UZLAŞMAK TESLİMİYETE, DİRENMEK ZAFERE GÖTÜRÜRÜR...

6 views
Skip to first unread message

kontraergenekon.tr.cx

unread,
Oct 20, 2010, 9:59:09 AM10/20/10
to

...:::Ajans Medya Takip:::... Günün Manşetleri

Link to Ajans Medya Takip

PİRUS ZAFERİ!...

Posted: 19 Oct 2010 01:29 PM PDT

Ülkemizde, hala, demokrasinin hazmedilip hazmedilmediği tartışılırken, diğer taraftan, göstermelikte olsa her gün demokrasinin yeni bir uygulaması ile karşılaşıyoruz.

Demokrasinin en vazgeçilmez ögesidir seçim... Çoğulculuğu gözeterek, her kesimin duygu ve düşüncelerinin temsil bulduğu bir ortamın yaratılması adına yapılırsa, seçim demokrasinin gereği olur!.. Sadece, ne pahasına olursa olsun, çoğunluğun oyunu almaya dayalı yapılan bir seçim, demokrasi değil, dayatma olur ki, demokrasinin ilk karşı çıktığı eylem de budur işte.

Bir seçimi demokratik kılan en önemli gösterge, seçimin taraftarlarına sağlanan imkanların eşit olup olmadığıdır. Bir tarafta, devlet olanakları “yandaş” lehine sonuna kadar kullanılırken, diğer taraftan, muhalife hiçbir imkan tanınmıyorsa, hele bir de muhalifin işini güçleştirici engeller ortaya konuyorsa, yapılan seçimin demokrasi ile ilgisi olamaz!..

Böyle bir ortamda alınan sonuç ne olursa olsun, şaibelidir, antidemokratiktir!..

Ne yazık ki, ülkemizde son yıllarda yapılan seçimlerin tümünde bu leke mevcuttur!.. Toplumdaki rahatsızlığın temelinde yatan da budur!.. Halkın hazımsızlığının kaynağı budur!.. Demokrasiyi ülkelerinde uygulamakla yükümlü olanlar, demokrasinin gereğini yapmazlarsa, kazanılan “zaferlerin bir kıymeti harbiyesi kalmaz!..” Seçimi sadece bir güç kazanma savaşımı olarak görmek, demokrasi açısından çok tehlikelidir. Muhalefeti yok sayan bir güç, demokrasinin ögesi olma işlevini yerine getiremez!..

Böyle kazanılan zaferler gün gelir, “Pirus Zaferi!” nitelemesinden kurtulamaz!..

Son yaşadığımız seçim, HSYK üyelikleri için yapılan seçim oldu. Çeşitli yayın organları, çok değişik ana başlıklarla duyurdu seçim sonuçlarını kamu oyuna...

Vatan: O liste kazandı!.. Yeni Şafak: Yargı, YARSAV’ı tasfiye etti!..

Zaman: Yargı Demokrasi ile tanıştı!.. Habertürk: Yok denilen liste tulum çıkardı!..

Cumhuriyet: Kurumlar susturuldu!.. Sözcü: Tayyip’in listesi kazandı!..

Milliyet: Ve Bakanlığın listesi kazandı!.. Taraf: HSYK, Adaletin!..

Hürriyet: HSYK’da seçimi Bakanlık kazandı!..

Yeterli sanırım bu manşetler, bir kanıya varıp yorum yapmak için... “Yandaş” veya “muhalif”, basının tümünde, bir hükümet vesayetinin varlığı inkar edilmiyor, hatta bazılarında açıkça vurgulanıyor!..

Ve bizler de, bugüne kadar yapılmış olan tüm seçimler gibi, yapılan bu seçimin de,demokratik kurallar içinde yapıldığına, tüm adayların eşit koşullarda(!) demokratik kurallar içerisinde(!) yarıştığına, sonuçta hür iradenin oluştuğuna inananacağız!.. Ve yapılan bu seçimlerin, bundan sonra yapılacak seçimlerin demokratik açıdan teminatı olduğuna(!) inanacağız... S a f ı z(!) çünkü.

Yukardaki, manşetlere ek olarak; bu seçimle ilgili en açık yorum, Demokrat Yargı adayı Kemal Şahin’in yaptığıdır... “Bu AKP’nin Pirus Zaferi!..” diyor Sayın Şahin.

Pirus Zaferi, siyasi literatürde sıkça kullanılan tarihi bir olay üzerine kurgulanmış bir terimdir.. Kaybedilenlerin, kazanılanlar yanında çok büyük olduğunu anlatmak için kullanılır... Kısaca, çok büyük kayıplar pahasına kazanılan, özünde kazananı net olarak belli olmayan, yani sonuçta kaybedilmeye mahkum bir zafer!.. Kazanırken kaybetmek, yenerken yenilmek!.. Dostlar başına tavsiye edilmiyecek bir zafer!..

Yeri gelmişken, kısaca anlatmakta yarar var Pirus Zaferi’ni... M.Ö. 280 yılarında, Büyük İskender’in uzaktan akrabası olduğu söylenen Yunan Epir Kralı Pirus, İtalya’yı fethe gider. Büyük bir fil ordusu ve 25.000 kişilik bir orduyla gittiği Roma’da büyük bir direnme ile karşılaşır. Ne pahasına olursa olsun, savaşı kazanmak isteyen Pirus, bütün imkanlarını kullanarak savaşı sürdürür. Savaşı kazanır da!... Sonuçta, fil sürüsünün tamamını ve ordusunu kaybeden Pirus, ordusundan arta kalan 3-5 çapulcuyla kala kalır!.. Kazanırken, kaybetmiştir Pirus!.. Ve bir iddiaya göre de; Pirus Tanrı’ya şöyle yakarmiştır! “Tanrım bana bir daha böyle zaferler gösterme!...”

Kazanırken kaybeden ülke olunca, zafere büyük gölge düşüyor!..


Mehmet Halil Arık

Emekli eğitimci – DENİZLİ


UZLAŞMAK TESLİMİYETE, DİRENMEK ZAFERE GÖTÜRÜRÜR…

Posted: 19 Oct 2010 11:59 AM PDT

Türkiye olağanüstü, çok kritik, çok özel günlerden geçiyor.

Yurdumuz bugün ABD, AB emperyalizmi, siyasal İslamcılar ve bölücüler tarafından kuşatılmış durumdadır...

Cumhuriyet tehlikededir. Ulus tehlikededir. Vatan tehlikededir.

Şanlı 1923 Devrimi tarihten silinmek istenmektedir.

Uluslar arası güç, Türkiye’yi de Irak, Yugoslavya, Afganistan gibi bölme, parçalama planları yapmaktadır. Türkiye’nin yönetimi artık uluslar arası iradenin eline geçmiştir. Ulusal irade geçersiz kılınmıştır. Yurdumuzu BOP eşbaşkanları ile birlikte ABD emperyalizmi yönlendirmektedir. Hem de El ele, omuz omuza…

Şu sıralar sevgili vatanımız “Füze Kalkanı Projesi” ile komşularına ve Ortadoğu’ya karşı bir kalkan gibi kullanılmak istenmektedir. Füze kalkanı projesi doğrudan ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir projedir ve Türkiye’ye hiçbir yararı yoktur. Komşuları ile arasındaki güveni, dostluğu sarsmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nın reddettiği bu savunma mekanizmasını AKP Türkiye’ye yerleştirebilmek için çareler aramaktadır.

Muhalefet ise proje karşısında şimdilik sessiz, suskun, beklemeyi tercih etmektedir.

Şu tartışılmayacak bir gerçektir ki Türkiye bugün siyaset, cemaat, ticaret çetesinin egemenliği altındadır. Çoğu kurumlarımızda cemaat hukuku geçerlidir, cemaat hukuku işlemektedir. Mafya – tarikat rejimi HSYK Başkanı ve emekli Tuğamiral Türker Ertürk’ü ölümle tehdit edecek kadar kendisini güçlü hissetmektedir.

Geçmişte de Fethullah operasyonları ile generaller, teğmenler, gazeteciler, politikacılar, sendikacılar, bilim adamları tutuklanmış, sorgusuz sualsiz, kanıtsız dayanaksız dört duvar arasına atılmıştı.

Bugüne değin 150’ye yakın emekli, muvazzaf subay, astsubay yargıç karşısına çıkarıldı, Halen büyük bir bölümü içerdedir. Ayrıca 40 gazeteci de Silivri Zindanlarında çile doldurmaktadır.

AKP’nin yaptığı her girişimi demokratikleşme, sivilleşme olarak gören insan hakları aşığı (!) AB ve yandaşları yeni liberaller, ikinci cumhuriyetçiler her nedense bu tutuklu gazeteciler karşısında sessizliğini korumakta, dut yemiş bülbüle dönmektedirler. Suçunu bile bilmeden yatan bu gazetecilerin özgürlüklerinin ellerinden alınması karşısında tek söz söylememektedirler.

Silivri tutsakları arasında dağlarda canları pahasına PKK ile mücadele etmiş askerler de vardır.

Gazi Üsteğmen serdar Öztürk işte bu subaylardan birisidir. O PKK ile girdiği çarpışmalar esnasında yaralanmıştır. Bir dostumun bana ilettiği bilgilere göre ” Bugüne değin Kendisi için tahliye talebinde bile bulunmamıştır. Beynindeki şarapnel parçası henüz çıkarılamamıştır. Gözlerinden biri tamamen görmüyor, diğeri de az görüyor. Yaralandığında çok kan kaybettiği için kontrol edilmeden kan verilmiş ve hepatit B olmuştur. Karaciğerinde ağır tahribat oluşmuş ve üçte ikisi alınmıştır...”

Meteoroloji uzmanları, önümüzdeki kışın çok sert geçeceğini söylemektedirler. Yukarıya sıraladığımız rahatsızlılıkları bünyesinde taşıyan bu emekli gazimizin içeride alıkonulması açık bir işkencedir, hükümsüz bir infazdır. Derhal özgürlğüne kavuşturulmalıdır. Çünkü bu kış koşullarına dayanıp dayanmayacağı bile belli değildir.

Günümüzde vatanını koruyan, kollayan, bölünmesine engel olmak için canını ortaya koyan ulusalcılar, yurtseverler cezalandırılırken ne yazık ki devlet yetkilileri, PKK’lı hainlerle kapalı kapılar arkasında görüşmeler yapmakta, Sevr haritaları çizmektedirler.

Bütün bunlar olup biterken, bir kısım vatandaşlarımız ise kendilerini “din perdesi” arkasında dolandıran “deniz Feneri, Kombassan, Jetpa” gibi gerici örgütlerden mahkeme kararı ile hak ettikleri paraları bile alamamaktadırlar. Ulusalcılara, yurtseverlere göz açtırmayan, onların nefesini dinleyen savcılar, emniyet görevlileri ve en önemlisi hükümet neden sessiz kalmaktadır? Hadi onları yapılarından, görüşlerinden dolayı bir yana bırakalım, haksızlıklar karşısında görevi yurttaşlarının hakkını savunmak olan muhalefet neden sessiz durmaktadır?

Muhalefet muhalefetliğini yapamamakta, iktidar iktidarlığını yapamamaktadır. Henüz geçmişten ders almayan bir takım liderler ise, gidip Kemal Derviş’lerle görüşmekte, sanki başka sorun kalmamış gibi “türban özgürlüğünün” peşinde koşup, AKP’nin önünü açmaya çalışmaktadırlar.

“İdare-i Maslahatçılar esaslı devrim yapamazlar…” demişti Mustafa Kemal.

Yüce Atatürk tarafından söylenen bu söz, iş olsun diye söylenen, boş bir söz değildir. Bir dünya liderine yakışan, ders alınması gereken çok önemli, çok değerli bir özdeyiştir. Bununla o, uzlaşan, boyun eğen, günün koşullarına göre hareket eden kimselerin devrim yapamayacağını vurgulamak istemiştir.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun tek aday olduğu CHP’nin 33. Olağan Genel Kurultayında, Cevdet Selvi, açılış konuşmasını yığınlara umut veren şu sözlerle yapmıştı: "İnsanların aylarca yıllarca hapis edildiği, kozmik odalara girildiği, ılımlı İslam devletine girişe ramak kaldığı bir ortamda bu kurultayı gerçekleştiriyoruz. Hiç umutlanmasınlar bu kurultay CHP'nin birlik ve beraberliğini gösterdiği Türkiye'nin boş bırakılmadığını gösterdiği kurultaydır."

Bunlar umut verici, geleceğe dönük sözlerdi. İçinde ne türban var, ne cemaate saygı… Ne de Kemal Derviş vardı…

Son aylarda piyangodan (!) çıkan Yeni Kemalizm’i bir kısım CHP’liler “Demokrasi ve özgürlük silahını AKP’nin elinden almak” diye nitelendiriyorlar. Yanlış seçilmiş bir yoldur bu. Tam tersine bu yol Fethullah Gülen’leri, Amerika’yı, AKP’yi besleyip büyüten bir yoldur. Bu girişimler AKP’ye yaramıştır ve yapılan son anketlerde o yine oyunu yüzde 46,9’lara çıkarmıştır. İşte bu nedenle cemaat başı Türkiye’ye gelmeyi düşünmektedir. Çünkü muhalefeti ile iktidarı ile ortamı elverişli görmektedir.

Özetlersek: Kızanlar, öfkelenenler, “CHP’yi zayıflatıyorsun” diyenler olsa da biz yine gerçekleri söylemeye devam edeceğiz. Bu yol “İdare-i maslahatçıların” yoludur. Boyun eğme, uzlaşma yoludur. Egemen güçlere teslimiyet yoludur.

Bugünkü mücadelede ya Atatürk kazanacaktır ya Damat Ferit’ler… Ya ABD, AB, PKK kazanacaktır ya Türkiye.

İkisinin ortası yoktur.

Halkın, ulusun kurtuluşunda uzlaşma yoktur. Laf ebeliği, gevezelik, idare-i maslahatçılık yoktur.

Devrim vardır. Devrimcilik vardır. Ödünsüz mücadele vardır. Tam bağımsızlık vardır…

Çünkü ülkeler devrimlerle yaşar, devrimlerle yücelir.


ALİ ERALP


Cumhurbaşkanının Resepsiyonu ve Ötesi

Posted: 19 Oct 2010 11:26 AM PDT

Cumhurbaşkanı, önceki yıllarda; “Türban sorunu yaşanmaması için” biri eşli, öteki eşsiz olmak üzere iki ayrı Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu hazırlatmıştı.

Bu yıl, bu uygulamadan çark ederek tek resepsiyon hazırlattı ve herkesi; - ister türbanlı, ister türbansız olsun - eşiyle birlikte resepsiyona davet etti ve davetiyeler gönderdi.

Bunun için “ acaba niçin? ” diyebilmek için aptal olmak gerekir:

Sular bulanmıştır, balık avlanacak AKP için… Tarafsız olması gereken o kutsal makamda oturmasına rağmen!.. Yazık!..

“Nereden nüksetti bu türban hastalığı!..” diye hayıflanmayın. Bu ölüyü bizzat Kılıçdaroğlu hortlattı!.. Kılıçdaroğlu!..

“Bu ne kafa yarabbi!..” öldürsen de kendilerine oy vermeyecek olan AKP seçmeni ve ona yakın çevreden oy alabilmek sevdası ile İlerisini gerisini düşünmeden CHP çizgisinden çıkarak atılan bu adım ne?..

Sen yanlış adım atarsan, elin oğlu da böyle çelme takar işte!, ey Kılıçdaroğlu!..

CHP de içinde; bu yanlış adıma karşı çıkanlar, daha davetiyeler kendilerine ulaşmadan resepsiyona katılmayacaklarını açıklarken Kılıçdaroğlu kıvırarak “daha o resepsiyona çok zaman var” monologunun sahibi oluyor… Aman yarabbi!..

Eğer ustası Sav, ona bu yolu göstermişse; ona da yazıklar olsun!..

Şahsen ben, hiçbir siyasi topluluktan değilim.

Parti içinde bile demokrasiye karşı çıkan ve kendisini hiç sevmediğim ve çarşafa CHP rozeti takan Baykal da mevkiini korumuş olsaydı, bu gafı işleyebileceğini düşünemiyorum.

Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu, Anayasa değişikliği ile ele geçirmekte başarılı olan iktidarın, bu antidemokratik çabalarına göz yumup, onlara yeşil ışık yakan Cumhurbaşkanı’nın tek resepsiyon icadına şaşmamak gerek. Adam zaten o siyasi partinin kurucularından biri ve ilk başbakanı değil miydi?..

Bu sebeple, Kılçdaroğlu’nun maç sırasında topu yanlış yere atması ve karşı takımda oynayan YÖK Başkanı ile Cumhurbaşkanının bunu gole çevirmiş olmasına şaşmamak gerek!.. Tersine takımı adına onları kutlamak lâzım.

Cumhurbaşkanı’nın tek resepsiyon olayında; toplantıya katılmak için balıklama atlayan MHP yi de kınıyorum. Bu da daha önce türban konusundaki yanlış anlayışlarının bir devamıdır kuşkusuz.

Peki demokratik bir ülke olması özlemini çektiğimiz Türkiye’de; nedir bu türban olayı?..

Genç bir kızın başörtüsü ile uğraşmak doğru mu? İleri demokratik anayasalar ve hukukun üstünlüğü kuralları içinde bunun yeri var mı?..

Bu, üstün hukuk kuralları içinde bir genç kızın başörtüsü ile uğraşmak, elbette bir demokrasi ayıbı olur.

Bu bakımdan baş örtüsü ve türbana karşı olmanın demokrasi hukukunda yeri olmasa gerek!..

Tarafsız bir hukukçunun bu gerçeği kabul etmekten başka bir şansı yoktur.

Gel gör ki, kazın ayağı öyle değil!..

Ben bir asra yaklaşan ömre sahip, tarafsız bir hukuk adamıyım.

Hukukun her branşında bir hamur gibi yoğrulmuşum.

Yaşadığım bu süre içerisinde Türkiye’nin gerçeklerini, özellikle hukukî gerçeklerini

yakinen bilenlerden biriyim.

Yepyeni bir asra ulaşmamıza rağmen; Türkiye’nin dış ve iç görüntüsünün mükemmel olduğunu iddia etmek yalancılık olur.

Bu güne gelinceye kadar, Türkiye’nin dış görüntüsü hiç bu kadar çirkin olmamıştı.

Kadın ve kızlarımızın bu günkü görüntüsü; kadınlar açısından, mollalar ülkesi olan İran’dan daha çirkindir Allah için…

Geçmişe şöyle bir bakıyorum; giyim açısından bu kadar çirkin miydi Türkiye!?..

Ben 1940 ve 1950 li yıllarda lise ve hukukta öğrenci idim. Kadınlarımız böyle sıkma başlı ve çirkin görüntülü müydü?

Haşa!.. Genellikle onlar Atatürk Türkiye’sinin güzel görüntüleriydi.

Ne oldu sonra onlara?.. Siyasi bir inancın simgesi olarak türban geçirildi başlarına!..

İşte bir parti için siyasi simge haline getirilen türbanın savunulması gereken insan hakları ve hukukun üstünlüğü binası içinde yeri yoktur.

Bunu Anayasa Mahkememiz ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de kararlarında doğrulamış bulunmaktadırlar

İşte benim de karşı olduğum masum genç kızın başörtüsü değil; siyasi simge haline getirilmiş çirkin türbandır.

Türbanın, coşkun bir savunucusu olan başbakanın “türban” yerine “başörtü” deyimini kullanması çok düşündürücü değil mi?..

O da türbanın çirkinliğine değil, başörtünün güzelliğine sığınmış olmuyor mu?

Türban takanlar yobazların “saçının bir tek telinin görünmesi bile caiz değil, zinhar haramdır” çağrısına uyarak; saçlarını kat, kat türban içine sokmuşlardır; isteyerek, ya da istemeyerek…

Nice türbanlılar görüyoruz ki sokaklarda; başı kapalı ama bacak göğüs, göbek ortada! Ve dapdaracık pantolonlar içinde…Ya da saçı kapalı,kıçı açık!..

Bunlar inanç ve giyim özgürlüğü için değil, sırf siyasi simge için giyinenlerdir.

Cumhurbaşkanının tepeden, kamusal alanda türbana yeşil ışık yakmış olmasını, AKP nin türban konusunda, kendi açılarından bir başarı olduğunu düşünüyorum.

Yök Başkanı’nın bu konudaki ilk adımına, Cumhurbaşkanının resepsiyon ile güçlü bir destek sağlamış olacaktır.

Tepeden gelen böyle bir desteğin tabanda engellenmeyeceği düşüncesinden yola çıkılmış olsa gerek.

Yazık!...

Bu ülkeyi, siyasi emel ya da partileri uğruna, her gün daha çok

çirkinleştirmeğe çalışanlara yazıklar olsun!...


Abbas Gökçe

Kurucu Meclis ve Danıştay E. Üyesi


You are subscribed to email updates from Ajans Medya Takip
To stop receiving these emails, you may unsubscribe now.
Email delivery powered by Google
Google Inc., 20 West Kinzie, Chicago IL USA 60610

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages