MEVLİD KANDİLİ ÖZEL SOHBETİ
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine; ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının; şehid olan yavrularımızın rûh-i şerîflerine; cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine; hâssaten Efendimiz’in dünyayı şereflendirdiği bu Rabîulevvel Ayı’nın ümmet-i Muhammed için bir huzur, saâdete vesîle olması; dînimizin, vatanımızın, milletimizin, şerirlerin şerlerinden muhafazası, bu niyaz, bu duâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Efendim, çok muhteşem bir ayın içine girdik. Cenâb-ı Hak -inşâallah- bu ayın bereketini, rahmetini ümmet-i Muhammed üzerinde tecellî ettirir.
Üç sefer salevât-ı şerîfe ile başlayalım:
Ol Seyyidü’l-Kevneyn Muhammed Mustafa’ya salevat!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ
Ol İmâmü’l-Harameyn, Muhammed Mustafa’ya salevat!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ
Ol Ceddü’l-Haseneyn, Muhammed Mustafa’ya salevat!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ
Bu müstesnâ ayımız, günlerimiz; vatanımız, milletimiz, bütün İslâm dünyasına rahmet, bereket ve hayırlara vesîle olmasını Rabbimiz’den niyâz ediyoruz.
Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu; müslüman ve insan olarak dünyaya geldik. 124 bin küsur peygamberin en yücesine, bir bedel ödemeden, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla ümmet olduk. Cenâb-ı Hak, kulunu halîfe olarak yarattı. Yani kendine en yakın bir varlık olacak. Onu Cennet’te ikram edecek.
Üç tane yardım Cenâb-ı Hak ihsan eyledi.
Birincisi; Kur'ân-ı Kerîm. Bütün suhufların, kitapların en yücesi. Ümmet-i Muhammed’in ders kitabı. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği mektup.
İkincisi; bu yaşadığımız cihan. Bu dünya ilâhî bir dershâne, her şey bir ibret. Kalbi olan kişiler için hikmet ve sırlar âlemi, mikrodan makroya kadar.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de insanlığa gönderilmiş hidâyet muallimi, medeniyet muallimi, fiilî Kur'ân-ı Kerîm, Kur'ân-ı Kerîm’in fiilî tatbikâtı. Cihan dershânesinde rahmet peygamberi. Cenâb-ı Hakk’ın büyük ihsanı ve büyük bir lûtfuna müstağrak durumdayız.
Bu Velâdet Kandilini idrâk etmek, her şeyden önce Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmanın sevincini yaşamak, vecd ve huzurunu gönülde duyabilmek.
Zira -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın insandaki eşsiz bir mucizesi. Kur'ân-ı Kerîm kelâmda bir mucizesi. Kâinat fiilde bir mûcizesi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de insandaki eşsiz bir mucizesi, bir sanat harikası. Bir insanlık âbidesi. Hayatıyla Kur’ân’ın canlı bir tefsiri. Güzel ahlâkın en güzel bir misali.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân-ı nâtıktır. O’nun sünneti, Kur’ân’dan sonra dînin ikinci kaynağıdır.
Dolayısıyla Efendimiz olmadan gönlümüzde, hayatımızda, istikâmetimizde, İslâm’ı lâyıkıyla anlamamız mümkün değil. İslâm’ın derinliğini kavramamız mümkün değil. Özü idrâk etmemiz mümkün değil.
Abdullah bin Deylemî Hazretleri, bu Sünnet’in ehemmiyetini şöyle îzah eder:
“Dînin zayıflayıp gücünün kaybolmasının başlıca sebebi, Sünnet’in terk edilmesi olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihayetinde kopması gibi, din de Sünnet’lerin tek tek terk edilmesiyle ortadan kalkmaktadır.” (Bkz. Dârimî, Mukaddime, 16)
Dolayısıyla bugün bizler, Efendimiz’i yakından tanımaya, gönüllerimizi O’nun sevgisiyle yeşertmeye, kalplerimizi O’nun muhabbetiyle ihyâ etmeye gayret etme durumundayız. Ahlâkımızı O’nun ahlâkıyla güzelleştirmeye, duygu ve hislerimizi O’nun eşsiz gönül dünyasıyla terbiye etmeye gayret etmeliyiz. Zira şu bir hakîkat ki, kulu Allâh’a muhabbet deryasına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:
“(Rasûlüm!) De ki (ümmetine); Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz, Allah da o zaman sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, beşer/insan idrâkinin hem içindedir, hem dışındadır, bir âbide.
Beşer idrâkinin dışındadır; zira O, insanlığın O’nu lâyık olarak idrâk etmesi mümkün değildir. Yani kelimelerin mahdut imkânlarıyla O aziz varlığı îzahtan insanlık âcizdir.
O Cenâb-ı Hakk’ın -okunan âyette- Allâh’ın ve meleklerinin salât ettiği bir kişidir. (Bkz. el-Ahzâb, 56) Habîbullah’tır.
“Benim bildiğimi bilseydiniz, (yemezdiniz, içmezdiniz) sahralara düşerdiniz…” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Yani Rasûlullah Efendimiz’i, O’nu idrâk edebilmek, beşer idrâkinin dışındadır.
Beşer idrâkinin içindedir, diğer taraftan, diğer yönden baktığımız zaman. Zira insan, muhabbeti ölçüsünde O’nu kalben tanıyabilir.
İşte gerçek siyer-i Nebî de O’nu kalpten tanıyabilmektir. O’nu tanıyabilmenin zirvesi de ashâb-ı kirâm, hâssaten Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’tır.
İmam Kastalânî Hazretleri bu ay için güzel bir hâdise naklediyor:
Abbas -radıyallâhu anh- Ebû Leheb -kardeşi- onu rüyada görür. Abbas -radıyallâhu anh- sorar:
“‒Kardeşim, nasılsın der, Ebû Leheb, nasılsın?” der.
“‒Cehennem’deyim der, çok acı bir azâbın içindeyim der. Sadece pazartesi günleri parmak aralarımdan bir su çıkıyor, o suyu biraz emiyorum, biraz ferahlıyorum. Zira cariyem Süveybe, Muhammed’in (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) dünyaya teşrif ettiği gece geldi, bir yeğenin dünyaya geldi diye bir müjde verdi. Ben sırf akrabalık münasebetiyle sevindim; «Süveybe, serbestsin.» dedim…”
O zaman Araplarda sayı çok mühimdi, akrabalık sayısı.
اَلْهٰیكُمُ التَّكَاثُرُ حَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ
(“Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.” [et-Tekâsür, 1-2])
Gidip kabirdeki ölüleri bile sayarlardı, övünmek için.
“…Ben de bu bir övünç vesîlesi, bir nüfus daha çoğaldık diye Süveybe’ye serbestsin dedim. Sırf bu akrabalık asabiyeti dolayısıyla, benim pazartesi günleri parmak uçlarımdan su çıkıyor, emiyorum ve ferahlıyorum.” (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125)
İmam Cezerî Hazretleri buyuruyor ki:
“Bir diyor, kâfir diyor, bir Allah ve Rasûlullah düşmanı diyor, sırf diyor, akrabalık asabiyetiyle sevinmesi dolayısıyla pazartesi günleri (azâbı) hafifletiliyorsa, bir mü’min bu Rabîulevvel ayında Rasûlullâh’a olan -sallâllâhu aleyhi ve sellem- muhabbetini artırır, bir şükrâne olarak sadakalar tevzî eder, infak eder, sohbetlerde bulunur, Kur'ân-ı Kerîm’i terviç eder, Kur'ân-ı Kerîm’e daha çok ehemmiyet verir; kim bilir Cenâb-ı Hak bu Rabîulevvel ayında ne büyük, mü’mine ecirler ihsan eder.”
İşte -elhamdülillâh- böyle bir ayın içine girmiş bulunmaktayız. Ve bu ay, işte başından sonuna kadar devam edecek -inşâallah-.
İbn-i Abbas diyor ki:
“Cenâb-ı Hak diyor, hiçbir peygamberin ömrüne yemin etmedi diyor. Yalnız Rasûlullah Efendimiz’e «لَعَمْرُك» O’nun hayatı üzerine yemin olsun buyurdu.” diyor. (Bkz. el-Hicr, 72)
Asrına yemin ediyor, “وَالْعَصْرِ” (el-Asr, 1) buyuruyor.
Beldesine yemin ediyor.
O’nun peygamberliğine yemin ediyor. “Sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4) diyor Yâsîn Sûresi’nde.
Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’in istikâmetinde hayatını yönlendiren kişiler için de:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkāf, 13; Yûnus, 62)
Yani Cenâb-ı Hak’la dost olanlar, Rasûlullah Efendimiz’le dost olanlar, onlar bu, ölüm merhalesi, kabir, diriliş, kıyamet, zor zamanlar, onlara:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkāf, 13; Yûnus, 62) buyuruyor.
Efendimiz’in o nezih, muhteşem hayatından birkaç misal vermek arzu ediyorum.
Bir defa insanoğlu kardeşliğin ne olduğunu O’ndan öğrendi. Çünkü Efendimiz buyuruyordu, din kardeşlerinden birini üç gün görmese onu sorardı. Bize tavsiyesi aynı şekilde. Uzaktaysa, seyahatteyse ona duâ ederdi. Evindeyse ziyaret eder, hastaysa şifa dilerdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)
Yine Rasûlullah Efendimiz, ümmetinin boş vakti olmasını arzu etmiyor. Çünkü bir sefere mahsus bu dünya ve imtihan hayatı. Kabirde ve âhirette bir imtihan yok. Onun için:
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
“Bir hayrı bitirdiğin zaman diğer bir hayra koş, Allâh’a yönel.” (Bkz. el-İnşirâh, 7-8) buyruluyor âyet-i kerîmede.
Onun için Efendimiz sık sık sorardı:
“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?
Bugün bir aç doyurdunuz mu?
Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?
Bugün bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)
Buna benzer daha birçok Efendimiz, bir mü’minin boş vakti olmasını, ziyan etmesini zamanını istemiyor. En büyük israflardan biri de zamanın israfıdır.
Efendimiz’in diğer bir hususiyeti ve tavsiyesi:
Beşeriyet/insanlık; gerçek adâlet, hak-hukukun ne olduğunu O’ndan tahsil etti.
Bazen kendisiyle misal verirdi, ümmete misal olması için. Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret ettiler. Oradan Ravza’ya döndüler -vefâtına yakın-. Ashâbı topladılar. Ashâbına buyurdular ki:
“Nihayet ben de sizin gibi bir insanım. Aranızdan bazılarının üzerime hakkı geçmiş olabilir, farkında olmadan, bilmeden.”
Üstündeki örtüyü attı sırtındaki.
“Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin malını bilmeden almışsam, işte malım, gelsin alsın…” (Ahmed, III, 400)
Velhâsıl kendi hayatıyla bir hak-hukuk tevzii hâlindeydi, kendi hayatını misal vererek.
Efendimiz’in diğer hususiyeti:
Kendisini toplumdan mes’ûl görüyordu. O’ndaki nezâket, zarâfet, bambaşka bir güzellik arz ediyordu. Muhataplarında gördüğü hatalarda, onların kusurlarını, onları aslâ aslâ azarlamazdı. Hattâ bazen hatayı kendine izâfe ederdi:
“Bana ne oluyor ki ben böyle görüyorum.”
Yahut da:
“Falanca, falanca, falanca niye böyle böyle yapıyor?”
Nasıl, ne güzel bir terbiye metodu…
Yine bize misal:
Efendimiz’in ömrünün her ânı hizmetle geçti. Hizmet edenleri de çok severdi. Mescid-i Nebevî yapılırken kendisi de taş taşıdı. Hattâ bir sahâbî geldi:
“Biz taşırız yâ Rasûlâllah, zahmet etmeyin.” deyince;
“‒Yok dedi, ben de Allâh’ın rahmetine muhtacım.” buyurdu. (Bkz. Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333)
Hizmet edenleri de çok severdi. Mescid-i Nebevî’yi temizleyen bir hanım vardı, kumluğu yıkardı, kumları temizlerdi. Onu göremeyince Efendimiz sordu:
“‒Burada bir hanım vardı, nerede bu hanım?” dedi. Efendimiz’e:
“‒Vefât etti.” dediler.
“‒Niye haber vermediniz?” dedi.
“‒O zaman kabrini gösterin.” buyurdu. Kabrine gitti, duâ etti:
“‒Etrafındakiler de fayda gördü.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 67)
Yani sonsuz, Efendimiz’in, biz anlatamayız O’nun zarâfet, incelik, hassâsiyetini…
Yine Efendimiz’in vefâsının misallerinden bir misal.
Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:
Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ziyaret maksadıyla yaşlı bir kadın geldi. Aralarında çok sıcak ve samimî bir sohbet geçti. Yaşlı kadın ayrıldıktan sonra:
“‒Yâ Rasûlâllah, bu kadına çok alâka gösterdiniz, kim olduğunu merak ettim.” dedim. Buyurdular ki:
“‒O, Hatîce -radıyallâhu anhâ- hayatta iken bize gelip giderdi.” Sonra buyurdu:
“Biliniz ki vefakârlık îmandandır.” (Hâkim, I, 62/40. Ayrıca bkz. Buhârî, Edeb, 23)
Diğer bir hususiyeti Efendimiz’in:
Köleler ve efendiler şeklinde toplumu parçalayan bir kast sistemi, bir sınıf farkı aslâ, aslâ yoktu. Hattâ harp esirlerine, yediğinizden yedireceksiniz, giydiğinizden giydireceksiniz, yük vermeyeceksiniz, eğer hoşunuza gitmiyorsa âzâd edeceksiniz. Âzâd ederseniz çok ecirler var, buyururdu. (Bkz. Vedâ Hutbesi)
Efendim, Medîne-i Münevvere’nin çarşısında bir köle satılıyordu. Harp esiri, köle müslüman olmuştu. İri-yarı, güçlü-kuvvetli, müheykel bir köleydi. Köle, kendisini satın alacaklara iki şey teklif ediyordu. Dünyaya ait bir şey değil; ezan okunduğu zaman bana müsaade edeceksiniz, gidip Allah Rasûlü’nün mescidinde namaz kılacağım. Bu namazı da Allah Rasûlü’nün arkasında kılacağım cemaatle.
O şekilde devam ediyordu. Bir gün Efendimiz köleyi göremedi. Efendisine sordu:
“–Efendi, nerede kölen?” dedi. Yani ona iş veriyorsun, bırakmıyor musun gibi…
“–Yâ Rasûlâllah dedi, hasta.” dedi.
“–Haydi o zaman hepimiz gidip köleyi ziyaret edeceğiz.”
Öyle bir şey yoktu o zaman. Köle, istihkār edilen, hakir görülen bir insandı.
Bir müddet sonra tekrar göremedi. Tekrar sordu:
“–Kölen nerede efendi dedi, göremiyorum.” dedi.
“–Yâ Rasûlâllah, sekerât/ölüm hâlinde.” dedi.
“–Haydi, tekrar gideceğiz.” dedi.
Tekrar cemaati topladı. Gittiler. Köle son nefesini verdi, Efendimiz’in huzûrunda vefat etti.
Efendimiz, onun yıkanıp, yıkanmasına kadar, bitmesine kadar başında durdu. Cenâze namazını kıldırdı. Gömülene kadar başında durdu.
Mekkeliler dediler ki:
“–Biz, canımızı-malımızı Allah yolunda feda ettik. Hikmeti nedir; Allah Rasûlü bu köleye bizden daha çok îtibâr etti?”
Medîneliler dediler:
“–Biz, canımızı-malımızı bezlettik, cömertçe harcadık. Her inen âyete « سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا(işittik ve itaat ettik)» dedik. Allah Rasûlü bu köleye bizden daha çok îtibâr etti.”
O zaman âyet-i kerîme indi:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُم
“…Allah indinde en keremliniz, müttakî/takvâ sahibi olanınızdır.” (el-Hucurât, 13)
Demek ki burada takvânın iki alâmetini görüyoruz:
Bir; namaza devam, vecd ile devam, bir heyecanla devam.
İkincisi; Rasûlullah Efendimiz o kölenin gönlünde ne kadar var ki daima Rasûlullah Efendimiz’le beraber olmak arzusu, her fırsatta.
Demek ki namaz çok mühim. Namaz, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan bir vazifemiz. Bir şükran vazifemiz, bir teşekkür. Aynı zamanda kendi istifâdemiz… Beden ve kalp ahengi içinde kılınan bir namaz, kulu fahşâdan ve münkerden koruyor. Bir de namaz bize röntgen olacak. Nasıl namaz kıldığımızı hâlimizle görmüş olacağız. Ne kadar nefsânî hayattan uzaklaştık, ne kadar Rahmânî duygularla bir müzeyyen hâldeyiz?
İkincisi de gönlümüzde Allah Rasûlü ne kadar var? Ne kadar seviyoruz? Ne kadar tatbik ediyoruz? Hattâ bir gün Ebû Zer, gafleten kölesine sert davrandı, harp esiri.
Dedi ki Efendimiz:
“Ebû Zer dedi, sen hâlâ câhiliye âdeti üzere misin dedi. Allâh’ın yarattığına zarar verme buyurdu. Meşrebine uymuyorsa onu âzâd et. Fazla yük yükleme, yüklediğinde ise ona yardımcı ol.” (Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eymân, 38; Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124)
Bugünkü bir harp esirine bakalım. Bugünkü nasıl mâsum insanları esir alıyorlar, nasıl onları bir sefâlete… Hangisi medeniyet?
Efendimiz’in “Vedâ Hutbesi” bir insanlık beyannamesidir. Hâlbuki insanların yaptığı bütün anayasalar, nizamnâmeler, zamana uyum sağlamadığı veya eksik kaldığı için devamlı değiştirilmektedir. Fakat Efendimiz’in hayat ölçüleri ve kâideleri, her asırda canlılık ve tazeliğini korumaktadır.
Diğer bir husus:
Efendimiz:
“Ben diyor, rahmet ve savaş peygamberiyim.”
O en çetin savaşlarda bile rahmet ölçüleri getirdi. Savaşta bile merhamet ve şefkat tevzî etti.
Nitekim Bedir’de, Bedir Harbi’nde, bir gün evvel, kılıç kılıca geleceği Mekkeli müşrikler, harp başlamadan bir gün önce gelip Efendimiz’in bulunduğu kuyudan su istediler. Sahâbe vermek istemedi. Efendimiz verdi. Daima merhamet…
Yine bir husûsiyeti:
Bir gün Uhud’da iki tane dişi kırıldı, bir kanca yanağına girdi.
“–Yâ Rasûlâllah dediler, lânet et dediler. Bedduâ et!” dediler.
Efendimiz buyurdu:
“–Ben lânetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim.” (Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118)
Yine Tâif’te, yine irşâda gittiği zaman, yine taşladılar. Melekler:
“–Şu iki dağı birbirine vuralım, helâk olsun buranın halkı!” dediler. Melekler indi.
“–Yok dedi, ben dedi rahmet peygamberiyim.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)
Yine Efendimiz’in gönlü daima affetmekteydi, muazzam bir derya misali. Mekke Fethi’nde 20 küsur sene zulmedenlerle karşı karşıya geldi. Onların bir kısmı arkasına geçti, büyükleri:
“–Bizim için ne var?” dediler.
Efendimiz:
“–Af var.” buyurdu.
“–Sen ne muhteşem kardeşsin!” dediler. (İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)
Tam kısas yapma, 20 senenin kısas yapma zamanıydı. Hattâ kızı Zeyneb’i deveden düşürüp çocuğunu düşürttürdü, kanlar içinde kaldı Zeyneb -radıyallâhu anhâ- annemiz. Hebbâr bin Esved geldi, onun kâtili, kelime-i şehâdetle geldi. Efendimiz:
“–Âzadsın, serbestsin.” buyurdu. (Bkz. Vâkıdî, II, 857-858)
Yine bir, Mekke Fethi’nden sonra bir kişi geldi Efendimiz’i görmeye, titremeye başladı mânevî heybetinden.
“–Titreme dedi, korkma dedi, huzurlu ol dedi. Ben bir hükümdar değilim dedi. Ben bir kral değilim dedi. Ben dedi, Mekke’de dedi, kuru et yiyen dedi, senin komşunun ben bir yetimiyim.” dedi. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 64)
Efendimiz’in bütün mahlûkâta Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla bakması vardır. Hep bizlere misal. Yanık karınca yuvası gördü, hayret etti:
“–Allâh’ın verdiği canı yakmaya kimin hakkı var?” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)
Mekke Fethi’ne giderken yolda dişi bir köpek, yavrularını emziriyordu. Orduya, “Öbür taraftan geçin!” buyurdu.
Deve üzerinde sohbet eden insanlar gördü:
“–Niye hayvanlara eziyet ediyorsunuz, yerde oturup sohbet etseniz olmaz mı?” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 439)
Zekât develerini teslim ederken:
“–Bunların sakın ha üzerinde toz-toprak bırakmayın. Sütlerini sağarken de tırnaklarınızı kesin, hayvanın memelerine batırmayın.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)
Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanan Hak dostları da aynı minval üzerindeydi. Meselâ Bayezid-i Bistâmî Hazretleri’nin önünde bir merkep dövüyorlardı. Merkebin bacaklarından kan akmaya başladı. Öbür tarafta Bayezid-i Bistamî Hazretleri’nin de, onun da ayaklarından kan akmaya başladı. İn’ikâs…
Yine bir ağacın altında yemek yediler Bayezid-i Bistamî Hazretleri, yola devam ettiler. Baktı, torbanın üstünde bir tane karınca dolaşıyor. “Ben dedi, bu karıncayı vatan-cüdâ ettim.” dedi. Döndü, karıncayı ağacın altına bıraktı.
Bunlar nedir?
İşte Allah Rasûlü’nün ahlâkı.
Dünyada en mesut âile, Allah Rasûlü’nün âilesiydi. O yuvada dünyaya ait bir şey yoktu. Tevekkül vardı, teslîmiyet vardı, istiğnâ vardı, infak vardı, cömertlik vardı. Hanımları ayrı memnundu. Yavruları… Hiçbir baba, evlâdını, Fâtıma Vâlidemiz’i sevdiği gibi sevemez. Hiçbir evlât babasını sevdiği gibi, Fâtıma’nın sevdiği gibi Efendimiz’i, sevemez. Hiçbir… Kızları da aynı şekilde, bütün kızları.
Demek ki orada ne vardı? Bir takvâ yaşanıyordu. Takvâ yaşandığı için de Allâh’ın yardımı geliyordu.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
(“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senʼden yardım dileriz.” [el-Fâtiha, 5]) tecellî ediyordu.
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- geldi gördü ve ağlamaya başladı. Hasırın lifleri(nin izi) üzerine çıkmıştı.
“–Ne ağlıyorsun Ömer?” dedi.
“–Yâ Rasûlâllah dedi, krallar dedi, kayserler dedi, kisrâlar dedi, saraylarında binbir saltanat içinde, siz ise bir hasır üzerinde hayatınızı yaşıyorsunuz, lifleri(nin izi) üzerinize çıkıyor.” dedi.
“–Ömer dedi, bırak dedi, dünya onların olsun dedi. Esas olan hayat, âhiret hayatıdır.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, X, 162)
Velhâsıl bu şeye baktığımız zaman bu minvâl üzerinde, bir müslümanda aslâ, aslâ, bencillik olmayacak. Kibir olmayacak. Lüks, gösteriş olmayacak. Tevâzu olacak. Bencillik olmayacak, fedakârlık olacak. Cimrilik olmayacak, cömertlik olacak. İsraf olmayacak, kanaat olacak.
Yine diğergâmlık…
Âişe -radıyallâhu anhâ- buyuruyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âile efrâdı, Medîne’ye geldiği günden vefât ettiği âna kadar üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)
Dileseydik doyabilirdik. Fakat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devamlı îsar hâlindeydi. Nerede bir garip var, nerede bir Kur’ân talebesi var, nerede bir muhtaç var, onlara tevzî ediyordu. Tevzî ederken de kendi açlığını unutuyordu. Onları sevindirmekle Allah Rasûlü doyuyordu.
Bir ressam bir tablo yapar. Galeriler açılır. Herkes seyreder. “Aman ne kadar muazzam bir ressammış!” denir vs… Hâlbuki esas seyredilecek, temâşâ edilecek, hayran olunacak ise Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. O’nun her hâli…
Efendimiz’in gönlünde ne vardı? Bizim gönlümüzde ne var? İşte ashâb-ı kirâm Efendimiz’in gönlündekine de, kendisi o gönle sahip olma gayreti içinde oldu. Bizim gönlümüzde ne var, Efendimiz’in gönlü nasıl? Bizim gönlümüzde ne var?
Efendimiz’in gönlünde, hidâyet mahrumlarını ebedî kurtuluşa kavuşturmanın gayreti vardı.
Bir köle müslüman oluyor Tâif’te, seviniyordu; bir kişi daha kurtuldu -elhamdülillâh- diyordu.
Kendisi taşlandı. Hemen Mekke’de fuar vardı. Mekke’de fuara indi. “Aman dedi alın dedi, burada terör var, size ben anlatamıyorum. Beni alın memleketinize götürün, ben size nurlu hidâyet yollarını göstereceğim.” buyuruyordu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 19-20)
Başka ne vardı?
Hidâyetle şereflenmiş, fakat henüz takvâya erişmemiş müslümanları irşâd etme gayreti vardı. Onların îmanlarını tekâmül ettirme gayreti vardı.
Dertlilerin derdine derman olabilme azmi vardı. Özellikle de ümmetinin garipleri, kimsesizleri, mağdurları, muzdaripleri, hastaları ve yoksullarına kol-kanat germe mes’ûliyeti vardı. Gözü yaşlı mâsumlar, çaresiz yaşlılar, himâyesiz dullar, sahipsiz yetimler, çile ve ıztırap altında inleyen kanadı kırıklar, onlar için bir tesellî kaynağı oluyordu.
Zâlimlerin zulümlerine engel olma vardı. Mazlumların imdadına yetişme vardı. Hakkı tutup kaldırma dâvâsı vardı.
Düşmanlıkları kardeşliğe döndürme, gönüller arasında yıkılmaz muhabbet köprüleri inşâ etme vardı.
Bunlar Efendimiz’in emsalsiz şahsiyetinden birkaç tane… O, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet).
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])
Bu cihan O’nun gibi müstesnâ bir gönlü hiçbir zaman görmedi ve göremeyecek kıyamete kadar. Ve yer-gök O’nun gibi muhteşem bir gönle şahit olmadı.
Kendimizi bir muhasebe edelim. Bugün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyabilirsek, yani O’nun yaşadığı gibi yaşama gayretinde olursak, yarın Mahşer’de O da bizi tanır. Havz kenarında bizi kabul eder. Gönlümüz O’nu görecek kıvamda olursa, O da bizi görür ve bize nazar eder. O’nu duyar, dinlersek, O da bizi ihsânıyla âbâd eder. O, çok çok ümmetine düşkündü.
“…Kabrimde buyuruyor, kıyamet kopuncaya kadar, İsrâfil Sûr’u üfleyinceye kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim...” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
“…Bana diyor, sizi güzel hâlleriniz gelir, sevinirim. Menfî amelleriniz gelir, sizin için istiğfar ederim.” (Bkz. Heysemî, IX, 24)
Bir annenin-babanın muhabbetinden, şefkatinden çok daha öteye.
Bizden de ricâsı:
“Aman, sakın (günah işleyerek) kıyamet günü benim yüzümü kara çıkartmayın.” buyuruyordu. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Efendimiz bize iki emanet bırakıyor. Buyuruyor:
“Size iki şeyi bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe aslâ dalâlete/sapıklığa/yanlışa düşmezsiniz…”
Bu Efendimiz’in iki vasiyeti bize.
“…Kur’ân ve Sünnet’i size vasiyet olarak bırakıyorum.” buyuruyor. (Muvatta’, Kader, 3)
Tabi bu, yaşandığı zaman Kur’ân ve Sünnet, Cenâb-ı Hak topluma büyük huzurlar verdi. Meselâ bir Hulefâ-i Râşidîn devri 30 sene. Ömer bin Abdülaziz zamanı, 2 sene. Osmanlı’nın ilk üç asrı. 24 milyon kilometre (kare)ye çıkıyor topraklar ve bir huzur… Fakat Kur’ân ve Sünnet’in hayat veren ikliminden uzak kalındığı zaman, insan insanlık hüviyetinden uzaklaşıyor. Gönlü de mânen çoraklaşmaya başlıyor. İnsan, ancak Kur’ân ve Sünnet’i yaşamak ve yaşatmakla ihyâ olur, kemâl bulur. Kulluk vasfında liyâkat sahibi olur. Bunun için evvelâ düşüneceğimiz, üzerinde kendimiz için düşüneceğimiz hususiyetler:
Başta, akıl:
Akıl bir vasıta. İki uçlu bir bıçak gibidir. Hem hayra hem şerre… Aklın selâmeti, aklı vahyin içinde, yani Kur’ân ve Sünnet’in içinde kullanabilmektir. Zira eğer aklı vahyin ölçülerine göre kullanamazsak o, idrâki öldürür. İnsanı nefsin girdaplarında felâkete sürükler.
Diğer bir husus, gönül:
İlâhî bir nazargah olan gönlü dergâh hâline getirebilmek. Rasûlullah Efendimiz’in gönlü zirvede. Bütün mahlûkâtı içine alabilmesi. Onların sevinciyle sevinmesi, kederleriyle, duygularıyla duygulanması.
Ashâb-ı kirâm diyorlar ki:
“–Biz hepimiz merhametliyiz.” Hepimiz şefkatliyiz.
“–Yok.” diyor Efendimiz. Çoluk-çocuğumuza, ailemize…
“–Yok diyor, esas merhamet-şefkat diyor, âm ve şâmil merhamettir. Allâh’ın bütün mahlûkâtına…” İnsan, arkadan hayvanat. (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)
Diğer insanlar bizim insanlıktaki eşimiz. Gönül de onların zulüm görmesine aslâ râzı olmaz, bir mü’min gönlü.
Velhâsıl bir mü’min gönlünü dergâh hâline getirecek. Orada bütün mahlûkat, o gönlün içinde olacak. Gönlü dûn, duygusuz hâle getirmek, kalbin hassasiyetini yok eder, kalbi katılaştırır, menfaatperest hâle getirir. Katı kalpli bir insan da -Allah korusun- Cenâb-ı Hak’tan da uzaktır, insanlardan da uzaktır, her şeyden uzaktır.
İmâm-ı Rabbânî’nin bu hususta güzel bir îkâzı var:
“Şunu iyi biliniz ki buyuruyor, kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. Onun mukaddes Zât’ına kalpten daha yakın hiçbir şey yoktur. O hâlde ister mü’min olsun, ister âsî olsun, kalbe eziyet etmekten sakının. Komşu âsî de olsa himâye edilir. Aman bundan uzak durun buyuruyor. Zira küfürden sonra kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka günah yoktur. Zira kalp, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilen varlıkların en yakınıdır.” (Bkz. İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 326, no: 45)
Yunus Emre’nin de ne güzel bir îzâhı var:
Gönül Çalab’ın tahtı… Çalab, Allah mânâsına.
Gönül Çalab’ın tahtı
Çalab gönle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim onu yıkar ise
Hafazanallah!..
Kur’ân-ı Kerîm bize bütün ilimlerin hikmet tarafını açıklar, telkin