Güvecçi’de bir damın tepesindeyim. Solumda bir triport, tepesine 
yerleştirilen kameranın karşıda hemen sınırın tel örgülerine dayanmış 
derme çatma çadırları, orada birikmiş kadın ve çocukları izlemesine omuz
 vermiş. Sağımda bir grup kahverengi, beyaz paçalı takla güvercin. Kah 
karşıda yaşanan insanlık dramına, kah arkalarına, dünyanın dört bir 
yanından gelmiş gazetecilerin bir açık hava stüdyosuna çevirdikleri köy 
meydanına bakıyorlar. Anlam veremeksizin! Ve eğer anlam 
verebiliyorlarsa, insan değil de güvercin olduklarına şükrederek!
Güvecçi, tel örgülerin birkaç yüz metre bu tarafında bir sınır köyü. 
Normal zamanlarda o taraftan bu tarafa çay, sigara, viski geçirerek 
“ticaret” yapan insanların köyü. Şimdi, karşıdan beyaz Suriye 
asfaltından, bizim yeni siyah asfalta ilerleyen arabaları izliyor. Kimi 
yaralı, ama çoğu çaresiz yolcularını sınırda bırakıp dönen Suriye 
arabaları.
Bu damın üstünden karşıdaki derme çatma çadırlara bakarken, insan bir 
gece önceki yağmuru düşünüyor. Yağmur da ne kelime; tufan... Sabah kadar
 şimşeklerin çakarak geceyi gündüze döndürdüğü, sokakları sellerin 
götürdüğü bir tufan…
Güvecçi’ye ekmek almaya gelmiş adamlar, yüzlerini iyice kapatıp, 
Alman’ın, İngiliz’in, Kanadalı’nın, Türk’ün mikrofonuna dertlerini 
anlatıyorlar.
Bir yabancı gazeteci, neresine sığarsa yaptığı gazeteciliğin, olaylara 
tanıklığı bırakmış onları yönlendirmeye çalışıyor. Arapça çevirmenine, 
“Söyle ona” diyor İngilizce: “Böyle beşer onar değil. Kitleler halinde 
yığılsınlar sınıra. O zaman Türkler sınırın o tarafında bir tampon bölge
 kurmak zorunda kalırlar!” Suriyeli derdini anlatmaya devam ediyor, ama 
“gazeteci” ısrarcı; “Sınıra yığılsınlar. O zaman Türkler tampon bölge 
oluşturmak zorunda kalır.”
Cisr Eş Şugur’un Şimal mahallesinden geldiğini ve itfaiyeci olduğunu 
söyleyen adama dönüyorum ben, aklım dün geceki tufanda; “Dün gece ne 
yaptınız?”
“İki çocuk öldü” diyor.
Cisr Eş Şugur… “Şugur Köprüsü” demek, Şugur da bizim Asi nehrine orada 
verdikleri admış. Buradakilerin çoğu şimdi dünyanın dilindeki bu 
kasabaya ait hikayeler anlatıyorlar.
“Biz 10 gün kadar önce kaçmıştık. Buraya gelenler daha önce kaçıp 
saklanmış olanlar. Şimdi kimse çıkamıyor. Oraya dışarıdan insanlar 
getirdiler, Beşar lehine gösteriler yaptırıyorlar. Üç aydır direniyoruz,
 özgürlük için. Bu yüzden öldürüyorlar bizi. Bir kadının memelerini 
kestiler.”
Anlatılanlar bazen dehşet öykülerine dönüşüyor. Gençten biri, yüzünü 
saklamaya gerek görmüyor ve oldukça da rahat, “Lazkiye’den geldim” 
diyor, “150 bin kişilik gösteriler vardı. Saldırdılar. Şimdi Lazkiye 
bölünmüş şehir.”
Ufak yollu ticaret için sürekli Suriye’ye gidip gelen Hataylı bir Arap 
kulağıma eğilip, “Neyin doğru neyin yalan olduğunu anlamak zor” diyor, 
“Abartı da çok. Üç gün önce Lazkiye’deydim, orada bir şey yok”.
“Orada bir şey yok.” Gidip gelen Türkiyeli’lerden sık duyulan bir cümle 
bu. Olaylara tanık olmamışlar. Bir şeyler olduğu kesin, ama bizim sınır 
tacirlerinin tanık olmadığı yerlerde olduğu da kesin.
Kamplar dolu. Başını bu taraftaki Kızılay çadırlarına sokanlar biraz 
daha rahat olsa gerek. Sıcak yemek, doktor, ilaç var. Etrafı brandalarla
 çevrilmiş kampların içini de göremiyorsunuz artık. En sıradan bilgiyi 
bile verecek bir sorumlu yok. Yasak!
Neden? Saklanan bir şey mi var? Anlamak zor!
Hatay’ın Halep Çarşısı’nda hala bir sürü Suriye plakalı araç. Asıl olaylardan önce görmeliymişiz. Şimdi çok azalmış.
Boynuyoğun kampından dönüyorum; önümde yeni giriş yapmış bir Suriyeli. 
Arka cama bir Beşar Esad posteri yapıştırmış. Halep Çarşısı’na gitmekte 
belki. Sol kolunu açık camdan sarkıtmış, diğer eli direksiyonda; keyifli
 görünüyor.
Ama sınırda da çocuklar ölüyor. Yağmurdan hem de. Ateşler içinde yanan 
çocukları taşıdılar Hatay hastanelerine dün. Salgın da başlar şimdi.
“Çocuklara süt lazım” diyor, Güvecçi’ye ekmek almaya gelmiş adam. 
Elindeki plastik poşette birkaç domates biber, 10-15 ekmek; “Elli kişi 
yiyecek bunu. İki dakikada bitiyor. Bebelere süt lazım. Annelerin sütü 
yok ki…”