Bir Sosyalist ve Devrimci Olarak Kenan Budak

154 views
Skip to first unread message

Demir Küçükaydın

unread,
Jul 8, 2014, 11:52:40 AM7/8/14
to kivilcimli-semp...@googlegroups.com, ismet...@googlegroups.com

Merhaba Arkadaşlar,

Kenan Budak kitabı için yazdığım yazıyı yolluyorum. Düzeltilmesi gereken veya yanlış olan yerler varsa lütfen bildirin. Hafızamı zorlayarak ancak bu kadar yazabildim.

Demir

Bir Sosyalist ve Devrimci Olarak Kenan Budak

Hafızası zayıf bir insanım ama Kenan Budak’ı ilk kez nerede gördüğümü çok iyi hatırlıyorum: Hikmet Kıvılcımlı’nin 1970-71’de çıkardığı Sosyalist gazetesinin Laleli, Çelik Palas. 3. Kat’taki bürosunda.

Çelik Palas’ı hatırlamamın nedeni de Hikmet Kıvılcımlı’nın meşhur “Yeter Be!” başlıklı yazısında, örgütlenmek ve bağ kurmak için verdiği adres olmasıdır. Çünkü o adresin bulunduğu satırlar, artık Kıvılcımlı’nın bulunmadığı 12 Mart döneminde, genç bir devrimci olarak benim yolumu ve kaderimi çizecektir.

Şöyle yazıyordu Kıvılcımlı, 12 Mart Muhtırası’ndan kırk gün önce:

"Anarşi Yok! Büyük Derleniş!" en açık ve kesin çağırıdır. Daha iyisi ileride: Ama "Karga dernekleri" kurarak değil, hareket, davranış örgüt içinde yapılabilecek olan Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı ortada... İlk adımda "Devrimci Derleniş Merkez Komitesi" kurulmak üzere, bütün örgütlü: İşçi - köylü - esnaf - aydın ve ilh. halk grupları: "Devrimci Derleniş Komiteleri" kurmalıdırlar. Komiteler, kendi çevrelerinde "Halk Uyanış Güçleri" örgütlerken, ortak bağ noktası, Sosyalist'in ve Tarihsel Maddecilik Yayınları'nın: Lâleli - Çelik Palas - Kat 3 adresidir. Kurucu Komitelerin bu adresle hemen ilişki kurmaları rica olunur.” (Yeter Be!, Sosyalist, 2 Şubat 1971)

Kıvılcımlı’nın yazısında böyle apaçık bir adres vermesi o zamanlar alayla karşılanmıştı. Özellikle Dev-Genç çevrelerinde Devrimci bir parti, bir proletarya partisi böyle adres vererek mi kurulur?” deniliyordu.

Örneğin Ertuğrul Kürkçü, yıllar sonra bu yazı için şunları diyordu:

Hatta o zamanlar espri konuşu olmuştu. Doktor, “Madem örgüt kuracaksınız, ben Çelik Palas’tayım, buyurun gelin,” diyor, adres de veriyordu. Herkes, “Örgütün yeri de belli oldu,” demişti, Belli ki, orada Doktor’un yapmaya çalıştığı başka bir şeydi. Doktor’un tutumunda illegaliteye zorlanmayı kabul etmemek, legal planda yapılabileceklerin hepsini yapmadan böyle bir yola gir­memek gibi başka endişeler rol oynamış olmalı. Ama onun dışında örgütlenme modeli olarak, üçerli kümeler halinde büyüyen gelişme modeli de bize pek akıl karı gelmemişti. Neticede mülahazalarımız ne olursa olsun, Doktor bizimkini, biz Doktor’unkini akıl karı bulmadık ve birbirimizden ayrı düştük.

Biz “doktorcular” bile, ne Kıvılcımlı’nın legal örgüt ve mücadele biçimlerine verdiği önemin farkındaydık o zamanlar, ne de yapayalnız bir insan olduğunun ve ne de bu yapayalnız insanın hayatındaki tek ve son olanağı kaçırmamak için acele ettiğinin.

Daha önce de böyle adres vererek değil ama genel olarak Kıvılcımlı’nın defalarca dile getirdiği çerçevede, Sosyalist’i ve Kıvılcımlı’nın kitaplarını okuyan ve onlardan etkilenen gençler ve işçiler İstanbul’da bu adresteki Sosyalist bürosunda örgütlenmeye çalışıyorlardı.

Sosyalist gazetesi çevresindeki örgütlenme girişimlerinden biri de “İşçi Komitesi” veya “Bürosu” idi yanlış hatırlamıyorsam. İstanbul’da işçi sınıfı içinde örgütlenmek; var olan ilişki ve örgütlenmeleri koordine etmek için toplantılar yapılmaya başlanmıştı.

İşte bu toplantıların ilklerinden birine gelenler arasında Kenan Budak da vardı. Zeytinburnu’ndan gelmiş ve katılmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, ordudan atılmış denizci Hasan Çetin ile birlikte gelmişti. Bir kış günü olmalıydı. Hasan Çetin’in ordu malı, işaretleri sökülmüş siyah paltosunu hatırlıyorum.

İlk kez orada ve o toplantıda gördüm Kenan’ı ve aramızda kendiliğinden bir yakınlık oluştu.

Genç, zeki, yakışıklı, şık, sempatik, nazik ve gözlerinin içi gülen, gecekondu semtinden gelme bir işçi. İnanılır gibi değildi. Çünkü böylelerine çok seyrek rastlanırdı.

Çekingen bir insanımdır. İnsanlarla kolay ilişki kuramam; birebir konuşmalarda konuşacak konu bulmakta zorluk çektiğim çok olur. Hep karşımdakini rahatsız etmekten, yanlış bir şey söylemiş olmaktan çekinirim Ancak karşımdaki konuşkan bir insansa konuşabilir; ilk vuruşu karşımdaki yaparsa ona katılabilirim.

Kenan toplantıdan sonra gülerek hemen yanıma gelip benimle konuşarak ve güleç yüzüyle beni rahatlatarak, daha sonra sürecek ilişkimizin başlangıcını yapmış oldu.

Tam hatırlamıyorum ama sanırım deri ve mensucat işçileri arasında neler yapılabileceği üzerine ayaküstü konuşmuş olmalıyız. İlişkide kalmak gerektiğinde anlaştık.

Bugün geriye dönüp düşününce, aslında benim Kenan’ı değil; Kenan’ın beni örgütlediğinden söz etmek gerekir kanımca. Bana kalsa, rahatsız ederim diye çekinir ve hiçbir zaman ilk kez karşılaştığım bir insana girip kırk yıllık dostmuşçasına konuşamazdım.

İçgüdüleri insanı pek yanıltmaz. İçgüdülerim bana doğal bir önder veya önder adayı karşısında olduğumu söylüyordu.

Ama yine de bir ihtiyat payı bırakmaya çalışmıştım, görünüşe aldanmamalıydı.

Aynı toplantıya katılan Kenan gibi bir diğer genç işçi, Silahtar’daki İşçi Birliği çevresinden gelen Ali Kılıçer diye genç bir tekstil işçisiydi. 12 Mart döneminde bir süre aynı gecekondu odasını paylaşacağım bu genç işçinin polis muhbiri olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı.

*

Bu rastlantısal gibi görünen karşılaşmanın adında bir zorunluluk da vardı.

Toplantıda, birçoklarının yanı sıra, yanlış hatırlamıyorsam, İstanbul’da Deri ve Mensucat (Tekstil) işçileri arasında nasıl örgütlenebileceğimiz gibi konular gündeme gelmişti.

Kenan’ın yaşadığı Zeytinburnu tam da deri ve mensucat işçilerinin ve fabrikalarının yoğun olduğu bir yerdi.

Bizlerin hem deri hem de dokuma alanında epeydir örgütlenme girişimlerimiz vardı.

Sanırım bu nedenle toplantıda söylediklerim Kenan’ın dikkatini çekmişti ve toplantıdan sonra hemen yanıma gelmişti.

Onun dikkatini çektiği de benim dikkatimi çekmişti, çünkü gözlerinin parladığını, dikkatle ve sempatiyle dinlediğini ve baktığını görmüştüm.

Deri işçileri, İstanbul’daki işçilerin en örgütsüz; en dağınık; en kötü şartlarda çalışan kesimini oluşturuyordu. Özellikle de Kundura işçilerinde, benzolün yaptığı sağlık tahribatları korkunçtu.

Gedikpaşa’daki iş hanlarında bulunan ayakkabı imalathanelerinde boğaz tokluğuna çalışan deri ve kundura işçileriyle özellikle Sefer Güvenç aracılığıyla ilişkilerimiz ve örgütlenme çabalarımız vardı ve işçilerin esas yoğun ve örgütsüz olduğu Kazlıçeşme’yle nasıl bağlar kurabiliriz diye kafa yoruyorduk.

Hatta ben bir iki kez gidip oralardaki imalathanelerde iş bile aramıştım. Ama yüzüme ve davranışlarıma sinmiş bulunan aydın ve öğrenci tavrı nedeniyle kuşkuyla karşılanmış ve reddedilmiştim. Zaten sarışın olmam bu gibi girişimlerde daha baştan bir eksi işareti anlamına geliyordu.

Bunun yanı sıra mensucat alanında da Ege Bölgesi, Marmara Bölgesi, Akdeniz Bölgesi Mensucat İşçileri Sendikası gibi bölgesel sendikalar örgütleyip, ondan sonra bunları bir federasyon çatısı altında birleştirme gibi planlarımız vardı.

Aliağa’da Rafineri inşaatında örgütlenirken, İzmir’de olduğumuz zamanlarda, mahalli yöneticilerle iyi ilişkilerimiz nedeniyle, Kahramanlar’daki DİSK’in bürosunu kullanırdık. Oradaki, Yugoslav göçmeni, sosyalist İsmail Şentürk aracılığıyla hem mensucat işçilerinin yoğun olduğu Gültepe gecekondu semtiyle ve göçmenlerle; hem de Mensucat İşçileri Sendikasıyla bağlantılarımız olmuştu. Kendim de daha önce Şark Sanayi Mensucat Fabrikası’nda çalıştığımdan alanın çok yabancısı sayılmazdım. Bu olanağı geliştirmek düşüncesindeydik.

Ayrıca jakarlı dokuma makineleri için, bugünkü bilgisayarların ve programcılığın atası sayılabilecek araç ve yöntemlerle, desen programları yapabilen; eski kuşak işçileri iyi tanıyan, 1954’te kurulmuş Vatan Partisi’nin genel sekreterliği; ilk dönemlerinde TİP İstanbul il yöneticiliği yapmış; İsmet Demir’in sendika yönetimine de aldığı Osman Sercan gibi bağlantılarımız da vardı.

Toplantıda biraz bu girişimler ve ilişkilerden söz etmiştim ve bu Kenan’ın dikkatini çekmiş, özel bir ilgi göstermesine sebep olmuştu.

Peki, yukarıdaki cümlelerdeki “biz” kimdi?

Görünüşte Sosyalist gazetesi çevresinde, İşçi Bürosu toplantılarına katılan insanlardık ama bu gerçeğin sadece bir yanıydı.

Diğer yanını anlamak için önce Sosyalist gazetesi etrafında toplanan farklı grup ve çevrelerden söz etmek gerekir.

*

1960 sonrasında Kıvılcımlı’nın kaderi ya çok erken gelmek ya da çok geç kalmak olmuştur.

1966-67 yılarında Tarih Devrim Sosyalizm gibi, Marksizm'in en genel ve temel sorunlarıyla boğuşan eserlerini yayınlar.

Ama bu eserler henüz Marksizm’i yeni yeni öğrenmeye başlamış, klasiklerin çoğunun çevrilmediği ve bilinmediği bir Türkiye’de anlaşılamazdı bile.

1967’de Türk Solu’ndan çok önce Sosyalist gazetesini çıkarır.

Ama henüz Tip’in 1965 seçimlerindeki başarılarıyla sarhoş olmuş sosyalistler, Sosyalist’te dile getirilen eleştirileri okuyacak, okusa bile anlayacak durumda değildirler.

Bu nedenle bu girişimler birer “erken doğum” veya “düşük” olarak kalmışlardı.

Ergun Aydınoğlu’nun şu satırları bu doğumun ne kadar erken olduğunun en canlı tanığıdır:

“İlk ne zaman ve nasıl karşılaştım Kıvılcımlı ile? Tam zamanını değil ama nasılını çok iyi hatırlıyorum. Herhalde 1966 yılıydı. Ankara Büyük Sinemanın üstündeki Sergi kitabevinde bir kitabını görmüştüm. Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi. Ancak ilk bakışta edindiğim izlenim epey garipti. Kapakta yer almış bir fotoğraf, bana sağcı bir yazarla karşı karşıya olduğum zannını vermişti. Adalet Partisinin mitinginde çekilmiş bir fotoğraftı bu. Bizim taşra tefeci bezirgânlarının sakallı mücahitleri, bir ilginç pankartla gelmişlerdi Süleyman Demirel'i dinlemeye. "Anası fahişe olanın babası deyyusu ekber olur" diyorlardı. Çok iyi biliyordum bu fotoğrafı. Bir süre önce bir gazetede görmüştüm. Çetin Altan için yazılmıştı o pankart. Adalet Partisi ve siyasi Müslümanlar, o sıralar böyle mücadele ediyorlardı Sosyalistlerle. (Şimdi farklılar mı? Elbet değiller. Tek farklılık, şimdi mücadele edecek sosyalist yok ortalıkta. Onun için daha "kibar" ve "uygar" olmalılar.)

Ama sonra kitabın içine baktığımda kafam daha da karıştı. Kitap, Kuran-ı Kerimin Enfal suresiyle başlıyordu. "İnneşerreddevaabi indAllahissummülbükmülleriyne la yakılın" Hemen altında da Türkçe çevirisi vardı bu surenin: "Hiç şüphe yok ki ayaklarıyla yürüyenlerin Allah indinde en kötüsü aklını kullanmayıp sağır ve dilsiz kalan iki ayaklı hayvanlardır!"

Bu "giriş" yetmişti bana."Bu da bir garip adam" demiş olsam gerek kendi kendime. Ama sonra bizim birader, Kıvılcımlının uzun yıllar hapis yatmış bir "eski komünist" olduğunu söyleyecekti bana. Ama bu bilgilendirme pek bir şey değiştirmedi ilk yargımdan.

Bir süre sonra -1967'nin ilk aylarında- Sosyalist gazetesini okumaya başladım. Bir garip dönemdi o. YÖN artık eski heyecanı vermiyordu. TİP propogandistleri fena halde kendilerini tekrar ediyorlardı. İşte bu şartlarda bu yeni dergi elbette ki dikkat çekiciydi. Üstelik adı da Sosyalistti. Fakat bir garipti bu Sosyalist. Evet, ilginç şeyler vardı ama, anlayamıyordum. Neler diyordu öyle: "Milli Birlik Komitesinin Azameti ve İnhitatı", "Samedani Komedi", "Komprador mu Finans-Kapital mi?", "Çetin Altan Beyin İncileri", "Çarşaflı Sosyalizm" ve ilh., ve ilh.. (Bu "ilh.", "ilh" leri de oradan öğrenecektim zaten. "Sonuna kadar" ya da "diğerleri de böyledir"in Arapça karşılığı olan "ila-ahirihi"nin kısaltmasıydı. Kim bilir belki o yüzden, bugün benim yazdıklarım da okuyana bir acayip geliyordur. Olabilir.)

Ayrıca gazetede, insana basbayağı sürreel gelen kimi başlıklar da vardır. Mesela "Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Konuşma" gibi bir başlık! Neydi ki bu? Biz bir "genel başkan" tanıyorduk, o da Mehmet Ali Aybar'dı. Gerçi biraz soğumuştuk ondan. Ama yeni bir kongre olmamıştı arada. Hala genel başkandı. Üstelik bu "Vatan Partisi" de ne oluyordu? "Millet Partisi" gibi bir şeydi Bir "Cumhuriyetçi Köylü"sü eksikti!

Özetçesi dil, kavramlar, polemik tarzı.. Her şey değişikti bu adamda. "Bu adamda" diyorum, çünkü o zaman bile bütün gazetenin tek bir kişi tarafından yazıldığı hissediliyordu. O nedenle fazla şey ifade etmiyordu "Hikmet Kıvılcımlı" dışındaki imzalar. Yalnız bir yazı işleri müdürü mü ne vardı: Suat Şükrü Kundakçı. O adamın ismine takmıştım. Çok "radikal" gelmişti bana. Her şey acayipti bu dergide!”

Sonra Türk Solu ve Aydınlık’ta peş peşe birbirinden harika yazılar yayınlansa, okunsa ve saygı görse de, Dev-Genç’liler o yazılardaki imaları anlamaktan henüz çok uzaktır. Mihri Belli onların duygu ve eğilimlerine daha yakın düşmekte; Kıvılcımlı da Mihri’nin gölgesinde sanki yaşlı bir destekçisi gibi kalmakta, farklılıkları görülmemektedir.

Örneğin Ertuğrul Kürkçü o dönemi anlatırken bu duruma da değiniyor:

“Herkesin el kitapları üzerinden yazı yazdığı ve en evrensel doğruları çok vülger bir tarzda dile getirdiği bir dönemde, Doktor, evrensel olanı daha sistematik, Türkiye için gereken akıl yoruşu da daha özgün kılmaya çalışarak bence çok önemli bir şey yaptı. Teoriye en yakın olanları da bu anlamda olumlu olarak etkiledi.

Politika önerileri itibariyle de demokratik devrim görüşünü savunanlara TİP karşısında daha elverişli bir savunma konumu sağlıyordu. Ama, Doktor’un belli pratik faaliyetlerinin yetersizliği dolayısıyla gerçekte pratik politika alanında hakim olan, daha çok, hatta çok büyük ölçüde M. Belli idi. Bu anlamda, Doktor’un ancak yukarıdan, teoriyle yakından ilgili olanlar katından yaptığı müdahalelerden sözedebiliriz. Yoksa, pratik faaliyeti daha çok M. Belli’ye yakın olanlar yürüttüler.”

Yine Ergun Aydınoğlu’nun o dönemde bizlerin durumunu anlatan tanıklığına başvuralım:

“Sonra Türk Solunda tekrar karşılaştık Kıvılcımlı ile. Ve de Aydınlıkta. (Karşılaştım değil karşılaştık! Artık birileriyle birlikte okuduğumu hissediyordum çünkü. Bir yeni kuşak okuyordu Kıvılcımlıyı.) O yazılar, daha bir anlamlı ve doyurucu gelmeye başlamıştı. Ama gene de bir gariplik vardı. Hiç bilmediğim, bir anlamda bilmeyi merak da etmediğim şeylerden konuşuyor gibiydi. Ama sonuna kadar da okutuyordu. Sanki okurken herhangi bir şey öğrendiğini hissetmiyordun. Oysa bazı yazılar vardır, sorular kafanda iken okursun. Her paragraf sana o sorulardan birinin cevabını verir. Her bir "açıklama" sonunda bir daha sarılırsın o yazıya. Yazının sonuna geldiğinde, "ne çok şey öğrendim" dersin. Öğrenmişsindir elbet bir şeyler. Ne öğrendiğin ayrı tabii. Ama önemli olan nokta, bazı yazarları sadece böyle okursun. Hep cevap sunarlar sunar sana. Ben yıllarca kimi Türkiye ve dünya sosyalistlerini böyle okudum biraz.

Kıvılcımlının yazılarında bu tarzda bir heyecan olmazdı. Belli ki o kafamızdaki sorulara cevaplar sunmuyordu. Tersine bize soru yaratmaya çalışıyordu. O nedenle heyecansız okunurdu.

Sonraları bir gün gördüm de Kıvılcımlıyı. 1968 Temmuzunda, İstanbul Beyazıt Meydanında bir mitingde Bir arkadaş, "bak, şurada duran adam Hikmet Kıvılcımlı dediydi. Baktım, bembeyaz saçlı, uzun boylu bir adam. Güneşin altında gazetesini kafasına siper etmiş, kazık gibi bir vaziyette konuşmacıyı dinliyordu. Böylesi yerlerde "eskiler", hep birkaç kişi bir arada bulunurlardı. Kıvılcımlı ise yalnızdı.”

Ancak arada geçen Marksist klasiklerin yoğun olarak okunup tartışıldığı bir dönem ve 15-16 Haziran İşçi direnişinden sonra Dev-Genç’lilerin ve Sosyalistlerin alıcıları Kıvılcımlı’yı alabilecek dalga boyuna gelebilmiştir.

Ama bu sefer de geç kalmıştı.

Geç kaldığını en iyi bilen Kıvılcımlı idi. Kendisinin politik yazılara ve çalışmalara değil tarihsel ve teorik yazılara yoğunlaşmasını isteyen Vedat Türkali’ye “geç kaldım ben geç” dediği söylenir. Kıvılcımlı, biraz da tam bu geç kalmışlık duygusu içinde birkaç aylık bir dönemde bir yığın kitabı, genç kuşağın kafasına boca ederce yayınlar.

Yine Aydınoğlu’nun anlatımı:

“Sonra 1970 yılı geldi çattı. Ne yıldı o! Dünya, Türkiye, içinde yaşadığımız şehir, fakültelerimiz her yer sarsılıyordu. Ama tabii aslında oralarda o kadar büyük sarsıntılar yoktu. Elbet vardı sarsılan bir şeyler Ama o sarsıntıyı sonsuzcasına artıran başka sarsıntı vardı esas. Kafamız sarsılmıştı fena halde. Kaçıyordu bir şeyler, yakalamak zorundaydık. Ne kaçıyordu? Kimilerine göre "darbe, kimilerine göre "parti kurma anı", kimilerine göre "devrim".. Bir şeyler kaçıyordu elbet. (Yıllar sonra kendimce bulacaktım o kaçan şeyi. Şu yirminci yüzyıl Türkiye'sinde, bir tarihsel şans kaçıyordu; daha doğrusu kaçmıştı: İşçi sınıfı siyasal hareketinin oluşma şansı! Kaçmıştı ama, hemen o an kavranması imkânsızdır O nedenleydi o kaçırma haleti ruhiyesi. Haklıydık elbet. Hepimiz. Hikmet Kıvılcımlı, Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli, Doğu Perinçek, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş... Fena sarsılıyorduk.)

İşte o arada kendisi de "sarsılan" Kıvılcımlı, ardı ardına kitaplar yayınlamaya başladı. Bir defa o iş, başlı başına bir büyük "etki" demekti. Biz ne kadar kitaba düşkün bir kuşaktık. Okuma ibadetti bizim için. Daha devrimci olmadan önce, neredeyse hepimizin evinde Milli Eğitim Bakanlığı Klasikler Dizisinden ya da ne bileyim Varlık Yayınlarından yüzlerce kitap vardı. Sonra "devrimci" yayınları eklemiştik bunlara. TİP liderlerinin üstü örtülü kitap düşmanlığı işte bu yüzden tutmamıştı aramızda. Hatta tam ters tepki yapmıştı. Biraz da onun için "eski tüfekler"e dönmüştük büyük bir hevesle. Çünkü onlar, aldığımız o ilk eğitimi devam ettirmek istiyorlardı. Kuran-ı Kerim gibi başlıyorlardı söze: "Oku" diyerek.

İşte bu gençlere yeni kitaplar sunuyordu Kıvılcımlı. İlk defa bir adamdan birden fazla kitap görüyorduk. Olur şey miydi bu? Hem de şöyle yedi-sekiz ay içinde: Metafizik Sosyoloji Eleştirileri, 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi, Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, Oportünizm Nedir, Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, Uyarmak için Uyanmalı Uyanmak için Uyarmalı... Ve arada küçük broşürler. Ve Devrim Nedir? ya da Yol gibi illegal teksir kitaplar! Ve üstüne üstlük bir haftalık gazete. Çıkar çıkmaz okuyorduk. Ama çok kızıyorduk Kıvılcımlıya. Neler de söylüyordu! Ama hem okuyor hem kızıyorduk. En çok da okuyanlar kızıyordu üstelik. Bir anlamda herkes kızıyordu. Herkes okuyordu çünkü.

Gene anlaşılmaz çok şey vardı elbet. Anlaşılmazlık katmerliydi üstelik. Hem ondan hem bizden geliyordu. Ondan geliyordu çünkü o da "kaçıyor" sanıyordu bir şeyleri. Kafamızdan aşağı boca ediyordu her şeyi O da haklıydı elbet. İlk defa doğru dürüst "okuyucu" bulmuştu. Belki de bilinçaltından "son defa" olduğunu da seziyordu. Yetmişine gelmişti. Kanserliydi. Elli yıldır hep on beş-yirmi kişi için yazmıştı. Şimdi binlere hitabediyordu. Hem de ne binlere! Otuz milyonluk ülkenin kaymak tabakasına. Boca etmesin de ne yapsındı.

Ama boca etme de boca etmeydi tabii. "7000 Yıllık Tarih", "Sümerler", "Sınıf", "Basit Yeniden Üretim", "Geniş Yeniden Üretim", "Osmanlı Toprak Düzeni", "Lenin", "Marx", "Prusya Ordusu İç Talimnamesi", "Stalin", İsmet Paşa", "Haçlı Seferleri", "Ajitasyon", "Propaganda", "Mustafa Kemal", "Proletarya Partisi", "Strateji", "Taktik", "Darvin", "Tüzük", "Ordu", "Oportünizm", "Çekoslovakya Meselesi", "Jön Türkler", "Tarihsel Devrim", "Sosyal Devrim", "Diyalektik", "Auguste Comte", "Ecevit", "Cromwell", "Ahilik", "Bektaşilik", "MDD", "Vatan Partisi Programı"... Her konuda konuşuyordu. Daha doğrusu her konuda konuşmuyordu. Öyle olsaydı saçmalardı zaten. Okumuş, düşünmüş hatta bir kısmını da yazmıştı on yıllardır. Fırsat çıkmıştı onları iletmeye çalışıyordu. O anlamda haklıydı.

Ama biz de haklıydık. O birikimimizle -birkaç yıl önceye nazaran biraz daha yaklaşmış da olsak- hala onunla rezonans kuracak halde değildik. O kadar çok şeyi nasıl tutardık aklımızda? Parti kuracaksak parti kurmalıydık. Ne oluyordu o "Metafizik Sosyoloji Eleştirileri" ya da "Toplum Biçimlerinin Gelişimi" veya "Sümer Medeniyeti"? Ayrıca bakılır mıydı öyle, bugünün bir siyasal problemine altı yüz ya da yedi bin yıllık Tarihin problematikleriyle. Üstelik bizim acelemiz de vardı. Sadece parti kurmaya da değil. Fena bunalmıştık. Basbayağı kaçmak istiyorduk! Hem mevziimizde dövüşemiyorduk, hem de geri çekilmek istemiyorduk. Ne yapılır? Gene kaçılır. Ama ileriye doğru. Biz de onu yapacaktık.

O ara "Yeter Be!" başlıklı bir yazı yayınlamıştı Kıvılcımlı. İlk şehir gerillası girişimlerini eleştiren. Şimdi yine okuyorum. Ne güzel yazı. Ama o zaman çok kızmıştım. Gözümden düşüvermişti Kıvılcımlı. En azından bir iki yıl için. Biz tam banka soymaya, dağa çıkmaya hazırlanırken, o, "sen o silahı bırak kullanmayı, kıçına takmayı öğrenebilmiş misin hödük?" falan diyordu. Nasıl kızmazsın! Ama haklıydı tabii.”

Bu ortamda Dev-Genç’in en iyileri çoktan THKO ve THKP-C gibi örgütlenmelere başlamışlardı. Kıvılcımlıyla kalan ince bağlar bu yazıyla kopmuştu. Artık başka bir dalga boyuna geçmişlerdi, Kıvılcımlı’nın yayınları o dalga boyunda bir rezonans, bir yankı bulamazdı. Başlangıçtaki küçük farklar, o farklı grupların izolasyonu ve içine kapanmasıyla başka türlerin oluşumuna yol açmış, döl tutmaz olmuştu.

Deniz Gezmiş daha Deniz Gezmiş olmadan önce Kıvılcımlı’nın rahlei tedrisinden geçmişti; Mahir Çayan ilk yazılarında neredeyse satır satır Kıvılcımlı’yı tekrarlıyor; ondan alıntılar yapıyordu. Ama o zamanın bir yılının en azından bir on yıla bedel olduğu bir yıllık (1969) bir dönemde, aradaki makas açılmıştı. O dönemde Mihri Beli’nin yerinde Kıvılcımlı olsaydı her şey çok başka bir seyir izleyebilirdi.

Bu geç kalış sonucu Sosyalist çevresine gelenler Dev-Genç’in en iyileri değil; yarı esnaf işçiler ve onlarla ilişkili gençler (örneğin Orhan Müstecaplı, Arif Şimşek, Ahmet Camuşçu, Orhan Aydın, Orhan Aksungur vs.) ya da köylü mantaliteli öğrenciler (Nurullah Ankut, Ereğli Yurdu Çevresi vs.) onlarla ilişkili işçi ve esnaflardı. Bunlar tencere ve kapağı gibi birbirine uyuyorlardı.

Bu yarı esnaf, yarı köylü karakteristik daha sonraki yıllarda “doktorcu”lar geleneğine hep damgasını vurmaya devam edecek ve modern şehirlilerin hareketten uzak durmasına yol açacaktır. “Doktorcu”lar hep bir tarikatın müritleri gibi bir üsluba ve konuşma diline sahip olacaklardır. Hikmet Kıvılcımlı ise modern bir insandı, 1930’ler Türkiyesi'nde bile Nikâhsız bir beraberlik sürdürmüştü.

Ne var ki, ölürken bile yanında bulunan yoldaşları, Hikmet Kıvılcımlı’yla tam bir zıtlık içinde tüm şehirlileri ve batılıları fahişe gibi gören köylü ve esnaf kafalı kişilerdir. Yugoslavya’da akşam piyasası yapan, flörtleşen gençleri seks pazarı gibi görürler. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölüm döşeğindeki anılarında yazdığı küçük anekdot 70’lik Kıvılcımlı’nın genç yoldaşından ve “doktorcu”lardan ne kadar daha açık görüşlü ve modern olduğunun bir göstergesidir.

“Her seferinde, kapıdan onbeşlik bir şarapnel mermisi gibi girer girmez patlar:

 "- Valla, hocam, ben bu memlekette.. Tüüüü! Deli olacağım yani. Anlatsam, aklın almaz. Valla aklım almıyor. Bu ne bu, yahu! Tüüüüü!"

 Tümcedeki "Tü"lerin -ki pek sıktırlar,- "ü"lerini ne denli çok uzatabilirlerse, "A", o denli inanılmaz insanı isyan ettirici şeyler gördüğünü anlatmış olur.

 "A"yı, gözlerini aça, belirte en çok çileden çıkartan, ardarda beş on "Tüü!" salvosu ateş ettiren olay: Makedonya'da insanların "seks"i, kapı arkasında, tavan arasına gizleyecekleri, saklı, ayıp bir suç olarak işleyecekleri yerde, "Sokağa dökmeleri"dir.

 "- Valla, hocam, ben Paris'te böyle rezalet görmedim. Valla ben dayanamayacağım hocam. Tüüüü!.. Ben çok bozuluyorum bu işe!"

 "A" hükmünü vermiştir. Her kadın parayla satılıyor.

 "- Genç genç kızlar, be hocam. 14 yaşında, 15-18'ini geçmiyorlar. Geliyor yanlarına biri, hocam, alıyor kızı, hocam. Doğru lokantaya götürüyor be hocam... Hadi, canım. Kültür emperyalizmi iyice sarmış ortalığı. Amerikan filmleri. Her çocuğun elinde kovboy romanları. Hocam, insan çürür böyle! İnsansız sosyalizm nasıl kurulur, hocam?"

 İlk geldiğimiz akşam, bavullarla köprüyü geçer geçmez, otel arayacağız. Ben de şaşırdım. Bütün caddeler tıklım tıklım. Yalnız yaya kaldırımlarda olsa, ne iyi. Arabalara geçecek yer kalmamış. İkişer, üçer, beşer (en çok beşer) kişilik gruplar. Yan yana, hatta üstüste yığılmışlar parkelere. Ne yapıyorlar? Hiç. Duruyorlar. Arasıra birbirlerine de bakıyorlarsa da, en çok kendi grupları içinde halvet olmuşlar. Susuşları bir konuşma, konuşmaları ayrı susuş. Bekleşiyorlar. Neyi?

 "A" sert sert söverce burnundan pıskırttı:

 "- Müşteri bekliyorlar, valla hocam!"

 Onları, ayaküstü birbirlerine kızlı erkekli sokulmuş ve uzaklaşmış, kaos içinde çekişip itişen atomlar gibi, ömründe ilk kez görür görmez. "A" damgasını vurdu:

 "- Vallabilla hocam, bunlar seks alışverişinde! Ben başka bir şey bilmem. Gören göz, kılavuz istemez."

 "- Fuhuş yasak, hocam. Her yerde seks alınıp satılıyor."

 Sonra otel lokantasında gördüklerimiz de ona hak verdirtti.

 Onun bu tedirginliğini bir de kendi gözümle görüp anlamak istiyordum. Ama ayakta duracak halim yok. Ya su sökme sıkıştırırsa. Yolda kepaze olmak var. Bir kombinezon düşündüm. Akşam yemeğine inmeden büyük hacetimi (Makedonya'da çıkan Türkçe "Birlik" gazetesinde "Etkinliğimi") bitireceğim. Bahçede akşam zıkkımlanmamız kaç dakika sürer? En çok 1 saat. Uğrarım küçük hacet için lokantadaki yere. Köprüye dek gidip gelmesi ne sürecek? Görürüm bir daha alıcıgözü ile şu bizim oğlanı çıldırtan açık hava seks pazarını.

 Dediğimi, zor kötek, yerine getirdim. Sen misin? Bir uçakta, çok yüksek uçulurken öyle olmuştum, bir de bu akşam. Bayılacağım. Bayılamıyorum. Yürüyorum. Can benden çıkmış, dört adım gerimden geliyor yahut önümden gidiyor. Nedir bu hal? Görmez olaydık seks pazarını. İlk. akşamki denli mahşer kalabalık değillerdi.

 "- Bu saat dağılıyorlar, hocam!"

 Saat 9'da dağılıyorlarsa, demek bu bir gençlerin randevusuz genel buluşmaları. Yaşlı, benden başka tek insana rastlamadım aralarında. Orta yaşlı tek tük kişi bile acele geçip gidiyor. Gençler, dünyanın en aykırı bitnik kılıklarını birbirlerine sergiliyorlar. Birbirleriyle kolkola, bele, omuza el atmalar var. Öpüşmeye rastlamadık. Dönüşte, kimi yaya kaldırım üstü inşaat korkuluklarına sinmiş çiftler oluyor. Mahremce bir düğümü çözmeye çalışıyorlar. Düğüm belki ileride seks olacak. Oracıkta iki gencin birbirine çekinmeden sokuluşu, belki pazarlığı geçiyor. O sıra elele değenini seçemedik. "A" bile bir ara, derince soludu:

 "- 14-15 yaşında çocuklar. Bunlarda para da yoktur ki birbirlerini satın alsınlar. En çok bir lokantada yemeğe götürsünler."

 Ancak, bizim lokantada ben, belli profesyonel açık "konsomatris"lerden başka böyle gençlere hiç rastlamadım. Evelisi gün bir çifte rastlamıştık. Sülün gibiydiler. Şıklıkları imrenç. Çok güzel şeyler bu Makedon kerataları. İki abulâbut yağlı delikanlıyı masada saklanmış buldular. Gittiler. Olur. Pek aydınlanamadım. Muhakkak burada seks serbesliğin son kertesinde. İyi mi, kötü mü? Şimdilik seksi bir mesele olmaktan çıkarmışlar. Bizlerse, mesele olmayan seksi sevgi yerine koymamaya alışmışız.” (Günlük Anılar)

Peki, neden böyle olmuştur?

Bunlar Kıvılcımlı’ya teorik ve politik görüşleri nedeniyle değil, onun insani, ahlaki özellikleri nedeniyle ve Kıvılcımlı’nın bu halkın yapısını ve tarihini içine sindirmişliğinin onun davranışlarına yansıması ve dolayısıyla onun kültürel kotlarını kendilerine yakın ve uygun gördükleri için gelenlerdi. Kıvılcımlı’nın bu halka yabancı gelmeyen ve önemini sürekli vurguladığı kültürel kotları ve üstünlüğü; “doktorcular” için bir handikap oluşturmuş; temel zaaflarının nedeni olmuştur. Kıvılcımlı’da bu kotlar, devrimci ve enternasyonalist bir içeriği aktarmanın bir aracıydı. Kıvılcımlı kendisi modern bir insandı. Ama bu araç, bu köylü ve esnaf kafalılarda kendi başına bir amaç, bir rozet, bir “alâmetifarika”, bir bayrak olmuştu.

*

Politik ve teorik yakınlıklar nedeniyle değil de, kültürel yakınlıklar; ahlaki kriterler vs. ile bir görüşe yakınlaşma ve benimsemenin ortaya çıkardığı handikaplar, tam tersi biçimde “Troçkistler”de görülür.

Troçkist geleneğin klasik Marksizm’in enternasyonalist ve kozmopolit damarını; Aydınlanma geleneğinin kültürel kotlarını sürdürmesi; burjuva sosyalizminin onda kültürel bir yakınlık bulmasına, bu kültürel yakınlık üzerinden onu benimsemesine; bu da Troçkistlerin Troçki’nin içeriksel radikalliği ile tam zıtlık içinde, kültürel olarak şehirli ve kozmopolit bir burjuva sosyalizmine eğilimli “Troçkistler” ortaya çıkmasına yol açar.

Bir kere de çıkınca, “kurucu etkisi” de buna eklenince, kendisini besleyen bir mekanizma ortaya çıkar

İzleyicilerinin kültürel kotlarındaki bu uyuşmazlık ve bunun sınıfsal yansımaları nedeniyle, teorik ve politik olarak birbirine çok yakın; birbirini birçok bakımlardan tamamlayan bu iki gelenek (Kıvılcımlı ve Troçki), birbirine karşı şerbetli ve kısır kalmışlardır.

Bu iki birbirine zıt özellik o yaratıcı ve devrimci kurucu önderlerin otoritesinin yokluğunda, küçük burjuva ve burjuva sosyalizmlerinin bu hareketlere damga vurmalarına; bir süre sonra da canlı bir harekete dayanmayan; ama aynı zamanda sahiplenilen güçlü teorinin mirasıyla kendi güçsüzlüğünü ve çapsızlığını örtmeye çalışan; onun gölgesinde serpilmeye çalışan küçük setlerin ortaya çıkmasına ve bir süre sonra da bu küçük sektlerin, bütün küçük sektleri kaderini belirleyen yasaların egemenliği altına girmesine yol açmıştır.

Bu da savundukları teorilerin gücüyle zıtlık içindeki karikatürlerin o teorinin savunucuları olarak görülmesine; bu da o teorinin içeriği ile o karikatürler arasında zorunlu bir ilişki bulunduğu izleniminin yaygınlaşmasına ve en iyi, en yaratıcı; en canlı hareketle ilgili kişilerin onlara uzak durmasına yol açar.

Böylece de kendini besleyen ve yeniden üreten bir süreç başlar.

Doktorcuların ve Troçkistlerin hem birbiriyle doku uyuşmazlığının hem de şaşırtıcı benzerliğinin; hem dayandıkları teorik mirasın büyüklüğüyle zıtlık içinde teorik ve politik cüceler olarak kalmalarının nedeni bu mekanizmalardır.

*

Gazete çevresine gelen, bir de Sarp Kuray’ın adına bağlı, ordu ile ilişkili çevreler vardı. Ancak doktorcuların alâmetifarikası olan İşçi Sınıfı içinde çalışmak ve bir proletarya partisi örgütlemek Sarp Kuray ve çevresine yabancıydı. Elbet denizciler arasında böyleleri de vardı ama bunlar bireysel kaldı.

Sarp Kuray ve çevresi ve onun geleneği her zaman Kıvılcımlı’nın kendi dışındaki bir güç için (Ordu’da radikalleşen subaylar için) söylediklerini kendisinin arzuları ve hedefi gibi ele alarak, Kıvılcımlı’nın adını, Kıvılcımlı’yla ilgisi bulunmayan girişimlerinin aracı ve bayrağı olarak kullanmışlardır.

Böylece Kıvılcımlı gibi bir devrimcinin ve Marksist'in adı bugünün Türkiye’sinde “iyi saatte olsunlar”la, yani şimdiki adıyla “derin devlet”le yakınlık içindeki Sarp Kuray veya Nurullah Ankut’un “Halkın Kurtuluşu Partisi” ile anılır olmuştur.

*

Tabii burada gazete çevresine gelen bir burjuva sosyalizminin varlığından da söz etmek gerekiyor.

Bir yanda MDD’ciliğin yükselişi; diğer yanda TİP’in tıkanması hem gençlikteki radikalleşmeden ve buna bağlı olarak Demokratik Devrim stratejisinden etkilenen; hem de esas olarak Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi olan genç asistanlar, akademisyenler vs. arasında, hem TİP gibi işçi sınıfına ve partiye bir vurguyu öne çıkaran hem de Demokratik Devrim stratejisini savunan Doktor Hikmet Kıvılcımlı’ya bir yakınlaşmaya yol açmıştı. Sosyalist parti İçin Teori ve Pratik Birliği dergisi çevresinde bulunan ve 12 Mart dönemi ve 1974 sonrasında TSİP’in çekirdeğini oluşturacak Yalçın Yusufoğlu’nun önde gelenleri arasında bulunduğu bir grup vardı.

*

Elbet Sosyalist gazetesi çevresine Dev-Genç çevrelerinden de gelenler vardı. Ama bunlar büyük ölçüde Dev-Genç içinde işçiler arasında faaliyeti öne çıkaran, çalışmalarının merkezine bunu almış olanlardı.

Ve neredeyse bunların hepsi de Yapı İşçileri Sendikası ve İsmet Demir aracılığıyla bir şekilde İşçi Hareketi ile bağ kurmaya çalışmış gençlerdi.

Yani hem modern, hem yükselen bir hareketle doğrudan ilişki içinde (DÖB, Dev-Genç); hem de işçiler ve emekçilerle ilgili tek kesim Yapı İşçileri Sendikası ve İsmet Demir çevresinden gelenlerdi.

*

Peki, Yapı İşçileri Sendikası (YİS) ve İsmet Demir nereden geliyordu?

İsmet Demir, 1950’lerde ortaya çıkan büyük şantiyelerdeki işçilerin mücadele deneyleri ve birikimi ile Türkiye işçi hareketinin ve sosyalist hareketinin içindeki Hikmet Kıvılcımlı adına bağlı Devrimci ve Marksist geleneğin bir karşılaşması ve sentezinin ürünüydü.

İsmet Demir (“Yalınayak İsmet”) kendini yetiştirmiş, Tahir Öztürk (“Fukara Tahir”) ile birlikte sendikal örgütlenmeye başlamış; ama Fukara Tahir giderek bir sarı sendikacıya dönüşürken; kendisi giderek daha radikalleşmiş, politikleşmiş, sosyalistleşmiş ve Hikmet Kıvılcımlı’ya yaklaşmış ve onun görüşlerini benimsemiş eşi benzeri görülmemiş bir işçi önderi ve örgütçüydü.

1950 ve 60’larda Türkiye’de barajlar, rafineriler, santraller, demir çelik fabrikaları gibi büyük inşaatlarda çalışan, “şantiyeci” denilen, şantiyeden şantiyeye giden göçmen işçilerin yüzlerce küçük mücadelesinin okulunda, içinden yetiştirdiği bir işçi önderiydi. Gençliğinde Kıvılcımlı’yı tanıyıp etkisi altına girmiş ve işçi sendikalarında çalışan Suat Şükrü Kundakçı aracılığıyla Kıvılcımlı ile tanışmıştı. Bu sendikanın olanaklarıyla Kıvılcımlı’nın 1967’deki Sosyalist gazetesi çıkabilmiş ve Tarihsel Maddecilik Yayınları ile kitapları basılabilmişti. Yani bir bakıma Kıvılcımlı’nın kitaplarını basmaya imkân veren bir işçi hareketi geleneği idi.

Öte yandan Kıvılcımlı’nın kendisi de bizzat TKP içinde işçi hareketi ve işçilerle en güçlü bağları olan insandı. Zaten bu bağlar sonucu o gelenek var oluyordu.

Ancak, tam da Yapı İşçileri Sendikası, Boru Hattı Grevi sonrası maddi olarak güçlenmiş ve tam güçlü bir örgüte dönüşebilecekken, sendikacılığın bürokratlaştırıcı ve yozlaştırıcı etkileri Suat Şükrü Kundakçı ve diğer yöneticileri de etkilemiş; bunlar sendikanın maddi varlığıyla birlikte Yapı-İş denen sarı sendikaya geçip onun bürokratları haline gelince tek başına kalan İsmet Demir, o sıra zirvesine ulaşan öğrenci hareketinin de verdiği ilhamla, devrimci öğrenci ve işçileri kaynaştırmadan bir şey olamayacağı sonucuna ulaşmış ve Sendika’nın kapılarını genç devrimcilere açma çerçevesinde, daha sonra efsane olacak Deniz Gezmiş’in önderi bulunduğu Devrimci Öğrenci Birliği’ne (DÖB) de açmış ve DÖB, YİS’in bürosunu resmi adresi yapmıştı.

Sendikayı da sağlama almak için, Kıvılcımlı’nın yanındaki Fuat Fegan, yine Kıvılcımlı’nın çevresinden eki işçilerden Arif Şimşek, Osman Sercan gibileri sendikada yetkili kılmış; onlar da bu ayrılıkta İsmet Demir’in yalında yer almışlardı.

YİS’in adresi, halk Ozanları Derneği de kullanıyor. Kıbrıslı Fuat Fegan orada Kıbrıslı öğrencilere dağıtacağı bültenleri basıyordu. Aynı binanın alt katında ise Türk Solu dergisi çıkarıyordu.

YİS aynı zamanda DİSK’in kurucusu olmasına rağmen, Kıvılcımlı’ya ve devrimci öğrencilere yakınlığı nedeniyle DİSK’ten dışlanmıştı.

İşte bu İsmet Demir, işçileri ve gençleri kaynaştırma girişimleri çerçevesinde, Dev-Genç militanlarına sendikanın organizatör kartını veriyor; Ankara, İstanbul ve İzmir’de işçilere ilgi ve eğilim duyan her Dev-Genç militanı bir şekilde İsmet Demir ve YİS çevresiyle ilişkili bulunuyordu. Yakalanan Dev-Genç militanlarında çıkan Organizatör kartları nedeniyle, İsmet demir güpegündüz İzmir’de polis tarafından kaçırılmış ve zamanın içişleri bakanının huzurunda işkenceli sorgudan geçirilmişti.

Ertuğrul Kürkçü’nün tanıklığından okuyalım:

Ben gayet iyi hatırlıyorum. Mesela bir YİS (Yapı İşçileri Sendikası) deneyi var ki; bu deneye başından sonuna kadar katılanlar hep daha sonra bizim THPK/C çevresinde birlikte olduğumuz arkadaşlardı. Doktor onların işçi sınıfına doğru gitmesi bakımından bir kanal oldu. Biz işçi sınıfının iktisadi örgütlenmesi ve mücadelesi ve buradan siyasete geçişi bakımından eğer bir takım deneyler alabildiysek, bu dolaylı ya da dolaysız olarak Doktor’un açtığı kanaldan olmuştur. Tabii, burada İsmet Demir gibi çok yetenekli, pratik öngörülere sahip bir sendikacının varlığı da önemliydi. Ama bence neticede İ. Demir de bir bakıma Doktor Hikmet’in bir ürünüydü.

Böyle bir kanaldan bir grup insan işçi hareketine doğru aktı. Şüphesiz başka kanallardan da. Keza İ. Demir ile birlikte Necmettin   Giritlioğlu’nun,   Demir Küçükaydın’ın çahşmalarından da söz etmek mümkün. Bu bir grup insanı etkiledi. Ben kendim bunlardan biriyim. O zaman bizimle birlikte hareket eden Hüseyin Cevahir, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve daha başka genç arkadaşlar da bu çağrılardan etkilendiler.

Bu gençler içinde özellikle işçileri ve işçi örgütlenmelerini merkeze alan bir çevre oluşmuştu. Bunların da neredeyse tamamı Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist gazetesi ve etrafında yer almışlar; İstanbul, İzmir ve Ankara’daki büroların omurgasını oluşturmuşlardı.

Yani Dev-Genç’in işçi çalışmasını merkeze alan militanlarının neredeyse tamama yakını YİS aracılığıyla Sosyalist gazetesi çevresine gelmişlerdi. Ben de bu çevredendim. O “biz” geniş anlamıyla buydu.

Bu bütün içinde benim yerim de şöyleydi.

TİP üyesi ve Çetin Altan okuru sosyalist bir babanın sadık bir Çetin Altan okuyucu sosyalist çocuğuydum. İzmir Karşıyaka Erkek Lisesi’nde, kendi kendini yetiştirmiş, ekmeğini aslanın ağzından almış, Çiğli Havalanı’nda Amerikalıların yanında çalışan sosyalist işçi ve lise öğrencisi Sefer Güvenç’le tanışmış; beraberce Türkiye İşçi Partisi Karşıyaka ilçe örgütüne gitmiştik.

Ondan sonra yıllarca içtiğimiz su ayrı gitmemiş. Beraberce İstanbul’a gelmiş, Edebiyat Fakültesi’nin Sefer felsefe, ben de Sosyoloji gece bölümüne kaydolmuştuk. İlk yılım, arayışlar, yeni koşullara uyum ve bir muhasebecinin yanında boğaz tokluğuna çalışarak geçmişti. Bahar aylarında üniversite işgallerine katılmıştık. FKF bize çok bürokratik bir yapı olarak görünüyordu. Hem radikal eğilimlerimizi doyuracak hem de sosyalizm ve işçi sınıfını esas görev bilecek bir örgüt, çevre arayışı içindeydik.

Beraberce Türkiye’de sosyalizmi nasıl muzaffer kılacağımız; halkı nasıl örgütlemek gerektiği üzerine konuşur, planlar yapardık. İstanbul’a gelişimiz bile böyle bir perspektifle ilgiliydi. İzmir gibi Türkiye’nin üçüncü büyük şehri bile hayallerimiz için küçük geliyordu.

Ben 1968 yılı sonbaharında işten atıldığım gün Devrimci Öğrenci Birliği’ni (DÖB) oluşturacak Deniz ve arkadaşlarıyla tanışmış ve onlara katılmıştım. Yatacak yerim olmadığından Devrimci Öğrenci Birliği’nin de resmi adresi olan Yapı İşçileri Sendikası’nda (YİS) kalmaya başlamıştım. İsmet Demir de Sendika’da kalıyordu. Böylece İsmet Demir’i yakından tanıdıkça onun değerini görmeye başlamıştım.

İsmet Demir, inşaat işçileri ile güçlü ve sürekli bir işçi örgütü kurulamayacağını görmüştü. Çünkü inşaat bitince işçiler dağılıyor ve yeni işyerinde yeni baştan örgütlenmek gerekiyordu. Özellikle, metal, kimya, dokuma gibi alanlara da geçmek gerekiyordu. Yapılan büyük inşaatlar aracılığıyla o işkollarına geçmeyi deneyebilirdik.

Bir plan yapmış ve bütün Türkiye çapında gerçekten devrimci ve radikal bir işçi sendikaları federasyonu ve hareketi kurma gibi bir görevi kendimize vermiştik. Bunun için o sıralar faaliyete başlayacak büyük şantiyeler: İskenderun Demir Çelik, Konya Seydişehir ve Aliağa Rafineri inşaatıydı. Bütün bunlar Sovyet yardımıyla yapılacaktı.

Bu işyerlerinin inşaatlarında örgütlenebilir iyi haklar alabilirsek, oralarda inşaat bitip de fabrikalar açıldığında o işkollarına geçebilir; yine iyi haklar alarak DİSK’in daha da solunda devrimci bir sendikalar birliği kurabilir, ayrıca böylece DİSK’i e kendi çizgimize çekebilirdik.

İlk başlayan inşaat Aliağa Rafinerisi olduğundan Aliağa üzerine düşünmeye başlamıştık.

Sefer lisedeyken yaz aylarında Amerikalıların Aliağa’daki plajında çalışırdı. Aliağa’da sosyalist küçük bir çevre kurmuştu. Ayrıca Aliağa o zamanlar küçük bir köy olduğundan, bütün ahalisini ve özellikle gençlerini de tanıyordu. İsmet Demir’e Sefer’den bahsettim. Bu sefer üçümüz planlar yapmaya başlamıştık.

Bu planlara uygun olarak Sefer’in verdiği isim ve adresler elimizde Aliağa’ya gitmiş daha işyeri başlamadan gelen şantiyecileri örgütlemeye başlamıştık. Bu dönemin ayrıntılı bir öyküsü İsmet Demir’in “Anılar ve Deneyler” kitabında bulunabilir.

Orada uzun aylar süren örgütlenme ve direnişler yapmıştık. Kışın ben Filistin’e de gitmiş, gelirken yakalanmış, çıktıktan sonra tekrar Aliağa’da YİS’te çalışmaya başlamıştım.

Bizler aynı zamanda sürekli, örgütçü olarak yetiştirmek ve İsmet Demir’in bilgi ve örgütçülüğünü aktarmak için genç ve öncü işçiler arayışındaydık.

Bu bağlamda, Necmettin Giritlioğlu’nu İsmet Demir sendikanın başına getirmiş ve onun sınıf bilinçli bir işçi önderi olması için yolu açmış; arkasından destek olmaya başlamıştı.

Çok büyük bir gelecek vadeden Necmettin Giritlioğlu devlet tarafından öldürülmüştü. Yerine daha sonra getirdiğimiz Necmettin’in de arkadaşı olan Bingöl Erdumlu ise, tam tersi bir örnek sunmuş ve sendikanın imkânlarını THKP-C’ye aktarmak amacıyla sendikayı bölmüştü.

O dönemde biz Sosyalist gazetesi çevresinde yoğunlaşmış, YİS aracılığıyla işçi sınıfı içinde çalışmaya başlamış insanlar olarak, neredeyse Türkiye’deki bütün önemli işyerlerinin ve sendikaların haritasını kafamızda taşır gibiydik. Hangi iş yerinde hangi sendika var, kimler var, hangi işçi önderleri var; eğilimleri, güçlü ve zayıf yanları nelerdir? Hepsini bilirdik.

Amacımız bir yandan işçileri aydınlarla kaynaştırmak, böylece bir proletarya partisinin oluşumunu gerçekleştirecek kadroları yetiştirmek; diğer yandan işçileri satmayacak; onların mücadele araçları olacak sendikalar ve kitlesel işçi örgütleri kurmaktı.

İşte Sosyalist gazetesi çevresindeki işçi bürosu veya komitesi toplantısı benim açımdan, aynı zamanda bu çabaların ve çalışmaların da bir parçasıydı.

Ya da bu komite içindeki çalışmalar aynı zamanda bu planlarımızın da bir aracıydı.

Dolayısıyla Zeytinburnu’nda sosyalizme ilgi duymaya başlamış, bu doğal genç önderle karşılaşma rastlantısı, bu zorunluluğun bir görünümüydü.

Kenan bizim gibileri arıyordu, biz onun gibileri. Bir yerlerde bir gün bir şekilde karşılaşacaktık.

*

Ama bu anlatılanları, aynı zamanda bir başka geleneğin ve bağlamın içine de yerleştirmek gerekir.

Türkiye İşçi Hareketinde Kıvılcımlı’nın özel bir yeri vardır.

Denebilir ki Türk-iş’in gangster ve sarı sendikaları ve DİSK’in sendikalizmi ötesinde, gerçek devrimci ve sosyalist işçi hareketi ve önderleri geleneği neredeyse bütünüyle Hikmet Kıvılcımlı adına bağlıdır.

Gerçekten de, ikisi öldürülen üç önemli devrimci ve sosyalist işçi önderinin, İsmet Demir, Necmettin Giritlioğlu; Kenan Budak, birbiriyle ve Kıvılcımlı ile ilişkili olması bir rastlantı değildir.

Bu gelenek, Osmanlı döneminde, Bulgaristan ve Makedonya’da kapitalist üretimin yaygınlaşması; buna bağlı olarak işçi sınıfının, işçi örgütlerinin ve sosyalistlerin ortaya çıkışına kadar gider.

Balkanların en yoksul ve ezilen insanları olan Çingeneler, ilk proleterleşenler arasındadır. Buna bağlı olarak siyasallaşırlar ve sosyalistleşirler.

Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir kısma mübadil olarak Türkiye’ye gelen bu sınıf bilinçli Çingelener bir bakıma Türkiye Komünist Partisi’nin işçi ilişkilerinin ve tabanının esasını oluşturmuştur.

Kıvılcımlı ise TKP içindeki neredeyse teoriyle ilgilenen ve orijinal eserler veren tek kişidir ama aynı zamanda İşçi Sınıfını en başa alan en önemli kişidir.

Bu da ister istemez onun işçilerle daha sıkı bağları olmasına; TKP içinde Burjuva ve küçük burjuva sosyalizmlerinden daha farklı, özellikle Çingenelere dayanan bir işçi damarın hep Kıvılcımlı ile ilişkili olmasına yol açmıştır.

Bu damar, gecekondular kurulup da İstanbul’un etrafını kuşattığında, Zeytinburnu, Sağmalcılar, Taşlıtarla (Gaziosmanpaşa), Eyüp gibi semtlerde hep bir şekilde var olmuştur.

Bu gelenek, Türk İş’de ifadesini bulan Gompersçi; DİSK’te ifadesini bulan Sendikalist akımlar karşısında hep bir üçüncü damar olarak var olmaya devam etmiştir.

En devrimci ve sosyalist işçi önderlerinin bu damarla bağlantılı olması bir rastlantı değildir.

Kenan bu damardan beslenmeye başlamış oluyordu Sosyalist’teki İşçi Komitesi toplantısına gelerek.

*

1950’lerde gecekondular İstanbul’u kuşatmaya başlarlar. Fabrikalar ve işçi semtleri Zeytinburnu’ndan başlayarak, Silahtar ve Kâğıthane’ye, oralardan Levent’in arkalarına kadar uzanır. Anadolu yakasında da sahil şeridinin gerisinde İstanbul Ankara asfaltı boyunca fabrikalar ve bu fabrikalar civarında gecekondu semtleri oluşur.

1950’lerde gelenlerin çocukları bu gecekondu mahallelerinde büyürler. 1960’ların radikalleşmesinden etkilenirler ve onlar da politize olmaya başlarlar. Ayrıca bu radikalleşme, çoğu kez, aynı kuşaktan tüm arkadaşların, aynı mahallenin çocuklarının toplu halde radikalleşmesi biçiminde gerçekleşir. Başka koşullarda pek ala bir mahalle çetesi veya oradan bir gangster çetesine dönüşebilecek insanlar devrimcilere dönüşmeye başlarlar.

O mahalle veya semtte hangi siyasetin egemen olacağı bütünüyle rastlantısaldır. Oraya ilk kim gelmiş ve o radikalleşen gençleri ilk kim örgütlemişse oraya o siyaset egemen olmuştur. Hatta bu faşist ve devrimci ayrımında bile değişmez. Kenan, biraz daha büyük olduğu için 12 Mart döneminden önce politikleşmeye başlamıştır. Bunda muhakkak ki Alevi ve Kürt olmasının önemli bir yeri de vardı. Bu nitelikleri zaten onu ister istemez, faşistlerden uzak bir konuma itiyordu.

İşçilerle bağ kurmak gibi önemli derdi olan tek eğilim de neredeyse Kıvılcımlı adına bağlı olduğundan, Kenan “Doktorcu” olmuş ve Kenan aracılığıyla da 70’lerin başında radikalleşen genç kuşak onun önder ve örnek kişiliğinin de etkisiyle neredeyse olduğu gibi “Doktorcu” olacaktı.

Kenan’ın esas önemi, 1974 sonrasında radikalleşen Zeytinburnu’nun gençlerini etkilemiş ve örgütlemiş olmasıdır. Kendisi doğrudan İşçi hareketinin ortaya çıkardığı bir önder değildi bir İsmet Demir gibi. O Zeytinburnu’ndaki bir kuşağın önderi idi.

*

Kenan’la karşılaşıp tanıştığım günlerde, esas olarak Boğaz Köprüsü İnşaatı’nın örgütlenmesi için İsmet Demir ile çalışıyordum. Orada “Mihrici” Ortaköy Çingeneleri geleneğinden Ekrem Şikak’la birlikte çalışıyorduk. Ayrıca sık sık da İzmir’e ve Aliağa’ya gidiyordum. Bu nedenle Kenan’la 12 Mart dönemine kadar bir daha karşılaşmadık. Sıkıyönetim geldiğinde İzmir’deydim.

Sıkıyönetim gelince İstanbul’a geldim. Sosyalist gazetesinden arkadaşlarla bağlantı kurmaya çalıştım.

Bana göre yapılacak iş, hep aynıydı, sadece artık açıkça gösterilen bir adres üzerinden değil; yeni koşullara uygun olarak illegal biçimde yapılması gerekiyordu: Derleniş Komiteleri kurmalı, Proletarya Partisi kurma hazırlıklarına devam etmeliydi.

12 Mart muhtırası ve sıkıyönetim ile sadece bunu yapacağımız koşullar değişmişti.

Bu görüşlerimi görüştüğüm arkadaşlara açıklayınca, şimdilik bir şey yapmamak gerektiği, disiplinsiz olmamak gerektiği gibi görüşler dile getirilerek kendi başıma bu yönde girişimlerde bulunmamam gerektiği söylendi.

Öte yandan benimle pek ilişki de kurulmak istenmiyordu. Yeteneklerimden yararlanılmaya çalışılmıyordu. Dev Genç yöneticiliği yapmış, Filistin’e gitmiş, İsmet Demir ile beraber birçok işçi direnişlerinde ve Aliağa örgütlenme ve direnişlerinde bulunmuş; Sosyalist gazetesinin örgütlenmesinde yer almış bir devrimci militandım. Neredeyse her işten anlardım. Hem İşçi hem Öğrenci hareketinde yer almıştım; teorik yazı da yazabilirdim; teksir de basabilirdim; soğuk demircilik veya kaynakçılık da yapabilirdim; silah da kullanabilirdim, gerillalık da yapabilirdim. İlişki kurduklarımın, böyle bir militanın suyunu çıkarmaları, azami ölçüde yararlanmaları; en üst düzeyde ilişki kurmaları gerekirken, bir kenara itiliyor; pasifize edilmeye çalışıyordum.

Benimle ilişki kurmakla görevlendirilenler normal legal çalışma ve ilişkilerde bilgi ve tecrübece benden çok geri bulunan insanlardı. Ayrıca medeni cesaretlerinin bile olmadığını görüp kendilerine saygıyı bile yitirdiklerimdi. Şimdi bu gibi insanlar, askerde omuzuna pırpırı takınca önce babasını ve arkadaşlarını dövenler gibi davranıyorlar; içlerindeki kompleksleri, benimle ilişkilerinde dışa vuruyorlardı.

Bunları hissediyor; seziyordum. Bu durum beni rahatsız ediyordu ama her türlü görev için hazır olduğumdan bunları sorun etmiyordum.

Ama kendimi “bakanlık hizmetine” alınıp pasifleştirilmiş gibi hissediyordum.

Hiçbir şey yapmamaya itiraz edip, örgütlenme çalışmalarına girdiğimde, bana ne teorik ne de politik olarak ikna edici argümanlar getiremediklerinden, dolayısıyla üzerimde manevi bir otorite de kuramadıklarından bu sefer otorite kurmak için, “soyut merkez” diye bir “teori” geliştirmişlerdi beni kontrol altında tutabilmek için. Bir “soyut merkez” varmış ve ona itaat etmemiz gerekiyormuş.

Soyut merkez” kavramıyla kastettikleri Hikmet Kıvılcımlı idi. Hikmet Kıvılcımlı kayıplara karışmıştı. Bu “soyut merkez” kavramıyla, “onunla irtibatımız var, onun direktiflerine göre hareket ediyoruz sen de bizim direktiflerimize uy; bunu açıklayamayız” gibi bir şey demiş oluyorlardı böyle açıkça söylemeden. Tabii bir gün böyle olmadığı ortaya çıkarsa da bu kavramı kullandıkları için yemin etseler başları ağrımazdı. Biz öyle demedik, siz öyle yorumlamışsınız diyebilirlerdi.

Ben de böyle “soyut merkez” gibi saçma bir şey olamayacağını; Kıvılcımlı’nın dediklerinin ortada oluğunu; bizim onun yazdıklarına göre davranmamız gerektiğini söylüyordum. O zaman da beni “disiplinsiz” olmakla, “anarşist” olmakla eleştiriyorlardı.

Ne teorik ne de pratik olarak üzerimde bir otorite oluşturacak durumda olmadıklarından; argümanlarıma cevap veremeyip “soyut merkez” gibi saçma teoriler geliştirdiklerinden ben doğru bildiğimi yapıp var olan ilişkilerim üzerinden bir şeyler kurmaya çalışıyordum.

Beni kontrol altında tutamayınca, bir süre sonra bu sefer, (şimdi düşününce yine beni kontrol altında tutmak için değişik bir taktik olduğunu anlıyorum) örgütlenmekten, bunun için de ilişkilerimi kendilerine devretmem gerektiğinden söz ettiler. Sevindim ve ilişkilerimi onlara devrettim.

Ama bir süre sonra bu insanların bana soğuk ve mesafeli davranmaya başladıklarını fark ettim. Belli ki benim hakkımda onlara olumsuz şeyler söylenmiş veya imalarda bulunulmuştu.

Mesele benim için açıktı, politik eleştirilerimi, yani hiçbir şey yapmama çizgilerini eleştirmemden rahatsızdılar ve beni kontrol altına alamayınca şimdi tecrit etmeye yönelmişler, ilişkilerimi devralıp kişiliğim hakkında olumsuz bir imalarda bulunmaya ya da sözler etmeye başlamışlardı.

Benimle ilişki içinde olan Şakir Dalar veya Hidayet Kaya gibilerine, benimle normal ilişki kurulmadığından şikâyet ettiğimde ise, aksine her şeyin normal olduğu benim bunu hayal hanemden uydurduğumu söylüyorlardı.

Ben bile yavaş yavaş kendimden şüphelenmeye başlamıştım.

Olan şuydu. 12Mart gelip de illegaliteye geçilince, TİP illegal ilişkilerin başına geçmişti ve tamamen keyfi olarak kendi öznel yargılarına göre ilişkiler kuruyor. En küçük bir muhalefeti illegalitenin olanaklarından yararlanarak tecrit ediyorlardı.

Doktor’un herhangi bir örgütlenme başaramadan kaçak duruma düşmesinin sonucu illegalitenin olanaklarını kullanan ve onun gerekleri ardına gizlenen TİP kökenli Burjuva Sosyalizmi “Doktorcu”ların başını bağlamıştı. Benim gibi Dev-Genç veya YİS’ten gelenler göze batan çöp oluyordu.

Tabii o zamanlar bunu hissediyor ama bu kadar net göremiyordum

İşte bu koşullarda yapayalnız, tecrit ve kendine bile güveni kalmamış bir ortamda yaşıyor fabrikalarda çalışıyordum.

O ortamda bir gün tamamen bu çevrelerin dışındaki bir ortak tanıdık vesilesiyle Kenan’la tekrar karşılaştık. Yine hemen bir uyum ve yakınlık oluşmuştu. Bu sefer bağlantıyı koparmamak ve görüşmek için hemen anlaştık.

O zamanlar illegal çalışma geleneği ve tecrübesi bile çok sınırlıydı. Bunu kendimiz deneme yanılma yoluyla oluşturmaya çalışıyorduk. Kenan’la da eğer olur da buluşamazsak aynı yere ertesi gün ve ondan sonraki iki hafta daha, daha sonra da ayda bir gelip bekleme üzerinde anlaşmıştık. Buluşma yerimiz Haseki’deki otobüs durağıydı. (Daha sonra bu durağın neredeyse herkesin buluşma yeri olduğunu görecektik.)

Kenan’la düzenli olarak her hafta buluşmaya başladık. Kenan esas olarak bana politik ve teorik konularda sorular soruyordu. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyordum.

Kenan beni büyük bir örgütün bir elemanı sanıyordu. Ona ortada bir örgüt falan olmadığını, örgütlü veya örgütsüz yapılacak şeyin değişmeyeceğini anlatıyordum.

Dinliyor ve hak veriyor ama aynı zamanda illegalite nedeniyle benim böyle konuştuğumu sanıyordu büyük bir ihtimalle ve bu nedenle de yine illegalitenin fazla şey bilmeme, fazla soru sormama prensibi gereği bir şey sormuyordu.

Ben de ilişkide olduklarımla sorunlu olduğumu; tecrit edildiğimi daha açık anlatamıyordum. Bu da dedikodu gibi olurdu. Her zaman açık teorik ve politik mücadeleyi temel yöntem bilirdim.

Bir hücre toplantısı gibi olurdu buluşmalarımız ve konuşmalarımız. Önce bir dünya ve ülke durum değerlendirmesi yapar, sonra da yapılmış ve yapılacak pratik işleri görüşürdük.

O dönemde İstanbul’un çevresindeki sanayinin Çerkezköy’de kurulan sanayi bölgesine aktarılması söz konusuydu. Konuşmalarımızın ağırlıklı konusunu bu oluşturuyordu. Eğer şimdiden oradaki fabrikalarda ilişkiler kurar ve örgütlenirsek, ilerde orayı bir kaleye çevirebiliriz diye düşünüyor ve bunu nasıl yapacağımız üzerine de kafa yoruyorduk.

Bu konuşmalardan birinde bir akrabasının Çerkezköy’de çalıştığını ama kendisinin pek güvenilmez biri olduğunu ve sosyalist olmadığını söylemişti. Ben de bizlerin örgütlenmelerde en güvenilmez insanlarla bile birlikte iş yapmak zorunda olduğumuzu; başlangıçta güvenilmez ve kaypak insanların genellikle çok olacağını ama zamanla onların eleneceğini söyleyerek, onu akrabasıyla ilişki kurup Çerkezköy’e el atıp bağlantılar kurmaya ikna etmeye çalışıyordum. Bu akrabası sonradan DİSK’in başına geçecek olan Rıdvan Budak’tı. Benim ısrarımla ve içine pek sindiremeden onunla bağlantı kurmuştu.

Bu arada Dev-Genç davasından tutuklandım. Tutukluluk bana ilaç gibi geldi. Dışarda uğradığım tecridin bende yarattığı tahribatı tedavi etti ve tekrar güvenimi kazanmamı, her şeyi daha açık görmemi sağladı. Artık politik ve teorik eleştirilerim nedeniyle tecrit edildiğimi ve hakkımda kişisel yıpratma yapıldığını apaçık görüyordum: dışarı çıkınca onlarla bağımı koparıp bildiğim gibi davranmaya karar vermiştim.

Ayrıca Cezaevi’ne yepyeni tanışıklıklarım olmuştu. Çetin Uygur, yanlış hatırlamıyorsam, okulunu bitirdikten sonra Soma’da madende çalışmıştı. Çıkınca işçi hareketine yönelmeyi düşünüyordu. Bu nedenle önceki deneyleri tanımaya büyük önem veriyordu. Bu nedenle benimle uzun uzun konuşur; deneylerimizi öğrenmeye çalışırdı.

Selim Ergunalp de çıkınca daha sonra Kıvılcım gazetesinin çıkışında yer alacaktı. Bursa’daki işçilerle ilişkileri vardı ve daha sonraki yıllarda İşçi Hareketinde yer alacak olan Nusret Yılmaz’la bağlantıyı ilk o sağlayacaktı.

