Bi de cemaatçi Che Guevara bulundu mu tamamdır bu iş

2 views
Skip to first unread message

kontraergenekon.tr.cx

unread,
Oct 2, 2010, 8:00:43 AM10/2/10
to

...:::Ajans Medya Takip:::... Günün Manşetleri

Link to Ajans Medya Takip

AVCI ONLARIN TEKERİNE ÇOMAK SOKTU

Posted: 01 Oct 2010 02:35 PM PDT

Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın yurtdışına kaçırdığı ve Devrimci Karargah Örgütü lideri olduğu iddia edilen Mahir Sayın, tüm bu iddialara yanıt verdi.

İşte Mahir Sayın’ın o açıklamaları:

Hayatımda muhtelif örgütlerin mensubu olmakla birçok kez suçlandım. Hepsinde bir ciddiyet, bir yanından gerçeğe dokunma vardı kuşkusuz. Ama 21 Eylül 2010 tarihinde SDP, TÖP, Red, Dönüşüm, Bilim ve Gelecek dergilerinden insanların tutuklanması sonucu benim de Devrimci Karargah isimli örgütün “üst düzey yöneticisi/lideri” olarak soruşturulmam kadar tuhaf bir örgüt işiyle karşılaşmadım. Bundan daha komik olanı zamanın Perinçekçilerinin 1971 yılında polis tarafından “oportünistler örgütü” olarak tutuklamasıydı.

14 Eylül tarihinde işlerim dolayısıyla İsviçre’ye gitmiştim. 21 Eylül’de yapılan tutuklamaların basına yansımalarını görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yuttum. Özellikle Samanyolu TV edepsiz bir kolaj yaparak ya da polisten alıp yayınlayarak müthiş bir terör örgütünün İstanbul polisi tarafından ortaya çıkarıldığını haber veriyordu. Legal bir partinin başkanı ve yürütme kurulu üyeleri, dergi çevrelerinden insanlar yazarlar terörist diye tutuklanıyor ve benim de operasyonu önceden öğrenerek yurt dışına kaçtığım anlatılıyordu. Hem de nasıl?

Emniyetçi Hanefi Avcı’nın, Necdet Kılıç’a, onun Doğan Fırtına’ya, Fırtına’nın da bana haber vermesi sonucu ben operasyondan haberdar oluyorum ve “örgüt arkadaşlarımı durumdan haberdar etmeden” operasyondan bir hafta önce yurt dışına legal yollardan firar ediyorum! Beni adım adım izlemekte olan İstanbul polisi ise normal yollardan çıkış yaptığım Sabiha Gökçen Havaalanı’na kadar izimi süremediği için olsa gerek, üzerinde Salih Mahir Sayın yazan kimliğimle uçup gidiyorum.

Mesele ne imiş? Devrimci Karargah denilen örgütü yönetmekte imişim ve Hanefi Avcı’da bu örgütle ve benimle bir biçimde ilişkili ki, beni uyarıyor. Ama “ben değişik partilere/örgütlere dağılmış” arkadaşlarımı uyarmıyorum! Ben kaçıyorum onlar tutuklanıyor. Hepsinden komik olanı da H.Avcı beni kurtarmak için(!) kendini böylesine riske atarak tutuklanmayı bekliyor? Madem kaçmak gerekli bir yol, kendisi neden kaçmıyor ve susturulmasına izin veriyor? Benden başka önemi olan hiç mi başka insan yoktu ki onlara haber verilmiyor?

DEMEK Kİ AVCI’NIN İDDİALARI DOĞRU

Bunlar normal aklın yanıtlayabileceği sorular değil. Bu ancak telaş içerisinde senaryo hazırlayan Terörle Mücadele Dairesi görevlilerinin kendilerini ikna edebilir. Ama işin ilginç yanı bu akıl kabul etmez senaryoyu hukuk okumuş savcı ve hakim de kabul ediyor ve 13 kişi bir çırpıda tutuklanırken dört gün sonra onlara Hanefi Avcı da ekleniyor. Demek ki, H. Avcı’nın iddiaları doğru Cemaat devlet kurumları içerisinde öylesine yan bir hiyerarşi oluşturmuş ki, en akıl almaz senaryolarla bile insan tutuklanabiliyor. H. Avcı da “tutuklanmam iddialarımı doğrulamıştır.” demişti.

Her şeyden önce beni bir araya getirdikleri SDP benim daha önce ayrıldığım ve aramızdaki sorunların çözülmemiş olduğu bir parti. Bunu dünya alem bilir. İkincisi benim Devrimci Karargah adlı örgütle polisin de çok iyi bildiği gibi uzak yakın hiçbir ilişkim, elemanlarıyla tanışıklığım, görüşlerine yakınlığım söz konusu değildir ve onlara benzer görüşleri 40 yıl önce eleştirmişimdir. Ama aradan şunu söyleyeyim, mücadele biçimlerini doğru bulmayacak olsam da ezilenlerin oligarşiye karşı gösterdikleri her türlü tepkinin de meşru olduğunu kabul ederim. Dolaysıyla bu örgütle sorunum meşruiyet meselesi değildir. Sorunum benim on yıllardır savunduğum farklı bir sosyalizm ve mücadele anlayışındadır.

Daha bitmedi. Benim Hanefi Avcı ile bırakalım aynı örgütünün içinde veya yakınında durmayı, sanırım aynı caddeden bile geçmişliğim tartışılabilir. Kurtuluşçulara işkence yapmış eski bir emniyetçi olması dolaysıyla varlığımdan haberdar olabilir ama işkencecim bile olmamıştır! Bense onu, Susurluktan beri Emniyet içerisinde cereyan eden işler konusunda açıklamalar yaptıkça, siyasal islamcı kesimin kurumları ele geçirme çabaları arasında atama ve tasfiyeler yapılırken, izleme şansına sahip oldum.

Bu kadar alakasız duran insanların nasıl oldu da yolları böyle bir davada kesişti?

Basında yer alan haber ve senaryolardan derleyebildiğim sonuç şu:

Necdet Kılıç, daha önce işkencecisi olan Hanefi Avcı’nın işkence yaptığı insanlardan özür dilemesi sonucu onunla tanışıyor. Ve bu ilişki daha sonra örgütsel bir ilişkiye dönüşüyor. Bu örgütsel ilişkiye dair bahsi geçen tek bir olay ve bol miktarda da Avcı’nın bir kadınla olan ilişkisi, telefon alışverişleri geçiyor. Bahsi geçen tek örgütsel ilişki, Avcı’nın 21 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan Devrimci Karargah operasyonunu haber alıp örgütü bu operasyona karşı uyarması. Bu uyarı Necdet Kılıç üzerinden M. Sayın’a ulaşıyor ve o da gerçek kimliğiyle Sabiha Gökçen Havaalanından polisinin gözü önünde fi-rar e-di-yor... Burada artık kavramlar birbirine tahammül edemeyip dağılıp gidiyorlar.

Bu durumun bir tek mantıklı izahı olabilir emniyet benim gitmemi istedi ki, arkadan, “örgütün lideri elimizden kaçtı, ah bir kaçırmasaydık ne sırlar dökülecekti ortaya bir bilseniz!” diyebilmek için buna izin vermiş olabilirler. Senaryo bu olsa bile, H.Avcı’nın bana bilgi ulaştırdığı ne ile kanıtlanmaktadır? Benim, bana iletilen haberden haberim yok! Bu haber ne zaman gelmiş? Avcı bu işi ne zaman tespit etmiş de beni uyarmış? Eğer Hanefi Avcı operasyonu kitabını yazmadan önce ya da tam yazdığı sıralarda, Temmuz Ağustos aylarında tespit etmiş ise ve beni bu tarihte uyarmış ise, ben hala Türkiye de ne arıyorum? Ağustos ayının 14’ün de ben Kuşadası’ndan Sisam adasına üzerinde ismim olan kimliğimle günübirlik gidip geldim. Biliyorsam neden geri geldim?

Eğer Hanefi Avcı bu operasyonu, operasyona hemen yakın tarihlerde tespit etmiş ve bildirmiş de, ben de, operasyondan 1 hafta önce “firar” etmiş isem yine cevapsız bir soru ortada kalır. Ben o zaman nereden bilip de Eylül’ün 2’sinde Pegasus havayollarından kesin bilet aldım?

KOMPLONUN ESASI AVCI’YI SUSTURMAKTIR

Nereden bakarsanız ipe sapa gelmez bir senaryo. Bütün mesele, H. Avcı’yı susturabilmek için bir örgüt bağlantısı uydurma ihtiyacından kaynaklanmaktaydı. Bunun için de büyük bir olay varmış havası yaratabilmek için birkaç çevreyi birden işin içine çekecek ama kendisi de sansasyona uygun bir isim bulunması yoluna gidildi. Bence pek bilinemeyecek olan nedenlerle ortaya çıkışıyla çökertilmesi arasında çok zaman geçmediğini basında izlemiş olduğum Devrimci Karargah ismi bu iş için uygun bulundu ve ben de bu örgütün “üst düzey yöneticisi” yapılmak suretiyle oynanmak istenen oyun sahnelenmeye başlandı. Artık gerisi zor değildi. Necdet Kılıç eski bir Kurtuluşçu olarak beni tanırdı ve Hanefi Avcının dinleniyor olması -Avcı bu durumu bakanlığa şikayet ettiğini ve hiçbir yanıt alamadığını daha önce gazetecilere anlatmış- dolaysıyla polis tarafından dinlenildiği için de benimle olan ilişkisi kolayca bulundu. Zaten çok aranması gereken bir ilişki de değildi. Aynı çevrenin insanlarının birbirleriyle bir biçimde ilişkilenmiş olmaları kadar doğal ne olabilir.

Mersin 1980 öncesi Kurtuluş hareketinin nispeten kalabalık olduğu bir yerdi. Mersinli Kurtuluşçular her yıl adına pilav günü dedikleri bir günde bir araya gelir ve yer içer, sohbet ederler. Beni de başka insanlar yanında hep çağırdılar ama gitmek nasip olmamıştı. Bu yıl yine bu davet Necdet Kılıç tarafından bana iletildi ve Ekim’in 2’sinde başka eski arkadaşlarımızın yanında ben de yapılacak olan yemeğe katılacağımı bildirdim. O da biletimin rezervasyonunun yaptırdı. “Kaçacak” olan insanın yaptığı masraflara bakmak gerekiyor!

Sosyalistler ilk kez devletin böyle bir komplosu ile yüz yüze gelmiyorlar. Bütün tarihlerde direnişçiler zalimlerin komplolarıyla uğraşa uğraşa ilerlemişlerdir.

28 Şubat sürecinde de Çevik Bir’in ünlü “andıç”ının muhatabı olmuştum. O zamanlar Ergenekoncular muhalif gördükleri kimi politikacı ve gazetecilerin itibarını düşürmek, esasında da öldürülmelerini sağlamak üzere bir liste hazırlamışlar. Ve Akın Birdal bu listenin infaz edilmeye kalkışılan ilk ismi olmuştu. Daha sonra Fehmi Koru da benim için “Mahir Sayın iyi ki, yurt dışındaymış o zaman!” diye yazmıştı. Yani yurt içinde olsa o da A.Birdal’ın akibetine uğrardı demek istemiş olmalı.

O zaman bizleri andıçlayan Çevik Bir gün geldi rezil olup insan yüzüne çıkamaz oldu. Şimdi iş o ortaklarının bir kısmı da çevirdikleri tezgâhların hesabını vermeye uğraşıyor. İt iti ısırmaz derler ama bunlar ısırıyorlar birbirlerini de.

HANEFİ AVCI NE YAPMIŞTI DA BU MUAMELEYİ HAK ETTİ?

AKP Hükümeti Ergenekoncuların hesabını görüyorum diyerek tüm muhaliflerini, ayağına takılan ne varsa bu vesileyle temizlemek ve totaliter bir devleti kurmanın çabalarını sekiz yıldır sürdürmektedir. Bu parti ABD emperyalizmi tarafından Ortadoğu’da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi çerçevesinde öngörülen ılımlı İslam modelinin misyon partisi olarak seçilmiştir. Her ne kadar bu proje bugün artık geçerliliğini yitirmiş olsa da AKP öngörülen misyonun sağladığı avantajla Türkiye’nin gelecek yıllarını da ipoteği altına almaya çalışmaktadır. Yapmak istediğinin emperyalist çıkarlarla tam bir örtüşme içinde olması, uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu taşların bağlı köpeklerin serbest olduğu totaliter bir rejimi demokrasi kılığı altında kurması ABD emperyalizminin de doğrudan desteğini almaktadır.

12 Eylül darbesi yapıldığı zaman, geleneksel tarımın yıkılacağı, kırlardan şehirlere büyük bir göçün başlayacağı, şehir hayatının muhafazakârlaşacağı biliniyordu. Sermaye için örgütsüz, uysal ve ucuz işgücü oluşturacak bu kitleler zaman içerisinde önceki on yıllarda olduğu gibi toplumsal altüst oluşun da nedeni olabilirdi. Onun için bunların bulundukları ideolojik ve politik formasyon içerisinde örgütlenmeleri ve kendisini yeniden üretmesi sağlanmalıydı. Katil Evren’in şehir şehir gezerek, babasının imam olduğunu, kendisinin de Sübhaneke’nin yanında Elham’ı bile bildiğini anlatması, konuşmalarının içerisine kimi ayetleri olur olmaz yerleştirmesi işte bu muhafazakâr yapının temellerini atmak içindi.

12 Eylül samanlığında beslenen ve kendini yeniden üreten bu muhafazakârlığın önüne daha o tarihlerde Fethullah Gülen geçirilmişti. Birbirini izleyen gerici-muhafazakâr hükümetler döneminde bir yandan muhafazakârlık böyle bir önderlik etrafında beslenirken diğer yandan da Kemalist militarist gelenek özellikle Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı bilenerek geliştirilmeye çalışıldı ve nihayet Türkiye toplumu laik-dinci çatışma aralığına sıkıştırıldı. Halk bu kısılma içinde bir o yana bir bu yana savrulurken işbirlikçi sermaye de varoluşunun en mutlu tarihlerini yaşadı.

Üstü bu tür yapay bölünmelerle örtülmeye çalışılsa da Neoliberalizmin yarattığı çelişkiler öylesine derindi ki, ideolojik hegemonyanın yetmeyeceği noktalara ulaşılacağı kuşkusuz beklenmekteydi. Hele Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaşın yarattığı öfkenin günün birinde gelişen genel muhalefetle birleşerek bir patlama noktasına ulaşabileceği korkusu durumu daha da ağırlaştırmaktaydı. Onun için askeri rejimin geride kalmaya başladığı yakın tarihte demokrasi örtülü totaliter bir rejimin inşa edilmesi gerekiyordu. Ne var ki, çağdaş dünya demokrasiyi daha yüksek bir değer olarak öne geçirmekte ve yığınların rejimin şeklini belirlemede daha etkin roller oynaması, Güney Amerika deneyinde görüldüğü gibi her gün daha öne çıkmaktaydı. Bunun önüne geçmede kullanılan en belli başlı yöntem, totatliter/faşist rejimlerin karakteristiğini oluşturan var olan kurumların kendi hiyerarşilerinin dışında bir kere daha totaliter yapılanmalar tarafından denetlenmesiydi. Bu durumda kurumun belli bir denetime tabi olan (hukukun denetleyebileceği) normal hiyerarşisi müdahaleci örgütlenmenin araya soktuğu denetleyici öğelerle kesintiye uğratılmakta ve kuruma totaliter örgütlenmenin istediği denetlenmesi mümkün olmayan keyfi davranış biçimlerinin dayatılabilmesi olanaklı olabilirdi.

İşte H.Avcının fark ettiği/bildiği bu gelişme idi. Polis teşkilatı imamlar tabir edilen kişiler etrafında oluşturulan yan bir hiyerarşi ile denetim altına alınmıştı. İşin daha vahimi, Avcı bu iddiasının askeriye, yargı ve diğer kurumlar için de geçerli olduğunun altını çiziyor ve doğrulaması da adı geçen kurumların içinden geliyordu. Avcı belli bir meslek mensubu olarak belki sadece kurumunun işleyişini o kuruma ait kurallara dayandırmak için böyle bir adımı atmış ve onun için de kitap yazarak bu gelişmeyi açığa çıkarıp engelleyebileceğini sanmış olabilir.

Avcı’nın bu işe girişirkenki motivasyonun üzerine bin bir türlü hikayeler anlatılmakta ve kamuoyu bununla uyutulmaya çalışılmaktadır. Bunlar ne olursa olsun bizim için analiz açısından hiçbir öneme sahip değildirler. O farkında olsun veya olmasın onun nesnel olarak yaptığı iş Türkiye için geçerli tüm bir neoliberal projeye, özünde ABD emperyalizminin tekerine çomak sokmaktır. İşte bu suçların en ağırıdır ve o şimdilik susturulmak üzere tutuklanmıştır. Ama şunun da çok muhtemel olduğuna artık kuşku duymuyorum: Bu geçici susturmayla yetinmeyip ebedi olarak susturulabileceği de birileri tarafından kulağına fısıldanmıştır.

KARANLIK GÜNLERE DOĞRU

Biz de komplonun ana karargahını deşifre edelim.

Asıl Karargah, karşı devrimci karargah RT Erdoğan’ın karşısında el pençe divan durduğu, referandum başarısındaki katkıları dolaysıyla selamlar gönderdiği Philedelphia’nın ağlayan adamının etrafında kurulmuştur. Bana ne zaman Türkiye’ye dönüp polise ifade vereceksin diye soranlara önce bu soruyu kendi patronlarına sormaları gerektiğini hatırlatmak isterim. Bense komployu biraz açıklığa kavuşturalım, Avcı gibi konuşmaya başlamadan susturulma riskinin engellerini biraz aşalım, bedeli ne olursa olsun orada olacağım.

Türkiye AKP eliyle karanlık günlere sürüklenmektedir. AKP’nin demokrasi palavrası tutmuş ve sosyalist safları delecek kadar etkili olmuştur. Zaten şovenler, sosyal şovenler deryası olan Türkiye’de bu korku yüzünden bir kez daha Ergenekonlara sığınanları yine onların günahlarının cezası olarak görmekten kendimi alamıyorum. RTE ne zaman çözüm ve barış dese, işler bir anda daha çözümsüz hale gelmekte, savaş tehlikesi kat be kat artmaktadır. Şimdi Anayasa oylamasında elde ettiği güvenoyu ve yeni yasal kolaylıkların sağladığı imkanla ile geleceği garanti etmiş olmasın güvencesi içinde önce Kürt halkına, ve o dolayımdan da Tüm Türkiye halklarına, ABD, Barzani, Irak ve hatta İran’ı da dahil ederek yeni bir cehennemi dönem hazırlamakta olduğuna kuşku duymuyorum. Planın da şu kadar basit olduğuna kuşku duymuyorum: Barış ve Kürt halkını tanıma diyerek PKK gerillasını Türkiye dışına çıkarmak ve mazlum Tamil halkına karşı sürdürülen kanlı saldırıların verdiği cüret ve umutla müttefikleriyle birlikte üzerini çullanıp orada boğmak. Özgürlük hareketinin deneyiminin böyle adi oyunları yutma sınırını çoktan aşmış bulunduğuna inanıyorum.

Karargah operasyonunu işte bu gelişmelerin ön sayfası, onların hazırlığı ve ittifaklarını dağıtmak olarak okuyabilirsek gerçeğe daha yakın düşer ve bu oyunu boşa çıkarmak için yapılması gerekenleri daha iyi görürüz.

Karargah davası tüm sosyalistlerin, devrimcilerin, demokratların ortak çabalarıyla birleşik bir karşı çıkışa dönüştürülmeli ve komplo üreticilerinin suratına çarpılmalıdır.


Odatv


BU YAZI MİLLİ GÖRÜŞ’Ü DERİNDEN SARSACAK

Posted: 01 Oct 2010 02:14 PM PDT

Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, partisinden istifa etti.
Peki, bu istifanın perde arkasında ne var?
İşte bu sorunun yanıtı, partinin İstanbul Basın Sorumlusu Halis Mutlu tarafından verildi.
Halis Mutlu, Milli Görüş’te ve Saadet Partisi’nde kapalı kapılar ardında neler yaşandığını anlatan bir yazı kaleme aldı.

Odatv, gündem yaratacak o yazıyı yayınlıyor:
Velayet-i YİK ve para
Milli Görüş bitti mi?
Gelinen noktada hemen herkes bu soruya “bitti” karşılığını veriyor…
Bir medeniyet mücadelesinin adı olan Milli Görüş belki ismen bitmiştir, ancak sahip olduğu ruh ve taşıdığı mana itibariyle bitmesi mümkün değildir! O ruh ve mana tarihin farklı dönemlerinde farklı isimlerle mücadelesini hep sürdürdü… Dün ismi Milli Görüş olan o ruh ve mananın bugünkü adı “Medeniyet Hareketi” olabilir pekala!
Bizim medeniyetimiz kimi zaman düştü, kimi zaman sekteye uğradı, ama asla yıkılmadı...

Düştüğü yerden kalkmasını hep bildi... Kalktığında da eskisinden çok daha güçlü yoluna devam etti... İddiası olan lider, düşeni kaldırır, dağılanı toparlar... Tarihin her döneminde bu böyle olagelmiştir... Selçuklu ve Osmanlı arasındaki fetret dönemi ile Osmanlı'daki fetret dönemi bunun en güzel örnekleridir...
İhtiras sahipleri bugün de dün olduğu gibi tarihin gözyaşlarına su taşırken, iddia sahipleri düşeni kaldırma derdinde... Tam da bu noktada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Kimileri vardır ki, savaş zamanı inlerinden bile çıkmazlar... Savaş bittiğinde ise kazananın yanında, kılıç ellerinde en ön safta yer alırlar...
Mesele, Selçuklu sonrası ortaya çıkan Anadolu beylikleri gibi mi olmak, yoksa Osmanlı gibi mi?
Selçuklu ve Osmanlı iki farklı devletti ancak her ikisi de aynı kaynaktan besleniyordu ve o kaynak her iki devleti de büyük yapmıştı...
Osmanlı olma gibi bir kaygı taşınmıyorsa, yani bir medeniyet siyaseti ideali yoksa o zaman ortaya çıkacak hareketin Anadolu beyliklerinden bir farkı olmayacaktır…
Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, düşeni kaldırma adına bir “Medeniyet Hareketi” başlatmıştır ve bunun için başına olmadık sıkıntılar açılmıştır…
İşte tam da bu noktada şu denilebilir: Aslında biten Milli Görüş değil, Milli Görüşü bugünlere taşıyan isimlerdir…

MİLLİ GÖRÜŞ NEDEN BİTTİ

Peki, Türkiye’nin son 40 yılına direkt ya da dolaylı yollarla damgasını vurmuş, dünyada birçok harekete ilham kaynağı olmuş Milli Görüş, 40. Yılında nasıl oldu da bir anafora kapıldı ve bu noktaya geldi? İzzet ve onurun, ümit ve şuurun adı olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan nasıl oldu da karar veremez ya da verdiği kararlarla “sonu hazırlayan” olma noktasına getirildi?
11 Temmuz kongresinden üç gün sonra kaleme aldığımız “Siyonistlerin korktukları ve son yaşananlar” başlıklı yazıda, Merhum Başbakan Bülent Ecevit’in ahir ömründe başına gelenlere de atıfta bulunarak, “Erbakan Hoca derhal konuttan çıkarılmalı ya da konuttakiler Hoca’nın etrafından uzaklaştırılmalı” diye ısrarla belirtmiştik…
Yine aynı başlıklı yazıda “Kurtulmuş elbette Erbakan değildir ve olmasını da kimse beklememeli, ancak Kurtulmuş, Erbakan’ın misyonu yüklenmiştir… Tıpkı Yavuz Sultan Selim’in, babası Sultan Bayezıt olmaması, ama Sultan Bayezıt’ın misyonunu yüklenmesi gibi…” diyerek de not düşmüştük…
Milli Görüş’ü ismen, Milli Görüş’ü bugünlere taşıyanları ise cismen bitiren sebeplerin iki ana kaynağı vardır:
1- Liderlik meselesi…
2- Paranın yönetimi…
Zihinler marjinalleştikçe fikirler sığlaşmaya başlar... Fikirler sığlaştıkça da cisimler küçülmeye başlar... Ve bu, toplumdan kopuşu, hayatı okuyamamayı, çözüm üretememeyi, dünyayı kendi dipsiz kuyularından ibaret sanmayı beraberinde getirir… Bu tiplerin tek derdi sahip oldukları gücü koruma derdi olur…
Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un, 26 Ekim 2008 tarihinde yapılan Saadet Partisi Büyük Kongresinde Genel Başkanlığa seçilmesinin ardından, Prof Dr. Necmettin Erbakan 11 Nisan 2009 tarihinde İran’a gitti… Erbakan Hoca’nın İran’a gitmesi üzerine o dönemde çokça şey yazılıp çizildi ancak asıl neden hiç kimse tarafından dile getirilmedi!

ERBAKAN NEDEN İRAN’A GİTTİ

38 yıllık onurlu bir mücadelenin ismi olan Erbakan Hoca, Kurtulmuş’un genel başkanlığa seçilmesinin ardından birileri tarafından sürekli yanlış enforme edilip, yanlış yönlendirildi, kendi istikballeri için!!! Kurtulmuş’un genel başkanlığı ile birlikte teşkilatlar üzerindeki güçlerini kaybetme korkusu yaşayan Oğuzhan Asiltürk ve ekibinin Erbakan Hoca’ya yaptırdıkları vahim hata İranizm’dir…
Erbakan Hoca’nın İran’a gitme nedeni, o günlerde yazılıp çizildiği gibi ne bir davet ne de D-8’dir… Evet D-8 ve İslam ülkeleri arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesi konuları konuşulmuştur, ancak asıl mevzu bunlar değildi.
Maalesef Erbakan Hoca, İran’a “Velayet” sistemini incelemek için gitmişti…
26 Ekim kongresinde oluşturulan ve 11 Temmuz olağanüstü kongresine gitmenin de zeminini hazırlayan Yüksek İstişare Kurulu (YİK)’in kaynağı olan Velayet!
Velayet, İran’ın yönetimini şekillendiren sistemin adı ve kaynağını İmamet’ten alıyor… Bunu temellendiren ise İran devriminin lideri Ayetullah Humeyni’dir... Kendilerini 12. İmam gelinceye kadar -12. İmam Muhammed Mehdi’nin kayıp olduğuna inanan Şia, O’nun ahir zamanda geri geleceğine inanmaktadır- Peygamber adına İslam hükümlerinin uygulayıcısı olarak gören kişilere ise Velayet-i Fakih deniyor…
İran Anayasasında da yer alan Velayet-i Fakih için Ayetullah Humeyni şöyle diyor:“Ben bütün halkımıza ve tüm güvenlik birimlerine güvence veriyorum ki İslami devlet rejimi eğer Velayet-i Fakih’in gözetiminde olursa, bu ülkeye hiçbir zaman zarar gelmeyecektir. Elleri kalem tutanlar ve hatipler İslami hükümetten, Velayeti Fakihten korkmasınlar. İslam’ın öngördüğü ve İmamlarımızın atadığı Velayeti Fakih’in kimseye bir zararı olmaz, diktatörlük doğurmaz, ülkenin maslahatları aleyhine bir sonuca neden olmaz. Devletin, cumhurbaşkanının veya başka birinin halkın ve ülkenin çıkarları aleyhine gerçekleştireceği her şey Veliyyi Fakih tarafından kontrol edilecek ve engellenecektir.
Sünni dünyada oldukça tartışmalı olan bu anlayışı Milli Görüş için uygulamaya kalkışanlar davaya büyük bir zarar vermekle birlikte kendi sonlarını da hazırladılar…
YİK’in 11 Temmuz kongresi sonrası, Kurtulmuş için “saptı” demesinin asıl sebebi budur… Çünkü Kurtulmuş, Ehl-i Sünnet itikadına göre sapkın olan, Türk hukuk sistemi için de büyük sakıncalar doğuracak olan bu sistemi reddetti…
Kendilerini Milli Görüş’ün sahibi görenler kendilerinde “karar alma ve denetleme” yetkisiyle birlikte, kendilerine yanlış yapıldığı zaman ise yanlış yapanı tövbeye davet etme hakkının olduğu inancındadırlar… YİK mensuplarının 11 Temmuz kongresi sonrası açıklamaları bunun en somut örneğidir…
YİK, Erbakan Hoca sonrasını garanti altına alma arzusunun sonucu ortaya çıkmış bir temayüldür…

ERBAKAN’IN HATASI VE AKP’NİN AYRILIŞI

Erbakan Hoca’nın 38 yıllık onurlu mücadelesindeki en vahim hatası etrafındaki isimleri iyi seçememesi olmuştur… Etrafındaki kişileri sağlam isimlerden seçmezsen, onlar yarın senin bataklığın olur... Yanlış adamlarla da doğru adımlar atılmaz...
11 Temmuz kongresi sonrasında yaşanan tüm olaylar ve en son iplerin kopmasına sebep olan kayyum, "ötekileştirenlerin", kendilerini davanın merkezinde görüp, "hakikatin kendisi sayanların" eseridir... Tüm olan bitenler, "Ben varsam Milli Görüş var, ben yoksam Milli Görüş yoktur" vulgarlığının sığlığında demlenenlerin eseridir... Gelinen bu nokta, "tabela partisi" olmayı içlerine sindirebilen, toplumu kucaklayamayanların sebep olduğu sonuçtur...
Kendi değerlerini mızrak ucuna geçirip, kendi kardeşleriyle "kutsal bir savaşa" tutuşanlar ise kimlerin figüranı olduklarını hala anlayamadılar…
AKP'nin "medeniyetimiz yenildi" diyerek Milli Görüş'ten ayrılmasını "Arka kapıdan kaçtılar" ve en ağır ifade olarak da "Hoca'yı sattılar" şeklinde değerlendirenler; "Medeniyet Siyaseti"nin yeniden inşasının mücadelesini veren Prof. Dr. Numan Kurtulmuş'a demedik söz, yapmadık hareket bırakmadılar...
8 yılda gelinen bu nokta, çarpık bir eğitim mantalitesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır…
Bugün, Milli Görüşçüleri Şia aşırması bir sisteme tabi olmaya çağıranlar son 12 yılda yetiştirdikleri gençler eliyle onulmaz yaralara yol açmaktadırlar… En başta da “Önce Ahlak ve Maneviyat” diyen gençliği büyük bir ahlaki yozluğa itip çift kişilikli olarak ortada gezmelerine sebep oldular… Milli Görüş ve Erbakan denince esas duruşa geçen, kurtuluşu bu iki olguda gören bir gençlik! Abdestsiz, namazsız ve slogandan ibaret cihat mantığıyla Erbakan’ın yanında yer alınca cenneti garanti gören bir gençlik! Toplum içine çıktığı zaman ise seküler bir yaşamın bataklığında kulaç atan bir gençlik…

KAYIP TRİLYON DAVASI

Olayın parasal boyutu ise kelimenin tam anlamıyla bir fecaat…
Davanın tüm borçlarını Harun’a yükleyip, gelirlerini kendilerine pay eden Karunlar, kendi istikballeri için gerçekleri gözden kaçırarak, teşkilatları “Dava” diyerek kandırdılar ve özellikle gençlerin itikadı bir sapkınlığa sürüklenmesinin önünü açtılar…
Kayıp trilyon davasının borç yükü teşkilatların omuzlarına yüklenirken, bir takım gelirler teşkilatlara verilmedi… TV5’in karasal yayın hakkının satışından elde edilen gelir bunun en somut örneğidir… TV5 teşkilat mensuplarının hisse senedi almasıyla kuruldu… Ancak satışından elde edilen gelir hisse senedi sahiplerine geri ödenmedi! Teşkilatların sırtından bir yerlere gelen ve zenginleşen isimler, kontrollerindeki Genel Merkez binası için 36 bin lira kira alıyorlar… Ve teşkilat mensuplarının duyması halinde midelerinin bulanmasına sebep olabilecek birçok olay… Elbet bütün o olanları tarih deşifre edecektir…
***
Numan Hoca’nın bu süreçten sonra yapması gereken en önemli işlerden biri, yarın kendisinin bataklığı olabilecek isimlerden uzak durmak olmalıdır…
Tertemiz geçmişi, düzgün duruşu, üslubu ve ortaya koyduğu medeniyet perspektifli siyaset anlayışı ile Numan Hoca, mazlumların takdir ve beğenisini, zalimlerin ise düşmanlığını kazanıyor…

Halis Mutlu
Saadet Partisi İstanbul İl basın Sorumlusu


Odatv


'Kendinize gelin, böyle mahkeme olmaz'

Posted: 01 Oct 2010 01:48 PM PDT

Balbay: Babası ölen, amcası dağdan atlayan ‘Ergenekon yaptı’ diyor

Ergenekon davasında gelinen noktada sanıkların değil mahkemenin tartışıldığını savunan Mustafa Balbay duruşmada
sesini yükseltti: “Bizi darağacına asıp taşlatıyorsunuz. Babası ölen, amcası dağdan atlayan ‘Ergenekon yaptı’ diyor”
İKİNCİ Ergenekon Davası’nın 85. duruşması görüldü. Söz alan tutuklu sanık gazeteci Mustafa Balbay, 3-4 ay önce yaptığı açıklamada özel yetkili mahkemelerin geçmişteki Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni (DGM) aratmayacak şekilde haddini aşan bir hal aldığını ifade ettiğini belirterek, “Tartışılan biz değil o mahkemeler olacak demiştim. Gelinen noktada yargılanacak olan bizler değil sizlersiniz” dedi. Balbay, “Arif Doğan düşüncelerini açıklıyor. Durmuş Ali Özoğlu düşüncelerini açıklıyor. Belki de Ergenekon bir haber ajansıydı, soruşturma bürosuydu. Buradan terör örgütü çıkmıyor. Ama savcılar kurgulanan örgüte üye bulabilmek için can hıraş bir şekilde çırpınıyor. Bir teğmenden, bir gazeteciden üye yaratmaya çalışıyor” diye konuştu.
‘Başka şubemiz yok’
Zaman zaman sesini yükselten Balbay, sözlerine şöyle devam etti: “Kendinize gelin, böyle mahkeme olmaz. Bizi darağacına asıp taşlatıyorsunuz. Babası ölen, amcası dağdan atlayan ‘Ergenekon yaptı’ diyor. Burada yan yana getirdiklerinize bakın. Rektörler, öğretim üyeleri, gazetecileri, sendikacıları bir araya getirdiniz. Böyle bir örgüt dünyada yok. Bizim başka şubemiz yok taklitlerimizden sakınınız. Bu dosyayı da getirtelim, şu dosyayı da getirtelim. Bu davanın yürümesi değil, çürümesidir.“
‘Dedikodu savcısı’
“Türkiye’de bu savcılar olduğu sürece darbe davası açmak, hakaret davası açmaktan daha kolay. Savcılar Cumhuriyet’in savcısı mı? Dedikodu savcısı mı?’ Hanefi Avcı da Silivri’ye ne zaman gelecek diye düşünüyorduk. Silivri’de olduğumuz için buraya açılan yolları biliriz. Tahmin ettiğimiz tarihten daha geç bir tarih oldu.”
EMEKLİ ALBAY ATİLLA UĞUR: ‘PKK’lılarla aynı aftan
çıkmayı şerefsizlik sayarım’

Duruşmada söz alan emekli Albay Hasan Atilla Uğur, teröristbaşı Abdullah Öcalan’la ilgili ilginç açıklamalarda bulundu. Daha önce savunmasında Abdullah Öcalan’ı 1999 yılında Türkiye’ye getirildikten sonra sorguladığını söyleyen Hasan Atilla Uğur, Öcalan’ın kendilerine verdiği bilgilerin hepsinin şimdi doğru çıktığını ve sürekli “Beni asmayın” dediğini belirtti. Sorgu sırasında Öcalan’ın kendisine, “Biz sadece Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerine değil, bütün Türkiye’ye talibiz” dediğini söyleyen Uğur kendisinin ise içinden “Hadi lan” dediğini ifade etti. “Evet talipler ve şimdi terör örgütüyle pazarlıklar yapılıyor” diyen Uğur, sözlerine şöyle devam etti: “Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmeler ihanettir. Herkes şahit olsun. Onlarla gelen bir afta beni buradan çıkaramazsınız. Onlarla aynı aftan yararlanmayı şerefsizlik sayarım.”Hasan Atilla Uğur ayrıca, üye hakimler Sedat Sami Haşıloğlu ve Hasan Hüseyin Özese’nin tarafsızlıklarını yitirdikleri gerekçesiyle heyetten çekilmelerini talep etti. Duruşma sanıkların taleplerinin alınmasıyla devam ediyor.


Abdullah Öcalan ’Bütün Türkiye’ye talibiz’ dedi

Posted: 01 Oct 2010 01:40 PM PDT

İKİNCİ Ergenekon Davası'nın 85. duruşması görülmeye devam ediyor. Sanık ve avukatların taleplerinin alındığı duruşmada söz alan emekli Albay Hasan Atilla Uğur, teröristbaşı Abdullah Öcalan’la ilgili ilginç açıklamalarda bulundu.
"ABDULLAH ÖCALAN’IN DEDİKLERİ DOĞRU ÇIKTI"
Daha önce savunmasında Abdullah Öcalan’ı 1999 yılında Türkiye’ye getirildikten sonra sorguladığını söyleyen Hasan Atilla Uğur, Öcalan’ın kendilerine verdiği bilgilerin hepsinin şimdi doğru çıktığını ve sürekli "Beni asmayın" dediğini belirtti.
"BÜTÜN TÜRKİYE’YE TALİBİZ"
Sorgu sırasında Öcalan’ın kendisine, "Biz sadece Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerine değil, bütün Türkiye’ye talibiz" dediğini söyleyen Uğur kendisinin ise içinden "Hadi lan" dediğini ifade etti. "Evet talipler ve şimdi terör örgütüyle pazarlıklar yapılıyor" diyen Uğur, sözlerine şöyle devam etti: "Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmeler ihanettir. Herkes şahit olsun. Onlarla gelen bir afta beni buradan çıkaramazsınız. Onlarla aynı aftan yararlanmayı şerefsizlik sayarım"
Hasan Atilla Uğur ayrıca, üye hakimler Sedat Sami Haşıloğlu ve Hasan Hüseyin Özese’nin tarafsızlıklarını yitirdikleri gerekçesiyle heyetten çekilmelerini talep etti. Duruşma sanıkların taleplerinin alınmasıyla devam ediyor.


Cem TURSUN / DHA


Bi de cemaatçi Che Guevara bulundu mu tamamdır bu iş

Posted: 01 Oct 2010 01:24 PM PDT

“Hanefi” Avcı...

Sünni mezhebinin adını taşıyor.
Kendisi sağ’cı.
Hatta bi ara cemaatçi.
Ömür boyu sol’la mücadele etti.
Silivri’ye kondu...
Sol örgüte yataklıktan.
*

Yardım istediği avukatın adı ne?
Fidel!

*

:)
*

Lakap filan değil ha, nüfus kâğıdında yazıyor, avukatın adı:
“Fidel” Okan.
*

Türkiye’de Küba Lideri’nin adını taşıyan 500’den fazla Fidel var. Mesela Niğdeli Fidel, 12 Eylül’de sol’cu olduğu için hapse tıkılan ve doğum müjdesini demir parmaklıkların ardında öğrenen bir babanın oğlu... Mersinli Fidel, sendikacı bir babanın oğlu, doğum esnasında grev gözcüsüymüş babası, doğar doğmaz grev çadırına getirilmiş, orada konmuş adı... Üstelik, hepsi erkek değil, kız Fidel’lerimiz de var. Biri, CHP Milletvekili Fuat Çay’ın kızı Fidel.
*

Ev hanımı, öğrenci, bilgisayarcı, tekstilci, avukat Fidel’lerimiz var. Düğün veya doğum haberlerini aldığında, tebrik mesajı gönderiyor Fidel Castro... E karşılıklı bu işler; Castro’nun doğum gününde, Küba’nın Ankara Büyükelçiliği’ndeki törene katılıyor bizim Fideller.
*

Atatürk hayranıdır Fidel Castro... Türkiye’ye geldi, “Ona ve devrimine hayranım, devrim yaptım ama, onun yaptıklarını yapamadım, kendinize başka lider aramayın” dedi. Mustafa Kemal’in büstünü Havana’nın göbeğine dikti, altına yurtta sulh, cihanda sulh yazdı.
*

Bu nedenle, “sadık” anlamına gelen Fidel adını taşımak suç değil artık Türkiye’de... Eskiden felaketti.
Evladına Fidel adını veren babalar veya Fidel adını taşıyan evlatlar, sağ’cıların hışmına uğrardı, zulüm görürdü. Suçsuz günahsız, durup dururken gözaltına alınma sebebiydi.
*

Kim yapardı bu işleri?
Hanefi gibi polisler.
*

Kim kurtaracak Hanefi’yi?
Fidel!
*

Aradım Fidel Okan’ı... Resmi avukatı değil aslında, bir başka davayla ilgili olarak “tanık” sıfatıyla görüşmüş... “Tanığım olduğu için, müvekkilim olmasında çekincem var” dedi.
*

Peki neden tanık?
Öbür dava, Hanefi Avcı’nın kitabıyla alakalı çünkü...
Fidel davayı kazanırsa, Hanefi kurtulacak. O nedenle kimseyle konuşmuyor, Fidel’e anlatıyor.
*

Dolayısıyla... Hanefi’nin Fidel’den yardım istemesi, sadece devlet-cemaat kapışmasını değil, devlet-cemaat yolunu açan 12 Eylül’ün Fidel tarafından teşhir edilmesi anlamını taşıyor.
*

İlahi adalettir bu, ilahi.


Yılmaz Özdil

Hürriyet


You are subscribed to email updates from Ajans Medya Takip
To stop receiving these emails, you may unsubscribe now.
Email delivery powered by Google
Google Inc., 20 West Kinzie, Chicago IL USA 60610

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages