Hayatı, hayatın anlamını, toplumu, ülkemi, doğayı ve çevreyi, geleceğimizi düşünüyorum son günlerde, içim buruk, heyecansız, mutsuz ve umutsuz. İçim acıyor; yıllardır aile fertlerim, dostlarım arkadaşlarım, şirketimde çalışan hissiyatlı eski elemanlarım, iş arkadaşlarım herkes zaten biraz “kaçık”, hatta bazılarının açık telaffuz ettiği gibi “kaprisli ihtiyar” gözü ile bakıyorlar bu hissiyatıma. Bugün benim doğum günüm, şapkamı alıp önüme koyduğumda son yıllarda artık daha çok kendimin değil genellikle belki biraz çocuklarımın ve daha çok çevremdeki gençlerin ve tabiî ki toplumun muhasebesini yapıyorum kendimce. Ama her seferinde bu görüşlerimi anlattığım ve kendilerini eleştirdiğim insanların, özellikle gençlerin beni dinlediklerini fakat ne yazık ki hareket etmediklerini, hayatlarını değiştiremediklerini, onların benliğinde hiçbir yeni heyecan doğuramadığımı hissediyor ve üzülüyorum.
Öncelikle
eğitim ve öğretimin 1980 öncesi kuşağının algıladığı gibi algılanmadığını
görüyorum. Neden? Bize ne oldu da bu anlayış toplumda hâkim oldu? Kim nasıl ve
hangi argümanlar ile bu topluma eğitimin çok da öyle anlatıldığı gibi önemli
olmadığını, önemli olanın para olduğunu kabul ettirdi. Öncelikle eğitimin
ailede alınmaya başlanılması gerektiğini göz ardı ettik, hatta aileyi hiçe
saydık, boşanmayı doğal kabul ettik, “aman geçinemiyorlarsa ayrılsınlar
ne olur” dedik. Dikkat ettiniz mi boşanmış ailelerin sayısında nasıl da
artış var? Televizyonlarda, dizilerde, gazetelerin sosyete sayfalarında, hatta
kitaplarda, dergilerde her yerde bilerek ve isteyerek boşanmayı savunduk, hatta
aldatmayı hoş gördük, sadakati küçümsedik. Aldatan eşleri “sevgi için
yaptı” tezleri ile yücelttik. “Kadın hakları”, hürriyet ve
demokrasi öğretileri ile aileyi yozlaştırdık!
Ailenin
toplumun en küçük birimi olduğunu, burada toplum bireylerinin, ahlâkı,
doğruyu-yanlışı, hissiyatı ve maneviyatı, düşünmeyi, anlamayı, algılamayı ve
karar vermeyi öğrendiği, bunlar için ilk eğitimini aldığı birim olduğunu
unuttuk. Annelerimizi eğitmedik, öğretmenlerimizi hor gördük, onların
ihtiyaçlarına gözlerimizi kapadık, feryatlarını duymadık. Bir iş gezisi
vasıtası ile doğuda tanıştığım birkaç öğretmenin günümüzün hızla değişen teknolojisinden
bunun getirdiği toplumsal farklılaşmadan, değişen toplum ihtiyaçlarından ne
kadar habersiz
olduğunu sadece birkaç dakikada anlayabilmiştim. Evet, yüz binlerce genç
yetiştirdik ve yetiştiriyoruz ancak onlara ne kadar eğitim verebildik?
Kendileri için, yarın kuracakları aile için, çevresindekiler için ve toplum
için faydalı olabilmeleri, üretken olabilmeleri, anlayışlı olabilmeleri, akıllı
olabilmeleri girgin ve çalışkan olabilmeleri ve hissiyatlı, vicdanlı
olabilmelerini sağlayabildik mi? Hiç sanmıyorum. Bu bir sarmal, önce
öğretmenlerimizi hor gördük, sonra onların yetiştirdiği insanlar daha basit ve
sıradan kalabalıklar oluşturdu ve bir sonraki nesil artık daha da kötü
yetişiyor. Ne yazık!
Gençlerin
çalışmadığını görüyorum, vakitlerinin çok az bir kısmını gerçekten okuyarak,
araştırarak, düşünerek, tartışarak veya paylaşarak geçiriyorlar. Halbuki
çalışmayan bir toplumdan hiçbir şey bekleyemezsiniz. Çalışkanlık esastır,
çalışan insan mutlaka başarır, hiç durmadan, konumunuza bakmadan, çevre
şartlarına, kötü imkânlara, yetersizliklere aldırmadan sürekli çalışmalısınız.
Her gün ama her gün yepyeni şeyler öğrenip başarmak için tekrar tekrar
denemelisiniz. Okumak, öğrenmeye çalışmak ve üretmek
sizi, önce kendiniz için, daha sonra aileniz ve toplum için faydalı insan
haline sokacaktır.
Hiçbirimiz dürüst değiliz! Tüm tartışmalarda, hukuki problemlerde, yargıya intikal etmiş başımızdan geçen olaylarda, her görüşten, toplumun her katmanından her seviyede insan; hepimiz, sonunda mutlaka “Yargıya inancımız tamdır, mutlaka adalet yerini bulacaktır…” der, kesip atarız. Halbuki gazetelerde geçen bu olaylarda da, toplumun küçük bir kısmını ilgilendiren veya yoksunlaştırma, yoksullaştırma, talan ve hortumlama gibi genelini içeren sorunlarda da ben bugün artık bu inancımı kaybediyorum. İzliyorum ve görüyorum, adalet sistemi çok yavaş ve kesinlikle adil değil. Bu sebeple toplumun kendi hakkını arama ve adaleti kendi imkânları ile sağlama çabalarını acı ile seyrediyorum.
İşim
dolayısı ile İstanbul dışına çıktığımda, aile ziyaretlerinde dolayı
Anadolu’yu gördükçe, hissettikçe, o insanı ve artık çabalamayan, tutku
ile çalışmayan, amaçsız, gayesiz ve heyecansız kalabalıkların ne hissettiğini
düşündüğümde, içim burkuluyor. Nasıl bu hale geldik? Her akşam televizyonları
başında seyrettikleri gayesiz, amaçsız, ana fikirsiz ve hiçbir milli veya
insancıl içeriğe sahip olmayan dizilerde mi kabahat? Bundan 20 yıl önce, belki
1980′den önceki nesil için okullarda okumak, meslek sahibi olmak, aile
kurmak, başarılı olmak bir gaye ve asıl amaç iken, nasıl oldu da bu toplum
bunların yerine televizyon programlarında dilenen, sürekli kendisine
verilmesini arzulayan veya hayal eden,
“Bende nasıl olsa olmaz, olamaz bana ne.” diyen, hatta bu imkânlara
sahip insanlara karşı kızgınlıkla bir anlamda bilenen, tüm TV programları,
hikâyeleri, şarkıları ve geyik muhabbetleri ile öğrenilmiş toplumsal çaresizlik
içine düştü? 1980′lere kadar sosyal devlet olmayı bir nebze olsun
sürdürebilen devlet bir anda köşeyi dönmeye çalışan, vurguncu, üçkâğıtçı,
hileci, sahtekâr, hortumcu ve talancıya nasıl göz yumdu ve onları yüceltti.
Hangi adalet sistemi, onları hâlâ içimizde tutarak toplumun değerlerinin
devamını bekleyebilir? Adaletin ve sosyal adaletin olmadığı bir toplum ne yazık
ki yıkılmaya mahkûmdur!
İstanbul’un
yaz geceleri artık dillere destan; her magazin programında, gazetede, dergide
defalarca afişe edildi. Bundan 4 yıl önce, daha 2001 krizinin etkilerini tüm
toplum yaşarken, işim nedeni ile Boğaz’da bir yaz gecesi motor ile gezdim.
Boğazı bir baştan bir başa her iki yakası arasında gidip gelerek geçen motor
kaptanı, işgüzarlığından gördüğü her gece âlemine kıyıdan yanaşıyordu.
Gördüklerimden utandım! İnsanlığımdan utandım. Anadolu’nun hemen hemen
her ilinde binlerce aile geçim sıkıntısı içindeyken, belki on binlerce gencimiz
maddi sıkıntılardan dolayı okuma zorlukları içinde iken, kışın yakacak
sıkıntısı olan binlerce köy okulu varken, okuluna gitmek için karda kışta
kilometrelerce yürüyen bu kadar çocuk varken, nasıl olur da bir gecede bir
insan bu kadar para harcayabilir, nasıl ve hangi hisler içinde bu kadar
vurdumduymaz olabilir? Bunu anlamak mümkün değildir. İstanbul’da,
Ankara’da, İzmir’de ve belki birkaç büyük ilimizde daha, her akşam
binlerce lira harcayabilen on binlere, nasıl bir toplum, bu kadar sosyal
adaletsizce izin verir. Hep liberal ekonomi, hürriyetler
ve insan hakları… Ben bu hürriyeti istemiyorum! Tüm bu sosyal
adaletsizlikler, acımasız vurdumduymazlıklar ve bunlar içinde yoğrulmuş,
öğrenilmiş ve kabul edilmiş çaresizlikler, dilencilikler, heyecansız amaçsız
toplum, çalışmayan oturan üretmeyen kalabalıklar, fakirliği, sosyal
adaletsizliği kabul etmiş insanlar beni tiksindiriyor, utandırıyor. Eğer bu
toplum bu şekilde gidecekse, aydın insanlar, eğitilmiş kişiler ve akil
kalabalıklar bilmelidir ki bu vicdansızlığın sonucu insanlarımızın, Irak Savaşı’nda
öldürdüğü ve ona göre “düşman” olan insanların kafasına ayağı ile
basan “insan” denilemeyecek mahlûklara dönüşmesi kaçınılmazdır.
Sokaktaki insana yardımcı olmayan, garibanı görmeyen, hissetmeyen, acıyı veya acılı insanı sezinlemeyen, fakiri ve fakirliği göz ardı eden, diğer insanlara sadece kendi çıkarları açısından bakan, çevresine dikkat etmeyen, saygısız, gaddar, bencil, zalim, hissiyatsız, maneviyatsız gençler yetiştirdiğimizin farkında bile değiliz. Toplumun vicdanını yok ettiğinizde, belki de Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in yaptıklarından gocunan ve “Keşke Amerika gelse de bize kurtarsa…” diye söylem içinde olan insanları göreceğiz bu memlekette. “Demokrasi ihraç eden” ülkelerin Irak’ta 600.000 insanın ölümüne neden olduğunu vicdansız toplum fertleri hatırlamayacaklar, belki de o gün bizim üstümüze de ağır bir ölü toprağı serilecek yavaş yavaş.
Sıradan
insanların birbirine saygı göstermemesi beni üzüyor, sabahleyin apartman
girişinde gördüğüm ama tanışmadığım bir komşuma “Günaydın!”
dediğimde bana “Beni birine benzettiniz” dermişçesine bön bön bakıp
cevap vermediğinde, üzülüyorum. Bu değeri ne zaman kaybettik? Halbuki bizim
ananelerimize göre sokakta gördüğümüz birine “merhaba” veya
“Selamünaleyküm” demek adettendir. Nasıl bir ruh hali böyle içten
gelen basit bir selamlaşmayı cevapsız bırakabilir?
Şirket ofisinin bulunduğu binada çalışan bir gece bekçisi var: Mehmet Efendi. Mehmet Efendi’yi ilk gördüğümde ona da selam verdim, bir sabah erken ofise girerken. Belli belirsiz cevap verdi, ama şurası kesin Mehmet Efendi hani derler ya, çok sevimli suratlı bir vatandaşımız değil. Olsun! Ertesi sabah, daha sonraki ve ondan sonraki tüm sabahlarda tekrar tekrar selam verdim Mehmet Efendi’ye ve bugün artık Mehmet Efendi o suratsızlığını bana göstermiyor. Merdivenlerden çıktığımda artık bana belki de önce o selam veriyor, hatta konuşuyor benimle. Doğal olarak yaşam sevinci dolu gençlerin bu ışıklarını yayabilmelerini dilerim.
İstanbul’un içinde pek araba kullanmam, trafik sorunu, park sorunu ve sabahleyin işe gelmek için yaşadığımız maceralar beni bıktırdığından işim dolayısı ile gideceğim her yere taksi ile giderim gün içinde ve her seferinde mutlaka taksicilerle sohbet ederim. O günkü güncel ve siyasi meselelerden, bir işletmeci (taksi kendinin ise) veya çalışan ise kendi sorunlarından ama her şeyden. Bir gün büyük oğlumla bir taksiye bindiğimde yine bu tür sorularla yaklaşık 40 dakika kadar taksici ile muhabbet ettim ve indiğimde oğlum hemen sordu: “Baba neden bu kadar şeyi sordun? Ve üstelik basit olarak tartıştın adamla ?” Amacımı ona da anlattım, öncelikle sıradan, sokaktaki insanlar ile konuşmak, onları dinlemek sizi halktan koparmaz, toplumu ve fertleri hem psikolojik hem de sosyolojik olarak daha iyi anlarsınız. Bundan öte, ona ufak birkaç iyi söz söylediğinde onun psikolojisini değiştirirsiniz ve bundan sonra aldığı her müşteriye de belki o olumlu elektriği kendi yansıtır. Aynı bizim kapıcı Mehmet Efendi gibi… Sabah artık herkese merhaba diyor. Adam ciddi olarak bunu öğrendi.
İnsanların
karşısındakine saygı göstermesinin ön şartı tabiî ki kendine saygı
göstermektir. Hiçbir zaman ama hiçbir zaman bu saygıyı zedeleyecek hiçbir
faaliyet içinde olmayın, arkadaşlarınızı ona göre seçin. Karşınızdaki insana
saygı gösterin, onun düşüncelerine, inançlarına azınlık ise haklarına saygı
gösterin. Gençlerin buna biraz daha dikkat etmelerini dilerim. Sizden farklı
bir düşünce, değişik bir algılama, değerlendirme ve sonuçlara varma mutlaka
olur, olacaktır, doğaldır. Fikrinizi savunun ama sakın karşınızdaki adına
düşünmeyin. Onun yaşadıklarını siz yaşamadınız, içindeki koşulları
bilmiyorsunuz, aldığı eğitimi, ailesi, arkadaşları, yaşamı ama hiçbir şeyiniz
aynı değil. Ona saygı duymalısınız, omu anlamaya çalışmalısınız.
Büyük şehirde yaşan biri olarak, trafikte saygı, yine son yıllarda beni üzen çok önemli bir sorundur. Gençlerin sokak aralarında düşüncesizce aşırı hızla gittiklerinin ve büyük tehlike saçtıklarının farkında olmamaları beni gerçekten çileden çıkarıyor. Ambulansların arkasından yolun açıklığını fırsat bulan uyanıklar, herkes sırasını beklerken güvenlik şeridinden süratle giden ahlâksızlar, birbirine yol vermemek için kavga etmeye çalışan sinirli insanları anlayamıyorum. Yine bir yabancının kitabından okumuştum, Türk insanı bir kapıdan geçerken mutlaka diğerine “buyurun” der ancak otomobile bindiğinde 180 derece değişir ve mutlaka önce kendisi geçmek ister. Bu duyguyu anlayamıyorum, aşırı duygusallığımızı da anlayamıyorum. Hemen hemen her konuda aşırı duygusalız ve bu bizi çoğunlukla analitik düşünmeden alıkoyuyor. Bugüne kadar ezilmişliklerimiz, korkularımız, taraflı beklentilerimiz, anlayışsızlıklarımız, küçük düşürülmüşlüğümüz hep bizi daha heyecanlı ancak bir o kadar da bilinçsiz yapıyor.
Aydın
insanların, bu toplumun yetiştirdiği eğitimli insanların toplum menfaatlerini
hiçe saymalarını kabullenemiyorum. Rol modelleri olduklarından habersiz, dikkatsizler,
örnek olmanın ne olduğunu anlayamıyorlar. TV programlarında, dizilerde, köşe
yazılarında ve hatta karikatürlerde bile bu hataları görüyorum. Örneğin geçen
gün bir gazetede bir anket okuyorum. Bir soru şu şekilde başlıyor; “Çok
eşli bir kadının…” halbuki konu sağlık ve bu yazıyı yazan ve
toplumun aydın kesiminden olması gereken gazeteci bunu düşünebilmeli. Bu
“araştırmayı” (artık ne kadar araştırma ise!) bu bilinç ile
hazırlamalı. Birçok haberin içinde insanların farkında olmadığı -inşallah
farkında olmadığı, keza bazen bunu bilerek ve kasıt ile yaptıklarını da
düşünüyorum- özendirme unsurları görüyorum. Toplum aşk, sevgi, eş, aile ve
cinsellik konuları içinde bazen sanki aşırı özendiriliyor. O kadar çok detay
okuyorum ki ne, nedir, nasıl, neden, niçin ve kim derken bazen kasıt arıyorum
gençlere ve topluma…
Gazetecilerin, yazarların, televizyon sahiplerinin, program yapımcılarının ve bundan öte deneyim sahibi bütün biz yaşlıların, gençlere ve toplumun eğitimsiz tüm toplum katmanlarına karşı daha bilinçli, daha saygılı olabilmelerini, toplumun ilerlemesi için daha vizyon sahibi olmaya çalışabilmelerini, pozitif ayrımcılık yapabilecek kadar hassas olabilmelerini, düşünceli davranabilmelerini, tecrübelerini yaymayı hedeflemelerini, toplumun doğru düşünce, analitik düşünce, önyargısız anlayış, doğru ölçme değerlendirmeyi öğrenebilmeleri için çalışabilmelerini isterim. Yeni bir yılda bu amaçla çalışabilmeyi ve tüm olumsuzlukların bende oluşturduğu kötümserliği daha az etkilemesini dilerim.
Niyazi SARAL, 19 Aralık 2006, Salı