Ey Hak ve Hakikat Yolcuları!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hadis-i
şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniyeme sarılanlara yüz
şehit sevabı vardır." (Beyhakî)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadırlar:
"Elbet cennette yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad
edenlere hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe, gökle yer
arasındaki mesafe gibidir. Allah'tan istediğiniz zaman Firdevs'i
isteyiniz. Çünkü o, cennetin ortası ve yücesidir. Üzerinde Allah'ın
arşı vardır, ondan cennetin ırmakları akar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:
1179)
Binaenaleyh cennete giremeyen zaten pişman. Ancak cennete giren de
pişman. Diyecek ki: "Niye biraz daha gayret etmedim?" Çünkü her bir
makamın daha üstünü var.
Ebu Said -radiyallahu anh- anlatıyor:
"Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Kim Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Peygamber olarak
Muhammed'den râzı ise ona cennet vâcip olmuştur."
Bu söz hayretime gitti ve:
"Yâ Resulellah! Bir kere daha tekrar eder misiniz?" dedim.
Aynı sözleri tekrar etti ve akabinde şunu da söyledi:
"Bir şey daha var ki, Allah onun sebebiyle kulun cennetteki makamını
yüz derece yüceltir. Bu derecelerden ikisi arasındaki uzaklık gökyüzü
ile yer arasındaki mesafe gibidir."
Ben: "Öyleyse bu nedir?" dedim. Şu cevabı verdi:
"Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda
cihad!" (Müslim: 1884)
Bunu Cenâb-ı Hakk, cihad edenlere ihsan edecek. Bunlar hakikat
yolcularıdır.
Hakk'ın Yolcularına Gelince:
Bütün dünyayı ve ukbayı, cennet-i âlâ'yı da bir merdiven gibi ayak
basmadıkça Hakk'a ulaşmak mümkün değildir. Nerede kaldı ki O senden de
sana yakın.
"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kâf: 16)
Zaten O'ndan başka hiçbir şey yok. Ve biiznillâh-i Teâlâ O'nu gözümle
görüyorum. O'nu görüyorum ve O'ndan âlemleri görüyorum.
Şimdi bu mevzunun sırrını ilk olarak ifşa edelim. Böylece nerede
olduğunuzu bilin. Hazret-i Allah'a şükredin ve tutunmaya çalışın.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri
"Fusûsü'l-Hikem" adlı eserinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve
velilerin sonuncusuna verilmiştir." (Sh: 43)
Hazret beyanında "Hazret-i Allah bir ona vermiş, bir ona vermiş.
Başkasına bu ilmi vermemiş." buyuruyor. O ilimden bahsediliyor yani
size... Beşeriyetin anlayacağı ilim değil.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a verdiğini ona da vermiş. O,
ilmi Hakk'tan almış, nurunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
inin nurundan almış. O, ezelde Âyân-ı sâbite'de öyle idi.
Allah-u Teâlâ'nın göstermesi ile fakir bunu gözü ile görür, görür de
öyle söyler. Hiçbir ilmim olmadığına göre, eğer Allah-u Teâlâ
öğretmese bunu bilmek mümkün müdür? O bana bu ilimleri satır satır,
nokta nokta öğretir ve gösterir. Evliyâullah'ın "Has ilmullah" diye
tarif buyurduğu ilim işte budur. Zâtına mahsus bir ilimdir. Bu ilim
bugün indi. Hakka'l-yakîn ilmin özü de budur. Görünen ve bilinen bir
ilim değildir. Diğer ilimler bunun yanında sözüdür. Oraya inemediği
için sözde kalmış. Yani kemikte kalmış, iliğe inememiş.
Buradan da anlaşılıyor ki ilmin özü Hâtemü'l-velî'ye verilmiş. Öz
nedir? Hazret-i Allah. O özü biliyor, diğeri kabuğu biliyor. Öz ayrı,
kabuk ayrıdır.
"Biz ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Buyurulan ilimdir. Mârifetullah ehli "Ulü'l-elbâb" olmasına rağmen, bu
onun özüdür.
Fakir de her zaman deriz ki:
"Ben bir perdeden bir kabuktan ibaretim, özüm O'dur. Şu gördüğünüz
kâinat da bir kabuktan ibarettir. Kâinatın da özü O'dur. O kabuğu
çıkardığın zaman öz kalıyor."
Siz bunu ne okudunuz, ne de duydunuz. Fakat fakir, yemin ederim ki
gözle görüyorum. Zaten görmesem söyleyemem ki! Görüyorum da
söylüyorum.
Nefes zikrinin efdaliyeti buradan geliyor. Bir perde var arada.
Perdeden O'nunla konuşuyorsun, O'nunla görüşüyorsun, O'nunla nefes
alıyorsun. Oysa perdeyi de yaratan O'dur. Senin neyin var? Sen çık
aradan, kalsın Yaratan.
Sen de bir kabuk, kâinat da bir kabuk. Elhamdülillâh, kabuk olduğumu
biliyorum. İçimde O olduğunu da görüyorum. İrtibatım da O'nunla olduğu
için, âlemleri çok rahat seyredebiliyorum. Bütün âlemleri O'nunla
seyrediyorum.
Allah-u Teâlâ özümdür, ben ise kabuktan ibaretim. Özüm de Allah, sözüm
de Allah... Herkes kabuğu görüyor, O'nu görmüyor.
İnsan da böyle, kâinat da böyle... Vücud O, mevcud O...
Allah-u Teâlâ'yı biz böyle biliyoruz.
Burada ilmin hülâsası ortaya çıkıyor. Bütün evliyâullahın ilmi bu
kabukta idi. Mühim olan kabuğu atabilmek.
Siz bu ilmi yalnız işitirsiniz, kavramanız mümkün değildir. Fakat
işitmenizde de çok büyük fayda var, çünkü duymuş oluyorsunuz. Sonra
Cenâb-ı Hakk tecellî ettiği zaman, bildirdiğini bilmiş olacaksınız.
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Nasibi olan, nasibi kadar alacak.
Bu ilim Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile kâimdir.
Biz size özü anlatıyoruz.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektubat" adlı eserinin
"317. Mektub"unda Allah-u Teâlâ'nın ona nasıl bir ilim bahşedeceğini,
diğer velilere verilen ilmin bu ilmin yanında kabuktan ibaret
kalacağını, ona ise ilmin özünü ihsan edeceğini şöyle açıklamıştır:
"O ilim ve mârifet; haller, vecidler, tecelliyât ve zuhurat libasına
girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, bu mârifet ve
ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir. Hatta,
onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o
kabuğun özüdür."
İşte o ilim bu ilimdir.
Yani kemiğe kadar gelir fakat öteye intikal edemez. "Öz" dediğimiz bu.
Öz dediği Hazret-i Allah ve O'nun tarifi, O'nun göstermesi, O'nun
bildirmesi. Tarifi ayrı, göstermesi ayrı, bildirmesi ayrı.
Şimdi Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"(Peygamber'in) gözü kaymadı ve aldanmadı." (Necm: 17)
Çünkü gayesi Allah idi.
Bütün yaratıkları merdiven şeklinde basmadıkça O'na ulaşamazsınız.
Bütün yaratıkların; dünya, ahiret, cennet, sidre hepsi dahil bir
merdiven şeklinde basmadıkça O'na ulaşmak mümkün değildir. İşte o
zaman O'nu görebilirsin.
O'na ulaşması demek;
"Andolsun ki o, Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü gördü." (Necm: 18)
En büyüğü O'dur. O'ndan başka da bir âyet yoktur. "En büyük âyet"
Hazret-i Allah'ı kast ediyor. O cemal-i bâkemalini gördü. Yani o,
Allah'ı gördü.
"En büyük âyet" varken diğerleri küçülüyor, hükümsüz oluyor.
Şimdiye kadar bu sırlar geçmemişti. Şimdi doğuyor bu sırlar. Ve bu
sırlardan bir tanesini Muhyiddîn Arabi Hazretleri şöyle ifşa etmiştir:
"O zâhirde tâbi olduğu hükmü, batında Allah'tan alır. Zira o, emri
olduğu hâl üzere görür ve böyle görmesi de zaruridir."
Yine Anka-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ adlı kitabında Hâtemü'l-
velî'ye dair pek çok alâmetin Kur'an-ı kerim'deki bazı Âyet-i
kerime'lere yerleştirildiğini haber vermiş, bu uzun beyanlarının bir
yerinde şu ifşaatta bulunmuştur:
"Şura'da O'nun yolunun tohumunu atıp, onu büyütüp yetiştireceği ve
nazil olan (âyetlerin) sebeplerini tarif edeceği mevzu edilir."
Yani; "O Kur'an-ı kerim'in nüzulünü bilir." diyor. Hatta;
"Öyle bir kaynaktan alır ki Peygamber Aleyhisselâm'a vahiy getiren
melek de aynı kaynaktan alır." (Füsusul Hikem)
İşte nüzulü! Açılmayan sırlar bunlar. Mânevi yolun en gizli kısımları
bunlar...
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtemü'l-evliyâ'nın
yanında gizli bulunan "Hikmetü'l-ulyâ"nın hangi ilim çeşitlerini
ihtivâ ettiğini izah ettikten sonra şu hakikati beyan etmiştir:
"Bu 'Hikmetü'l-ulyâ' bu ilim türlerini kimde toplamışsa, Allah
Kur'an'ın ilmini onda toplamıştır." (Veliyyüddin: 770, 199b)
Cenâb-ı Hakk öyle murat etmiş. Kalben, hakikaten fakir, hükümsüz
olduğumu biliyorum. Ve bazen de saman çöpü olarak kendimi görüyorum.
Bu onu gördüğüm zaman oluyor. Ve bütün alemi de bir hiç olarak
görüyorum.
Bundan büyük saâdet mi olur?..
Bunun için fakir, "Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun, değil dünyayı,
cennet-i âlâ'yı bile merdiven gibi basmadıkça O'na ulaşman mümkün
değil." diyoruz. Niçin? O da yaratılmış, o da O'na muhtaç. O hiçbir
şeye muhtaç değil. Sonra her şey O, her şeyde O. Meselâ sen
zannediyorsun; sensin. Halbuki O. Sen bir maskeden ibaretsin. O maske
seni sen olarak gösteriyor. Halbuki maskenin altında, içinde yine O
var.
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Ama bütün yaratıklar böyledir:
"Hüvel hayyul, kayyum; O yaratıyor, O'nunla kâim."
Öz ilim budur.
Yalnız oranın hayatı size bildirilmiyor. Mesela oranın hayatı da var,
cefası da var. Oradaki hâl, ilâhi nur, feyiz insana indikçe mest olur.
Zevkten mest haline gelir. Bu mestlik içinde sarhoşken selâm gelir.
"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm
gelir." (Yâsin: 58)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ'nın
selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun
fevkinde bir nimettir.
Artık "Nur üstüne nur" buna derler. Şimdi nur nurdan geliyor.
Kavradınız değil mi? Nur üstüne nur buna derler.
Biz bunu gözünüzün önüne seriyoruz.
Bir de bunun aksine cefası var. O cefası da şöyledir ki; kaynar suya
atılan bir insanın vücudu olduğu gibi erir, vücud deri şeklinde kalır.
Oradaki duyulan acıyı da tarif mümkün değildir.
"İşte bu size vaad edilen cehennemdir." (Yâsin: 63)
Nasıl ki buradaki zevkin tarifi mümkün değilse oradaki acının da
tarifi mümkün değildir. Şimdi safanın sonsuzluğu var, cefanın
sonsuzluğu var...
Böyleleri de var. Böyleleri de var. Bu yolda bunlar kazanılabiliyor.
Yani bu yolun buraya çıkan yolcuları da var. Ama kalbi bozulmuş,
yoldan düşmüş kimseler de var. Bu mevzunun mevzuları bunlar.
Burada dimağlar durur.
Fakat dursun durmasın. Resulullah Efendimiz dimağ duracak diye hiçbir
zaman düşünmedi, emirleri tebliğ etti.