#istifa

2 views
Skip to first unread message

cemil satılmış

unread,
Oct 23, 2015, 9:03:03 AM10/23/15
to erdogan...@googlegroups.com, hdpye-...@googlegroups.com, hdpyi-savunma-ve-d...@googlegroups.com

Hiçbir Enerji Kaybolmaz.#istifa       

                   Bu gün için insanlığın içinde bulunduğu kriz hali Devrimci Hareketin krizinin, bir tezahürüdür aynı zamanda. Bu mikro planda, yaşadığımız coğrafyadaki gerçekliğin de kavranması açısından bir tutamaçtır. Dünyadaki tüm sol ya da sosyalist akım bu gerçekliğe çözüm üretecek bir programdan yoksundur. Bu durum kapitalizmin ‘tarihin sonu’’nu ilan etmesini sağlayacak teorik bir üstünlük kurmasıyla karakterize bir tablo sunar. Ki sorun tam da buradadır. Çünkü bütünsel olarak bakıldığında bu insanlık için çıkışı olmayan bir cenderedir.

 

 

               Lafzi düzeyde muhataplarından bir karşılık bulmayan bu, ‘kapitalizm kötüdür’ propagandası ‘yeni toplumu’ tasarlayacak öngörüsü olmayan sol için ancak bir Müslümanın ‘şeytan taşlaması’ gibidir. Nasıl bir Müslümanın şeytan taşlaması mevcut gidişata dair bir çözüm önermekten ziyade ruhunu kurtarmaya yönelik ise öyle bir işlev taşır. Giderek buradan hareketle denilebilir ki bugünün sol örgütleri de cemaatler gibidir. Kapalı, kendi doğrularına tapan birer bürokratik sekt.

 

                   Ancak hayat durmuyor akıyor onlara rağmen. Gerçekliğin şamarı ise ancak kısa bir ayıklık sağlıyor onlar için. Sonra yine kendi dünyalarına ve gerçeklerine dönüyorlar. Kapitalizm doğasına içkin olan krizlerle ve her defasında o krizlerle aşılanarak yeni formlar altında ilerliyor. Dün ‘emperyalizm’ olan gidişat bu gün ‘küreselleşme’ olarak çıkıyor karşımıza. Hem de her defasında soldan gelen eleştirileri bünyesine katarak ilerliyor. Bu haliyle solcular aslında kapitalizmin yayılmasını sağlayan bunun için yoldaki tuzakları temizleyen birer aparat, belki de denizi temizleyen birer denizanası gibiler.

 

 

                  Bunun en somut örneği ise kapitalizmin yayılmasıyla birlikte ortaya çıkan ulus-devlet kavramıdır. Aydınlanmanın ‘vatanım yeryüzü, milletim insanlık’ şiarı bile solcuların dilinde giderek enternasyonalizm adı altında her ulusa bir devlet şeklinde gerici bir forma dönüşebildi. Maalesef bu durum giderek Marksist teorideki bir gedik olarak en fazla saldırılan gri alanlardan biri haline geldi. Gerçekte ise bu teorideki bir handikaptan ziyade diyalektik-devrimci bir sosyoloji olarak Marksizm’in kavramsal araçlarına sırt çevirmekle ilgilidir.

 

 

                 Tam burada fizikten bir analojiyle meramımızı anlatmaya çalışalım. ‘Hiçbir madde yok olmaz sadece şekil değiştirir ‘. Bu kaide fizik biliminin amentüsü gibidir. Buradan hareketle maddenin yoğunlaşmış enerji olduğu oradan da şekil değiştirenin enerji olduğu sonucuna ulaşılır. Kömür ya da petrol bir madde oldukları gibi aslında yoğunlaşmış enerjidirler aynı zamanda. Kömürün yakılması suretiyle elde edilen ısı statik enerjinin kinetik enerjiye dönüşüdür. Bu temel fizik kurallarını niçin anlatıyoruz. Eğer devrimci temel toplum yasalarına hakim olmazsa fizikteki gibi bu enerjinin izini süremez ve ona müdahale edemezse, diyelim ki kaynamak üzere olan suyun altını kısarsa ya da halk deyimiyle pişmiş aşa soğuk su katarsa giderek değişimin önündeki engel haline gelebilir.

 

 

                   Evet, toplum da birtakım yasalarla değişiyor, dönüşüyor. Nihayetinde insanlığın genel gidişi içerisindeki solcular da bu değişimin içerisinde. Ama her zaman böyle bir kuşbakışına hakim olamıyoruz maalesef. Olayların gidişatı tutum almaya, insanlık bir yerlere giderken müdahaleleriyle buna yön vermeye zorluyor eğer devrimci iseniz. Ancak bu müdahale her zaman rasyonel olmadığı gibi, çoğunlukla canı yanan bir insanın tepkisi gibi oluyor. Bu da bir etki ve değişim yaratmaktan ziyade, kendini korumaya ve giderek kapamaya doğru bir reflekse dönüşüyor. Özellikle günümüzdeki gibi yenilgi, geri çekilme ve yılgınlık dönemlerinin bir davranış kalıbı halini alabiliyor.

 

                  Elbette burada feda, cesaret, adanmışlık gibi birtakım devrimci ruhla ilgili kavramları tartışmıyor, tartışma konusu etmiyoruz. Tersine onlar örnek mücadele ve yaşam için bizim moral kaynağımız olmaya devem ediyor. Ancak karşımızda hilekâr bir düşman ve güçlü bir aygıt varken kafamızı kuma gömemeyiz. Savaş sanatı literatüründe güçsüzken dahi kazanma, dahası pat olma halini sağlayacak taktiksel hamleler, karşı tarafı zayıflatacak stratejilerle ilgili bir yığın deneyim varken bunları yok saymak intihardır. Ki bir devrimcinin amacına en uzak eylem biçimlerindendir.

 

                     En son 10 Ekim katliamıyla aramızdan en güzelleri söküp aldı bizden düşman. Devletin Türk ve Kürtlerin ortak mücadelesine dahası birbirlerine temasına bile izni yok. Doğu’da her gün sıkıyönetim kanunlarıyla insanlara cehennemi yaşatırken batıdaki en ufak bir barış sesine bile tahammül edemiyor bu yüzden. Bu gerçekleri alt alta yazmak bizi doğru bir strateji ya da taktiğe ulaştırmıyor maalesef. Devlet denen mekanizma eni sonu bu. Hele bu devlet; tarihi Dersim, Diyarbakır, Maraş ve Sivas gibi katliamlarla dolu bir devlet ise. Bu gerçekleri yüz defa yazsanız da bir kıymeti harbiyesi olmaz. Mesele bu pahalı, baskıcı, bürokratik, militer devlet cihazının nasıl parçalanacağı ile ilgilidir. Geniş kitlelerin bilincinde devlete dair bu dönüşümün nasıl yaratılacağı ve bunun nasıl eyleme dönüştürüleceği ile ilgilidir.

 

                    Ancak biz hala o kadar geri bir noktadayız ki; hala ölenlerin askerlik resimleri, olmadı bayraklı fotoğraflarıyla aslında vatan haini olmadıklarını ispata çalışıyoruz. Duygulara seslenmek için ölenlerin de herkes gibi insan olduklarını haykırıyoruz. Sanki asıl sorun buymuşçasına ölürken bile bir aklanma çabası içerisindeyiz. Bu ruh halimize o kadar sinmiş ki acılarımızı bile yaşayamıyoruz.

 

                    Peki, ne yapmak gerekir? Öncelikle yenilgi durumunu kabul edeceğiz hem de dibine kadar. Aslında bunu biliyoruz ve kısmen kabul ediyoruz da. Ancak bu düşünce davranışlarımıza yön vermiyor. Hatta yarın devrim olacakmış gibi bir yanılgıyla hareket ediyoruz sanki. Gerçekçi olacağız. Karşımızda Nemrutlar Çağından kalma, Bizans’ın mirasçısı, Osmanlı artığı bir devlet olduğunu bilerek davranacağız. Suç cezanın cinsindendir diyeceğiz. Son derece esnek bir taktiksel zenginliğe, yaşamın içine kök salmış bir stratejiye, yolumuzu aydınlatan bir programla yapacağız bunu. Bu bize sınıf mücadelesinde yakalanması gereken ana halkayı gösterdiği gibi politik mücadelede bineceğimiz dalgayı doğru seçmemizi sağlayacaktır. Belki bu ifadeler başka bağlam ve düzeylerde sol cenahta ifade edilmiş kavramlardır. Ancak biz bunu somutlamağa çalışacağız.

 

                      Nasıl Enternasyonaliz olarak sosyalistler ulusçuluğun taşıyıcısı olmuşlarsa günümüzdeki solcular da milliyetçiliğin taşıyıcısı ve savunucusudurlar aslında. Bu Türk Sosyalistleri için daha fazla böyledir. Çünkü onlar ulusu ve ulusların sınırlarını tartışma konusu yapmadıkları gibi ‘her millete bir ulus’ gizli varsayımını savunurlar. İnsanların ulussuz ve dolayısıyla dünyanın sınırsız olabileceğini tahayyül edemezler. En fazla propaganda düzeyinde ifade işçi sınıfı mücadelesi bağlamında sınıfsız ve sınırsız bir dünyadan bahsederler. Ancak bu uzak geleceğe ilerlerken engellerin nasıl aşılacağına dair bir öngörüleri yoktur. Mesela ülkeye sığınan milyonlarca mülteciye dair fikirleri bile muğlaktır. Aslında sosyalizm onlar için hala bir ülkede kurulabilecek bir düzendir. Dolayısıyla dönüp dolaşıp kendi ülke sınırları içindeki en huzurlu ve mutlu ve beraber yaşanabilir ülkeyi kurmak düşündedir en kötü solcu bile. Tam da bu nedenle ulusçu en iyi ihtimalle demokratik ulusçu ve milliyetçilerdir solcular aslında. Kendi hakkındaki düşüncelerden bağımsız böyledirler. Eşyanın adı gereği böyledirler. Ama taktik bakımdan devletin dil, din, ırk ayrımı bağlamında kitleleri bölmesinin aparatı olmaktan kurtulamamakta, tuzağa düşmektedir. Mesela T.C Devleti’nin bu anlamdaki silahları olarak kullandığı Kur’an ve Bayrak kavramlarını devletten alarak onu silahsızlandırmayı dahası bu anlamda bölünmüş kitleleri birleştirmeyi bir türlü düşünememekte, başaramamakta. Hadi iyi niyetli olalım gururuna yedirememekte. Oysa bilinir, Osmanlı’da oyun çok. O yüzden onun kurallarıyla savaşmak suçu kendi cinsinden cezalandırmak gerekmektedir.

 

                   Bugün yapılması gereken öncelikli iş takiye yaparak devletleşen AKP iktidarına karşı takiye yaparak savaşmak olmalıdır. Hatırlayalım Tayyip Erdoğan ve AKP’sinin yükselişini. Hiçbir vakit kendilerini hedef göstermeden uluslar arası konjonktürün de etkisiyle, ekonomik krizin yarattığı dalgaya binerek hükümet oldular. Sonra liberalleri yanlarına alıp, Kürt Sorunu etrafında yarattıkları umuttan beslenerek iktidar ve devlet oldular. Bu arada eğitim yoluyla gelecek kuşakları bakiyelerine kaydederken diğer taraftan medya üzerinde tekel oluşturarak iktidarlarını meşrulaştırmayı giderek tek adam diktatörlüğünü tesis ederek ebediyen hesap vermeyecekleri, bir diktatörlük inşasına giriştiler.

 

                     7 Haziran tüm bu planların alt-üst olduğu ve kitlelerin toparlanmak için umut dolduğu bir kırılma noktasına işaret eder. Ancak söyledik ya hiçbir enerji kaybolmaz diye. İşte 7 Haziran’da ortaya çıkan bu sonuç aslında Gezi Direnişi’yle ortaya çıkan enerjinin şekil değiştirmiş halinden başkası değildi. Neydi Gezi Direnişi bu baskıcı bürokratik devlet cihazına tepkiydi. Giderek bu cihazı kişi diktatörlüğü için bir araç olarak kullananlara bir dersti. Ve denebilir ki surlarda gedik açan ilk darbeydi. Peki bu enerjinin kaynağı neresiydi? diye soracak olursak bu bizi 2013 Newroz’unda Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla başlayan çatışmasızlık halinin biriktirdiği enerjiye götürür. Bu veriler ışığında Kürt Hareketinin Türk Soluna göre kuşbakışına hakim bir hareket olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumun çok çeşitli nedenleri olmakla birlikte başat durumdaki neden olarak Ortadoğu çapında siyaset yapmak gibi bir öngörü, yetenek ve giderek güce sahip oma durumunu koyabiliriz.                                   


                     Ancak solcular Gezi Direnişi sürecini doğru kavrayamadıkları ve kitleler harekete geçtikten sonra dalgaya binmek yerine,  onu kendi küçük cemaatlerine tabi kılmak gibi bir hataya düştülerse; bu gün de 7 Haziran ve sonrası süreçte de enerjinin yönünü doğru kavrayamamak gibi bir kusurla maluller hala. Tabii bunun doğal sonucu da strateji ve taktik manada yalpalanmak oluyor. Oysa güçlerin en irisini düşmanın en zayıf noktasına yığmak savaş kuralı gereği; 7 Haziran’da elde edilen stratejik başarı taktiksel olarak sürdürüle bilinir, dahası yeni olanaklara kapı açabilirdi. Ancak reel durum 7 Haziran’daki yenginin nasıl bir yenilgi durumunu dönüştüğünün ifade resmidir.                               


                  Gelinen aşamada Başkent’in-Ankara’nın göbeğinde patlatılan bombalar tek adam diktatörlüğü uğruna hiçbir kanlı senaryodan çekinilmeyeceğinin ispatıdır. Halbuki bunun işaretleri 7 Haziran öncesi Ağrı’da gerçekleştirilmek istene provokasyonla ortaya çıkmıştı. Ki sonrasında Diyarbakır, Suruç ve Ankara geldi. Buradan tekrara başa dönecek olursak aslında tek adam diktatörlüğü yoluna koşulmuş bu devlet cihazının neler yaptığını ve yapabileceğini en iyi bilmesi gereken solcular bu dönem de düşmana açık hedef durumuna düştüler. 7 Haziran öncesi başlatılan başkanlık karşıtı kampanyanın,  en geniş cephenin kurulması adına ısrarla sürdürülmesi ve büyütülmesi için ısrarlı bir çabanın içinde olmak gerekirdi. Bunun için parlamenter tuzaklara düşmeden, AKP bile değil sadece Sarayı hedefte tutan; kararlı, geri adım atmayan bir mücadele çizgisi benimsemek gerekirdi.

 

 

                 Bu gün kitleler devlet terörü altında, paramiliter saray çeteleri ve Ergenekon artığı unsurların saldırısı koşullarında sokağa çıkma, haykırma ve dönüşümü başlatmak noktasında paralize durumdalar. Aslında bunda Doğu’da sürdürülen kirli savaş ve buna mukabil yürütülmeye çalışılan algı operasyonlarının payı büyük. Aslında Ankara Katliamında katledilenler bu bakımdan da kıvılcımı başlatmak için yola çıkanlardı. Bu anlamıyla hedef seçilmeleri tesadüf değildi. Ancak burada deminden beri çevresinde dolaştığımız fikrimizi söylemenin tam yeri: Yani Ankara’daki Barış Mitingi kadrolardan ibaret olmayan ve bugün için tek adam diktatörlüğüne karşı duran geniş toplum kesimlerini kapsayan bir stratejinin taktiksel uyarlaması olarak bambaşka bir form ve içerikte yapılabilseydi; hem barışın önündeki en önemli engel olan Erdoğan’ı kontrol etmeyi başaracak hem de yine onun başkanlık hayallerini de görece daha demokratik bir seçim ortamıyla tamamen rafa kaldıracaktı. Belki devamla halk hareketinin evrileceği noktada Gezi gibi demokratik karakterli bir hareket ortaya çıkacak; bunun dış politika bağlamıyla Suriye’ye giderek tüm Ortadoğu’ya etkisiyle bir anda bambaşka olanaklar elde etmiş olacaktık. Üstelik bu defa seyirci olmak yerine bir aktör; kitlelerden öğrenen ve öğreten olarak bir devrimci seçenek bile ortaya çıkarabilecektik. Unutulmamalıdır ki toplumsal hareketlerin çok kısa zaman diliminde öğrettiğini çok uzun bir tarih kitlelere veremez.

 

                    Söylediklerimizi daha da somutlamak gerekirse; bu gün gerek 7 Haziran öncesi gerek sonrasında Kaçak Saray vasıtasıyla kurulmağa çalışan diktatörlüğe karşı bir yurttaşlar hareketinin olarak ortaya çıkması için bir maya görevi görmek en devrimci görevdir. Bu enerjinin yoğunlaştığı alana bir kanal açmak anlamı taşır. Bu taktiksel olarak Erdoğan ve diktatörlüğüne karşı olan güçlerle bir zemin oluşması anlamına gelir. Bu zemin üzerinden yürünerek; Erdoğan’ın başkanlık ile mahkemeye çıkmak arasındaki seçeneğe alternatif olarak ortaya çıkmağa çalışan darbe seçeneğine de demokratik bir yanıt verilmiş olur. Hatta son günlerde tartışılmağa başlanan Erdoğansız ve AKP’nin bölünmesiyle ortaya çıkacak bir parti üzerinden planlanan siyasi mühendislik çalışmalarına halkçı bir seçeneğin yaratılması anlamında olanak yaratılmış olur.

                      Elbette Diktatörlük karşıtı güçlerle bir araya gelişi sağlayacak zemin son derece açık ve esnek olmak durumundadır. Bu da bu işe maya olacak devrimcilerin stratejik mantığı ve taktiksel becerisini gerektirir. Asıl mesele de burada başlıyor. Bunun başarılması için kutsalları ele geçirmiş devlete karşı, o kutsalları elinden alarak bir mücadeleyi gerektirir. Çünkü bu gün devletin yapı taşı durumundaki Kur’an ve Bayrak gibi semboller devrimcileri kitlelerden ayrıştırma, yalnızlaştırma, hedef gösterme yok etme stratejinin parçası olmuştur. İşte bu imkânı devletten almak, hedef olmamak ve kitle hareketi bağlamında bu sembollere karşı olan alerjiyi bir kenara bırakmak gerektir.

                         Din sömürüsüne karşı İhsan Eliaçık gibi sosyologlardan öğrenmek ve giderek bu alanda önümüze çıkan duvarları aşmak için çaba sarf etmek gerekir. Elbette herkesten Kur’an’ı hatmetmesi ve oradan referanslarla bir hayat kurmasından bahsetmiyoruz. En güzeli İslami Camiadan çıkan vicdanlı Müslümanlarla ortak, eşit, adil, özgür bir yurt için bir araya gelişlerin zeminlerini aramak ve oradan çıkışlara cesaret vermektir. Mesela Levent Gültekin, Hüda Kaya bu bahiste anılması gereken şahsiyetlerdir. Bayrak meselesi hakkında hiç gocunmadan bayrağın sembol olarak kullanıldığı alanlar ve eylemler, kişiler ve gruplarla  ‘nasıl bir vatan sorusu?’ nu merkeze alan bir ilişki geliştirmek gerekiyor. Zaten Gezi Direnişi de ortalama böyle bir şeydi. Üstelik başta da ifade etmeye çalıştığımız gibi sosyalistler aslında gerçek ve tutarlı milliyetçiler olduklarından bayrağın ırkçıların ve gerici ulusçuların elinde kirletilmesine daha fazla müsaade etmemelidir.

 

 

                        Henüz bu söylediklerimizi hayata geçirmek için fırsat kaçmamıştır. Tersine bu dibe vuruştan başka çıkış yoktur. Onun için seçimleri ve sonuçlarını beklemeden (çünkü bu yazı yazıldığı vakit henüz seçimlerin olacağı kesin olmadığı gibi seçim sonuçlarına riayet ederek köşesine çekilecek bir cumhurbaşkanı da görünmemektedir) Erdoğan’ı istifaya çağıracak bir yurttaşlar hareketi için tüm güçleri seferber etmek gerek. Ancak sinmiş ve atomize olmuş halkı bunun parçası olması için hedef olmayan her geçen gün büyüyen pankartsız, slogansız, gösteri yürüyüşlerinin sınırlarına girmeyen duran, oturan, gezen, seyahat hakkını kullanan hatta belki adını(Erdoğan) bile anmadan istifaya çağıran bir hareket. Sadece göğsüne sırtına ‘#istifa’ yazan bir etiketi asmak suretiyle bunları yapan yurttaşlar olmak gerek. Bu yurttaşlar giderek şehrin hatta yurdun değişik yerlerinde planlamadan bile olsa zorunlu olarak bir araya gelecek bir arada duracaktır. Elbette herkes kendi istifa gerekçesini dilediğine anlatmak ve onu ikna etmek gibi bir hakka sahip olacaktır. Ve böyle bir yurttaşlar hareketi hem diktatörlüğü durduracak, yurttaşlar arsında devlet eliyle yaratılan bölünmeyi berhava ederek yeni bir demokratik inşayı birtakım güçlerden beklemeden kendisi hayata geçirecek ve bu anlamda Ortadoğu’ya gerçek anlamda hem ilham hem model olacaktır.

                    Tabii böyle bir hareketin yan ürünü olarak barış kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak ve o zaman hedef seçilerek katledilen barış güvercinlerine borcumuzu ödemiş olacağız. Unutmayalım ki; teori gridir ama hayat yeşil

 

              NOT: Herkes bu günlerde seçimlere odaklanmış durumda. Ama unutulan bir gerçek var. Erdoğan seçimlerden bağımsız olarak bir sorundur. Erdoğan sorunundan kurtulmak, seçimlere bağlı değildir. Erdoğan fiili bir darba yapmıştır ve bunu da kendisi açıkça ifade etmiştir.

O halde bu darbe rejimine son vermek, en acil sorundur. Erdoğan oradan gitmeden hiçbir sorun gündeme alınamaz ve çözümlenemez durumdadır. Bu basit gerçeği atlayan her politik davranış bu gerçeğin duvarına çarpacaktır.

Bu önermelerden hareket eden bir yurttaş girişimi, Erdoğan İstifa isimli e-mail grubunda, bir süredir, Erdoğan’ı istifaya zorlamak için ne yapmak gerekir diye tartışıyordu[1].

Tartışmalar sonunda sadece #istifa parolasıyla, (kim olduğunu izaha bile gerek yok diye düşünerek) bir sivil hareket başlatmayı ve tüm yurttaşlara bu yönde bir çağrı yapmayı kararlaştırdılar. Bu cumartesi, yani yarın (24. Ekim. 2015) Kadıköy’de ve mümkün olan diğer yerlerde, bu #istifahareketini başlatacaklar.

Herkesi şu sözlerle başlatacakları harekete davet ediyorlar:

Bugün polisin keyfi müdahaleleriyle toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı fiilen ortadan kalkmıştır. Yaratılan korku ortamıyla yurttaşların demokratik olarak yan yana gelmesi ve politik bir güç oluşturması engelleniyor.

Bizler madem yürüyemiyoruz o halde, “duran adam” olacağız; duramıyorsak oturacağız, oturamıyorsak yürüyeceğiz.  Siyasi taleplerimizi, en temel yurttaşlık haklarımız üzerinden ifade edeceğiz. Kendi siyasi eğilimlerimizi ifade eden hiçbir pankart, flama, bayrak vs. taşımayacağız; hiçbir slogan atmayacağız. Sessizce, yurttaşların en temel haklarına dayanarak ve bunları kullanarak, göğsümüze “#istifa” yazarak, durabilir, oturabilir, yürüyebilir, uzanabiliriz. Bunlar, hiçbir şekilde gösteri, toplantı ve yürüyüşe girmez. Bu yurttaşlar rastlantısal olarak belli bir yerde ve saatte bunları yapabilir.

Bu şekilde milyonlarca yurttaş bu felç durumundan çıkabilir, en temel insan ve yurttaşlık haklarına dayanarak fikrini ifade edebilir.

Bunu yaptığımız takdirde, modern bir sivil haklar hareketi yaratarak, en pasif ve barışçıl biçimlerle Erdoğan’ı oradan uzaklaştırabiliriz.

Bugün hala Erdoğan’a karşı hareket edebileceğimiz böyle bir alan mevcuttur. Ama bunu şimdi yapmazsak, ileride bu olanak bile elimizde olmayabilir.”

                        23.10.2015

                   Cemil SATILMIŞ

HİÇBİR ENERJİ KAYBOLMAZ.doc
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages