Asır Sûre-i Şerif'indeki Hakikatler:
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Asır sûre-i şerif'inde buyurur ki:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman
edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve
birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır." (Asır: 1-3)
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman
edenler kurtuluyor.
Kişi iman etmekle beraber, amel-i sâlih işlerse, Hakk'ı bilir Hakk'ı
tavsiye ederse, Hakk'ta sabreder ve sabrı tavsiye ederse kişi
hüsrandan kurtulmuş oluyor.
Buradaki sabır, kötülüklerden içtinab etmek ve ettirmektir.
Bu Asır sûre-i şerif'inde öyle incelikler var ki, Allah-u Teâlâ
lütfetmeyip hiç bir Ayet-i kerime indirmeseydi, nizam-ı ilâhî için bu
sûre-i şerif kâfi gelirdi.
Buna rağmen yine herkes tehlikededir. Çünkü Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Alimler de helâk
olmuşlardır, amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk olmuşlardır,
ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük tehlike
üzerindedir." (K. Hafâ)
Bu Hadis-i şerif'e bakılırsa durum cidden çok korkunçtur. Bu
korkunçluğu arzedeceğimiz ikinci Hadis-i şerif daha bariz bir şekilde
belirtmektedir.
Ebû Said-i Hudrî -radiyallahu anh- Hazretlerinden rivayet edildiğine
göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyururlar:
"(Kıyamet günü) Allah Tebâreke ve Teâlâ: 'Ey Adem!' buyuracak. O da
icabet ederek: 'Buyur Yâ Rabbi! Buyruğunu bekliyorum. Bahtiyarlık ve
her hayır senin emir ve fermanında tecelli eder.' diyecek.
Allah-u Teâlâ: 'Cehenneme gidecekleri seç.' buyuracak. Adem Peygamber:
'Cehenneme gönderileceklerin sayıları ne kadardır?' diye soracak.
Allah-u Teâlâ: 'Binde biri cennete, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme!'
diye cevap verecek.
Cenab-ı Hakk Âdem peygambere böyle buyurduğu sırada, bunu duyan
çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek.
Ve o anda mahşer halkını sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş
değillerdir. Bununla beraber Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Buhârî.
Tecrîd-i sarîh: 1373)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i
şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna,
diğerleri hep ateştedir.
- Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashabımın yolunda olanlardır." (Ebu Davud)
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i
şerif ise hususa yani Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetine âittir.
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından "Fırka-i Nâciye" yani
"Kurtulmuş Fırka" lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri
hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın, Ashab-ı kiram'ın, Selef-i
salihîn'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile
ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun
sâliklerini bid'atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından
korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere
göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz
almışlardır.
Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda
bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini
vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini
mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk'tan
beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî'ye ve feyz-i
samedânî'ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve
çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün
mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir
ilimdir. Nakli ve akli delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve
ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün
değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin
en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları
ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı
ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile
boyanmışlardır.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına
bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u
Zülcelâl vardır. Onlar Hakk'ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Ayet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları
kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Ayet-i kerime'si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler.
Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan
numune alır, Hakk'ı ve hakikati bilir ve bulur.
Allah-u Teâlâ müslümanlık üzerine kimin kalbini açarsa, hakikatı ancak
o duyar, ona duyurmuş olur.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden
verilen bir nur üzerindedir." (Zümer: 22)
Bir insan helâl lokma yemekle, ihlâsla kulluk yapmakla, farz ve
nafilelere devam etmekle içini nurlandırmış olur.
Hüsranda Olanlar:
Hüsranda olanları sınıflandırmak gerekirse üç bölümde ele alabiliriz:
1-Ahir Zaman Alimleri:
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu
hükümlerden yüz çevirenlerin, ne kadar delillerle karşılaşsalar bile
inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda
yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve
âkıbetlerini bir Ayet-i kerime'sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi
idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim." (A'râf: 146)
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki
hikmet ve hakikatleri anlamazlar, gerçeklere nüfuz edemezler.
"Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar." (A'râf: 146)
Büyüklük taslamaları onları tasdik etmelerine mâni olur, tefekkür
etmezler, ibret almazlar.
"Doğru yolu görseler onu yol edinmezler." (A'râf: 146)
Kendilerini sapıklık kapladığı için Hakk'a yönelmezler ve o yolun
doğru olduğunu görmelerine rağmen o yolu tutmazlar.
"Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler." (A'râf: 146)
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından
dolayı, dalâlet yolunu kendilerine hiç ayrılmayacakları bir yol olarak
seçerler.
"Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz
oldular." (A'râf: 146)
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir
gaflet değil, Hakk'a ve hakikate yüz çevirmelerinden kaynaklanan bir
gaflettir.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini
kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam,
şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar hem insanları Kur'an'dan menederler, hem de kendileri ondan
uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına
varmazlar." (En'âm: 26)
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde eski İsrâiloğulları'na halef
olan bir takım kimselerin, Tevrat'ın hükümlerine uymaları için
kendilerinden söz alınmış olmalarına rağmen, o kitabın hükümlerine
muhalefet ederek dini dünyaya âlet ettiklerini, dünyanın geçici
menfaatine yöneldiklerini haber vererek onları kıyamete kadar gelecek
insanlara numune-i imtisal olarak göstermiştir:
"Arkalarından onların yerine Kitab'a vâris olan bir takım kimseler
geldiler." (A'râf: 169)
Okumasını yazmasını öğrendiler, fetvâ ve hüküm verme mevkilerine
geçtiler. Şu kadar var ki kendileri o kitaba sahip çıkmadılar,
hükümlerine sarılmadılar. Gönüllerinde onun azametini hissetmediler. O
kitapta bulunan emir ve yasakları, helâl ve haramları bildikleri halde
gereğince amel etmediler. Onu keyiflerine göre, işlerine geldiği gibi
kullandılar.
Allah-u Teâlâ'nın hüküm olarak koymuş olduğu dine uymayıp muhalefet
etmeye kalkışmak, dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin
başında gelir.
"Şu aşağılık dünyanın geçici menfaatini alıyorlar." (A'râf: 169)
Gerçeği saptırıyorlar, gayrimeşru yollarla geçici menfaatlerini elde
ediyorlar, sonra da bu yaptıkları hareketi tevile yelteniyorlardı.
"Ve: 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız.' diyorlardı." (A'râf: 169)
Elde etmiş oldukları bu dünyalık sebebiyle, bu menfaatlerinden dolayı
Allah-u Teâlâ'nın kendilerini mesul tutmayacağını iddiâ ediyorlardı.
"Onlara buna benzer bir menfaat daha gelse onu da almaktan tereddüt
etmezler." (A'râf: 169)
Almaya devam ederler, mesuliyetten korkmazlar, bu suretle bayağı
servetler elde ederek, haris bir halde yaşarlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya bu Ayet-i kerime'den
sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Bir takım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler. Kur'an'ın
ruhsatlarıyla amel etmek isterler ve: 'Allah bizi bağışlar.' derler.
Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram helâl noktasına
lâyık-ı veçhile dikkat etmezler.
Bugün ellerine geçeni aldıkları gibi, onun aynısı yarın gelse tekrar
alırlar."
Kur'an-ı kerim'in ahkâmına riâyet etmeyenlerin durumları burada
anlaşılmış oluyor.
Ayet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Allah'a karşı gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dâir
Kitap'ta onlardan söz alınmamış mıydı?" (A'râf: 169)
Buna rağmen mâsiyetlerde ve haram yemede ısrar ediyorlar, Allah-u
Teâlâ'nın kendilerini bağışlayacağını kuvvetle savunuyorlar.
"Ve onun içindekileri ders olarak okumuşlardı." (A'râf: 169)
Kitap'ta yazılı olan bütün bilgileri çok iyi bildikleri halde dünya
menfaati için Allah-u Teâlâ'nın hükmüne aykırı davranıyorlardı.
Bunların gökkubbe altında en şerli kişiler oluşunun sebeplerinden
birisi de budur. Din-i mübin'e en büyük zarar bunlardan gelmektedir.
"Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ
düşünmüyor musunuz?" (A'râf: 169)
Onlar akıllarını kullanıp düşünselerdi, fâni olanı bâki olana tercih
etmezler, azaba götürücü âdi şeyler karşısında ebedî saâdetlerini fedâ
etmezlerdi. Bu geçici hayatın zevklerini ancak Allah'tan korkmayanlar
tercih ederler.
"Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz
ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz." (A'râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların
mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ'nın üzerinedir.
Alimlerin en faziletlisi bu âlemin en faziletlisi olduğu gibi,
insanların en şerlisi de kötü âlimlerdir.
Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi
vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivâyet edildiğine göre Resul-
i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla
çekip almaz. Lâkin âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden
alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara câhil bir zümre kalır. Halk
bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (Âyet, Hadis
gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetva verip, hem
kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar." (Buhârî Tecrîd-i
sarîh: 2174)
Bugün olduğu gibi. Çünkü onlar kendileri câhildir, câhillere de
babalık yapıyorlar, yani Ebu Cehil oluyorlar, ümmet-i Muhammed'i ifsât
ediyorlar, din-i mübin'i kökünden yıkmaya çalışıyorlar.
İşte bu cühelâ böylece insanları hakikatten kaydırmak, menfaatleri
için arzularını hüküm yerine koymak isterler.
Oysa Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyurmaktadır. (Hûd: 112)
Bunlar bu ilâhî emirden çıktıkları için, dinden de çıkmışlardır.
Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in izinden
çıktıkları için bu hale düşmüşlerdir. Dini kendilerine uydurmaya
çalışırlar. Makamını işgal etmek isterler amma, aslâ ona benzemek
istemezler. Sünnet-i seniye'ye uymazlar. Nefislerine tâbi oldukları
için emr-i ilâhîye mugayir söz ve davranışta bulunurlar.
İmanları surette kalan, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i
mübin'i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler, gökkubbe altındaki en şerli
ve en tehlikeli insanlardır. Bunlar hem kendileri dinden çıkarlar, hem
de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
Görünüşte iman etmiş gibi görünürler;
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak
yaşarlar." (Yusuf: 106)
Ayet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere müşrik olarak yaşarlar.
müslüman gibi göründükleri için bunların tahribatı dış düşmandan daha
büyüktür.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'te
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi,
Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur,
fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne
onlardan çıktı yine onlara dönecektir." (Beyhâkî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunları göre göre
söyledi.
En şerli oluşları nedendir? Çünkü hiçbir din düşmanı bunların yaptığı
tahribatı yapamaz. Çünkü düşmanın cephesi var. Bunların ise cephesi
yok. Müslüman gibi görünüyorlar ve din-i mübin'i parçalamaya
çalışıyorlar.
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar.
Tahripçidirler, dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini
aslından çıkarmak, bid'at ve küfrü yaymaktır.
En büyük gadab-ı ilâhîye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ'nın
kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere: "Allah böyle emrediyor." diye
kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ayetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için,
iğrenç ve acıklı bir azap vardır." (Sebe: 5)
Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini çürütmek, hükümsüz bırakmak ve kendi
arzusunu hüküm yerine koymak isteyenlerin bu cürümleri pek büyük
olduğu için kendilerine verilen ceza da o nisbette iğrenç ve acıklı
olacaktır.
Allah-u Teâlâ'nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Kitabullah'a
itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ'nın kahrına müstehak olmuşlardır.
Madde ve makam için dinine de, icabederse vatanına da ihanet ederler.
Ayet-i kerime'de:
"Onların kalpleri iman etmedi." buyuruluyor. (Mâide: 41)
Hidayeti dalâlete değiştiren, sapıklığı satın alan bu zâlimler, her
zâlimden daha zâlimdirler. Çünkü onlar çok kötü bir çığır açmışlar,
beşeriyete çok kötü bir numune olmuşlar, kendi nefislerini de acıklı
azaplara maruz bırakmışlardır.
Alim olduğunu sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve
küfürlerini yaydılar. Zan, nam, şöhret, madde ve menfaat uğruna dinden
çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar.
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri
zannederler. Oysa bunlar Hazret-i Allah'ın yanında en düşük
kimselerdir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'den rivayet edilen bir Hadis-
i şerif'te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
"Ümmetimden birtakım zümreler türeyecektir. Onlar Kur'an'ı öyle
okurlar ki; sizin okuyuşunuz onlarınkinin yanında hiç kalır. Namazınız
da namazlarına göre bir hiç kalır. Orucunuz da oruçlarının yanında bir
hiç kalır. Kur'an'ı okurlar, onu lehlerine zannederler, halbuki o
aleyhlerine olacaktır. Namazları köprücük kemiklerinden öteye geçmez.
Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi İslâm'dan hemen çıkacaklar.
Onlarla harp eden ordunun askerleri Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem-inin dilinden kendilerine ne (kadar ücret)ler takdir edilmiş
olduğunu bilselerdi (başkaca) çalışmaktan mutlaka vazgeçerlerdi."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu Hadis-i şerif'i ve devamını rivayet
ettiği zaman Ubeyde es-Selmânî -radiyallahu anh-:
"Ey müminlerin emiri! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah aşkına
söyle! Sen bu Hadis'i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den
bizzat işittin mi?" diye sordu.
O da: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki evet!"
dedi. Ubeyde -radiyallahu anh- ona üç sefer yemin verdi, o da üç sefer
yemin etti. (Müslim: 1066)
Dikkat etmişseniz Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu Hadis-i şerif'i
rivayet ettiği zaman, Ashâb dahi şüpheye düştü. Bu soruyu sormak
lüzumunu hissettiler. İslâm gibi görünen bir ordu nasıl kâfir olur?
Bunlarla bu ordu nasıl harbedebilir? O bile inanamıyor, kabul
edemiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Saîd ve Enes -
radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinin bir
noktasında da şöyle buyuruyorlar:
"Onlar insanları Kitabullah'a çağırırlar, fakat Kitap'tan zerre kadar
nasipleri yoktur." (Ebu Dâvud: 4765)
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Ayet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler." (Fetih: 15)
Onlara yakınlık göstermek şöyle dursun, meyletmek bile insanı ateşe
müstehak kılar. Bu kadar izah ve ispattan sonra Hakk'tan sapar onlara
meylederseniz, ateşin size dokunacağını katiyetle bilin! Şayet
imanınız varsa!
Nitekim Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan
başka dostunuz yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz." (Hûd: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse,
zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin
neticesini düşünmek gerekir.
İşte iç yüzlerini ortaya koymaya çalıştığımız kötü âlimlerin durumu
budur. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm'ın ön
safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve
heveslerine uydurmaya çalışırlar. İlâhî hükümleri değiştirmek ya da
aslından uzaklaştırmak suretiyle bir takım çözümler ortaya koyarlar.
Zamanın değişmesiyle ahkâmın da değişebileceğini, günün şartlarına
göre hükümlerin ayarlanabileceğini ileri sürerler.
Bu ise apaçık bir küfürdür. Bu küfre rıza göstermek de küfürdür. Zira
bir tek Âyet-i kerime'yi inkâr etmek küfre mucip olduğu gibi, bir
küfrü hoş gören de aynı küfre ortakdır, o da küfre kayar.
Allah-u Teâlâ'nın helâl kıldığı şey kıyamete kadar helâldir, haram
kıldığı şey de ebediyyen haramdır. Zira İslâm'ın hükümleri zaman ve
zeminle sınırlı değildir. Mevki ve rütbesi ne olursa olsun; İslâm'ın
helâl kıldığına haram, haram kıldığına da helâl demeye hiç kimsenin
hakkı ve selâhiyeti yoktur.
Bazıları da hidayetten uzak kimseleri İslâm'a ısındırmak için din
adına bazı tavizler vermekte bir mahzur görmezler. Böylece akıllarınca
bir münkiri veya bir münafığı dine ısındıracağız derken hem kendileri
dinden çıkıp uzaklaşırlar hem de etraflarını dinden çıkarırlar.
2-Münâfıklar:
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve O'nun peygamberi Muhammed
Aleyhisselâm'a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen
kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı
dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler
bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek
yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan
sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Ayet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr
ettiniz." (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet'ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler
münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak
zordur.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş
ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad
etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm'a dahi emir buyurmuş,
hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif'ini indirerek münafıkların
sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
Allah-u Teâlâ münafıkların bir kapıdan girip diğer kapıdan
çıktıklarını ve hep bu hâl üzere olup, kalplerinde ise tam bir küfür
taşıdıklarını Ayet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Size geldikleri zaman: 'İnandık!' derler. Halbuki yanınıza kâfir
olarak girip kâfir olarak çıkmışlardır.
Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir." (Mâide: 61)
Durumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Duydukları ve
gördükleri şeylerden hiç etkilenmemişlerdir.
Diğer bir Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"'İtaat ettik!' derler. Fakat senin yanından ayrıldıktan sonra,
içlerinden bir kısmı, sana söylediklerinin tersine geceleyin plân
kurarlar. Allah da onların geceleyin tasarladıklarını yazmaktadır.
Onlardan yüz çevir ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah
yeter!" (Nisâ: 81)
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde onların dinleri hususunda şaşkın
olduklarını, şeytanın onları tereddüte düşürdüğünü beyan
buyurmaktadır:
"Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp
dururlar." (Nisâ: 143)
Ne müminlere uyarak tam mümin olurlar, ne de kâfirlere uyarak müşrik
olurlar. Ne müminlere katılırlar ne de kâfirlere.
"Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin
ederler." (Tevbe: 56)
Halbuki onların kalpleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir.
Kalpleri inkâr ettiği için onlar mümin değildirler.
"Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir." (Tevbe: 127)
Onun içindir ki imana yaklaşamamaktadırlar.
"Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların
yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mücadele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt
tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık
müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah'ın yolundan
alıkoydular." (Mücadele: 16)
"Biz de müslümanız!" diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi
göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile
başkalarının İslâm'ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek
yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin
doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan
alıkonmuş olurlar.
"Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücadele: 16)
Allah'ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle
küçültücü bir azap verilecektir.
"Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere,
yaptıklarını şeytan hoş göstermiş ve onları uzun emellere
düşürmüştür." (Muhammed: 25)
Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm'dan ayrılıp küfre
dönenlere, şeytan bu işi güzel göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça
uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.
"Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münafıkları da
bilir." (Ankebût: 11)
Kalpte bulunan iman cevheri ile nifak, ancak sabırla veya sıkıntı
anında sarsılma ile kendini gösterir.
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde önce onları cezalandıracağını
beyan buyurmuştur:
"Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık
kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük
onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve
kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!" (Fetih: 6)
Allah-u Teâlâ'nın onlara olan gazabı; onlar için ahirette ceza
dilemesi, dünyada da şirk ve nifak üzere olmalarıdır. Lâneti de
rahmetinden kovmasıdır.
Kur'an-ı kerim'de muhtelif Ayet-i kerime'lerde münafıkların; hidayet
karşılığında sapıklığı satın aldıkları, bu alış-verişlerinin
kendilerine kâr sağlamadığı, doğru yolu bulamadıkları, kötülüğü teşvik
edip iyilikten alıkoydukları, amellerinin dünyada da ahirette de boşa
gittiği, önce iman edip sonra inkâr ettikleri, Allah-u Teâlâ'nın ve
Resul'ünün hükmüne râzı olmadıkları, şeytanın adamları oldukları,
kalplerinin mühürlü olduğu, cehennemin en alt tabakasında olacakları
ve cehennemde ebedî kalacakları beyan buyurulmaktadır.
3-Kâfirler:
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, O'nun yüce peygamberi Hazret-i
Muhammed Aleyhisselâm'a inanmayan ve dinden olduğu kesin olan bir
hükmü inkâr eden kimseye "Kâfir" denir. Aynı mânâda "Münkir" kelimesi
de kullanılır.
Küfür, "Örtmek" mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti
tanımamak suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye
inkâr etmektir.
Kur'an-ı kerim'de müstakil olarak kâfirler için "Kâfirûn" sûre-i
celîle'si vardır. Ayrıca bir çok sûrelerde kâfirlerin durumu geniş ve
açık olarak belirtilmiştir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: Ey kâfirler!" (Kâfirûn: 1)
Bu emri veren Allah-u Teâlâ'dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen,
aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere bu
şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur
geçerlidir.
"Ey kâfirler!" hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan'daki kâfir ve
müşrik Araplar değil; Muhammed Aleyhisselâm'ın risaletini reddeden
bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.
"Ey kâfirler!" diye hitap etmek, bu gibi kimselere: "Ey düşmanlar!",
"Ey İslâm'a muhalefet edenler!" diye hitap etmek gibidir. Onun için,
bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları hedef
alınmakta, "Kâfir" sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime'nin
şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar
hep bu sıfattadırlar.
Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun,
hepsi de tek bir millettir.
"Onlar cehenneme gireceklerdir. O ne kötü bir karargâhtır!" (İbrahim:
29)
Allah-u Teâlâ'dan ve O'nun yüce dininden yüz çevirip küfre kayan,
Hakk'ı bırakıp bâtıla sarıldıkça sarılan kimseler devâsız, şifâsız bir
hastalığa yakalanmışlardır.
Ayet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler. Dünya hayatı
onları aldattı." (A'râf: 51)
Kesin olarak cehennemde ebedî kalacakları;
"İşte onlar cehennemliktirler, orada ebedî kalacaklardır." Ayet-i
kerime'si ile sâbittir. (Âl-i imrân: 116)
Onların cehennemden kurtulmaları veya azaplarının hafifletilmesi diye
bir şey düşünülemez.
Diğer bir Ayet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise
ateş ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." (A'râf: 36)
Onları uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu
öğütlerden faydalanıp da imana gelmezler.
Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kâfirlere gelince, onları ikaz etsen de etmesen de birdir, onlar iman
etmezler." (Bakara: 6)
Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerim'in varlığını
gösteren eserleri görmemek için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen
vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir kimselerdir.
Kur'an-ı kerim'i ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'i inkâr ve itirazlar, nâzil olduğu zamanlarda başlamış,
müşrikler aleyhde söylemedik hiçbir söz bırakmamışlardı. Sonraki
asırlardan günümüze kadar gelen kâfirler ise, Asr-ı saâdet
müşriklerinin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiçbir şey
yapmamışlardır.
Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş." (Bakara: 118)
O bakımdan onlar aynı sözlerle konuşur olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'lerinde kâfirlerin üzerine şeytanların
musallat olduklarını ve onların belirli günden sonra helâk olup
cehenneme sevk edileceklerini beyan buyurmaktadır:
"Görmedin mi? Biz şeytanları kâfirlerin üzerine salarız da, onları
kışkırttıkça kışkırtırlar." (Meryem: 83)
Onları küfür ve şirke alabildiğine teşvik ve tahrik etmekten geri
durmazlar. Üzerlerine musallat olurlar ve galeyana getirirler.
Allah-u Teâlâ bir Ayet-i kerime'sinde kâfirleri şeytanların kardeşleri
ve insan şeytanları olarak tanıtmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"(Şeytanların) kardeşlerine gelince; şeytanlar onları azgınlığa
sürüklerler." (A'râf: 202)
Şeytanlar onları aldatırlar, dalâlet yollarını onlara güzel göstererek
bu hususta onlara yardımda, teşvikte bulunurlar, destek verirler.
"Sonra da yakalarını bırakmazlar." (A'râf: 202)
Günahta ısrar edip yollarından vazgeçmesinler diye onları azdırmaktan
geri durmazlar. Onlar da küfür, isyan ve azgınlıklarına devam eder
dururlar. Muttakiler gibi kötülüklerden vazgeçip kendilerini çekip
çeviremezler. Bundan dolayı şeytanlara kapıldıkça kapılırlar,
aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar.
İslâm düşmanlarının yaşayanlarına olduğu gibi ölenlerine de lânet
okuma zikredilerek Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kâfirlere ve kâfir oldukları halde ölenlere gelince; Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun!" (Bakara:
161)
Müminler o kâfirler için böyle lânet edecekleri gibi, kâfirler de
yarın ahirette birbirlerine lânette bulunacaklardır.
"Onlar ebedî olarak o lânetin içinde kalacaklardır. Onlardan azap
hafifletilmez ve onlara mühlet de verilmez." (Bakara: 162)
Hiçbir istekleri dikkate alınmaz, devamlı olarak azap görürler. Bu
azap sırasında bir an bile dinlenme imkan ve fırsatı verilmez.
Ertelenmesi de bahis mevzuu değildir. Cehennemde sürekli ve ebedî
olarak kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece
devamlı olarak küfürde ısrar etmekti. Bu bakımdan azaplarının ebedî
olmasıyla cezalandırıldılar.
"Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!" (İbrahim: 2)
Artık onlar lâyık oldukları vahim âkıbetleri kendileri düşünsünler.
"İşte kâfirler, fâcirler bunlardır." (Abese: 42)
Onlar hem küfürde kalarak hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir
arada toplamışlardır.
Hüsrandan Kurtulanlar:
Asr sûre-i şerif'inde beyan buyurulduğuna göre, ancak iman edip amel-i
sâlih işleyenlere kurtuluş yolları açıktır.
Onlar Allah-u Teâlâ'ya gönül verenledir, Rabb'lerine ihlâs ile kulluk
vazifelerini yapanlardır.
İman etmekle beraber, amel-i salih işlerse, Hakk'ı bilir Hakk'ı
tavsiye ederse, Hakk'ta sabreder ve sabrı tavsiye ederse kişi
hüsrandan kurtulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür." (Kehf: 46)
Onlar dünyayı malı mülkü dünya ziyneti kabul ediyorlar. Değer
vermiyorlar onlara.
Umumiyetle insanlar bugün mala-mülke çok meyil etmişlerdir. Halbuki
bunlar geçicidir.
"Baki kalacak olan salih ameller ise Rabb'inin katında hem sevapça
daha hayırdır, hem de ümit etmeye daha lâyıktır." (Kehf: 46)
Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlı olanlar için ebedî hayat mühimdir.
Bu bir aynadır, herkes kendisine baksın, kararını versin.
Allah-u Teâlâ insanları yarattı ve imtihan sahnesi olan bu dünyaya
denemek için gönderdi.
Ayet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü
ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu
imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya
kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün
imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya
başarısız olduğu ilân edilecektir. Dünya deneme ve mükellefiyet
yeridir, ahiret ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın
sonucudur.
Herkes sahnededir, imtihantadır, her hareketinin fotoğrafı çekiliyor,
her kelimenin zaptı tutuluyor. Nefes alırken ne düşünüyordun, nefes
verirken ne düşünüyordun sualleri de muhakkak karşımıza çıkacak.