan'a
iade edildi. Bu kıymetli el yazmaları Özbekler Tekkesi Şeyhi, Şeyh
Süleyman Efendi Buhârî başkanlığında 15 kişilik bir heyet tarafından
Budapeşte'ye götürüldü. Heyet, Gül Baba Türbesi'ni de ziyaret etmek
istedi. Bu ziyaretleilgili olarak Macar rehber Dr. Béla Erödi
anlatmaktadır:[23]
Gül Baba Türbesi'ni ziyaretin programa alındığı günü Türkler
artık sabırsızlıkla bekliyordu. O gün de geldi... Arabaya bindik ve Gül
Baba'ya yollandık... Daha otelden hareketimizden önce Türk
konuklarımızı, namaz için burada abdest almaları hususunda uyardım.
Çünkü orada buna olanak bulamıyacaklardı. Bunun üzerine Şeyh, türbede
namaz kılmayacaklarını, sadece kısa bir dua okuyacaklarını söyledi.
Császár Ilıcası'ndan itibaren yaşlı şeyh, türbeden gözünü ayırmadı. İç
dünyasında çatışan düşünceler, âdeta yüzünden okunuyordu ve hiç
konuşmuyordu. Gül Baba Türbesi'nin bulunduğu tepeye yayan çıktık.
Yüksek basamaklı ve dönemeçli merdivenler yaşlıları yormuştu. "Yavaş,
yavaş" dediklerini duyunca adımlarımızı yavaşlattık. Müminlerini açık
kapıyla bekleyen türbenin önünde önce dini bütünleri buyur ettik ve
duaları sırasında konukları rahatsız etmemeleri için, orada toplanmış
olan meraklıları biraz uzaklaştırmak istedik. Fakat Şeyh bırakmadı ve
bizim çizgi resimcimiz de türbenin kapısı önünde kalabalığın yanı
başında yer aldı. Gül Baba'nın müminlerinden olmayan bizler ise türbede
saygı ile bir kenara çekilmiştik. Türklerin ne kadar duygulandıkları
yüzlerinden görülüyordu.
Resim-2
1877 yılında Gül Baba Türbesini ziyaret eden
Şeyh Süleyman Efendi Buhârî başkanlığındaki Türk heyeti
Viran olmaya başlıyan bu türbe, onların görkemli geçmişlerine ve
şimdiki duraksamalarına sanki tanıklık ediyordu. Kafamda bu düşünceler
dolaşırken, Şeyhin işareti üzerine konuklar sırtlarını kapıya çevirerek
yarım daire halinde dizildiler. Şeyh ise onlara doğru dönerek dua için
ellerini kaldırınca diğerleri de onu izledi ve duaya başladı. Yüksek
sesle ve Türkçe dua ediyordu. Yaşlı şeyhin yanında idim ve duasını
şöyle not edebildim:
"Allahım, Yüce Tanrımız, milletlerin ve halkların Yaradan'ı!
Müminlerin burada huzurunda bulunuyorlar. Onları yüce inayetinle takdis
eyle. Şerefli bir şehidimizin ebedî istirahatında bu mukaddes yerde
bizi rahmetine kavuşturman için sana yakarıyoruz. Bize yol gösteren
sendin, şimdiye kadar bizi koruyan sendin. Bizim kaderimiz senin
iradene bağlı. Çektiğimiz bunca çileden, çekiden, yaşadığımız fırtınalı
günlerden sonra Osmanlı halkına saadet ve huzur günlerinin doğmasını
nasip eyle. Bizim hak yolunda yürüdüğümüzü sen biliyorsun, bizi
tehlikelerden ve felâketlerden koru. Bizlere haksızca ve alçakça
saldıran düşmanlarımızı kahret. Bu felâket günlerinde kardeş elini bize
dostça uzatan kardeşlerimizi, Macar halkını da takdis eyle. Bu ulusu
güçlendir ve şereflendir ve bu iki kardeş halkın ittifakını takdis
eyle! Sen, yüzyıllardan beri bu mezarda dinlenen şanlı şehit, sende
artık huzur içinde uyu, rüyaların tatlı, iyimser olsun! Kemiklerin
düşman elinde değil, kardeş halkın mukaddes topraklarındaki mezarında
yatıyor. Senin rüyaların kim bilir ne kadar tatlı, ne kadar mutluluk
doludur. Burada, senin mukaddes mezarının başında, iki kardeş halk
arasında doğan ittifak bağını mühürlüyoruz. Bu kardeşlik ittifakı senin
mezarının başında hayat kazanıyor, gerçekleşiyor. Yarabbi, sen bu iki
kardeş halk arasında meydana gelen kardeşlik ittifakının hayırlı ve
ebedî olmasını nasip eyle! Kardeşlerim, şimdi fatihayı birlikte
okuyalım!"
Şeyhin bu sözlerinden sonra herkes, Kur'an'ın ilk suresini,
fatihayı, okudu ve sonunda hep birden yüksek sesle "âmin!" dediler.
Gerçi halk bu duanın sözlerini anlamadı ama, sonunda bundan
duygulanarak onlar da "Âmin!" dedi. Bundan sonra şeyh beraberinde
getirdiği iki tabelayı duvara astı. Birinde "Maşallah" sözcüğü,
diğerinde ise bir ayet yazılıydı. Ardından en güzel el işiyle dokunmuş
değerli bir halıyı masaya serdi. Bunun üzerine herkes adını yazmaya
başladı. Şeyh ise duvara, binlerce yazı arasına bir rubaînin ilk
beytini yazdı. Beyit şöyleydi:
"Hudâ'yâ ittifak üzre olanlar mülkin âbâd et,
Macar'la millet – i Osmâniyânı dem be dem şâd et."
Bu beytin altına adını yazdı: Şeyh Süleyman Efendi. Hazır
bulunanlar tamamen ihmal edilmiş, yıkılmaya yüz tutmuş türbeyi gezdi.
Türbede, bir iki levha ile yıpranmış iki yaban hayvanı derisi ve bir
heybeden başka sadece geçen sonbaharda birkaç gencin koyduğu çelenk
vardı ve burada Türk heyetini karşılayan da bu gençlerden biriydi. Şeyh
türbenin bu harap durumuna üzüldü ve burayı tamir ettirmeyi arzu
ettiğinden, onarım konusunda bir duvarcı ile temasa geçip bu işin
ücretini öğrenmem ve fırsat bulunca kendisine haber ulaştırmam için
bana yetki verdi. Türklerin hepsi isimlerini yazdıktan ve bahçıvana da
bahşişi altın sikkeyle verildikten sonra, Şeyh türbenin ortasındaki
dört köşe kapının önünde durdu ve "Mübarek Gül Baba'nın ruhu,
ziyaretçilerine nur bahş eyleye!" diyerek kapının altından bir tutam
toprak aldı ve göğsüne serpti. Diğerleri de aynı şeyi yaptıktan sonra,
bu dokunaklı sahneye şahit olan, rüzgârların bir başından girip öteki
başından çıktığı çatlaklarla dolu türbeden ayrıldık.
Adımlarımızın sesini hemen ardından ağır bir kapının kapanışı
izledi ve o sırada türbenin penceresinden heyete doğru, sanki "Allah
her adımınızda yardımcınız olsun." diye fısıldayarak Gül Baba'nın ruhu
uçuyormuş gibi bir meltem başımızın üzerinden esip geçti." İstanbul'a
dönüşlerinde Özbekler Tekkesi Şeyhi Şeyh Süleyman Efendi Buhârî,
İstanbul'da 1298/1882 yılında yazmış olduğu Lûgat-i Çagatay ve Türkî-i
Osmanî isimli eserinin ön sözüne aşağıdaki manzumeyi kaydetmiştir.
Görüşüp Peşte sar i gittik biz
Mingilak adamlı yer eyittik biz
Görüben bizleri bulgaç hayran
Macar Osmanlı deyin etti figan
Her kim Osmanlı deyin fiçgirisar
Türk deyip gitti küçük haykırışlar
Macaristanı tamamen gördüm
Gülbaba türbesine yüz sürdüm
Şark elsinesinin (dillerinin) tâlibi köp (çok)
Çagatay Türkisinin ragibi köp
Asyadan gelmişimi angladilar
Çagatay bildigimi dinglediler
Köp kep urmaga talaslasdilar
Bol lugat üzere kengeslestiler
Aning içün manga ragbet geldi
Bir lûgat bitimege gayret geldi.
1936 yılında Budapeşte'ye yaptığı bir geziyi anlatan Mısırlı bir seyyah diyor ki:[24]
"Kubbe tertemizdir. Dahilinde bir sanduka ve üzerinde nefis örtüler
var, etrafında bir parmaklık ve baş uçunda mâruf on iki taraklı Bektaşi
tacı vardır. Kubbenin dahilî pahalı seccadelerle mefruştur."
Mısır Kral Sarayı Türkçe kısmı şefi ve Tarih Kurumu Âzası Mahmut
Nef'i Gül Baba adlı makalesinde türbeyi şu şekilde anlatmaktadır:
Buda'nın yeşil tepelerinde güller arasında adı ve sanı unutulan ve
yalnız Gül Baba namıyle anılan zatın; kubbesi ve içinde türbesi
görülür. Avrupa'dan, Asya'dan ve dünyanın her köşesinden gelen
seyyahlar bu büyük Türk'ün kabrini ziyaret ederler. Orta Avrupa'da Türk
hâkimiyetini temsil eden biricik abidedir. Türk celâdet ve besaletinin
timsali olan bu türbe , Avrupa göbeğinde "Türk Meçhul Askeri"
anıtıdır.[25]
Gül Baba hakkında bir çok araştırması bulunan ünlü Macar tarihçi Dr.
Gâbor Ágoston[26]'un ise türbeyle ilgili izlenimleri şöyledir:
Evliya Çelebi'den, kubbesinin kurşunla kaplı olduğunu, içerdeki
sandukasına yeşil aba örtüldüğünü, aziz başında ise Bektaşi
dervişlerinin parlak şapkası olan derviş başlığının, yani tacının
bulunduğunu biliyoruz. Bu tac ya da arakiye Bektaşi dervişlerinin ve
genelde sufîlerin en önemli simgelerinden olarak, sufî dünya görüşünün
özünü ifade etmektedir: İçi sırr, dışı ışık, iğnesi hoca, ipliği
talebe, kubbesi Allah, 12 dilimi 12 imam, mührü Muhammed-Ali'dir. Tac,
baştaki alt ve bunun üzerindeki üst kısımdan ibarettir. Yarım küre
şeklindeki üst kısım kaç dilimden oluştuğuna bağlı olarak ayrı ayrı
anlamlara sahiptir : Bir dilim Allah'ın bir tek Tanrı olduğunu, yedi
dilim yedi göğü, 12 dilim ise 12 imamı da da Kelime-i Tevhid'deki 12
harfi simgelemektedir. Tacdaki gül, yani küre şeklindeki kumaş parçası
tek hakikat olan Tanrıyı sembolize etmekte, fakat aydınlananların mührü
olarak da sayılmaktadır...
1915 yılki tamiri ile ilgili olarak yapılan çalışmalar sırasında
antropolog Ord. Prof. Dr. Lajos Bartucz'un yönetiminde mezar araştırma
kazıları yapıldı. Kazılar esnasında bulunan yedi çukurdan ancak ikisi
mezar çukuru iken, diğerleri herhâlde define arayanlar tarafından, 19.
yy. da kazılmış. Mezarlarda üç kişinin iskelet kalıntıları bulundu:
Bunlardan biri Orta Çağdan, ikisi de 16. yy.dan kalma idi. I nolu
iskeletin diştaçlarının aşınmışlığı, kemşklerinin hafifliği ve yoğun
kemik dokusunun erimişliğinden, iskelet sahibinin yaşlı birine, büyük
bir ihtimalle Gül Baba'ya ait olduğu ileri sürülmüştür. Kasların
bağlandığı yerler ile uzantılar, boyu 164 santimetre olan, güçlü bir
erkek olduğunu göstermektedir.
Diğer iskeletin Gül Baba'ya ait olmasını veriler dışlamaktadır. II
nolu iskeletin sahibi doğal bir ölümle ölmemiş; çünkü göğüs kemiğinde,
yedi kaburga kemiği ile kürek kemiğinde keskin bir şeyin saplanmasından
doğan ağır yaralanma izleri görülmektedir. Dolayısıyla, daha çok, 16.
yy. sonunda ölen bir Türk savaşçısı ya da savaşta veya başka bir
şekilde bir zorba ölümle hayatını kaybeden soylu bir olmalıydı. Bu
ikinci şahsa ait tahminler şimdilik kabul edilebilir değil. Fakat 40-50
yaşında ölen, 153 santimetre civarındaki erkeğin Gül Baba'nın ölümünden
40-50 yıl sonra öldüğü varsayılır.
Gül Baba olarak kabul edilen kişinin tabutu türbenin
ortasındaydı. Tabutun konumu ve buna paralel yerleştirilmiş olup daha
az yağmalandığından daha az zarar görmüş bulunan diğer iskelet, Gül
baba'nın ebedî uykusuna Mekke'ye dönük olarak bırakıldığını
göstermektedir. Öbür mezara konmuş ceset de böyle yatırılmıştır.
Yaklaşan Ramazan bayramı nedeniyle Gül Baba'nın mezar kalıntılar,
"tamiri başlatılan türbede, yakın ve uzaklardan gelen hacı ve
müminlerin türbede ibadetlerini yapabilmeleri için" 1 Temmuz 1915'de
törenle tekrar mezara konmuştur... Tutulan rapora göre "Türkiye
Başkonsolosu Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) Bey ile imam Abdul Latif Efendi,
gereken duaları söyleyip sözü edilen imam Gül Baba'nın mezar
kalıntılarını orta mezar içinde toprağa, diğer iskeleti de diğer mezara
geri koymuş ve mezarlar kazılan topraklarla doldurulup üzerlerine
döşeme örtülmüştür."
Demek ki Gül Baba'nın mezar kalıntıları tekrar defnedildi. Fakat
türbenin tamiri devam etti. Batı penceresinin alt kısmı duvar inceleme
amacıyla geçici olarak zemine kadar açılıp sonradan yeniden
kapatılmıştır. İç duvarlar badanalandı. Taban çam kerestesiyle
döşendi.. Fakat bırakılan iki delik ayrı ayrı örtüldü. Bu delikler biri
aşağıya inebilmek, diğeri de kutsal topraktan birer avuç kadar
götürebilmek isteyen hacılar içindi. ... Yeni parmaklıkla korunmuş
sanduka hazırlandı, eski tasvirler ve Bektaşi tarikatının geleneklerine
uygun olarak gene derviş tacı ile bezendi.
Emre Kongar,[27] Gül Baba Türbesine bugünkü ihtişamını kazandıran
kişilerin başında gelmektedir. Bu kişilerin ısrarlı, titiz çabaları
sonucunda Gül Baba bugün Avrupa'nın ortasında Türk milletini ve
kültürünü temsil eden muhteşem bir ziyaret yeri hâlini almıştır.
Kongar'ın naklettikleri şöyledir:
Yıl 1994. Zigetvar'da Kanuni Sultan Süleyman Anıtı açılmış,
Budapeşte'de Gül Baba Türbesi geziliyor. Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel, açılıştan ve anıtın dikilmesinde gösterilen büyük başarıdan
fevkalâde keyifli. Osmanlı dehasının, devşirmelerden oluşan Yeniçeri
ordusunu İslâmlaştırmakta işlevsel kıldığı Bektaşiliğin babalarından
Gül Baba'nın türbesini bu keyifle gezmeğe başlıyor ve binanın neredeyse
çökecek olan yıpranmış hâlini görünce bütün keyfi kaçıyor. Oysa Gül
Baba türbesinin restorasyonu da plânlanmış. Mimarı bulmuşuz, hatta
projeyi bile çizdirmişiz, fakat para yok. Bütün bu işlerin arkasındaki
motor güç olan Güzel Sanatlar Genel Müdürü Mehmet Özel, Macar mimar
Tamas Pinter'i de türbe ziyaretine çağırmış. Pinter, restorasyon
eskizleri elinde, gözleri bende, bekliyor. Cumhurbaşkanı'nın yanına
yaklaşıyorum:
"Bir dakika size bir şey gösterebilir miyiz?" diyorum.
Benim, bütün gezi sırasında, olayı düzenleyen kişi olarak geride sessiz
bir biçimde durduğumu bilen Demirel hemen, "Buyrun" diyor.
Derhal Pinter'i çağırıyorum ve restorasyon projesi, eskizler gösterilerek, bir iki dakika içinde Cumhurbaşkanı'na anlatılıyor.
Demirel bana dönüyor, "Bu projenin malî portresi nedir? " diye soruyor.
"Bir milyon doları aşmaz." diyorum.
Cumhurbaşkanı, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti için bir milyon dolar nedir ki, hemen başlayın. " diyor.
Resim-3
Gül Baba Türbesinin içten görünüşü
Resim- 4
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Türk heyetinin Gül Baba Türbesini ziyareti
İşte 3 Eylül 1997 günü Budapeşte'de, Macar dostlarımızın da katkı
ve yardımlarıyla onarılarak pırıl pırıl olmuş, çevresi hem aslına
uygun, hem de güncel estetiği yansıtan bir biçimde düzenlenmiş Gül Baba
Türbesi'nin açılısı, böyle başlayan bir öykünün mutlu sonu.
4 Eylül 1997 günü Gül Baba Türbesi dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel tarafından resmen açıldı. Gül Baba Türbesi'nin içi Bektaşi
geleneklerine göre yeniden düzenlendi. Devlet adamlarımızın üstün
gayreti neticesinde Gül Baba mekânı bugün bütün Cumhuriyet Türklerinin
ve bütün insanlığın bir ziyaret yeri olmuştur.
DİPNOTLAR
* Türk-Macar Dostluk Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
[1] Fethi Tevetoğlu, Türk Ansiklopedisi, 1970 baskısı, s. 137.
[2] Zururi Danışman, Evliya Çelebi Seyâhatnâmesi, VI, s. 225, 248, Zuhuri Danışman Yayınevi, İstanbul 1969.
[3] Vefa Semenderoğlu, İzzeddin Çalışlar, "Ortak Bellek, 1948 yılı Galatasaray Lisesi Mezunlarına 50.Yıl Hatırası".
[4] Reşat Ekrem Koçu, "Budin Paşasının Kızı", Resimli Tarih Mecmuası, S. 4, 1950
[5] Ali Kemâlî Aksüt, Sultan Aziz'in Mısır ve Avrupa Seyahati, Ahmet Saitoğlu Kitapevi, 1944.
[6] a.g.e
[7] Yavuz Akpınar, "Gaspıralı-Seçilmiş Eserleri" s.341-359, Ötüken Yayınları 2003,shf:345
[8] Kur'an'ın 67.sûresi olan "Mülk"e halk arasında verilen isim.
[9] Rumbeyoğlu Fahreddin Bey, "Tarih - i Osmanî Encümeni Mecmuası"
1 Ağustos 1328 (14 Ağustos 1912) tarih ve cüz 15 s.962-965. Makale,
günümüz Türkçesine Em. Dz. Kur. Albay Emin Yakıtal tarafindan çevrilmek
suretiyle kazandırılmıştır. Türk Dünyası Araştırmaları S. 14/1981
[10] M.Kayahan Özgül : " Bîgâne Durmayın Âşinânıza, Müftüoğlu
Ahmet Hikmet'in Mektup, Şiir ve Günlükleri " MEB Türk Edebiyatı Dizisi,
yıl 1996 "Avrupa Seyahati" başlıklı bölümden "Gül Baba'yı ziyaret" ve
"II. Almanya Seyahati" başlıklı bölüm
[11] Rumbeyoğlu Fahrettin Bey'in bildirdiği beyitin aynısı olduğu
için tekrarlanmamıştır
[12] Abdullah Uçman "Riza Tevfik'e Mektuplar IX: Müftüoğlu Ahmet
Hikmet'ten Gül Baba Hakkında Bir Mektup" Tarih ve Toplum Ocak 1999 sayı
181
[13] Reşit Saffet Atabinen, Türklük ve Türkçülük İzleri, Ankara Türk Ocakları İlim ve San'at Heyeti Neşriyatı, 1930
[14] İsmail Habib Sevük "Tunadan Batıya" 1944, Cumhuriyet Gazetesi 21.7.1934 - 4.8.1935
[15] Tahir Erdem, "Gül Baba", Ün Mecmuası, Isparta, S.19/1935
[16] Oktay Aslanapa, "Macaristan'da Türk Âbideleri" Tarih Dergisi, Mart 1950, S. 2.
[17] Fuat Bozkurt, "Gül Baba ile Veli Baba " Toplumsal Tarih, Ağustos 1997
[18] Prof. Dr. Ekrem Hakkı Ayverdi, "Avrupada Osmanlı Mimarî Eserleri- Romanya, Macaristan" Cild 1, 1 ve 2,
Fetih Cemiyeti Yayını İstanbul
[19] Yılmaz Çetiner, "Şu Bizim Rumeli", Cumhuriyet, 25 Eylül-9 Kasım 1966.
[20] Yurdumuzdaki bütün ansiklopedilerde, T.C. Kültür Bakanlığı
internet sitesinde ve konuyla ilgili yayımlanmış makalelerde, H.C.
Andersen'in Gül Baba hakkında bir hikâye yazdığı belirtilmektedir. Bu
hikâyeyi elde etmek için yardımına başvurduğum Danimarka'daki
H.C.Andersen merkezi Müdürü Prof. Dr. Phil. Johan Mylius; Andersen'in
Gül Baba hakkında bir hikâye yazmadığını bildirmiştir. Dolayısıyla
yukarıda belirtilen kaynaklardaki bu konuyla ilgili bilgiler yanlış
olabilir.
[21]"Gül Baba Die Muhammedanische Wallfahrtstaette in Budapest" (Budapeşte'deki İslam Ziyâretgahı"
[22] Bu sözün doğru okunuşu ve anlamı resmin altında latin
harflerinde de olduğu gibi : "Lâ feta illa Ali lâ seyfe illâ Zülfikar"
(Ali'den başka yiğit, Zülfikar'dan başka kılıç yoktur.)
[23] Dr. Erödi Béla, Csok Jasa! A Tötök Küldöttség Látogatásának
Emlék - Könyve (Çok Yaşa! Türk Heyetinin Ziyaret'inden Hatıra Kitabı)
Budapest, 1877, Magyar- Török Baráti Társaság - Macar- Türk Dostluk
Derneği Yayını, Çev. Yılmaz Gülen
[24] Tarih Dünyası, S. 30, 31, Yıl 1958.
[25] Tarih Dünyası, S. 30, 31, Yıl 1958.
[26] Gabor Agoston, Gül Baba Türbeje, Ceram Trading Ltd.(Grup Ege Seramik) ve Macar-Türk Dostluk Derneği
Yayını, Budapeşte, 1997, s.15-20
[27] Emre Kongar, "Türk BABA , Macar BABA ve GÜL BABA" Aydınlanma, 1997.