Bu dönemde daha sonra TSİP ve TKP-B’yi kuracak olanlarla ilişkilere ilişkin ayrıntılı bilgiler, TKP-B’lilerin tertiplediği “Tarihi Konuşuyoruz Sempozyumu”na sunduğum ama fiilen sansür ettikleri “TSİP ve TKP-B’nin Tarihine Katkı” başlıklı çalışmamda bulunmaktadır.

*

Dışarı çıkınca o zamana kadar bağlantılı olduğum ve beni tecrit eden “çevre” ile ilişkimi kestim. Kenan’la ilişkimi daha sıklaştırdım ve ona açıkça durumu anlattım.

Doğrusu anlatırken genellikle işçi hareketi içinden gelenlerde olduğu gibi, Kenan’da ayrılıklar ve bölünmeler dolayısıyla bir soğuma ve uzaklaşma olabileceğini de düşünüyordum. Aksine, kendisinin koptuğum çevreler hakkında doğrudan ve dolaylı izlenimleri de benim değerlendirmelerimle uyuşuyordu. Bu ilişki ve güvenimizin pekişmesine yol açtığı gibi beni de rahatlattı.

 

O dönemde koptuğum çevrenin legaldeki temsilcileri Oya Baydar ve Burhan Şahin Yeni Ortam gazetesinde köşe yazıları yazıyordu. Bu yazarlar o dönemin tek sol ve legal sesiydiler. Ama çok yanlış şeyler de yazıyorlardı. O çevre ise,  işte burjuva sosyalizmini mızrak ucu olarak kullanıyoruz; onları bizim görüşlerimizi ve politikamızı legal alanda yayıyorlar diyordu. Yani beni tecrit eden çevrenin görüşleri, Burhan Şahin ve Oya Baydar gibilerince ifade ediliyordu.

Bu görüşleri teorik olarak eleştirerek bir başlangıç yapılabilirdi. Diğer mücadele yöntemleri ise kişiliğime yönelik dedikodu ve tecritti buna karşı teorik olarak nasıl mücadele edilebilirdi ki?

Oturup bunların temel görüşlerini eleştiren birkaç yazı yazdım, bunları daktilo ile çoğaltarak, çevreme dağıtmaya başladım. Yazılar yurtlarda, öğrenci evlerinde elden ele dolaşıp okunmaya başlamıştı. Bu yazılardan elde kalan sadece Kıvılcım gazetesinde yayınlanmış, Oya Baydar’ın bir eleştirisi olan “Parti ve Çadır Üzerine” başlıklı yazıdır.

Aynı zamanda, eski doktorculardan kim kaldı, nerededir diye araştırmaya da başlamıştım.

Bir süre sonra, eskiden YİS çevresine kim bulaşmışsa hepsinin bir şekilde kenara itildiğini ve tecrit edildiğini görmüştüm. Benzer şekilde yine eski Dev-Genç’li Selahattin Okur ve Haşmet Atahan’ın da tecrit edildiğini görmüştüm. Selahattin (Okur) ve Haşmet (Atahan) ile ta DÖB’den tanışırdım, doku uyuşmazlığımız vardı. Ama siyasi bir işte kişisel ve kültürel yakınlıklar ya da uzaklıklara göre karar verilemezdi; net olarak tanımlanmış amaçlarda anlaşılıyorsa herkesle iş yapılabilirdi ve yapılmalıydı.

Böylece eski işçi ilişkilerinin kenara itilmişleri (örneğin Osman Sercan, Kemal Sarın, Ali Karşılayan) tekrar canlanmıştı. Ayrıca Kocamustafapaşa’daki Bitlis Yurdu’nda Kürt arkadaşlarla ilişkilerim vardı. Yurt bütün o bölgede faşistlerin egemenliğine karşı bir kale işlevi görüyordu. Yurdun önde gelenleri olan Vedat Orakçıoğlu ve Cemal Bayseferoğlu Kıvılcımlı’nın eserlerini okumaya başlamışlardı ve görüşlerimi büyük ölçüde benimsiyorlardı.

Aynı zamanda Bitlis yurdu ve kaldığım öğrenci evindeki arkadaşlar vasıtasıyla üniversite ve yurtlarla da geniş bir ilişki ağı kurmaya başlamıştım.

Bütün bunlar tabii ki hep Proletarya Partisi’ni yeniden örgütlemek (“reorganizasyon”) içindi.

Kıvılcımlı, partinin bir zamanlar var olduğunu ve fiilen dağılmış olduğunu yazıyor ve hiç yoktan bir örgüt yaratılmayacağını, bu nedenle partiyi yeniden örgütlemekten söz edilebileceğini yazmıştı. Dolayısıyla görev, TKP’yi Vatan Partisi programı temelinde yeniden örgütlemekti.

Bütün bu ilişkiler temelinde ne yapılabileceğini görüşüp tartışmaya başladık. Kopmuş veya tecrit edilmiş kişilerdik ama daha hala sonraki dönemde TSİP’i kuracak olan “Çevre”yi yine de konuşursak ikna edeceğimizi, birlikte hareket edebileceğimizi düşünüyor, onlara sürekli görüşme önerileri götürüyorduk. Onlar ise büyük bir kendini beğenmişlik içinde bizleri adam yerine bile koymuyorlardı.

Sonunda Kemal Sarın’ın aracılığıyla ve verdiği bir istihbaratla, onların en önde geleni, Kıvılcımlı ölürken yanında bulunan, Kıvılcımlı’nın aktarılan anılarında Yugoslavya’da gördüğü flört eden gençleri seks pazarında sanan Ahmet Camuşçuoğlu’nu bir gecekondu evinde bizimle karşılaşmak zorunda bıraktık. Büyük bir kendini beğenmişlik içinde, dediklerimiz (Yani Proletarya Partisinin Reorganizasyonu görevi) doğru olsa bile, bizlerin niteliklerimizin böyle bir girişimde yer almaya uygun olmadığını söyledi ve bizler hakkında ağıza alınmaz nitelemelerde bulundu.

Böylece bütün ipler koptu. Bir yanda daha sonra TSİP ve TKP-B olacak “ekip”, diğer yanda onların tecrit ettikleri bizler şeklinde iki çizgi net olarak ortaya çıktı.

Bütün bu dönem boyunca Kenan ile çok sıkı bir ilişki içinde bulunuyordum. Kendisine sürekli olarak bütün gelişmeleri anlatıyor fikrini soruyordum. Hemen her durumda tavrımı ve düşüncelerimi destekliyordu. En küçük bir yalpalama ve uzaklaşma eğilimi göstermemişti. Bana güven duyduğunu hissettiriyordu ve ben de ona aynı şekilde giderek daha fazla güven duyuyordum.

Bu gelişmeler üzerine, bir Kongre yapıp Türkiye Komünist Partisi’ni, Vatan Partisi Programı temelinde “reorganize” etme, yani yeniden örgütleme kararı aldık ilişkide bulunduğum (Selahattin Okur, Orhan Aydın, Haşmet Atahan gibi) arkadaşlarla. Hedef bundan sonra bu program temelinde legalde de bir hareket ve parti örgütlemek olacaktı.

Bu toplantıları da Zeytinburnu’nda Kenan’ın da büyüdüğü, Beş Telsizler mevkiinde bir gecekondu’da yapıyorduk. Aslında tuvaleti bile olmayan bir dükkândı. O zamanlar gecekondu yapanlar ilerde kiraya verme düşüncesiyle bir de ön yüzü camlı bir oda yaptırırlardı. Ama bunların çoğu dükkân olarak kiraya verilemezdi. Bunun üzerine bekâr işçiler bunları kiralardı. Tuvaleti bile bulunmayan bu dükkânlarda, camlar gazete kâğıdıyla kaplanır ve kiralık bir oda olarak kullanılırdı. Böyle bir Dükkân-Bekâr Odası’nda bütün Türkiye Komünist Partisi’nin önce hazırlıklarını ve daha sonra da toplantılarını yapıyorduk.

12 Mart dönemi de yavaş yavaş sonuna doğru geliyor; gençlikte ve işçiler arasında politikleşme ve radikalleşme ve bunan sola doğru olduğunun tüm belirtileri görülmeye başlanmıştı.

Ayrıca hapishanedeki THKP-C gibi hareketlerin militanları da giderek Kıvılcımlı okumaya ve onun dediklerine daha fazla kulak vermeye başlamışlardı.

Bugün unutulmuş olan o dönemdeki yönelişi yine Kürkçü’nün tanıklığından okuyalım:

Biz içeride kalanlar için ise Doktor, ondan sonra da bir fenomen olmaya devam etti. THKP/C içindeki bölünmede Doktor gene ortaya çıkmıştı. O zaman Yusuf ve Münir’in başını çektikleri eğilim, aslında Doktor’un tezlerinin baştan beri doğru olduğunu iddia ediyordu. Yusufla Münir’in eleştrileri büyük ölçüde Doktorun tezlerine dayanıyordu. Türkiye üzerine tahlilleri bakımından Doktor’un önemliliği, geçerliliği, vs. noktaları yeniden gündeme geldi ve biz bütün yargılamalar dönemi boyunca Doktorla birlikte yaşadık

Fakat ben şunu da söyleyebilirim: Bu eleştirileri getiren arkadaşların bir bölümü, Doktor’un kalkış noktalanndan onun hiç varmayacağı noktalara vardılar. Mesela Münir, Doktor’un vardığı politik sonuçların tam tersine ve çok uzağına gitti. Ancak onlar bunu yaparlarken, çıkar endişesiyle hareket ettikleri için değil de, ipin ucunu kaçırdıkları için oralara kadar sürüklendiler.

Yusufla Münir ilk eleştirilerini ortaya getirdikleri zaman, bizim için çok dar bir zamandı. Sürekli takip altındaydık. Bu ayrılıktan iki ay sonra Kızıldere olayı oldu. Herkes hapse girdi, ölen öldü, kalan kaldı. Bu zaman zarfında konunun pek doğru dürüst tartışılmış olduğunu sanmıyorum. Asıl yenilgi koşullarında tartışılmaya başlanmış olması, biraz da Doktor’un aleyhine oldu. Çünkü yenilginin nedenlerini mücadelenin biçimine bağlayan arkadaşlar, bunun tam karşıtını savunurken, Doktor’u kendilerine teorik dayanak yaptıklarından Dok­tor, gerçekte sahip bulunması gereken itibarın gerisinde bir düzeyden tartışılmaya başlandı.

Doktor’un görüşleri daha çok bir nevi “uzlaşma” yanlısı olanlar arasında kanıt olarak kullanılmaya başlandı. Bu da karşıt eğilimi savunanlar gözünde Doktor’u değerden düşürdü. Doktor’un kendisi, kendi hayatıyla bunu kanıtlamışken, hiç layık olmadığı bu duruma aslında biraz da Doktorcu olduklarını söyleyen insanlar yüzünden düştü. Ama bu, geri unsurlar açısından böyleydi. Aklı başında olan insanlar, Doktor’u kendi söyledikleri ve yaptıklan dışında Doktorcu’yum diyenlerin yaptıklarıyla değerlendirmediler. Doktor’un tarihsel kişiliği açısından bunların fazla önemi yok belki ama yığınların karşısına çıktığında önem kazanıyor. Doktor’un hayatı hep talihsizliklerle dolu oldu. Bu da onun için bir talihsizlikti belki.

Böylece bu sefer olsun önce başlanır; burjuva ve küçük burjuva sosyalizmlerine ipler kaptırılmazsa, belki bir şeyler yapılabilir; bir kitlesel partinin ve işçi hareketinin temelleri Böylece ilk Kongreyi toplama kararı aldık. Sanırım 15 -20 kişi arası bir katılımla Beşiktaş’ta bir apartman dairesinde, TKP’nin reorganizasyonu kongresini yaptık. Garip bir tesadüf, eski TKP’nin meşhur “Akaretler Kongresi” de yakın bir yerde yapılmıştı.

Geniş ilişkilerim nedeniyle en çok delegeyi ben getirmiştim (Osman Sercan, Kemal Sarın, Kenan Budak, Ali Karşılayan, Vedat Orakçıoğlu, Cemal Bayseferoğlu vs.). Haşmet Atahan üç kişi (aralarında Mehmet Özler vardı) getirmişti. Selahattin ve Orhan sadece kendileri gelmişti.

“Soyut merkez” gibi saçmalıklarla ve tecritlerle yitirilen iki yıl; sonra kopuş ve daktiloyla çoğaltılan bazı eleştiri yazılarıyla başlanan örgütlenme çabalarının ardından nihayet Kıvılcımlı’nın yarım bıraktığı işi tamamladığımızı; proletarya partisini reorganize etmeye başladığımızı düşünüyorduk.

Bütün bu dönem boyunca, Kenan’la hep birlikteydik.

Kenan genellikle sendikacı olarak bilinir. Ben ise onun sendikacı yanını neredeyse hiç bilmiyorum.

Kenan’ı hep gecekondu mahallesinde büyümüş bir devrimci ve sosyalist genç işçi önderi olarak tanıdım.

Bu öncü genç işçi aynı zamanda TKP’nin yeniden örgütlendiği Kongre’nin bir delegesi ve hazırlayıcılarından birisiydi.

Kanımca Kenan’ın tam 12 Mart rejimi sürerken TKP’nin reorganizasyon kongresinin delege ve hazırlayıcıları arasında olması bir rastlantı değildi ve 12 Eylül Rejimi’nde teslim olmayıp öldürülen sendikacı olması da.

*

Parti’nin beş kişilik merkez komitesinin legalde iş yapabilecek birkaç kişisinden biri olduğumdan, legalde çıkacak gazetenin örgütlenme işini üstlendim.

Bu dönemde Kenan, pek ortalıkta görülmeyen ama arkadan gazetenin örgütlenmesine en büyük yardımları yapan kişiydi. Geniş ilişkileri vardı ve bu ilişkiler bağlamında radikalleşen gençleri çıkarmaya başladığımız Kıvılcım gazetesine ve çevresine yönlendiriyordu.

Daha sonra Zeytinburnu’nun örgütlenmesinde ve İşçi hareketinde de öne çıkacak Ahmet Göral ve Adnan Arslan gibi iki yetenekli ve örgütçü sosyalist genç de Kenan’ın örgütleyip yönlendirdikleriydi.

Örneğin Adnan Arslan o sıralar Üniversite’nin yemekhanesinde çalışıyor ve topladığı emek fişlerinden bir kısmını bizlere aktarıyordu. Biz bu fişlerin bir kısmını satıyor ve gazetenin işlerine harcıyor bir kısmıyla da karnımızı bedavaya doyuruyorduk.

Gazete çıkışıyla büyük bir yankı buldu. Özellikle TSİP’i kuracak olan kadronun bizlerin eleştirilerini gizleyerek örgütlediği ve bizlerin muhalefetinden habersiz çevreler etkilenmeye başlamıştı. Bize karşı sadece kişiliğimize yönelik sözler edebiliyorlar; hiçbir argümanımızı cevaplayamıyorlardı. Burjuva sosyalizminin ancak pratikte mızrak ucu olarak kullanılabileceği ama teoride böyle bir şey olamayacağı yönündeki eleştirilerimiz etkili oluyordu. (Daha sonraki gelişmeler de bu eleştirilerimizi doğrulamıştır. TSİP Kıvılcımlı’yı reddi miras yaparak TKP saflarına katılmıştır. Kıvılcımlı’yı savunmak yine bize kalmıştır. Murat Belge ve Mihri Belli’nin Kıvılcımlı eleştirilerine tek cevap veren biz olmuştuk.)

Bunun üzerine gazeteyi fiilen engellemek için girişimlerde bulunmaya başladılar. Gazeteye gelenlere, “gazetenin arkasında illegal insanlar var, sizi kullanıyorlar; yanarsınız” gibi laflar etmeye başladılar. Bunlar elbet polisin de kulağına gidiyordu.

O sırada Ecevit hükümet kurmuştu ve bir af kanunu üzerine hazırlıklar vardı. Hükümet “biz tam da af çıkaracakken böyle bir gazete karşı tarafa silah veriyor” diyerek gazeteyi kapatacağının sinyallerini vermeye de başlamıştı.

Gazetenin gördüğü ilgi ve sağladığı toparlanma sadece devleti ve hükümeti değil; sadece o TSİP ve TKP-B’yi kuracak “Ekip”i değil; herkesi rahatsız ediyordu. DİSK, Kıvılcım’a karşı işçileri “uyaran” bildiriler çıkarmış; Kartal’da dağıtmıştı.

Hepsi bir araya geldi ve bir buçuk ay ve altı sayı çıkabilmiş bu gazeteyi çıkaran bizler tutuklandık.

Böylece aynı zamanda TSİP’in önü açılmış da oluyordu. Çünkü biz çıkmaya devam edebilsek, TSİP böyle bir emrivaki ile kurulamazdı. Türkiye tarihinin gördüğü en büyük politikleşme ve radikalleşme dalgası belki daha sağlam, Kıvılcımlı’dan beslenen bir teorik temel ve birikim üzerinde yükselebilirdi.

Elbette bizlerin bilgi ve tecrübemiz bu muazzam yükselişi göğüsleyecek çapta değildi. Ama en azından Kıvılcımlı’nın kitapları ve görüşleri küçük grupların dünyasının dışında geniş ve canlı bir hareketin teorik gıdasını oluşturabilir; o canlı hareketin dinamizmi bu teorik temelle daha üst düzeyde sentezler gerçekleştirebilirdi.

Biyolojide “kurucu etkisi” diye bir olgu vardır. Diyelim ki, ilk karaya çıkan canlının beş değil de altıparmağı olsaydı, belki bugün kullandığımız bütün ondalık sistemin yerine hala Sümerlerin altılı sistemi gibi bir sistem kullanıyor olabilirdik. Ondalık sistemimizi neredeyse ellerimizin beş parmaklı olmasına; o da yine ilk karaya çıkan canlının beş parmaklı olmasına dayanır. Belki bütün sonraki bölünmeler ve ayrılıklar yine olabilirdi. Ama çok daha geniş ve derin bir teorinin olanakları içinde.

*

Tutuklanmamızdan sonra gizli olarak kurduğumuz TKP içinde bir panik başladı ve Parti’yi tasfiye edelim diyenler oldu. Ben Parti’yi sürdürmekten yanaydım. Kenan’ın da aynı görüşü savunduğunu duyunca çok sevindiğimi hatırlıyorum. Kenan da devam diyenlerdense bu doğru olduğumuzu gösterir diye düşünüyordum.

Bundan sonra benim fazla bir politik etkim olmadı. Sen içerdesin, dışarıdaki koşulları bilmiyorsun denildi. Ben de öyledir herhalde diye düşünüp bunu kabullendim. Ama dışarıdaki yalpalamaları yanlış buldum. Bir şeyler yanlış gidiyordu. Örneğin, bizler içeri girince, TSİP’i kuracak olanlarla görüşülmüş ve TSİP’e kurucu üye verilmiş; TSİP’e girilmişti. Bu o zamana kadar yapılan ve söylenenlerle uyuşan bir durum değildi. Bence teorik olarak eleştirilere devam edilebilirdi. Ama görüşüm “içerdesin bilmiyorsun” diyerek kabul görmemişti.

Daha sonra Murat Belge’nin kıvılcımlı eleştirisi, TSİP yöneticilerinin Kıvılcımlı’ya vedası İlke’de yayınlanmıştı. Aslında bütün eleştiri ve öngörülerimiz doğrulanmış oluyordu.

TSİP’in Kıvılcımlı ile olan sözde bağlantılarını da koparması sonrası TSİP’ten kopulmuştu. Bu sefer PİM çerçevesinde bir şeyler yapılmaya çalışılıyordu.

Herkesin Kıvılcımlı’dan yüz çevirip TKP’ye yöneldiği bu dönemde, Murat Belge ve Mihri Belli’nin Kıvılcımlı Eleştirilerinin eleştirisini yaptım. Bu kitap olarak yayınlandı ve belli bir moral verip toparlanma yarattı.

Ne var ki, bu toparlanma üzerine gidilip köylü ve esnaf kafalılar tarafından kurulmuş bir Vatan Partisi ele geçirilmeye çalışıldı. Bunu da yanlış bulmuştum. Ama yine ciddiye alınmamıştım. Bunun kötü sonuçları olmuş, çatışma çıkmış, kaza kurşunuyla da olsa ölenler olmuştu. Olanları yanlış bulduğumu yine ifade etmiştim; eleştirilerimi yazılı yollamıştım ama eleştirilerimden kimsenin haberi bile olmuyordu.

Türkiye’nin en büyük radikalleşme ve politizasyon dalgasıyla dolu o yıllar böyle bir kenara itilmiş olarak geçti. Ancak 1978’den sonra Vatan Partisi’ndeki bunalım ve küçülme devam edince yazdıklarıma belli bir ilgi oluştu.

Bu yıllarda Kenan’ı bir kez görebildim. Niğde cezaevindeydim. Burhan Şahin ile bir yere gidiyorlarmış yol üzerinde uğramışlar ziyaret günü var diye. Galiba bir bayram günüydü. Açık görüş vardı. Kenan yine şık ve güleçti ama eskisi gibi değildi. Bir devrimciden ziyade bir radikal sendikacı karşısında olduğum duygusuna kapıldım.

Örneğin önceden her buluşmamızda teorik ve politik konularda bana hep bir şeyler sorardı. Ama bu sefer pek bir şey sormamıştı. Sendikacılığın küçük dünyasının sorunlarına boğulduğunu hissedip üzülmüştüm. Teori ve politikaya bu ilgisizlik sonunda sendikalizmle sonuçlanırdı çünkü.

Yazılanlardan ve anlatılanlardan çıkardığım kadarıyla Deri-İş’in başında ve DİSK içinde olduğu dönemde sanırım böyle bir dönemi olmuş. DİSK içinde hep devrimci sendikal muhalefet tarafında olsa da sendikalist bir eğilimin etkisine girdiğinden söz edilebilir. Zaten bir sendikacı olanca buna direnmek kolay değildir.

Böyle bir yalpalama göstermesinde o sendikacıların dünyasına girmesinin belli bir etkisi olabilir elbette ama kanımca aynı zamanda Vatan Partisi’nin politik hattın ve teorinin Kenan’da belli bir güven yaratamamasıyla ilgilidir. Yaşanan yalpalamalar da belli bir güvensizlik yaratmış olmalıdır. Parti’nin çalışmalarından uzak durmuş.

Yine de Kenan’ın tamamen bir sendikaliste dönüştüğü söylenemez. DİSK içinde hep sol kanattaki sendikalar muhalefeti içinde yer aldı.

Kenan, 12 Eylül gelip de sendikalar ve sendikalizmin maddi temeli darmadağın olduğunda; üzerinde eğreti bir elbise gibi duran sendikalist etkiden kurtulmuş; anlatılan ve yazılanlardan çıkardığım kadarıyla 12 Mart döneminde tanıdığım Kenan’a benzemiş olmalı.

En güvenilmez sendikacıları bile bir bildiri için bir araya getirmeye çalışması çok önemli bir politik örgütçüye dönüşmeye başladığını gösteriyor.

Sanırım tam da bunun için öldürüldü.

Devletin istihbarat güçleri her zaman çok bilinçlidir. Devletin esas korktuğu: politik ve toparlayıcı bir işçi hareketinin ortaya çıkışıdır.

Bir “Aydınlar Bildirisi”nin nasıl ses getirdiğini; nasıl bir moral kaynağı olduğunu 12 Eylül sonrası dönemi hatırlayanlar bilir.

Kenan, eğer diğer Çetin Uygur gibi devrimci ve sosyalist sendikacılarla birlikte öncü işçilerin ve teslim olmamış sendikacıların böyle bir bildirisini hazırlayabilip çıkarabilseydi, bu ilerde bir işçi hareketinin yükselişinde dayanılacak bir gelenek, bir başlangıç noktası oluşturabilirdi.

Anlatılanlardan Kenan’ın yapmaya çalıştığının bu olduğu görülüyor.

08 Temmuz 2014 Pazartesi

Demir Küçükaydın

 




Bu e-posta virüs ve zararlı yazılım içermez, çünkü avast! Antivirüs koruması devrede.


Demir Kucukaydin - Kenan Budak.rtf
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages