Cemaatin 2 Fiyaskosu

5 views
Skip to first unread message

kontraergenekon.tr.cx

unread,
Oct 8, 2010, 9:22:45 AM10/8/10
to

...:::Ajans Medya Takip:::... Günün Manşetleri

Link to Ajans Medya Takip

‘Cahil’ ve ‘bidon kafalı’ sorunsalı!

Posted: 07 Oct 2010 01:28 PM PDT

Hiçbir medeni ülkede görülmeyen tüm saçmalıklar, tüm çağdışı olaylar bizde mutlaka görülecek ya, neler izleniyor neler...
Örneğin bir tarafta “Beyaz Türkler” saçmalığını anlamaya çalışırken diğer tarafta “cahil dediler, bidon kafalı dediler, göbeğini kaşıyan dediler” teranesinin arkası kesilmiyor.
Referandum öncesinde gayet haklı olarak, anayasa hukukçularının bile birbiriyle hiç alakası olmayan açıklamalar, yorumlar yaptığı anayasa değişikliklerinin halkın önüne sürülmesi eleştirildi. Ancak yüksek düzeyde eğitimi olan vatandaşların “bu değişiklik sonunda neler olacağını anlayabileceği”, geriye kalanlar özellikle de hiç eğitimi olmayan kesim anlamayacağı gibi, din ve etnik köken üzerine söylemler ve başka yöntemlerle yanıltılabileceği söylendi.
Siyasi etiğin ortadan kalktığı, halkın da her tür kural dışı şarta alıştırılıp, kayıtsızlaştırıldığı durumlarda görülebilen bir tablo bu, ki değişikliklerin asıl sorun yaratacak kısmı yerine “israrla aynı pakete konan ve kafa karıştırmayı sağlayan olumlu maddeler”in gündemde tutulduğunu, her tür baskının da yapıldığını” kimse yadsıyamaz.
Durum ortadayken hala bu “cahil dediler” vurgusu kasıtlı olarak sık sık yapılıyor. Salı akşamı TV’de bir açık oturumda, bir doçent (üstelik doçent) büyük bir keyifle ve bir gerçeği ifşa ediyormuş gibi “Referandumda yüzde 42, yüzde 58’e cahil dedi” cümlesini tekrar tekrar söyledi. Diğer konuşmacıların hiçbiri de “Hayır bu doğru değil, sadece tablo yorumlanırken ‘daha eğitimli ve ekonomik olarak da daha rahat olan’ sahil kesimlerinin değişikliğe hayır oyu kullandığı söylendi, ikisi aynı şey değil, siz bu haksız ve yanlış yorumunuzla halkı bölüyorsunuz” demedi.
Oysa kendine göre kimbilir hangi nedenle buna benzer bölme, kışkırtma yapanların somut açıklamalarını da (varsa tabii) birlikte yapması gerekir. Öyle ‘at ortaya bir laf, havada asılı kalsın, bakarsın işe(!) yarar’ olmaz, hele de bir doçent bunu yapmaz.
KENDİNE YAKIŞTIRIYORSAN...
Bir de “Siz bu ülkenin sahibisiniz, biz bidon kafalıyız, göbeğini kaşıyanlarız değil mi”ciler var hiç bıkıp usanmayan. Mektuplar gelir, köşelerde tribüne oynamak isteyenler yazılarına tıkıştırır.
Neden kendilerinin de öfkelendikleri kişiler kadar “bu ülkenin sahibi” olduklarına inanmadıkları bilinmez. Kendilerine “bidon kafalı” veya “göbeğini kaşıyan” olmayı hangi nedenle yakıştırdıkları bilinmez. Bazı gazetelerin bazı yazarları hangi niyetle bu çirkin kışkırtmayı yapar durur, asla bilinmez.
Örneğin Salı günü bana buna benzer bir mektup gönderen Yahya Sinan isimli okura (ve hiç kimseye) ben bunları söylemediğime, söylemeyeceğime göre demek ki kendisi uygun bulmuş... Büyük ihtimalle uzun zaman önce bir meslektaşımızın yazısından yola çıkılarak ve siyasi istismara uygun bulunarak bugünlere ulaştırılan kelimeler bunlar. Ama sıktı yani... Toplumda kimse kimseyi aşağılamadığına, bir diğerine böyle hitap etmediğine göre bu provokasyonun, bu kompleksin sakız gibi sünüp durması sıktı. İşiniz mi yok yahu?
Bundan sonra benzer lafları kullanıp duygu sömürüsü yapanlara; “Sen kendine yakıştırıyorsan bidon kafalı olmayı, buyur kullan” demek gerekiyor herhalde!

*****

Öğrencinin 'demokratik hakkı'na inanmak!
Ben de moda köşe yazısı tarzına geleyim bugün... Siyasi kazançların işe karışmayıp samimi olarak ‘üniversite öğrencilerinin demmokratik hakkının savunulmakta olduğuna’ ne zaman inanırım? Bu savunma sadece türban konusuyla
sınırlı kalıp diğer hakların ağza bile alınmamasına
son verildiği zaman.
Sık ama çok sık görülüyor, siyasetçiler bir yerde konuşma yaptığında ‘fırsattan istifade’ isteklerini dile getiren veya protesto sloganı atan öğrencilere polis tarafından ciddi şiddet uygulanması. Yerlerde sürüklenerek götürülüyor ve gözaltına alınıyorlar.
Cumhurbaşkanı Gül, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde akademik yılın açılış konuşmasını yaparken “Parasız eğitim istiyoruz” diye slogan atan kız öğrencilerin saçlarından sürüklendiğini gösteren fotoğraflarla verilen “gözaltına alındılar” haberi de gerçekten demokratik bir ülkede asla görülmeyecek, duyulmayacak bir haberdi. İnsanın içini
acıtan cinsten!
Bu polisler yetkileri dışında ve assıl suçun kendisi
olan bu eylemi hangi cesaretle ve yetkiyle yapabiliyorlar
ve “öğrenci hakkı” diye bas bas bağrılırken buna neden susuluyor, açıklama rica edebilir miyiz?


Ruhat MENGİ

Vatan


Amaç türbanı çözmek değil

Posted: 07 Oct 2010 01:10 PM PDT

ANALİZ
Bir kere daha ortaya çıktı ki, iktidarın asıl amacı “türban sorununu çözmek” değil, tam tersine, fiili durum yaratılsa bile sorunun devamını sağlamak.
Türban konusunu “diri tutmak” iktidarın adeta “gıdası” gibi. Bu nedenle herhangi bir adım atılmasını asla istemiyor.
Oysa, referandumdan önce CHP Genel Başkanı “türban sorununu çözeceklerini” açıklamıştı. Üstelik bunu, CHP’nin tabanında çıkabilecek rahatsızlıkları bile göze alarak yapmıştı Kılıçdaroğlu. Nitekim şimdi türban sorununun devam etmesi için ellerinden geleni yapanlar, CHP örgütünü ve kitle tabanını da sürekli tahrik ediyor.
AKP iktidarı ise önce bu söylemi “samimiyetsiz” buldu, ardından da kelimenin tam anlamıyla yan çizdi. Yerine ise YÖK Başkanı’nı devreye sokarak “türbanda fiili durum” yaratılmasını sağladı.
Aslına bakarsanız, daha önce de yazmıştım, şu anda üniversitelerin pek çoğunda artık “türban yasağı” diye bir şey yok. Özel üniversiteler bu konuda çoktan tavır değiştirmişti, devlet üniversiteleri de göz yumma biçiminde soruna sırtlarını çevirmişti.
YÖK Başkanı’nın İstanbul Üniversitesi’ne yazdığı mektup ise fiili durumun kesinlik kazanmasını sağlamış oldu. Ama bu sorunu çözmüyor, çözmeyecek. Sadece yine ve yine ve sonra yine tartışılmasına yol açacak o kadar.
Tartışmaların ise AKP iktidarına hiç bitmeyen bir enerji ile güç kazandırdığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz. AKP bu kaynaktan beslendikçe sorunu sürdürecektir.
CHP’nin tavrına gelince. Kılıçdaroğlu’nun “örtünme tarifi” yapmasını eleştirebilirsiniz. Ancak Kılıçdaroğlu’nun nahif kimliğine bakınca, bunun bir siyasi manevradan ziyade, AKP’yi de ürkütmeden konuya çekmek için yapılmış bir nezaket çıkışı olduğunu söyleyebilirim.
Kılıçdaroğlu, türban sorununun çözümü için uzun uzadıya anayasa değişikliklerine gerek olmadığını, kısa sürede sağlanacak bir mutabakat ve belki de bir yönetmelik değişikliği ile sorunu çözebileceklerini anlatmak istedi.
Bunun için de “sorun inançlar gereği örtünme talebinden kaynaklanıyorsa” düşüncesiyle, bazı İslam ülkelerinden -ki bunlar şeriat devleti- örnekler verdi.
Oysa AKP’nin sorunu çözmeye niyeti olmadığı için, hem konuyu iyice sulandırmasına hem de yandaş yazarların alaylı saldırılarına tanık olduk. Hazin bir durum.
Sonuç şudur: AKP ve yandaşları, siyasi gıdalarını alabilmek için, demokrasi, özgürlükler ve insan hakları ile hiç ilgisi olmayan, üniformal bir giysi üzerinden inanç sömürüsü yapmaya devam etmektedir.

*****

ÇOK GÜLDÜM
Burada anlatılan Türkiye olamaz ki!

Geçenlerde bir dost topluluğunda herkes “anlamlı” fıkralar anlatıyordu, bir tane de benim aklıma gelince anlattım. Gerçi anlattığım fıkra gibi olmasına rağmen, aslında tarihte yaşanmış bir “ibretlik” olaydı.
Dinleyenler “aa” dediler, “Aynen şimdiki Türkiye.” Şaşırdım tabii, ben bunu tarihi bir anekdot diye anlattım.
Türkiye’nin durumu ile ne ilgisi olabilir?
İsterseniz siz de okuyun, söyleyin bakalım bu anlatılandan Türkiye çıkarılabilir mi? Yok daha neler yani!
Dişi deve
Hz. Ali’nin şehri olan Kûfe’den bir Arap, devesiyle Şam’a gitmiş. Adam Şam’da dolaşırken, biri yanaşıp deveyi sahiplenmiş: “Ver o dişi deveyi bana!” Kûfeli Arap, “Bu deve benimdir, üstelik erkektir” diye kendini savunmaya çalışsa da anlaşamamışlar, iş Şam’ı yöneten Muaviye’ye kadar yansımış.
Muaviye, tarafları dinlemiş, sonra da kararını açıklamış: “Bu dişi deve Şamlınındır!” Sonra halka dönmüş: “Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?” Hep birlikte bağırmışlar: “Şamlınındır!”
Muaviye Kûfeli Arap’a dönüp demiş ki: “Kûfeli, dinle! Biliyorum, bu deve senindir ve erkektir. Ama şehrine dönünce Ali’ye de ki: Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayıramayan, o ne derse ‘evet’ diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk alsın!”

*****

HOŞUMA GİDENLER
Rakı-salak

Elazığ’a MEY grubunun yöneticisi Galip Yorgancıoğlu ile yaptığımız “bağ bozumu” gezisinde edindiğim çevre ile ilgili izlenimlerimi önümüzdeki günlerde yazacağım tabii. Ama dün laf içkiden açılmışken, bugün sizlerle rakı ile ilgili Nazım Hikmet’in dizelerini paylaşmak istedim. Haksız mı Nazım?
RAKI: Bu meret öyle bir merettir ki, acıyla içilir, tatlıyla içilir, neşeyle içilir, ağlayarak içilir, kavunla içilir, peynirle içilir, ikisi beraber çok güzel içilir, yemekle içilir, mezeyle içilir, suyla içilir, susuz içilir, sodayla içilir, şalgamla içilir. Ama işte;
Bir tek salakla içilmez.

*****

ŞAŞIRDIM
O sululuksa bu ne?

Başbakan CHP’nin anayasa değişikliği konusundaki söylemini “sululuk” olarak niteledi. Başbakan’a göre kendi iç tüzüğünü seçime kadar yetiştiremeyeceğini söyleyen CHP’nin bir haftada bir ayda anayasa değiştirmesi mümkün değil. Bu nedenle “sululuk” diyor. Anlamadığım şu: İç tüzük CHP’nin kendi sorunu. AKP’yi ilgilendirmiyor. İç tüzükle anayasa değişikliğini kıyaslamak da yanlış.
Ama asıl önemlisi şu: Türkiye’nin yapısını alt üst ederek, iktidara yargıyı tamamen kontrol olanağı sağlayan anayasa değişiklikleri ne kadar zamanda yapıldı ki? Öyle aylar süren hazırlıklar mı oldu, uzlaşma mı arandı, mecliste insanların konuşmasına mı izin verildi? Hayır, karar alındı ve AKP oylarıyla uygulamaya sokuldu, sonra da hiçbir şeyden haberi olmayan halka onaylatıldı.
CHP’nin bir ayda anayasa değişikliği yapılabileceğini söylemesi “sululuk” oluyor da, bir haftada dayatma ile hazırlanan anayasa ne oluyor o zaman?

*****

BUNU YAZMAK GEREK
YÖK Başkanı yan çiziyor, yandaş medya aldırmıyor

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan‘ın İstanbul Üniversitesi’ne gönderdiği yazı doğal olarak “türban serbestisi” olarak algılandı. İki gün medyada tartışıldı. Derken bir baktık ki Özcan biraz “yan çizerek” yazının “türbana özgürlük” olarak kabul edilemeyeceğini söyledi. Tartışma ve tepkilerden endişelenmiş olacak ki bununla da yetinmeyip bir açıklama daha yaparak “Bu zaten siyasetin işidir” dedi.
Tabii bütün bunlar “halkı aptal yerine koymanın” değişik versiyonları. Halkın eğitimsiz, kültürsüz ve çok düşük gelirli kesiminin iktidara destek verdiğini söylerseniz sizi hemen “halk düşmanı” ilan eden kesimler, halkın göstere göstere aptal yerine konmasına ses çıkarmıyor.
Nitekim, Özcan’ın “bu türbana geçiş değildir” mealinde açıklamalarına rağmen, yandaş medya asıl amacı açıkça söylemekten hiç çekinmiyor. Dünkü yandaş medyada ve biat etmiş kalemlerde “YÖK’ün mektubu ile türbanın nasıl özgürleştiğini” anlatan haber ve yazılar yine ağırlıktaydı.
Bir oyun oynanıyor ki, seyreyleyin gitsin.

*****

Başbakan, CHP’nin Anayasa hazırlama takvimi için, “Böyle sululuk olur mu?” demiş. AKP’nin Anayasa değişikliklerini “kuru kuruya” yaptığını düşünen CHP işi sulandırmak istemiş olamaz mı? (Gani Yıldız)


Can Ataklı

Vatan


İŞTE 2. DENİZ FENERİ İDDİANAMESİ

Posted: 07 Oct 2010 08:06 AM PDT

Almanya tarihinin en büyük bağış dolandırıcılığı davasında Türkiye'deki şüphelilere tebligatların nihayet ulaştırıldığı öğrenildi. Böylece tebligatların yaklaşık 10 aydır şüphelilere ulaştırılmaması nedeniyle oluşan hukuksal belirsizlik ortadan kaldırılmış oldu. Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na göre dava süreci için zorunlu olan 4 tebligattan sadece ikisi resmen teslim edilmiş, kalan 2 şüpheliye ise bir türlü ulaşılamamıştı.
Böylece Alman Yargısı'nın en az 42 milyon euroluk bağış dolandırıcılığı davasında "asıl elebaşıları" suçlamasının yönelttiği şüpheliler, Zekeriya Karaman, Dr. Zahid Aykut Akman, İsmail Karahan ve Harun Kapıyoldaş hakkındaki hukuksal süreç hızlanmış oldu.

DAVA AÇILACAK MI?
İLAVE SORUŞTURMALAR SÜRÜYOR!

İkinci Deniz Feneri e.V. davası konusunda yetkili olan Dr. Zimmerman başkanlığındaki Frankfurt Bölge Mahkemesi ekonomik suçlar dairesi heyeti, savcılık, şüpheli avukatları ve Türkiye'deki adli makamlarla görüşme ve bilgi alışverişini sürdürüyor. Bölge Mahkemesi basın sözcüsü hakim Simon, mevcut iddianamenin yanı sıra, ilave soruşturmaların sürdüğü bilgisini verdi.
Ancak, Türkiye'den ayrıca bilgi-belge beklenip beklenmediği yolundaki sorumuza, soruşturmanın selameti nedeniyle yanıt veremeyeceğini belirtmekle yetindi.
Mahkeme raportörü ise, henüz ikinci davanın açılıp açılmaması kararıyla, açılmasına karar verilmesi halinde duruşma tarihlerinin belirlenmesi ve daha sonra yapılacak işlemler konusunda herhangi bir kararın alınmadığını açıkladı.
Frankfurt adli çevrelerinden aldığımız bilgiler ise bu konudaki kararın alınmasının en az 3 ay sürebileceğini belirttiler.

ALMANYA'DA GÖZLER ANKARA'YA ÇEVRİLİ

Frankfurt Emniyeti'nden adının açıklanmasını istemeyen kaynaklarımız ise, davanın açılması konusunda belirleyici unsurun Türkiye'deki adli süreç olduğunu belirterek, "Şüpheliler aleyhine Türkiye'de dava açılır, bunlar da hüküm giyerse, burada ayrıca dava açılmasına gerek kalmaz!" yorumunu yaparak, bize "Siz, bunlar aleyhine dava açılacağına ve hüküm giyeceklerine inanıyor musunuz?" sorusunu yönelttiler.
Verdiğimiz yanıtı kendimize saklayarak, bu süreci hep birlikte yaşayacağımızı ve azami ekim-kasım ayına kadar beklememiz gerektiği tüyosunu vermekle yetinelim!
Bilindiği gibi, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde savcı Nadi Türkaslan ve ekibinin bu konudaki soruşturması aylardır, büyük bir gizlilik içinde sürdürülüyor. Kamuoyu, Türkaslan ve ekibinin telefonlarının dinlendiği yolundaki haberler dışında, halen süren bu soruşturmayla ilgili pek somut bilgi edinemedi.

AVUKATLARIN ZİKRİ MÜVEKKİLERİN FİKRİ OLACAK MI?

İkinci Deniz Feneri e.V. soruşturmasında şüpheli avukatları Prof. Dr. Osman İsfen, Bonn, Oberwinder ve Knöss ile onlara danışmanlık yapan Türk avukatların, hakim ve savcılık heyetini Türkiye'deki soruşturma sürecini öne sürerek etkilemeye çabaladıkları öğrenildi. Deniz Feneri e.V. avukatları, davanın büyüklük ve karışıklığı ile Türkiye'nin vatandaşlarını 3. Ülkelere iade etmemesi kuralıyla, Ankara Savcılığı'nın aynı suçlarla ilgili soruşturmasını öne sürerek, 29. Ceza Dairesi hakim heyetini burada dava açılmasından vazgeçirmeye çalıştığı belirlendi.
Ancak, mevzuata göre suç ve suçlunun takibini zorunlu gören Alman Mahkeme Heyeti'nin avukatlara, "Madem korkacakları bir şey yok, masum olduklarını öne sürüyorlar, müvekillerinizi yargılanmaları için Almanya'ya getirin" teklifini getirmesi bekleniyor.
Mevzuata göre, şüphelilerin Almanya'ya gelmesi halinde, yargılama hakkındaki kararın vicahında derhal verilmesi olanağı bulunuyor.
Ancak, hakkında bir dönem tutuklama müzekkeresi çıkarılan ve daha sonra kaldırılan RTÜK eski Başkanı ve halen üyesi olan şüpheli Zahid Akman'ın da aralarında bulunduğu Deniz Feneri e.V. şüphelilerinin Almanya ya da Avrupa Birliği ülkelerinden birine gelmeleri halinde gözaltına alınmaları ihtimali de bulunuyor.

DENİZ FENERİ E.V. SORUŞTURMASINDA BU SÜRECE NASIL GELİNDİ?

6310Js 210107/08 dosya numaralı davada Almanya'daki 3 zanlısının hapse mahkümündan sonra Alman Adaleti, Türkiye'deki asıl elebaşılarına yönelik adli süreci başlatmıştı. "İkinci Deniz Feneri e.V." davası olarak adlandırılan bu soruşturmada iddianame hazırlanarak, 2009 yılı ağustos ayında Frankfurt Bölge Mahkemesi'ne teslim edilmişti. 29. Ceza Dairesi tarafından değerlendirilen dosya kabul edilerek, savunmalarının alınması amacıyla Türkiye'deki 4 şüphelinin avukatlarına ve Türkiye'ye uluslararası adli prosedüre göre tebliğ edilmişti. Ancak bu tebligatlar aylar süren yazışmalara rağmen bir türlü bütün şüphelilere tebliğ edilememişti.
Frankfurt Savcılığı'nın 3 yıldır yürüttüğü soruşturma kapsamında binlerce Avrupalı Türk'ün bağış, fitre, sadaka ve zekat paralarını yardım yapacağız yalanıyla amaç dışı kullanan Deniz Feneri e.V.derneğinin 3 zanlısı suçlu bulunarak çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı.

İşte 2. Deniz Feneri Davası'nın iddianamesinden bazı kareler:


İrfan Ergi

Odatv


Dün Türkan Saylan, bugün Hanefi Avcı

Posted: 07 Oct 2010 06:48 AM PDT

Siyasetin gündeminde başörtüsü/türban, yeni Anayasa, Kürt sorunu/PKK’nın silahsızlandırılması gibi konuların olduğunun farkındayım ancak ben yine Hanefi Avcı olayı hakkında yazmak istiyorum. Bunun üç nedeni var:

1) Avcı’nın cezaevinden yolladığı mektupla ilgili dünkü yazımda bugün kişisel görüşlerimi belirteceğimi dile getirmiştim;
2) Medyada, her yanı haberle dolu olan ve üzerine çok ciddi yorum ve tartışmalar yapılması gereken bu olay konusunda genel bir sessizlik ve ilgisizlik hakim. Bunun bir “gazeteci refleksi” olduğunu sanmıyorum, daha doğrusu olmadığını biliyorum;
3) Birtakım odaklar ve kişiler Avcı konusundaki haber ve yorumlarımdan fazlasıyla rahatsızlar. Beni vazgeçirmek için yalan ve iftiralar temelli bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütüyorlar; daha doğrusu yürütmeye çalışıyorlar.
Üç gerekçe saydım ancak sırf sonuncusu yüzünden Avcı konusunu, hak ettiği zamanda ve ölçüde ele almayı sürdürmeye kararlıyım. O zavallıların tiksinti verici ve aynı zamanda gülünç çabalarının da bu kararlılığımı artırdığını gizleyecek değilim.
Saylan’ın onuru
Avcı olayının birçok açıdan Ergenekon sürecindeki Prof. Türkan Saylan olayına benzediğini düşünüyorum. Muhakkak her iki olay da çok farklı yönlere sahip ancak her ikisini de birleştiren çok önemli bir nokta var: Birbirinden çok farklı geçmişlere ve özelliklere sahip olan Prof. Saylan ve Avcı aynı çevre tarafından önlerinde ciddi bir engel olarak görüldü ve tasfiye edilmek istendi, fakat kamuoyunun büyük bir kısmı vicdanlarının sesini dinleyerek her iki olayda da “yok artık, o kadar da değil!” dedi.
Yani iki stratejik fiyasko söz konusu. Bu noktada ikinci benzerliğe geçebiliriz: Her iki olayda da, hata yaptıklarını fark eden o çevre, bir yandan yaşananlarda hiçbir ilgi ve sorumluluklarını anlatmaya çalışırken, diğer yandan Prof. Saylan ve Avcı aleyhine müthiş bir psikolojik harekat yürüterek onların kamuoyunda daha da artan saygınlıklarını kırmaya çabaladılar, çabalıyorlar.
Hatırlayalım, bugün Avcı aleyhine kampanya yürüten internet siteleri, gazeteler, gazeteciler ve televizyon kanallarının büyük kısmı dün Prof. Saylan’ın PKK’lılara burs verdiğini, kendisinin Müslüman bile olmadığını yaymaya çalışmış ama onun saygınlığına gölge düşürememişlerdi. Üstelik Porf. Saylan’a reva görülen muamele, o ana kadar Ergenekon soruşturmasına olumlu bakan birçok kişinin kafasının karışmasına, şüphe duymasına yol açmıştı.
Ödenmesi gereken fatura
Avcı’yı itibarsızlaştırma yolundaki kampanyaların, Ergenekon sürecine en fazla destek veren bazı kanaat önderleri tarafından alenen “vicdansızlık” olarak lanetlenmesi de tarihin bir bakıma tekerrür ettiğini bizlere gösteriyor. Peki bütün bunlardan nasıl bir ders çıkartmalı? Öncelikle hata yapanlar gerçekği kabullenip hatalarından bir an önce dönmeye çalışmalılar.
Fakat “hatadan dönüş” ortadaki ödenmesi gereken faturayı başkasına yüklemekle olmaz. Diğer bir deyişle, bu yaşananların sorumluları her kimse, şu ya da bu şekilde bu faturayı ödemek zorundadırlar. Ondan sonra da Avcı’nın kitabında ileri sürdüğü iddiaların demokratik ve özgür bir şekilde, hukuk devletinin normlarına uygun olarak araştırılıp tartışılması gerekiyor.
Eğer Avcı’nın birilerini haksız bir şekilde suçladığı ortaya çıkarsa hak ettiği cezayı alması şarttır. Ama eğer Avcı’nın iddialarının doğruluğu ortaya çıkarsa, o zaman işaret ettiği kişiler cezalandırılmalıdır.
Kendi adıma, bir vatandaş olarak neyin doğru neyin yanlış olduğunun aydınlanmasını umuyorum. Bir gazeteci olarak da bu aydınlanmaya katkıda bulunmak için uğraşıyorum ve uğraşmaya da devam edeceğim.


Ruşen Çakır

Vatan


FEDERAL TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Posted: 07 Oct 2010 06:34 AM PDT

Genel Seçimleri 1987’de ikinci kez kazandıktan sonra elektrik, petrol gibi temel maddelerde geniş çaplı zamlar yapan Başbakan Özal, “seçimlerden önce zam yapacak kadar enayi miyim?” diyerek fırsatçı siyaset tarzını açığa vurmuştu. Şimdiki Başbakan Erdoğan, 12 Eylül’ü izleyen günlerde yaptığı ilk açıklamalarda anayasa değişiklikleri için hemen çalışmaya hazır olduğunu söyledikten sonra şimdi bundan tamamen yan çizmiş bulunuyor.

Acaba neden? Sakın bunun yanıtı da “genel seçimlerden önce elimi gösterecek kadar enayi miyim” düşüncesi olmasın? Peki AKP’nin göstermek istemediği elinde neler var? Yargı üzerindeki vesayeti daha da ileri götürecek düzenlemeler mi? Çok hukukluluk yönünde adımlar atmak mı? Bu bağlamda, son olarak Anayasaya soktuğu ombudsmanlık sistemini “çok hukukluluk” yönünde sündürmek mi? Kanaat önderleri olarak ilan etmeye çalıştığı imam-müftü gibi kesimleri de bu arada “ombudsman” kadrolarına terfi ettirmek mi? Anayasanın laiklik tanımını aşındıracak veya değiştirecek yeni açılımlar mı?

Yoksa CHP’nin önerdiği dokunulmazlıkların sınırlandırılması, YÖK’ün kaldırılması, seçim barajının aşağıya çekilmesi gibi konularda uzlaşmadan yana olmadığının seçim öncesinde açığa çıkmasını istememesi mi? Her durumda AKP samimi olmadığını ve toplumun seçim öncesi kararlarını etkileyebilecek yüzünü göstermemeye kararlı gözükmektedir. Bu bakımdan anamuhalefetin hamlesi yerinde olmuştur.

Yoksa 2004’te kadük olan Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırma Kanunu (kısaca KYYYK diyelim) benzeri bir düzenlemeye gitmeyi ve BDP’nin “demokratik özerklik” talebine yanıt vermeyi sağlayacak şekilde Anayasanın üniter devlet yapısını ve eğitim birliği ilkelerini dönüştürmek mi?

ÖZERKLİK MADDELERİ
Dilerseniz bu son konuya daha ayrıntılı girelim.

2003 yılı süresince gündemde tutulan KYYYK’ya ilişkin çeşitli taslaklar, AKP’nin gizli gündeminin en dikkate değer parçası olmuştu. Son şekli verilen tasarı Nisan 2004’te geçici maddelerine kadar görüşüldükten sonra askıya alındı, Haziran-Temmuz 2004 döneminde ise kendi tamamlayıcı parçaları olan üç yasa tasarısı ile birlikte TBMM’den geçirildi. Bunlardan İl Özel İdaresi Yasası’nın 14 maddesi tekrar görüşülmek üzere Cumhurbaşkanı Sayın Sezer tarafından Meclis’e geri gönderildi. Daha sonra Belediyeler Yasası ile KYYYK da TBMM’ye geri gönderildi.

AKP bunlardan KYYK’yı tekrar gündeme getiremedi. Diğer yasalar içine serpiştirdiği kısmi düzenlemelerle yetindi ama gerçek hedefine tam varamadı. Ama bunlar AKP’nin, kendi özel gündemi ile küresel güçlerin istemlerinin bileşkesinde oluşan Türkiye’de kamu yönetimini altüst etme projesini durduramadı; sadece uygun konjonktüre erteletti. Nitekim son bir yıldır BDP’nin ve giderek İmralı’nın talepleri arasında KYYYK benzeri bir düzenlemenin tekrar gündeme getirilmesi isteminin öne çıkması ve bunun “demokratik özerklik” talebinin bir parçası olarak dile getirilmesi manidardır.
Anayasamızın 123. maddesi, “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür” diyor. Bunu, “İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır” fıkrası izliyor. 126 ve 127. maddelere bakılınca da, merkezi idarenin illere ayrıldığı, illerin idaresinin de yetki genişliği esasına dayandığının vurgulandığı görülüyor.

İl sınırları içindeki mahalli müşterek ihtiyaçlar il özel idareleri tarafından, belediye sınırları içindeki mahalli müşterek ihtiyaçlar belediyeler tarafından yerine getirilmektedir.

AKP’nin KYYYK düzenlemesiyle getirmek istediği idari yapıda, il özel idareleri, ilin ve il halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla genel yetkili kılınmaktaydı. İl özel idaresine devredilen alanlarda görevli bakanlıkların taşra örgütleri kaldırılmakta ve böylece merkezi yönetimin ilde görev yapması fiilen engellendiği için, il halkının mahalli müşterek ihtiyaçları yanında ilin her nitelikteki ihtiyaçlarının il özel idareleri tarafından yerine getirilmesi öngörülmekteydi. KYYYK yasalaşsaydı, eğitimle, sağlıkla, tarımla, ormanla, çevreyle, kültürle, turizmle ilgili ihtiyaçların tümü yani mahalli müşterek ihtiyaç kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan tüm genel hizmetler de il özel idarelerine devredilmiş olacaktı. Düzenleme bu yönüyle anayasaya aykırıydı ve CHP’nin bunu AYM’den döndüreceği kesin olduğu için AKP bu konuyu o zaman daha fazla zorlayamamıştı. Ama şimdi, genel seçimlerden sonra bu yönde bir anayasa değişikliği için kollar sıvanacak gözüküyor.

İl özel idarelerine böylesine görev ve yetki aktaran bir idari yapı, üniter sistemden çok eyalet sistemine (yönetsel federalizme) yakın bir yapıdır. Bu şekilde bir tasarım kurgulayanlar, orta veya uzun vadede, seçilmiş eyalet valilerini ve tüm gelirlerini kendi vergileriyle elde eden bölge yönetimlerini gündeme getirebileceklerdi.

Şimdi galiba “uygun zaman” yaklaşmaktadır ama seçmeni ürkütmeden yol almak farzdır.


Prof.Dr. Oğuz Oyan

Odatv


Efonaltı

Posted: 07 Oct 2010 03:34 AM PDT

El Kaide’de F16 pilotu Türk subay varmış, Pakistan istihbaratı tespit etmiş.
*
“Bunlar yakında New York’taki ikiz kuleleri bizim Genelkurmay’a bağlar” diyorum, inanmıyorsunuz bana... Siz bakın, Cinnah’ın ölümünü evirip çevirip Gandi Kemal’e yıkmasınlar!
*
Şaka bir yana...
Pakistanlı ceymis bont’ları rencide etmek istemem ama, o arkadaş subay filan değildir, pilot hiç değildir.
Sadece Türk’tür.
*
Dikkat ederseniz, öyle pırpır uçak, F104, Fantom falan kesmemiş...
Direkt F16 kullanıyor.
Sorsanız, uzay mekiği de sürüyordur.
*
“El” âlem bilmez çünkü.
“Kaide”dir bizde.
Uçulur.
*
Hatırlarsınız, tiyatrocu çıktı, “Rumları alnından vurdum, Yunan askerlerini doğradım, et yiyemiyorum hâlâ, burnuma ceset kokuları geliyor” dedi, askerliğini mutfakta yaptığı ortaya çıkınca, “Cümlemi bitirmeme müsaade etmediler” diye yakındı... Maazallah, cümlesini bitirmesine müsaade edilse, “Makarios’un rahibelerini yatağa attım” da diyebilirdi.
*
Her kadın bi Rambo’yla evlidir Türkiye’de... Kaplumbağa yedim, kobrayı sote yaptım, tam teçhizatlı 50 kilometre koşardık, 8 gün uyumadım, Antalya açıklarında firkateynden denize atladım, denizaltıya bomba yapıştırdım, çarşı iznine tankla çıktım, albayın kızı hastaydı bana, nişanlıyım o zamanlar tabii, yüz vermedim. Kenef nöbeti tuttu halbuki...
Fizik, göt göbek.
*
Askerlik şubesinde şofördür mesela, aç bak albümüne, bütün fotoğrafları beline kadar karda, gözaltları kömür boya...
Zannedersin, Pakistan’da gizli harekâta katıldı, Himalaya’da şerpa.
*
“Ya sen?” diyeceksiniz haliyle... Bi tane fotoğrafım var kendi payıma, ben ve 9 arkadaşım, hamamın önünde sırıtıyoruz... Havanla 200 metreden namlucuk atışı yapıp, 350 metrelik sapmayla vurduğumuz hamamın önü yani, hatıra... Dünya askerlik tarihine geçen kabiliyet düşmanı manga!
*
Veya, kulak verin başbakanımıza... West Point’ten bröveli gibi “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir canım kardeşim” diye öğretiyor ama, kantinde bisküvi kolileriyle şafak saydı aslında.
*
Netice itibarıyla.
Biz birbirimizi biliyoruz da...
Bin Ladin agresif adam, ona nasıl anlatacağız, “seni yemişler hoca...”


Yılmaz Özdil

Hürriyet


You are subscribed to email updates from Ajans Medya Takip
To stop receiving these emails, you may unsubscribe now.
Email delivery powered by Google
Google Inc., 20 West Kinzie, Chicago IL USA 60610

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages