...:::Ajans Medya Takip:::... Günün Manşetleri
|
Millete neyi göstermek gerekiyor? Posted: 03 Oct 2010 01:35 PM PDT Osmanlı İmparatorluğu, çöküş sürecini durduramadı. Çünkü o zaman da Osmanlı’nın çöküşü bir Batı projesiydi. Hatta, orduların dağıtılması ve Ankara çevresinde kurulacak devletçiğe sadece polis gücü bulundurma yetkisi verileceği bile konuşuluyordu. İngiltere ve Fransa, önce Osmanlı’yı borçlandırdı, ardından devletin vergi gelirlerine el koydu, ardından sanayisini çökertti. ABD ve Rusya’nın da katkılarıyla Balkanlar’daki isyanları ve Ermeni isyanlarını örgütlediler. ABD’nin kurduğu kolejler vasıtasıyla Balkanlar süratle Osmanlı’dan kopartıldı. Ardından Ege ve Karadeniz’e dışarıdan Rum nüfus gönderilerek, Anadolu’nun nüfus yapısı değiştirildi. Her köye bir kilise kurulmaya başlandı.* * * Mütarekede ordular terhis edildi. Milli Mücadele, terhis edilmeyen Erzurum ve Ankara’da muhafaza edilmiş kuvvetler üzerinden başlatılabildi. Atatürk’ten sonra 1939’dan itibaren aynı operasyon bir daha başlatıldı. Önce eğitim alanına girdiler ve 1975 yılında, ABD’de eğitilmemiş bir tek üst düzey yönetici bırakmamak hedefine ulaştılar. Hukuki alt yapıyı, 24 Ocak kararları ve 12 Eylül ile birlikte değiştirmeye başladılar; böylece ekonomik alt yapıya el koyma sürecini başlattılar. Tayyip Erdoğan döneminde satışlar neredeyse tamamlandı. Bu süreç devam ederken televizyon ve medya üzerinden, müzik sektörü ve sinema da kullanılarak kültürel operasyonlarla yeni yetişen nesillerin Türk kültür ve değerlerine bağlılığı kırıldı. Dini grupları ele alarak, buralarda kendi milliyetine düşman insanlar yetiştirmeye başladılar. Sovyetler Birliği’ni sıcak denizlere indirmemek için tasarlanan Yeşil Kuşak Projesi’nde kullanılan kişilere daha sonra cemaat kurmaları için doğrudan istihbarat ve para desteği verildi. Tıpkı Bektaşiliğin Türkler adına Balkanları fethetmesi gibi bu defa devşirme sistemi tersine döndürüldü ve Büyük Orta Doğu Projesi’ne hizmet edecek ama bunu “Yeni Osmanlı’ya hizmet” zannedecek yüksek eğitim almış bir kitle oluşturuldu. Bu kitle, devletin ve milletin bütün kadrolarına sızmaya başladı. * * * Son olarak hukuki alt yapıyı da değiştirme yoluna gittiler. Sıra Anayasa’nın değiştirilemez ilkelerine geldi. Camilerde Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhinde vaazlar vermeye başladılar. Ordudaki Alevi subaylar bir bir harcandı. Bir kısmı zaten intihar etti. Referandumda da Alevi düşmanlığı yapıldı. Zaten Türkiye’nin başına bir “Kürt sorunu” sardırılmıştı. Milli direnç odaklarını etkisizleştirdikten ve TSK da sesini çıkaramaz hale getirildikten sonra, Türkiye’yi savaş kaybetmiş gibi PKK ile masaya oturttular. Türkiye’nin bir bölgesinin ve milletin önemli bir bölümünün, önce özerk bir yapı, ardından bağımsız devlet haline getirilmesi için Amerika’nın tecrübeli bir ekibi Türkiye’ye gönderildi. Bunların içine, milliyetçiler arasından devşirilen birkaç kişi de yerleştirdiler ki “Türkiye’yi bölmüyoruz, büyütüyoruz” propagandası ile milleti oyalasınlar. Tablo budur. * * * Milletin önemli bir bölümü, siyasetteki Muaviye politikalarına aldanmış durumdadır. Emevi politikası, Hz. Muhammed’in ev halkına, yani kızına, damadına ve torunlarına camilerde lanet okutulurken bunu sünnetin gereği diye halka benimsetebilmişti. Şimdi de Büyük Orta Doğu Projesi’ne, yani 22 İslam ülkesinin bu arada Türkiye’nin de parçalanmasına hizmet, “Yeni Osmanlı’ya hizmet” diye yutturulabiliyor. Türk Milleti, kendi varlığının, içeriden devşirilmiş bir çete tarafından yok edilmek istendiğini görmezse, Anadolu’da tek bir Türk bile bırakmayacaklardır. Mesele, olan biteni, yılmadan millete anlatabilmektir. O zaman millet gereğini yapar. Türk’ü savunmak, İslam’ı savunmaktır. Mesaj budur.
Arslan Bulut Yeniçağ |
Tophane saldırısı, türban, namaz ve herşey! Posted: 03 Oct 2010 01:30 PM PDT Tam bir ‘problemli toplum’ görüntüsündeyiz. Bin tane çözülmemiş sorunu bir kenarda ‘sahipsiz’ beklerken kafayı dine takmış, sabit fikir gibi ondan başka bir konudan söz edemeyen toplum... Ruhat Mengi Vatan |
ULUSAL OLMAYAN EĞİTİMLE, ÜLKE 20 YILA KALMADAN YIKILIR!.. DOMATES TOHUMU NE Kİ!?.. Posted: 03 Oct 2010 01:19 PM PDT “Bir Türk aydını olarak, bazen gerçekten kendimi çok küçük hissediyorum.” Bu bir itiraf. Hem de yetkin mi bilmem ama, çoook yetkili bir Prof.’tan. O makama getirilmeden önce pek “bilinen” biri değildi ama, makam sahibi olduğu günden itibaren, gösterdiği üstün sadakat ve biad sayesinde bugün ülkede,tanımayan kalmadı. Kendisini “küçük gördüğünü” itirafına ilaveten, kendisinden beklenmiyen büyük ve önemli sözlerle devam ediyor açıklamalarına: “Biz ihtiyacımız olan domates tohumunu ülkede üretemez miyiz? Sonunun ne olacağı belli değil. ...artık genetik programlama diye bir şey var. İçine bir genetik mekanizma yerleştirirler. Hiç bilmediğimiz hastalıklara kapılabiliriz. .... Öyle bir şeyler yerleştirirler ki 20 yıl içerisinde, o tohumlardan yiyen insanlar ölür. Sadece ‘aman paramız dışarı gidiyor’ endişesiyle söylemiyorum. Üniversitelerimizin bu konularda bize yardım etmesini istiyoruz.” Bu ilginç açıklamanın sahibini tanıdınız sanırım. YÖK Başkanı, Prof. Yusuf Ziya Özcan... Bu kadar önemli fikirlerle, toplumu aydınlatma görevini gönüllü olarak üstlenmiş ve kendine bağlı yüzlerce üniversitesi olan ve gerektiğinde onları yardımına çağıran bir yetkili kişi, nasıl olur da kendisini “küçük” hissederki!?.. Buna takıldım. Oysa tam tersi olmalıydı!.. Her ne kadar, YÖK idari bir organ olsa da, bilimsel çalışmalarda yönlendirici gorevlerde bulunması yasaklanmamıştır herhalde... “Yapamamak” bir komplekse neden oluyorsa, bırakalım da “yapsın” hem bu kompleksten, hem de halk nazarındaki “yandaşlık” sıfatından kurtulsun!.. Ne varki; türbanı, bilimsel çalışmaların önünde gören bir zihniyetin, kendisini yukardaki itirafın yakasından, kurtarması asla mümkün olamaz!.. Çünkü yapamaz!.. Bir kişinin ve başında bulunduğu kurumun “büyük” addedilmesi için, öncelikle büyük projelere soyunması, imza atması gerekir... İktidar yandaşlığının, “büyük proje” olduğu konusuyla kimse ikna edilemez... Zaten, sadakatın, ve biadın gereğini yerine getirmek üzere, gerektiğinde kanunların arkasından dolanmayı bile göze alan bir zihniyet, bilimsel çalışmalar konusunda büyük projelere imza atamaz. Vatandaşın, tahsil süresi uzadıkça kendisinden uzaklaştığının farkında olan bir iktidar da, zaten buna izin vermez!.. Böylesine bir itirafın vicdani muhasebesinden, istediği kadar biad ve sadakat eri olsun, içinde bulunduğu hissiyattan da, kendisini ömür boyu kurtaramaz. Bilimi ve bilimsel çalışmaları, siyasete kurban eden, kadroları, siyasetin verdiği komutla “uygun adım ve yola devam” ilkelerine göre kuran bir kurumun başındaki yetkili kişi, herşeyini üretmek yerine ithalata bağlayan bir iktidarın, tohum ithalini aşağılayan bu sözleri, olsa olsa, gündemi saptırmaya yardımcı olmak için kendisine iletilen bir tebliğ üzerine dile geirmiş olabilir. Ülkenin eğitimini, eğitimin yığınla sorunlarını, üniversitelerin problemlerini dile getirmek dururken, afaki bir tehlikeyi, bilim adamlığına yaraşır bir bilgi belge sahibi bile olmadan gündeme taşımanın gündem saptırması dışında, başkaca bir açıklaması olamaz!.. 12 Eylül’le hesaplaşmak adına yola çıkan, ancak, 12 Eylül mahsulü YÖK’e bırakın dokunmayı, onu güçlendirme planları kurguluyanlara karşı, “eda” borcu olanların başka türlü davranması da zaten beklenemez!.. Bu söylemimiz, gıdalardaki genetikle oynanma ve değiştirilme sorunları ile ilgili insanlık suçunu inkarımız anlamına gelmediğini de hemen belirtmek isteriz.. Eleştirilerde haksızlık yaptığımızı düşünenlere soruyoruz!.. *Mevcut YÖK’ün ve başındaki zatın, göreve getirilişinden bu yana, üniversitelerin, hangi problemleri çözüldü!?.. Öğrencilerin gözle görülür hangi sorunlarına el atıldı!? Eğitim ve barınma sorunlarından, burs ve harçlara kadar sorunlar dağ gibi!.. Ama bay Özcan, bunlara çözüm aramak yerine, domatesin çekirdeğinden, devletin ve milletin beka sorununa çare aramakta!.. çözüm bulamamanın çaresizliği ile de aşağılık kompleksine kapılmakta!.. *Son KPSS hırsızlığı, Bay özcan’ın derdi değil sanki!?.. Hırsızlığı derinlerine inip, bu güne kadar hangi sınavlarda, benzer hırsızlıklarla, kimlerin hangi makamlara geldiğinin araştırılması yerine, adeta, hırsızlık değil de, hırsızlığın ortaya çıkarılışı sorgulanmakta!.. Dolaşan sahte mimar ve mühendis diplomalarının kaynağının araştırılması yerine, sahte diplomaların peşine düşülmekte!.. Artık, birkez daha anlaşılmıştır ki, sorunlar, “yetki” ile değil, “yetkinlikle” çözülür!.. “Çözme” iradesini öncelikle yüreğinde ve vicdanında taşımayanlar, sorun çözmek yerine, sorun üretirler, veya, talimatla gündem değiştirirler!.. * Ülke ana dilde eğitim istiyenlerin, hezeyanları ile çınlamakta!.. Bir bilim üst kurulu olarak, YÖK’ün ve başındaki Bay Özcan’ın, madem demokrat, bu konudaki fikri nedir!? Bilmez mi ki, bir ülkenin birliğini, ortak kültürünü, toplumsal değerlerini, kurumlarını bir arada ve eşgüdüm içinde tutmanın vazgeçilmez şartının “eğitimde birlik” olduğunu ve eğitimin de ılusal tek bir dilde yapılması gerektiğini!.. Eğitimde dil birliği bozulan bir ülkenin, milletiyle birlikte, 20 yıldan daha kısa sürede yok olmaya mahkum olduğunu bilmezler mi!? Bilirler de, talimatla konuştukları için, yıkımın suçunu domatesin üzerine atarlar!.. Domates tohumunun afaki tehlikesi için, “sonunun ne olacağı belli değil” diyenler, farklı dillerdeki eğitimin ülkeye getireceği ve sonu belli tehlikeler için benzer endişeyi niçin dile getirmezler!? Ulusal olmayan eğitimle ülke 20 yıla kalmadan yıkılır!.. Domatesin çekirdeği ne ki!.. Bilim adamlığı, “uyan, uyuyan, uyutan” olmaktan çok, “uyandıran, ve biraz da aykırı duran” olmayı gerektirir. İsmin önündeki kısaltmalı 4 harfli sıfat bilim adamlığı için tek yeterlilik değildir!..
Mehmet Halil Arık Emekli eğitimci – DENİZLİ
|
Referandumda ‘Evet’ diyen Behzat Ç’yi neden çok sever? Posted: 03 Oct 2010 12:50 PM PDT MERAK ETTİKLERİM ***** ÇOK GÜLDÜM Can Ataklı Vatan |
Posted: 03 Oct 2010 11:36 AM PDT Gazeteciyi içeri tıktılar. * Hayırdır? * Çünkü, eli kulağında... * Manşetlerden, köşelerden, ekranlardan yargısız infazlar yapıldı, yalanlar düzüldü, hak-hukuk ayaklar altına alındı, günahsız insanlar canına kıydı, kahırdan kanser oldular, turp gibi girip ölenler oldu, aileler perişan edildi, işlerini-mesleklerini kaybedenler gırla, sadece kendilerine değil, eşlerine, namuslarına iftiralar atıldı, çocukları okula gidemez oldu, binlerce vebalı yaratıldı. * E dava açtılar tabii... Binlerce. * İlk üç yüz dört yüz gün şahaneydi, salla gitsin, vur kır, göm, mubahtı... Gel gör ki, “onur davaları” karar aşamasına geldi, “haysiyet cellatları” tarihte görülmemiş hapis cezaları yemek üzere. * “Yanlış yapsalar bile hapse girmemeleri gerektiği” bunun için mi akla geldi acaba? * “Zirveye tırmanırken, yanından geçtiğin insanların suratına iyi bak, dönüşte onlarla karşılaşacaksın” der, ecnebiler... “Zamanında yenilen hurmalar” diyoruz biz kısaca.
Yılmaz Özdil Hürriyet |
SAVCILAR NASIL DALGA KONUSU OLDU Posted: 03 Oct 2010 11:39 AM PDT Geçtiğimiz Cuma günü seksen beşincisi gerçekleşen Silivri duruşmaları, yalnızca bir yargılama olmaktan çoktandır çıkmış durumda. Sanıkların üzerlerine yıkılan suçlamaları yanıtlamanın yanında yalıtılmışlığı, kara propagandayı, sessizlik komplosunu yırtma çabaları dikkat çekici. Üstelik –Özel Yetkili Mahkemeler hakkındaki son tartışmalarda görüldüğü üzere– bunda elde ettikleri görece başarı insan iradesinin hayret uyandırıcı bir boyutunu gösteriyor. Öte yandan, sanıkların haklarındaki iddiaları bir bir yanıtlamaya, hatta yargılamaya başladıkları bu dönemde, daha önce o iddiaları çarşaf çarşaf yayınlamış, televizyon programlarında saatlerce tartışmış egemen basının gösterdiği ilgisizlik ise ayrıca öğreticidir.Basın, Silivri duruşmalarını “anekdotlar” düzeyinde aktarmakta ısrar ediyor. Oysa bu duruşmalarda bir “ruh hali” var; duruşma salonunun kapısını açıp içeriye giren herkesin yüzüne çarpıyor. Silivri’de yargılananların duyduğu özgüven ve moral, bütün atmosferi belirliyor. Sanıklar, Türk kamu kanaatinden yalıtılmaya çalışıldıkları koşullarda, hiç sözlerini sakınmadan iddia makamına karşı çetin bir hukuk mücadelesine girmiş durumdalar. Yalnızca mahkeme ve hukuk deneyimi olan, eskiden beri toplumsal mücadelenin içinde bulunmuş isimler değil, şu ya da bu kimseyle ilişkileri nedeniyle tutuklanmış deneyimsiz kimseler de üzerlerinden şaşkınlıklarını atmış, iddia makamının tutarsızlıklarını, mahkemenin işleyişini çekinmeden eleştirmeye başlamış. BİZ DEĞİL SİZ YARGILANIYORSUNUZ Nitekim, sanıkların taleplerinin dinlendiği seksen beşinci duruşmaya da, Mustafa Balbay’ın “gelinen noktada yargılanan biz değil, sizlersiniz” sözlerinden anlaşıldığı gibi, sanıkların yargılanmasından çok, mahkemenin yargılanması damgasını vurdu. Bunda Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Abdullah Gül’ün özel yetkili mahkemeleri sorunsallaştıran –yatıştırıcı ve uzlaştırıcı olma izlenimi vermek için yaptığı– gecikmiş açıklamaları rol oynadı. Kuşkusuz herkes şunun farkındaydı; bu açıklamalar, herkesin korkuyla sustuğu bir dönemde, gerek Silivri salonundaki gerek dışarıdaki aydınların görmek istemeyen gözlere, duymak istemeyen kulaklara inatla kazıdıkları fikirlerin kötü bir kopyasından ibaretti. Sonuçta, yürütülen ÖYM’leri teşhir politikası, gelinen aşamada mahkemenin yasallığını değilse de meşruiyetini tartışılır hale getirmiş; sanıklar bunu bütün güçleriyle iddia ve yargı makamlarının yüzüne vurmaktan geri kalmıyorlardı. “Hukuk mücadelesi” terimini de bu bağlamda düşünmek gerekiyor. Salonda hukuk çerçevesinde iddia ile savunmanın mücadele ettiği izlenimini almak mümkün değil. Silivri’de daha çok iki Türkiye çarpışıyor. Biri, diğerine hukuku anımsatıyor. Ortada somut bir eylem olmaksızın, neden-sonuç ilişkilerini gösteren maddi deliller ve tutarlı bir illiyet bağı kurulmaksızın, bırakın birinin tutuklu kalmasını, suçlamaya bile maruz bırakılamayacağını anımsatıyor. İddia makamına ve mahkemeye, bu en basit niteliklerin nerede olduğunu soruyor. II. RASPUTİN ŞARLATANLIK DÖNEMİ Silivri tutuklularından, önemli ve kıdemli hukukçu Emcet Olcaytu, herhalde sanıklardaki bu ruh halinin en net örneklerinden birini verdi. Hiç savunmaya geçmedi, iddiaları muhatap almadığını saklama gereği duymuyordu. Onun yerine, “heyetinizin çiğnemediği CMK hükmü kalmadı” sözüyle başladığı konuşmasında elinde son iki yılın hukuksal ve siyasal gelişmelerine ait gazete kupürleriyle bir Türkiye tablosu çizdi. Bundan tam yüzyıl önce, 1910’da Rusya’da Çarlık yönetimini etkisi altında tutan ve devrimcilerce şarlatan olarak adlandırılan Rasputin’e atfen, yüz yıl sonra Türkiye’de de tarikat şefi sıfatında bir Rasputin’in boy gösterdiğini vurguladı. Olcaytu, Türkiye’nin artık II. Rasputin Şarlatanlık Dönemi adını verdiği bir çağa girdiğini ilan ederken, elinde, “Ümraniye Sapığını Medyum Memiş Yakaladı” manşetli bir gazeteyi gösteriyordu. Yarım saat boyunca, hukuk alanındaki disiplinsizliklerden, soruşturmalardan, AB destekli hukuk kampanyalarından, toplumun içine düştüğü çürümüşlüklerden çarpıcı örnekler sunan Olcaytu, şarlatanlık çağından hiçbir hukuk beklemediğini eklemekten de geri durmadı. Hasan Atilla Uğur’dan Ali Özoğul’a kadar bütün tutuklu sanıklar, mahkemeye ağır eleştirilerini esirgemediler. Eleştiri konusu olan, yalnızca içinde sanığın adı sanı geçmemesine karşın sanık aleyhinde delil olarak dosyaya konulmuş dinleme kayıtları, devletin resmi yazılarıyla açıkça yalanlanmasına karşın dayanak yapılan gizli tanık ifadeleri, mahkemeden istenen belgelerin hâlâ ulaşmamış olması vb. değildi. Mahkemeden hukuksal beklentilerini asgariye indirmişler, her türlü sesi yutan yalıtma duvarı karşısında, diğer Türkiye’yi, hiçbir ilkenin kalmadığı, mantığın dikkate değil askıya alındığı, kurumların çökertildiği, azınlık ve cemaat çıkarlarına göre işleyen “yeni ülkeyi” teşhir ediyorlardı. Dışarıda görüştüğümüz avukatlar da, başka davalardan farklı olarak, bu davadaki hiçbir gelişmeyi öngöremediklerini dile getiriyorlar; kimi zaman, sunduğu kanıtlarla hakkındaki iddiayı toptan çökerttiğini, kesin tahliye edileceğini düşündükleri bir kimsenin –çoğunlukla “ikiye bir oyla”– talebi reddedilirken, hiç beklemedikleri bir başkasının tahliye edilebildiğini ifade ediyorlar. Başka deyişle, mahkeme heyetinin kararları, diğer hukukçularca ve ortak hukuk mantığıyla izlenebilir olmaktan çıkmış. CHP’YE ELEŞTİRİ Sanıkların morali yüksek demiştik. Belki de salonda mizahın eksik edilmemesi bunun sonucudur. Örneğin, seksen beşinci duruşmada, savcı Mehmet Ali Pekgüzel’in “dinleme kayıtlarını” okuma biçimi yoğun olarak işlendi. Savcının, okurken gösterdiği düblaj başarısı, sesini konuşmasını okuduğu insanın sesine benzetmeye çalışması, dinlemede geçen konuya göre sesini alçaltıp yükseltmesi, sanıklar tarafından defalarca takdir edildi. Albay Hasan Atilla Uğur, kendi kayıtlarını okumadan önce “bu konuda başkaları kadar yetenekli olamadığı için” heyetten özür dilerken, Mustafa Balbay, savcıya Mehmet Ali Sesipekgüzel olarak hitap etmeyi öneriyordu. Bu arada, Balbay artık Devrimci Karargah, Balyoz gibi yeni iddianamelerle “ilgisiz insanları bir araya toplayan” örgütlerin çoğaldığına dikkat çekiyor ve bu bakımdan en zengin “örgütün” Silivri’de toplandığını kastederek yurttaşları uyarıyordu: “Başka şubemiz yoktur, taklitlerimizden sakınınız.” Pek çok kimsenin işgal dönemi İstanbulu’ndaki Bekirağa Bölüğü’ne benzettiği Silivri’de sanıklar, tıpkı o dönem olduğu gibi giderek daha fazla işin hukuksal kısmını avukatlara bırakıyor, kendi konuşmalarını siyasal teşhire ayırıyor. Zihinsel olarak diri olmalarının bir nedeni de böyle bir sayfa açmaları olsa gerek. Bununla birlikte, istisnasız herkesi, tutuklu yakınlarını, izleyicileri, avukatları, bu arada konuşabildiğimiz tutuksuz sanıkları düşündüren bir ortak nokta var: Kılıçdaroğlu başa geçtiğinden beri, CHP milletvekilleri Silivri’ye uğramaz olmuşlar. Odatv aracılığıyla, bunun nedenini soruyorlar.
Barış Zeren Odatv
|
You are subscribed to email updates from Ajans Medya Takip
To stop receiving these emails, you may unsubscribe now. |
Email delivery powered by Google |
Google Inc., 20 West Kinzie, Chicago IL USA 60610 |