NEFİS DERECELERİNİN DAHA İYİ ANLAŞILABİLMESİ İÇİN BİR TEMSİL
Nefis derecelerinin daha iyi anlaşılabilmesi için bir cevizi temsil
olarak arzedeceğiz. Herkes kendisini ölçsün.
"Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna,
diğerleri hep ateştedir.
- Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Yetmişüç fırkadan yetmişikisi cehennemlik olduğuna göre, yetmişüç
cevizden yetmişikisinin çürük olduğu anlaşılıyor.
Bu kesin bir beyân-ı Peygamberî'dir ve ne kadar korkunç bir şeydir!
Bunların hepsi onun ümmetidir, amma yetmişikisi cehennemliktir, ancak
bir tanesi kurtuluş fırkasıdır.
Bizim mevzumuz şimdi o sağlam bir ceviz üzerinedir. Bu sağlam olan
cevizin de nasıl döküleceğini dikkatle takip ederseniz öğrenmiş
olursunuz.
Nefs-i Emmâre:
Cevizin yeşil kabuğu Nefs-i emmare'dir. O yeşil kabuk da Allah-u
Teâlâ'nın yarattığı bir latîfedir. Fakat kötü işlere meyledip o kötü
işleri işlediğinden ötürü, cevizin kabuğu gibi, Nefs-i emmâre de
acıdır. En kalın perde odur.
Nefs-i Levvame:
Cevizin yeşil kabuğundan sonraki sert kabuktur. İçeriye nüfuz etmediği
için hep benlik davasında bulunur. Nefsin arzularını o ceviz kabuğunu
kırar gibi kırmadıkça, gerçekten içeriye nüfuz etmek mümkün değildir.
İşte bütün benlikler burada toplanır. Çok mühim bir noktadır. "Ben!..
Ben!.. Ben!.." diyenlerin yeri ve durağı burasıdır.
Bu benliği cevize temsil ediyorum:
Kim ki duyarsanız "Ben, ben!.." diyor, onların hepsi kabukta
kalmıştır, kendi içine nüfuz edememiştir, içinden istifade
edemiyorlar. Nefis içeride "Ben, ben!.." diyor, "Sen giremezsin
buraya!.." diyor.
Nefs-i Mülhime:
Enelik kabuğunu kırmış, içeriye nüfuz etmiştir. Ve fakat içten içe
geçmek için, arzu ve istekleri perde mesabesindedir. İçindeki haşaratı
temizlemesi gerekmektedir.
Nefs-i Mutmainne:
Haşaratı temizlemiş, zarı kalmıştır. Hakk'a hayli yaklaşmıştır. O
zarın da kalkması için Râziye merdivenine çıkması lâzımdır ki "Lüb"
yani cevizin özü husule gelsin.
Daha önce "Makam"dan bahsederken Râziye'ye gelince "Merdiven" ismini
verdik. Çünkü insan büyüdükçe küçülür, küçüldükçe büyür. O zaman kişi
merdivenden hep aşağıya iner ve küçülür, azamet-i ilâhî'yi o zaman
görmeye başlar.
Nefs-i Mardiyye:
Artık haşaratı temizlemiştir. Mutmainne'den sonra Râziye'ye ermiştir,
o zar kalkmıştır. Nefs-i mardiyye'de "Lüb" kalır, o zaman cevizin iç
tarafının özü kalmıştır.
Mardiyye merdivenine çıkanların dahi dilediğini tutar, dilediğini
atar.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder." (Bakara: 284)
Bunun böyle olduğunu bilmek gerekir. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Hüküm
ve değer yalnız ve yalnız Zül-celâl vel-kemâl olan Allah-u Teâlâ'ya
mahsustur.
Nefs-i Sâfiye:
Ceviz burada boşalmış olur. Artık o zaman içinde yalnız Allah-u
Teâlâ'nın varlığını görür.
Çok açık ifade ediyorum, kendisinin de, kâinatın da kabuktan ibaret
olduğunu görür. Kendisi de aslında böyledir, kâinat da böyledir.
İşte gerçek mânâda Kelime-i tevhid'i söyleyebilen bunlardır.
İkinci temsil:
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki, birini Muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya
hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
Kimin kalbinde yalnız Allah-u Teâlâ var, o Hakk iledir. Kimin kalbinde
mâsiva var, o halk iledir.
Kelime-i tevhid'in cevizin üzerine ayrı bir temsili:
Bir insan "Lâ ilahe illâllah" der, fakat yeşil kabuk var, kalbin
üzerinde yedi perde var. Diyor amma ağızda kalıyor, boğazdan aşağıya
inmiyor.
"Nefs-i Levvâme"de "Lâ ilâhe illâllah" diyor amma, içeride nefis "Ben,
ben!.." diyor, sert kabuğu delememiş.
"Nefs-i mülhime"de "Lâ ilâhe illâllah" diyor, burada cevizin kabuğunu
yani kalbi deliyor, amma içinde Hakk'tan gayrı birçok muhabbet var.
Çok muhabbet olduğu için çok uğraşıp ahlâk-ı zemimeleri temizlemesi
gerekir.
"Nefs-i mutmainne"de "Lâ ilâhe illâllah" diyor, bu noktada Kelime-i
tevhid biraz daha rahat iniyor. Orada öyle bir iniş yapıyor ki,
şirkten şüpheden kalp artık kurtuluyor. Gerçek iman sahibi olma
vukûfiyetini kazanıyor.
"Nefs-i râziye" de öyle bir hale gelir ki, o artık Allah-u Teâlâ'dan
râzı olmuştur. "Beni O yarattı." diyor, "Beni O yaşatıyor, beni O
yediriyor, beni O içiriyor." diyor. Her haline râzıdır. Acı da gelse,
tatlı da gelse, O'nun her hükmüne râzıdır. Çünkü artık iman kökleşmeye
başlamıştır. Kelime-i tevhid tohumu artık kalbe düştü, yavaş yavaş
çimleniyor, o çim bütün vücuda yayılıyor, her âzâsına iman salınıyor
ve artık onu yaratanı biliyor, şirkten şüpheden kurtuluyor,
Yaratan'dan memnun olduğu için her şeyine râzı oluyor.
Bu hâl uzun zaman devam eder, sonra ibadet ve taatlarını samimi bir
şekilde yaptığından ötürü Allah-u Teâlâ ondan hoşlanır.
Ve fakat "Nefs-i sâfiye"ye gelince, artık burada hiçbir şey
kalmamıştır. Kabuk kalmamış, haşarat kalmamış, cevizin üzerindeki zarı
kalmamış, "Lüb"ü de kalmamış ve boşalmış olur.
O "Lâ ilâhe illâllah" dediği zaman Allah-u Teâlâ'yı hem görür, hem de
içinde O'ndan başka bir mevcut olmadığını da görür. Kelime-i tevhid'i
gerçek mânâda söyleyen ancak bunlardır.
Bu sırr-ı ilâhî, yani Kelime-i tevhid'in sırrı açılmış oldu.
KURTULUŞ
KAPISI
Tarikat-ı âliye bir ilim-irfan mektebidir. Bu yolun ilim-irfan mektebi
olduğunu anlayabilmek için "Nefis dereceleri"ni çok iyi tetkik etmek
gerekmektedir.
Mektebe kaydını yaptıran bir insan, devam etmeyip sınıflarını
geçmediği zaman, nasıl ki onun mektebe kaydını yaptırması bir mânâ
ifade etmediği gibi; Tarikat-ı âliye'ye intisap eden bir kişi de,
sınıfları geçmediği müddetçe, nefsini izale edemez, hayvanî
sıfatlardan sıyrılamaz, dereceleri katedemez.
Letâifleri bitirecek, dereceleri geçecek ki, insan sıfatına bürünsün.
Emmâre'nin ıslahından sonra Levvâme'ye geçildiği zaman büyük
çarpışmalar olur. Mülhime'ye geçildiğinde insan sakinleşir, koyun
sıfatına bürünür, güzel ameller yapar, nisbeten rızâ-i Bârî'ye
kavuşur. Bu arada az da olsa bazı ilhamlar da gelir. O şimdi artık
yolcudur. Nereye yolcu? Hakikata yolcu.
Bir mertebe daha geçerse Mutmainne olur. Kurtulanlar burada kurtulur.
Vuslat-ı ilâhi buradan gelir.
O bir fırkaya âit kurtuluş kapısını tarif ediyoruz.
TERAKKİYAT İLE
HELAKİYAT NOKTASI
Bir kimse Tarikat-ı aliye'ye intisap ettikten sonra epey yol alır.
Mürşid-i kâmil müridin ruhunu yükseltir. Birinci tepeyi geçirir, orada
yol ikiye ayrılır. Cenâb-ı Hakk lütfuyla tecelli ettiği zaman mürid
yukarıdan aşağıya doğru kendisini küçültmeye, varlığını yok etmeye
çalışır. Mahviyet haline bürünür.
Yani ihlâslı olanlar yürüdükçe varlıklarını yitirirler. O tepeden
aşağıya doğru Allah'ın lütfuyla iner. Yani çıkar, çıkar, çıkar ve
hiçliğe iner. O hiçlik onun Daire-i saadet'ine delâlet eder. Bunlar
Allah-u Teâlâ'nın kurtardığı kimselerdir. Senelerden beri nazargâh-ı
ilahi olan kalbine sardığı varlık tellerini, Allah yoluna düşmesiyle
yavaş yavaş sermeye başlar. Diğer taraftan da hiçlik tellerini toplar.
Mahviyyet kısmına geçince artık yükü azalmıştır. Yapıcılık, bilicilik,
öncülük gibi sıfatlar bir bir zâil olmaya başlar. Kendilerine şevk,
teslimiyet, muhabbet, murakaba, tevekkül, vahdet ve hal gibi lütuflar
ihsan olunur. Bunlar "Nuriye fırkası"na ayrılmış olanlardır.
Şimdi bir insan manen yükseldikçe Allah-u Teâlâ dilediğini indirir,
indirir, indirir, herşeyi yerde arar. Yerin altında arar.
İhlaslı kimsenin yürüyüşü böyledir. Nasibini aldıkça gider, terakki
eder. Nasibi varsa bir gün muradına erer.
"Muradına ermek" ne demektir?
Üç noktada; Fenâfişşeyh, Fenâfirresul ve Fenâfillâh'ta olur. Bu
merhalelerden geçenler benliklerini eritirler.
Yüz binler yola çıkar da, ancak murad olmaya namzet fertler kalır.
Yani yürüdükçe azalırlar. Allah-u Teâlâ'nın lütfu eriştiği zaman mürid
de murad olur. Ayet-i kerime'de:
"Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar
mahzun da olmayacaklardır." buyuruluyor. (En'am: 48)
Bir de şeytana tutunanlar vardır.
O tepede ya, şeytan o anda onu kaydırmaya çalışıyor ve kaydırıyor.
"Herkesten daha üstünüm." demeye, herkese tepeden bakmaya başlar. Her
şeyi kendisine maleder. Çok yükseldiğini zanneder. Herkesi küçük
kendisini büyük görür. "Ben yürüyorum, ben biliyorum, ben söylüyorum,
ben çalışıyorum." diyerek sivrilmiştir, içine kurt düşmüştür. Bu gibi
haller geldikçe yanıbaşındakileri küçümsemeye başlar. Artık o yolunu
değiştirmiştir. Sola kaymıştır. Kaydığı yetmez, orada plan çevirmeye
çalışır. "Ben bu işi daha iyi yürütebilirim, daha lâyıkım." der.
Plânını tatbike koyarken Allah-u Teâlâ da onun kalbini çevirir.
Kalbini çevirdiği anda mukallit sınıfına düşer. Artık o bir yıkıcıdır.
Bunlar da Nâr fırkası'dır. Onlarda şekavet, gadap, harislik, tûl-i
emel, gönlü boş şeylere bağlamak gibi haller vardır. Ayet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felah bulmuş, kurtulmuştur, onu
kirletip örten kişi elbette ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems:
9-10)
Birisi mahviyyete doğru iniş yapıyor, birisi varlıktan kayıyor. Burası
mihenk taşıdır.
Öyleyse alındıktan sonra Allah-u Teâlâ'ya sığınmalı, ihlas ve
samimiyetle yola devam etmelidir. İnsan manevi yolda yürüyüp terakki
ettikçe kendisini küçük görmeye, küçülmeye, süzülmeye başlar,
davalardan geçer. Gayesi Hakk olup rıza için hareket eder. Fakat
terakki edemezse kendisini beğenme hali husule gelir ve eneye kapılır.
Kendisine paye verdiği anda olduğu yerde çakılır, hem düşer hem helâk
olur. Başkasını da helâk eder. Şöyle ki, çürüyen bir meyvanın
yanındaki meyveleri de çürütmesi gibi o anda başkalarını hemen
çürütür. Niyetini bozmakla kendisini ihraç etmiştir, başka bir şey
yapmamıştır. Çünkü Mevlâ her şeyi biliyor. Allah-u Teâlâ'dan başka onu
kimse kurtaramaz. Ancak O murad ederse kurtarır. Bunların durumu ancak
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere dikkat etmekle ortaya çıkar.
Enes -radiyallahu anh- buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl."
Ben bir gün kendisine:
"Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim
hakkımızda korkuyor musun?' dedim.
Bana şöyle cevap verdi:
"Evet! Kalpler, Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği
tarafa çevirir." (Tirmizi: 2141)
Allah-u Teâlâ bir anda parmağıyla çeviriverir. Müslüman iken münafık
olur.
Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taâtına
çevir." (Buharî) diye niyazı vardır.
Şeytan iki yerden avlar.
Saf, cahil insanlar kısmına, "Sen artık oldun, tamam senin işin,
çıktın." der. O da: "Tamam" der. "Artık ben oldum." İlmi olan okumuş
insana da: "Senin ilmin var, sen her şeyi bildin, bunların içinde ne
işin var." der. O da: "Tamam" der. "Ben her şeyi bildim." Ona da
oltayı böyle takar. Bunlar şeytana kulak verdiklerinden gerçekten
şeytan fırkasından olurlar.
Bir kişinin kalbine nefis girdi mi, nefse uydu mu "Ben" dediği zaman,
"Ben biliyorum" dediği zaman kaymıştır. Bütün terakkiyat ve kaymalar
bu hal üzeredir. Onun için bakıyorsunuz, "Oldum, oldum, oldum." Ne
oldun? Helak oldun. Ötekisi ise, yavaş yavaş hiçliğe iner, yok olur.
İkinci bir sır daha var.
Hazret-i Allah'ın işine karışmayacaksın. Peygamber Aleyhimüsselâm
Efendilerimizin işine karışmayacaksın. Mürşid-i kâmil'lerin işine
karışmayacaksın. Karıştın, gittin! Çünkü bilmeyerek bir yere, düğmeye
basarsın, berhava olur gidersin.
Mürşid-i kamil'lerin işine nasıl karışılır?
Mürşid-i kamil'in işini Hazret-i Allah görür. Arzu ve irade yaşamaz.
Bunu karşıdaki ölçemez. Mürşid-i kamil'in işine karışırken, bilmeyerek
Hazret-i Allah'ın işine karışır. Duâ ederken: "Allah'ım hükmün
arzumdur. Hakkımdaki hükmünü sevdir." diye niyaz ederiz.
Mürşid-i kamil'in mühim işlerine, hususi işlerine karışılmamalıdır.
Sor, tarifini al, devam et, geç git, yürü...
Çünkü: "Allah'ım iraden üstümdedir." diyoruz.
Bunu karşıdaki bilmez, düğmeye basarsa helâk olur. Bilmeyerek Allah-u
Teâlâ'nın işine karışılmış olur.
Şeytanın Hileleri:
Rüyada Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz görülürse o
rüya doğrudur. Şeytanın aldatmasından korunmuştur. Çünkü şeytan onun
şekline giremez.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Rüyada beni gören hakikatta görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime
giremez." (Camiüs-sağir)
Şeytan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin sıfatına
giremediği gibi vekili olan Mürşid-i kâmil'in sıfatına da giremez.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve onun
vekili olan Mürşid-i kâmil hidayete ermişlerdir. "Hâdi" ism-i
şerif'inin mazharı olmuşlardır. Şeytan ise onun zıddı olan "Mudill"
ism-i şerif'inin tecellisine uğradığı için o nuru temsil edemez, o
aynada görünemez. Ateş suya giremiyor daha doğrusu.
Şu kadar var ki, onun kendi şekline, aynı suretine giremez, fakat oyum
diye görünür, ona benzemeye çalışır. Bu ise aynı sahte paraya benzer.
Aynı para gibidir, fakat bir yeri noksandır. O bir yeri noksan olmazsa
cesazı çok ağırdır. Şeytan sûret-i haktan görünerek insanları yoldan
çevirmeye, bunun için de her surete girmeye çalışır. Fakat aynı surete
girmesi mümkün değildir. Çünkü o sıfat sadece ona verilmiş, şeytana
verilmemiştir.
Bu noktada çok dikkatli ve uyanık olmak gerekmektedir. İnsanların
aldandığı nokta işte budur.
Cinler çeşit çeşit suretlere giriyorlar, kendilerine birer isim
takıyorlar ve kendilerini böyle tanıtıyorlar: "Ben Resulullah
Aleyhisselâm'ı gördüm!" diyor. "Bana böyle söyledi!" diyor. Artık ona
hiçbir söz fayda vermez. Halk böylece çok rahat bir şekilde göz göre
göre yolunu şaşırıyor.
Şeytan rahmânî surete girer, o şekilde görünür. Olmayan şeyi olmuş
gibi gösterir. Kendi sözlerini ve işaretlerini rahmânî imiş gibi
gösterir. Rüya göreni şaşırtır, zehirini eker gider. O kimse o
zehirden ya kurtulur hayat bulur, veyahut ölüme mahkum olur. Artık
onun mürşidi şeytan olur.
Rüya ile iş bitseydi, rüyada görülenlere güvenilseydi, müridlerin
mürşidlere hiç ihtiyaçları olmazdı. Allah yolunu bulmak, mârifetullaha
ulaşmak için Tarikat-ı aliye'ye bağlanmak lâzım gelmezdi. Herkes
rüyada gördüğüne göre hareketlerine yön verirdi. Her câhil, her ahmak
kendi görüşüne göre hareket ederdi.
Sâdık bir mürid, başında mürşidi varken binlerce rüyâya on paralık
değer vermez. Akıllı ve uyanık bir tâlip, böyle bir nimete kavuşmuş
iken rüyâları hayâl sayar, hiçbirini hatırına bile getirmez.
Şeytan güçlü ve kuvvetli bir düşmandır. İnsanları cehenneme çağıran
simsar ve tellâldır.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde:
"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman
tutun. O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya
çağırır." buyurmaktadır. (Fâtır: 6)
Sona varanlar bile onun hile ve desiselerinden, aldatmasından korkusuz
değildirler. Durum böyle olunca yolun başlangıcında olanlar ne olur?
Halbuki Allah-u Teâlâ sondakileri korumaktadır. Şeytan bunları
aldatamaz.
İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Kişinin kalbi nur haline geldiğinde, bütün mânâları idrâk eder,
kendisine geniş ufuklar açılır. (.....) Melekten gelen ilham ile
şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder." (İhyâ-u Ulûm'id-
dîn)
Bu ise mârifeullah ehlinin hass'ül-has'larına âittir. Allah-u
Teâlâ'nın kalbini nur ettiği kimseleri O idare ettiği için, şeytanın o
andaki sızıntısını bilir, Allah-u Teâlâ'ya sığınarak o sızıntıdan
kurtulur.
Başlangıçtakiler ise böyle değildir. Bunun içindir ki onların
rüyâlarına güvenilmez. Düşmanın aldatmasından korunmuş değillerdir.
Daha evvelki sözlerimize dikkat edin. "Rüyalara ve rüyacılara itibar
etmeyin, aksi halde şeytanın askeri olursunuz." demiştik. Hatta size
bir temsil vereyim. Bu mevzunun bir kısmını bir kardeşe izah
ediyorduk. O meyanda sanki birisi uçarak geldi. O kadar heyecanlı idi
ki: "Efendim dedi, bir rüya gördüm, arabayı durdurttunuz ve bana
validanımı getirin dediniz.!"
O anda kardeşe dedim ki: "İşte şeytanın uçurduğunu görün, rüyâya ve
rüyacılara suret-i katiyede inanmayın."
Çünkü şeytanın hilesi çoktur. Onun hilelerinden bazılarını size izah
etmiştim. Hatta bir defasında Makam-ı İbrahim'de bulunuyordum, baktım
sol tarafımda oturuyor. Şeytan olduğunu biliyorum, Allah'ım tanıtıyor.
Kaç defa gördümse yine tanıdım. Bu defa para istedi, vermedim. Bir
daha istedi, bir daha istedi. Orada hem para verilmez, hem de ona
itibar edilmez. Fakat gayesi beni meşgul etmek, huzurdan alıkoymak.
Artık o huzursuzluktan kurtulmak için ufak bir para verdim. Sonra
kendi kendime hayret ettim. Tanıdığım halde niye ilgi gösterdim diye.
Şeytanın hileleri o kadar çoktur.
Bunlardan bir tanesi kitapta da var, tekrar arzedeyim.
Bir gece ibadet ediyordum. Kıyamda iken bir ses geldi. "Sen artık en
yüksek makama çıktın!" O anda bu sesin şeytandan geldiği bilindi.
Allah-u Teâlâ'nın lütf-u ihsanı, ikramı yetişirse, herşey
kolaylaşıyor. Bir an tereddüt ettiğin zaman helâk olursun. Fakat Allah-
u Teâlâ daha evvel lütfettiği için, bu sesin şeytana ait olduğunda bir
an bile tereddüt edilmedi. Meğer insan ibadet esnasında çok
yükseklerde imiş, bundan kimsenin haberi yok. Gayr-i ihtiyari iniş
yapmak istedik. Fakat o kadar bilgi sahibi ki, belki inişe geçer diye
hesaplamış, ayağımın altına yuvarlakça bir masa hazırlamış. İndiğim
zaman ayaklarım o masaya değdi. Daha uçları değer değmez Allah-u Teâlâ
onun şeytana ait olduğunu duyurdu. O anda Allah-u Teâlâ'ya sığındım,
istediğim yere iniş yaptırdı. Eğer Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmasaydı
kurtuluş imkânsızdı. Bunların hepsi bir an içinde oluyor. Bu kadar
hilekârdır.
Bunun içindir ki "Şu rüyâ, bu rüyâ!..." diyerek kimseye itibar
edilmemelidir. Çünkü şeytânî rüyâ ile Rahmânî rüyâyı ayırmak gerçekten
zordur. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz dahi rüyâ gördükleri
zaman Rahmânî mi şeytânî mi diye tereddüt ettiler. İşte İbrahim
Aleyhisselâm'ın rüyâsı meydanda.
Kişi ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtarmasıyla kurtulur. Ancak Allah için
hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir.
Onlara hakikatı bildirir ve duyurur. Onları nefsin ve şeytanın
hilelerinden kurtarır. Nefsin ayrı hilesi vardır tükenmez, şeytanın
ayrı tuzakları vardır bitmez.
Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfu ile tecelli ederse, bütün bu
hileler ve tuzaklar hükümsüzdür. Yemin ederim ki kişi ancak Allah-u
Teâlâ'nın kurtarmasıyla kurtulur.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde buyurdu ki:
"Allah'ın hidayet edip doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolu
bulmuştur. Kimi de sapıtırsa, işte onlar mahvolanlardır." (A'raf: 178)
Benim bildiğimi siz bilseniz kurtulamayacağınızı anlarsınız. Bu
hakikatların birçoklarını Allah-u Teâlâ bize gösterir. Onun için çok
iyi biliyorum ki, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ murad ettiğini
kurtarıyor. Diğerleri bir fırtınaya tutuluyor ve ebedi hayatı gidiyor.
Artık onun şeyhi şeytan oluyor, onu artık o irşad ediyor, o kendisinin
Hakk yolunda olduğunu zannediyor.
"Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra, kalplerimizi
saptırıp döndürme." (Âl-i imran: 8)