HÜCCETULLAHİ'L-BÂLİĞA RİSALESİ-36-ÜÇÜNCÜ HÜCCET-İ İMÂNİYE-TABİAT RİSALESİ(7)

30 views
Skip to first unread message

Erhan Patlak

unread,
Jul 23, 2018, 2:15:28 AM7/23/18
to

                  HÜCCETULLAHİ'L-BÂLİĞA RİSALESİ

3.7.ÜÇÜNCÜ HÜCCET-İ İMÂNİYE(DEVAMI)

YİRMİ ÜÇÜNCÜ LEM’A-TABİAT RİSALESİ(DEVAMI)

HÂTİME

Tabiat fikr-i küfrîsini terk eden ve imana gelen zat diyor ki:
Elhamdü lillâh, benim şüphelerim kalmadı. Yalnız merakımı mucip olan birkaç sualim var.
BİRİNCİ SUAL:

Çok tembellerden ve târiküssalâtlardan işitiyoruz. diyorlar ki: “Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ân’da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?”
Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?” Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.
Amma Kur’ân’ın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidâtı ve dehşetli cezaları ise: Nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için, âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de, ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevî bir zulüm eder. Çünkü, mevcudatın kemalleri, Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedânî ve birer âyine-i esmâ-i Rabbâniye olan mevcudatı âli makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perişan bir vaziyette telâkki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder, kemâlâtını inkâr ve tecavüz eder.
Evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemâl-i neş’esinden gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder.
Hem o târiküssalât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlâhiye ve meşiet-i Rabbâniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.

Elhasıl, ibadeti terk eden hem kendi nefsine zulmeder—nefis ise Cenâb-ı Hakkın abdi ve memlûküdür—hem kâinatın hukuk-u kemâlâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasıl ki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemâlâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.
İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikati ifade etmek için, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, mucizâne bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-i belâgat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.

İKİNCİ SUAL

Tabiattan vazgeçen ve imana gelen zat diyor ki: “Her mevcut, her cihette, her işinde ve herşeyinde ve her şe’ninde meşiet-i İlâhiyeye ve kudret-i Rabbâniyeye tâbi olması, çok azîm bir hakikattir. Azameti cihetinde dar zihinlerimize sıkışmıyor. Halbuki gözümüzle gördüğümüz bu nihayet derecede mebzuliyet, hem hilkat ve icad-ı eşyadaki hadsiz suhulet, hem sabık burhanlarınızla tahakkuk eden, vahdet yolundaki icad-ı eşyada nihayet derecede kolaylık ve suhulet, hem nass-ı Kur’ân ile beyan edilen

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
1

وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ
2

gibi âyetlerin sarahaten gösterdikleri nihayet derecede kolaylık, o hakikat-i azîmeyi, en makbul ve en mâkul bir mesele olduğunu gösteriyorlar. Bu kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?”
Elcevap: Yirminci Mektubun Onuncu Kelimesi olan 3
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ beyanında, o sır gayet vâzıh ve kat’î ve mukni bir tarzda beyan edilmiş. Hususan o mektubun zeylinde daha ziyade vuzuhla ispat edilmiş ki, bütün mevcudat, Sâni-i Vâhide isnad edildiği vakit, birtek mevcut hükmünde kolaylaşır. Eğer Vâhid-i Ehade verilmezse, birtek mahlûkun icadı bütün mevcudat kadar müşkülleşir. Ve bir çekirdek, bir ağaç kadar suubetli olur.
Eğer Sâni-i Hakikîsine verilse, kâinat bir ağaç gibi ve ağaç bir çekirdek gibi ve Cennet bir bahar gibi ve bahar bir çiçek gibi kolaylaşır, suhulet peydâ eder.

Ve bilmüşahede görünen hadsiz mebzuliyet ve ucuzluğun ve her nev’in suhuletle kesret-i efradı bulunmasının ve kesret-i suhulet ve sür’atle muntazam, san’atlı, kıymetli mevcudatın kolayca vücuda gelmesinin sırlarına medar olan ve hikmetlerini gösteren yüzer delillerinden ve başka risalelerde tafsilen beyan edilen bir ikisine muhtasar bir işaret ederiz.
Meselâ, nasıl ki yüz nefer bir zâbitin idaresine verilse, bir neferin yüz zâbitin idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay olduğu gibi; bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir merkez, bir kanun, bir fabrika ve bir padişahın emrine verildiği vakit, adeta kemiyeten bir neferin teçhizatı kadar kolaylaştığı gibi, bir neferin teçhizat-ı askeriyesi müteaddit merkezlere, müteaddit fabrikalara, müteaddit kumandanlara havalesi de, adeta bir ordunun teçhizatı kadar kemiyeten müşkilâtlı oluyor. Çünkü birtek neferin teçhizatı için, bütün orduya lâzım olan fabrikaların bulunması gerektir.
Hem bir ağacın, sırr-ı vahdet cihetiyle, bir kökte, bir merkezde, bir kanunla mevâdd-ı hayatiyesi verildiğinden, binler meyve veren o ağaç, bir meyve kadar suhuletli olduğu bilmüşahede görünür. Eğer vahdetten kesrete gidilse, herbir meyveye lâzım mevâdd-ı hayatiye başka yerden verilse, herbir meyve bir ağaç kadar müşkilât peydâ eder. Belki ağacın bir enmûzeci ve fihristesi olan birtek çekirdek dahi, o ağaç kadar suubetli olur. Çünkü bir ağacın hayatına lâzım olan bütün mevâdd-ı hayatiye birtek çekirdek için de lâzım oluyor.
İşte bu misaller gibi yüzler misaller var, gösteriyorlar ki, vahdette nihayet derecede suhuletle vücuda gelen binler mevcut, şirkte ve kesrette birtek mevcuttan daha ziyade kolay olur. Sair risalelerde bu hakikat iki kere iki dört eder derecede ispat edildiğinden, onlara havale edip, burada yalnız bu suhulet ve kolaylığın ilim ve kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbâniye nokta-i nazarında gayet mühim bir sırrını beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Sen bir mevcutsun. Eğer Kadîr-i Ezelîye kendini versen, bir kibrit çakar gibi, hiçten, yoktan, bir emirle, hadsiz kudretiyle, seni bir anda halk eder. Eğer sen kendini Ona vermezsen, belki esbab-ı maddiyeye ve tabiata isnad etsen, o vakit sen, kâinatın muntazam bir hülâsası, meyvesi ve küçük bir fihristesi ve listesi olduğundan; seni yapmak için kâinatı ve anâsırı ince elekle eleyip hassas ölçülerle aktâr-ı âlemden senin vücudundaki maddeleri toplamak lâzım gelir. Çünkü esbab-ı maddiye yalnız terkip eder, toplar. Kendilerinde bulunmayanı hiçten, yoktan yapamadıkları, bütün ehl-i akıl yanında musaddaktır. Öyleyse, küçük bir zîhayatın cismini aktâr-ı âlemden toplamaya mecbur olurlar. İşte vahdette ve tevhidde ne kadar kolaylık ve şirkte ve dalâlette ne kadar müşkilât var olduğunu anla.
İkincisi: İlim noktasında hadsiz bir suhulet vardır. Şöyle ki:
Kader, ilmin bir nev’idir ki, herşeyin mânevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o miktar-ı kaderî, o şeyin vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit, gayet suhuletle, o kaderî miktar üstünde icad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelâle verilmezse, sabıkan geçtiği gibi, binler müşkilât değil, belki yüz muhâlât ortaya düşer. Çünkü o miktar-ı kaderî ve miktar-ı ilmî olmazsa, binler haricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.
İşte vahdette nihayetsiz kolaylık ve dalâlette ve şirkte hadsiz müşkilâtın bir sırrını anla, 1
وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ âyeti ne kadar hakikatli ve doğru ve yüksek bir hakikati ifade ettiğini bil.

ÜÇÜNCÜ SUAL

Eskiden düşman, şimdi dost olan mühtedî diyor ki: “Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: ‘Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkip, bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor.’”

Elcevap: Nur-u Kur’ân ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab vasıtasıyla bu mevcudatın teşekkülât ve vücutlarını—sabıkan ispat ettiğimiz tarzda—imtinâ derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.

Bir kısmı Sofestâî olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, kâinatın vücudunu inkâr etmeyi, hattâ kendilerinin vücutlarını dahi inkâr etmesini, dalâlet mesleğinde esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden, hem kendilerini, hem kâinatı inkâr edip cehl-i mutlaka düşmüşler.
İkinci güruh bakmışlar ki, dalâlette, esbab ve tabiat mûcid olmak noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilâtı var. Ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için, bilmecburiye, icadı inkâr ediyorlar, “Yoktan var olmaz” diyorlar. Ve idamı da muhal görüyorlar, “Var yok olmaz” hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı zerrat ile, tesadüf rüzgârlarıyla bir terkip ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül ediyorlar.
İşte, sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları gör! Ve dalâlet, insanı ne kadar maskara ve süflî ve eçhel yaptığını bil, ibret al.
Acaba her senede dört yüz bin envâı birden zemin yüzünde icad eden; ve semâvat ve arzı altı günde halk eden; ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san’atlı, hikmetli, zîhayat bir kâinatı inşa eden bir kudret-i ezeliye, bir ilm-i ezelînin dairesinde plânları ve miktarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi, göze göstermeyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misilli, gayet kolay o mâdûmât-ı hariciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u haricî vermeyi o kudret-i ezeliyeden uzak görmek ve icadı inkâr etmek, evvelki güruh olan Sofestâîlerden daha ziyade ahmakane ve cahilânedir.

Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-ü ihtiyarîden başka ellerinde olmayan, firavunlaşmış kendi nefisleri hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” deyip, bu bâtıl ve hata düsturu Kadîr-i Mutlaka teşmil etmek istiyorlar.
Evet, Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var:
Biri ihtirâ’ ve ibdâ’ iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım herşeyi de hiçten icad edip eline veriyor.
Diğeri inşa ile, san’at iledir. Yani, kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.
Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ’, hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı “Yoğu var edemez” diyen adam, yok olmalı!
Tabiatı bırakan ve hakikate geçen zat diyor ki: “Cenâb-ı Hakka zerrat adedince şükür ve hamd ve senâ ediyorum ki, kemâl-i imanı kazandım, evham ve dalâletlerden kurtuldum ve hiçbir şüphem de kalmadı. Elhamdü lillâhi alâ dîni’l-İslâm ve kemâli’l-îmân.” 5

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
6

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1 : “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
2 : “Kıyametin gerçekleşmesi göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır.” Nahl Sûresi, 16:77.
3 : “…O herşeye hakkıyla kadirdir.” Rum Sûresi, 30:50.

4 : "Kıyametin gerçekleşmesi göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır." Nahl Sûresi, 16:77.

5 : Bize ihsan ettiği İslâm dini ve mükemmel iman nimeti sebebiyle Allah’a hamd olsun!
6 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.

Lügatler

abd : kul

âciz-i mutlak : son derece güçsüz

âdi : basit, sıradan

ahmakane : ahmakça

ahmaklık : akılsızlık

ahval : durumlar

aktâr-ı âlem : âlemin dört bir yanı

âlem : dünya, evren

âli : yüce

anâsır : unsurlar, elementler

arz : yeryüzü

âyet : Kur’ân’da yer alan her bir cümle

âyine-i esmâ-i Rabbâniye : bütün varlıkları idare, tedbir ve terbiye eden Allah’ın isimlerinin aynası

azamet : büyüklük

azîm : büyük, yüce

bâtıl : gerçek olmayan, yalan

bedbaht : talihsiz, bahtsız

beyan etme : açıklama, anlatım

bilmecburiye : zorunlu olarak

bilmüşahede : görüldüğü gibi

burhan : güçlü ve sarsılmaz delil

cahilâne : cahilce, bilgisizce

câmid : cansız

cehalet : cahillik

cehl-i mutlak : sonsuz bir cahillik

Cenâb-ı Hak : Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah

cihet : yön

cilve : görüntü, yansıma

cisim : beden

cüz’î : küçük, sınırlı

cüz-ü ihtiyarî : insanda bulunan sınırlı irade

daimî : devamlı, sürekli

dakik : ince, derin

dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık, inkâr

düstur : kanun

echel : çok cahil

ecza : kimyasal bir madde

ehemmiyet : önem

ehl-i akıl : akıl sahipleri

Elhamdü lillâh : Allah’a hamd olsun

elhasıl : kısaca, özetle

enmûzec : örnek

envâ : türler, çeşitler

envâ-ı zîhayat : canlı türleri

esbab : sebepler

esbab-ı maddiye : maddî sebepler

esmâ : isimler

evham : kuruntular, şüpheler

ezelî : başlangıcı olmayan sonsuz

feylesof : filozof, felsefeci

fihriste : , içindekiler

fikr-i küfrî : Allah’ı inkâr etmeye dayalı düşünce

firavunlaşmış : firavun gibi kendisini üstün gören, tanrılık iddiasında bulunan

gaflet : âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma

gaye-i fıtrat : yaratılış amacı

gayet : çok

güruh : grup, topluluk

hadsiz : sayısız, sınırsız

hakikat : gerçek, esas

hakikaten : gerçekten

hakikat-i azîme : büyük gerçek

hakikat-i belâgat : güzel ve özlü ifade gerçeği

hakikat-i kemalât : ilâhî mükemmelliğin gerçeği

hakikatli : gerçeğe dayalı

halk etmek : yaratmak

hamd : övgü ve şükür

harekât-ı zerrat : zerrelerin, atomların hareketleri

haricî : dıştan görülen

hassa : temel özellik

hâtime : sonuç, son bölüm

hekim : doktor

hikmet : sebep, ince sır, gaye

hikmet-i İlâhiye : Allah’ın gözettiği fayda ve gaye

hikmetli : belli bir amaç ve hedefe yönelik olma

hilkat : yaratılış

hukuk : haklar

hukuk-u kemâlât : İlâhî kemâlâtın bizden istediği haklar

hususan : özellikle

hülâsa : öz, özet

ibdâ’ : var etme

icad etmek : yaratmak, var etmek

icad-ı eşya : eşyaya vücut vermek

idam : yokluk, hiçlik

idam edilme : yok edilme

ifade-i Kur’âniye : Kur’ân’ın kendine mahsus anlatım biçimi

ihtirâ’ : bir şeyin hiçten, yaratılması

ihtiyar etmek : seçmek, dilemek

iktidar : güç, kuvvet

iktiza etmek : gerektirmek

ilm-i ezelî : Cenâb-ı Hakkın ezelden beri var olan sonsuz ilmi

imtinâ : imkânsızlık

inşa : var olan şeylerle farklı varlıklar yaratma

inşa etmek : yaratmak, yapmak, meydana getirmek

isnad etmek : dayandırmak

istihkak : hak etme

istikamet : doğru gidiş

istimal edilmek : kullanılmak

itidal : her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama

itikad-ı kalbî : kalben inanma

kader : Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, planlaması

kader-i İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi, plânlaması

kaderî : kaderde olan, Allah tarafından belirlenen

Kadîr-i Ezelî : herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah

Kadîr-i Ezelîye : herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah

Kadîr-i Mutlak : herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kuvvet sahibi Allah

Kadîr-i Zülcelâl : sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten Allah

kâinat : evren

kat’î : kesin

kemal : mükemmellik

kemâlât : mükemmel ve kusursuz özellikler

kemâl-i hikmet : Allah’ın istediği şeyi dilediği şekilde eksiksiz olarak yapması

kemâl-i iman : tam ve mükemmel bir iman

kemâl-i neş’e : tam bir neşe

kemiyeten : sayısal olarak

kesret : çokluk

kesret-i efrad : fertlerin çokluğu

kesret-i sûhûlet : herşeyde kolaylığın bulunması

keşfetmek : gizli bir şeyi açığa çıkarmak

keyfiyat : özellikler, nitelikler

kıymetli : değerli

kudret : Allah’ın bütün âlemleri kuşatan güç ve iktidarı

kudret : güç, kuvvet, iktidar

kudret-i ezeliye : Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti

kudret-i Rabbâniye : her şeyi terbiye ve idare eden Allah’ın sonsuz kudreti

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan : açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân

küfür : Allah’ı inkâr etme, inançsızlık, dinsizlik

mâdûmât-ı hariciye : maddeten yok olan ancak ilim plânında var olan şeyler

mahlûk : varlık

mahlûkat : varlıklar

makam : mevki, konum

makbul : kabul edilen

mâkul : akla uygun

mâlik : sahip olma

mânen : mânevî olarak

maskara : gülünç, rezil

matemli : yaslı, hüzünlü

mebzuliyet : çokluk, bolluk

mecbur olmak : zorunlu olmak

medar olan : dayanak noktası olan, kaynak olan

mektub-u Samedânî : Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eser

memluk : köle

meşiet-i İlâhiye : Allah’ın dilemesi

meşiet-i Rabbâniye : Cenâb-ı Hakkın kendisine özel istek, arzu ve muradı

mevâdd-ı hayatiye : hayat için gerekli maddeler

mevcudat : varlıklar

mevcudat-ı ilmiye : başkası tarafından görünmeyen, Allah’ın ilim dairesindeki varlıklar

mevcut : varlık, var

meyus : ümitsiz

mezkûr : adı geçen

miktar-ı ilmî : İlâhî ilim ile belirlenen ölçü

miktar-ı kaderî : Allah tarafından kader çerçevesinde takdir edilmiş, belirlenmiş ölçü

mikyas : ölçü

misilli : benzeri

mizan : ölçü, denge

mûcid : yoktan var eden, yaratan

mucip : gerektirici

mucizâne : mucizeli

muhafaza etmek : korumak, saklamak

muhal : imkansızlık

muhâlât : imkânsız olan şeyler

muhalif : zıt, aykırı

muhit : herşeyi içine alan, kuşatan

muhtasar : kısa, özet

mukabil : karşılık

mukni : ikna edici

muntazam : düzenli

musaddak : tasdik edilmiş, doğrulanmış

mutabakat : uygunluk

mutabık-ı mukteza-yı hâl : hâlin gereğine uygun

mühim : önemli

mühtedî : hidâyete eren, iman eden

müstehak : hak etmiş, layık

müşkilât : zorluklar

müşkilât peydâ etmek : zorluk kazanmak, zorlaşmak

müşkilâtlı : zor

müşkülleşmek : zorlaşmak

müteaddit : çok sayıda

mütefekkirâne : tefekkür ederek, Allah’ı düşünürek

müteveccih : yönelen

nâfi : faydalı

nass-ı Kur’ân : Kur’ân’ın kesin ve açık hükmü

nefer : asker, er

nefis : insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu, kişinin kendisi

nefs-i emmâre : hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu

netice-i hilkat : yaratılışın sonucu

nev’ : tür, çeşit

nihayet : son

nihayetsiz : sınırsız, sonsuz

nokta-i nazar : bakış açısı

Nur-u Kur’ân : Kur’ân’ın nuru

raiyet : halk, tabi olanlar

rezzâkiyet : rızık vericilik

risale : Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi

sabık : geçen, önceki

sabıkan : bundan önce

sair : diğer, başka

Sâni : herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah

Sâni-i Hakikî : her şeyin gerçek anlamda san’atkârı ve yaratıcısı olan Allah

Sâni-i Vâhid : bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah

sarahaten : açıkça

semâvât : gökler

senâ : övgü

sıfat : özellik, vasıf

sırr-ı vahdet : birlik sırrı

Sofestâî : Yaratıcıyı kabul etmemek için her şeyi, hattâ kendini dahi inkâr edenler

sûhûlet : kolaylık

suhulet peydâ etmek : kolaylaşmak, kolaylık meydana gelmek

sûhûletli : kolay

Sultan-ı Ezel ve Ebed : başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah

suret : biçim, şekil

suubetli : zor

süflî : alçak, âdi

sür’atle : hızla

sürur : mutluluk, sevinç

şe’n : temel özellik

şirk : Allah’a ortak koşma

şükür : Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme

taayyün etmek : belirlenmek

tâbi olmak : bağlı olmak

tabiat : canlı cansız varlıklar, doğa, maddî âlem

tabiat : materyalist düşünce; tabiat için, “insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç” düşüncesi

tafsilen : ayrıntılı olarak

tahakkuk eden : gerçekleşen

tahayyül etmek : hayal etmek

tahkir etmek : aşağılamak

tahlil : çözümleme, dağılma, ayrışma

târiküssalât : namaz kılmayı terk eden kimse

tarz-ı ifade : ifade etme tarzı

tavr-ı akıl : aklın anlayabileceği kapasite

tayin etmek : belirlemek

tecavüz etmek : haddi aşmak, saldırmak

teçhizat : cihazlar, donanımlar

teçhizat-ı askeriye : askeri donanım

tehdidât : tehditler

telâkki etmek : kabul etmek

tenzil etmek : indirmek

terk-i ibadet : ibadet etmeyi terk etme

terkip etmek : düzenlemek, bir araya getirmek

tesbih : Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma

tesbihat : Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma

teşekkülât : oluşumlar

teşmil etmek : kapsamı içine aldırmak

tevehhüm etmek : zannetmek

tevhid : birleme, Allah’ı bir olarak bilme ve ilân etme

tezahür etmek : görünmek, ortaya çıkmak

tiryak : derman, ilâç

vahdet : birlik; Allah’ın birliğinin bütün varlıklarda görülmesi

Vâhid-i Ehad : bir olan ve birliği her bir şeyde görülen Allah

vâzıh : açık, aşikâr

vaziyet-i itibariye : göreceli bir durum

vuzuh : açıklık

vücud : beden, varlık

vücuda gelmek : var olmak

vücud-u haricî : maddî vücut, beden

vücut : varlık

vücut vermek : yok olan bir şeyi var etmek, yaratmak

zâbit : subay

zecretmek : sakındırmak, yasaklamak

zemin : yer

zerrat : zerreler, atomlar

zeyl : ek, ilave

zîhayat : canlı

ziyade : çok, fazla

zulmetmek : kötülük etmek

zulüm : haksızlık

 

 

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages