İBTİLA VE İMTİHAN

15 views
Skip to first unread message

Fani

unread,
Jun 23, 2007, 7:41:05 AM6/23/07
to HAKIKATKERVANI
İBTİLÂ VE İMTİHAN
Hayat ve Ölüm:
Mülkün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ insanları dünya sahnesine
denemek için göndermiştir.
Ayet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her
şeye gücü yeter." (Mülk: 1)
Gökte ve yerde hiçbir şey O'nu âciz bırakamaz, dilediğini yapmakta hiç
kimse O'na mâni olamaz. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti
sonsuz ve sınırsızdır.
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü
ve hayatı yaratandır. O Aziz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)
"Amelin en güzel" olması liveçhillah, yalnızca Allah için olması
demektir. Doğru olması Rızâ-i ilâhi'ye uygun olması demektir.
Allah-u Teâlâ ilm-i ezelisinde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha
cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de
görsün diye sahneye göndermiştir.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur.
O'nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat
yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Hayat, her kemâlin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar
hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan âhirete intikal vasıtası
olduğu için, müslümanlar hakkında hayat gibi bir nimettir. Ayet-i
kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek." (Nahl: 70)
Bu durumda en genciniz onu ertelemeye güç yetiremediği gibi, yaşlınız
da bunu öne alamaz.
İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman
darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sağlıkla
imtihandan geçmektedirler.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında yer üzerine
değnekle bir kare çizdi. Onun ortasından yana doğru bir çizgi çekti.
Bu çizgiden de yukarıya, aşağıya birkaç hat çekti ve buyurdu ki:
"Şu insandır. Şu da insanın ecelidir ki, insanı tamamen kaplamıştır.
Şu ecel çizgisinden dışarıda kalan hat ise insanın gayesidir.
Dışarıya uzanan hattan aşağı ve yukarı çıkan hatlar ise insanın başına
gelecek âfetler ve musibetlerdir. İnsan bunun birini geçerse bir
başkası gelir. Onu da geçerse bir başkası.
Onu da geçerse ecel gelip çatar." (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2164)
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ile Evliyâullah Hazerâtının
ibtilâları çok şiddetli olur. Fakat hiç şüphe yok ki müslümanlardan
her biri de derecesine göre ibtilâdan ve imtihandan geçer.
Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş, insanları bunlarla imtihan
etmektedir. Bu imtihan ecel gelinceye kadar devam eder. Ayet-i
kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan
olacaksınız." (Âl-i imran: 186)
İmtihan ve deneme çoğu zaman zor ve ağır olan şeylerde olur.
"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan
ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz." (Bakara: 155)
İbtilâlara sabredip ilâhî hükme teslim mi olacaksınız, yoksa olmayıp
isyan mı edeceksiniz? Böylece bu durum ortaya çıkmış olacak.
Çünkü imtihan bir mihenk taşı gibidir, kişinin iç durumu imtihan
neticesinde anlaşılır.
Bu sıkıntıların her birini çekmekle mükellef bulunmak, hiç şüphesiz ki
mümini ahirette çok büyük nimetlere ulaştıracaktır.
"Resulüm! Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)
Sabredenler bu ibtilâlar başlarına geldiğinde tahammül edip Allah-u
Teâlâ'ya sığınan ve yönelenlerdir. Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve
biz O'na döneceğiz.' derler." (Bakara: 156)
Bu bir teslimiyettir ve Hakk'a boyun eğmektir. Bunu yalnız dil ile
değil bütün kalıbı ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ
ise bundan daha üstündür.
Böylece O'ndan çıkacak ilâhî hükmü peşin olarak kabul ettikleri gibi,
vakti gelirse O'na döneceklerini de belirtmiş oluyorlar.
Onların bu samimi itirafları ve ihlâsla yönelmeleri neticesinde Allah-
u Teâlâ onlara iltifatta bulunmaktadır:
"İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar
doğru yolu bulmuşlardır." (Bakara: 157)
Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete
erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehadet etmektedir.
Kadere Rızâ Göstermek:
Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek
amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i
Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve şerden
isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi
de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizi: 2145)
İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki
imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz
kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
şöyle buyurmuşlardır:
"Mükâfatın çokluğu ibtilânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah bir
topluluğu sevdiği zaman şüphesiz ki onları ibtilâlarla imtihan eder.
Kim ki rızâ gösterirse Allah'ın rızâsı o kimseyedir. Kim de
öfkelenirse, Allah'ın gazabı o kimseyedir." (İbn-i Mâce: 4031)
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir. İnsanın
ibtilâdan kaçması, onu istememesi boşunadır. Takdir ettiği ibtilâ
muhakkak başına gelecektir. Kula düşen Hakk'a sığınmak ve bitmesini
beklemektir. Damlaya damlaya biter, sonra gider, sonu hayırla
neticelenir.
Allah-u Teâlâ bir Ayet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki biz sizi imtihan edeceğiz. Tâ ki içinizden cihad
edenlerle sabır gösterenleri meydana çıkaralım." (Muhammed: 31)
İlâhî emirlere uyarak, değil malını, canını bile ortaya koyan, isteye
isteye ortaya atılan, en şiddetli ibtilâlara karşı sabır göstererek
ilâhi takdire teslimiyette bulunan müminler belirlenmiş olsun.
Allah-u Teâlâ öyle bir imtihan tertip eder ki, bu imtihanda hakiki
müminler ortaya çıkar, münafıklar da rezil ve rüsvay olurlar.
Bu imtihan bilgi edinmek maksadıyla değil, bilgilendirmek
kabilindendir. Allah-u Teâlâ insanların ne yapacağını ilm-i ezelîsinde
biliyordu. Onların da bilmesi için imtihan sahnesine göndermiştir.
"Ve haberlerinizi de açıklayalım." (Muhammed: 31)
İman ve sadakatinizle, yaptıklarınızla ilgili haberleri ortaya döküp
beşeriyete ilân edelim de güzellikleriniz açığa çıkmış olsun. Çünkü
haber, haber verilen şeye göredir. Haber verilen şey iyi ise, haber de
iyidir, kötü ise haber de kötüdür.
Nitekim İbrahim Aleyhisselâm'ı oğlu İsmail'i kurban etmekle imtihana
çekmiş, o ise sadâkatini en güzel şekliyle ispat etmişti. Allah-u
Teâlâ o zamanda İbrahim Aleyhisselâm'a yaptığı in'am ve ihsanla
kalmamış, kıyamete kadar nesiller ve çağlar boyunca hatırasının
anılacağını Âyet-i kerime'sinde haber vermiş ve:
"Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." buyurmuştur.
(Saffat: 108)
Bu ve buna benzer birçok misaller vardır.
Kâinat da İnsan da Kâğıttır:
Allah-u Teâlâ kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa
o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir?
Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı
silemezler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif'lerinde:
"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı
olur." buyuruyorlar. (Câmiüs-sağir)
Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlûkat hakkındaki takdirini
Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:
"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet
yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta yazılmış
olmasın." (Hadid: 22)
Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ'nın lütfu olduğu gibi, bütün
musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.
"Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır." (Hadid: 22)
Yarattığı mahlûkatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O'na
güç değildir.
Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket
etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık
vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında
insanı sarsmayan bir faydası vardır.
Bu husus Ayet-i kerime'de şöyle beyan buyurulmuştur:
"Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah'ın size verdikleri ile
sevinip şımarmamanız içindir." (Hadid: 23)
Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da
şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de
yerilmektedir.
Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak
üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve
heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk'tan indiğini ve
nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de
gönüllerini Allah-u Teâlâ'nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam; olmayan
bir iş için 'Keşke olsaydı!' dememden bana daha sevimli gelir."
Her nimet ve musibetin takdirle olduğunu bilen bir kimse, kaybettiğine
fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların
pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri
gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.
"Allah kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez." (Hadid: 23)
Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla
başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.
Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabbine ihtiyaç hissetmez. Allah-
u Teâlâ da onu kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş
olur.
Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve
yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretlerine yönelip,
sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.
Hayır ancak Allah-u Teâlâ'nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de
ancak O bilir. Biz iyilikleri O'ndan isteyeceğiz. Her şey O'nun
takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.
Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet
ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın
başından, herkesi hayretler içinde bırakan birçok hadiseler geçer.
Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre
telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.
Kul bütün iyiliklerini Hakk'tan bilecek, kötülüklerini ise kendi
nefsinden. Kula düşen budur.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp hadiseler
karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Bir mühim husus da şudur ki; enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram
hazerâtının şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet
ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ'dan niyaz etmek de O'na olan
merbudiyete, O'nun takdirine teslimiyete mâni değildir.
Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u
Teâlâ'dan ümidini kesmemeli, bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman
teessüre kapılmamalı, O'ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda
bulunmalıdır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
"Başına gelen bir musibetten dolayı hiç kimse ölümü istemesin. Eğer
istemekten başka çare yoksa: 'Allah'ım! Benim için yaşamak hayırlı ise
beni yaşat, ölüm daha hayırlı ise beni öldür.' desin" (Müslim: 2680)
Onun bu ilticası, sabrına mâni değildir, ecrine noksanlık gelmez.
Allah-u Teâlâ'ya her hususta muhtaç olduğunu itiraf etmiş olur.
Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen
sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona da bir çıkış yolu gösterir.
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder,
düştüğü darlıktan kurtulacağı bir çare gösterir. Allah-u Teâlâ bir
Ayet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak
O'dur." (Yunus: 107)
O'ndan başka hiç kimse o zararı gidermeye kadir değildir. O'nun
yazısını reddedecek, hükmünü aksatacak, lütfunu engelleyecek bir güç
yoktur.
"Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni
olamaz." (Yunus: 107)
Hayır ve iyilik bizzat istenilen şeydir, zarar ve sıkıntı ise bir
takım dış sebeplerle kulun sebep olduğu bir şeydir.
Hikmeti gereğince O'nun lütuf ve nimeti dilediği kullarına ulaşır.
"O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır,
merhametlidir." (Yunus: 107)
İbtilâ ve sıkıntılarla günahları örter, ihsanları ile âfiyete,
esenliğe eriştirir.
İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere
tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler, bu sabırsızlıklar imtihanın
tamamiyle kaybedilmesi demektir.
Sabır şuna denir ki, hâlini kimseye bildirmez, sadece Hakk'a sığınır.
Başına gelen bir belâyı şayet başkalarına duyurmaya çalışıyorsa,
Sahib'ini şikâyet ediyor demektir.
Kula boyun bükmek ve teslimiyet düşer. Takdir edilen ibtilânın
bitmesini gözetlemek düşer. Bir akarsuya bakın ki, taşlara vura vura
gidiyor, hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını
eğdi. Çer-çöp olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de su gibi olalım
ki yolumuza devam edelim.
Kul herşeyden önce Hakk'a sığınmalı ve şöyle niyaz etmelidir:
"Allah'ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat o
takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben
senden gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi
bana hâl ile de bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu
bilerek boyun bükmeyi lütfet."
Allah-u Teâlâ'ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ anında
kişinin içi dışarıya çıkar. Allah-u Teâlâ bir Ayet-i kerime'sinde:
"Sabır göstermekle ve namaz kılmakla Allah'tan yardım isteyin." diye
emir buyurmaktadır. (Bakara: 45)
Sabır, başa gelen ibtilânın geçmesi için Allah-u Teâlâ'nın yardımını
celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız kişiler her zaman darlık
içindedirler. Onların dünyevî hadiselere hiç dayanıklılıkları yoktur.
Herşeyi isterler, herşeyden rahatsız olurlar.
Allah-u Teâlâ bir Ayet-i kerime'sinde:
"Yoksa insan her umduğu şeye sahip mi olacak?" buyuruyor. (Necm: 24)
Her canının çektiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her hayali
gerçekleşecek değildir.
Bu gibi kimseler az bir yokluk görünce tahammül edemezler.
İlâhî İzin Olmayınca:
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir.
Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını
seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz,
dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi dilemişse:
"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)
Ayet-i kerime'si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar
kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u
Teâlâ'nın iznini beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak,
günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de
ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi iledir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir." (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün
felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan
bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü
hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın
malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
"O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Dünyada hesaba çekmez, kötülük yapanları hemen cezaya uğratmaz. Bu da
O'nun rahmetinin bir eseridir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece
günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de
yükseltir.
Hiçbir şey yoktur ki ibtilâsız verilmiş olsun. Seneler önce, üzgün bir
anımızda Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizin bir
kitabından bir sayfa açtık.
"Ey derdine derman arayan, yetmez mi sana derman için dert,
Derdine derman arar isen ölümü tercih et."
Mısraları karşımıza çıktı, bize büyük teselli verdi. Meğer derman için
dert kâfi imiş.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretlerimizin beyanları da
ne kadar güzel:
"Muhabbet erbabının yolunda âsâyiş bulunmaz,
Gönlü yanık âşığın hazzı elemlerdir."
Yol böyle, böyle kurmuşlar, böyle murad etmişler. Çünkü ihlâs ile
sadâkat imtihanda belli olur. İnsanlar her zaman imtihandadır,
ibtilâdadır. Kazanan kazanır, kaybeden kaybeder. Güzellik anında
bakarsınız herkes güzel, ibtilâ anında ise kimin içinde ne varsa o
meydana çıkar.
Kulluk imtihan neticesinde belli olur. Orduda bir subay büyük bir
yararlılık gösterince, rütbesi bir anda yükseldiği gibi, bir kul da
başına gelen ibtilâya sabrettiği zaman kulluğunu göstermiş, derecesi
yükselmiş olur.
Seyr-ü sülûk esnâsında hedefe çabuk varmak için, insan bazen hususi
imtihana tâbi tutulur, ibtilâya maruz bırakılır. Çünkü ibtilâ sâliki
kendiliğinden ilerletir.
Hayır ve Şer Karşısında İnsanlar:
Hayrın ve şerrin nede ve nerede olduğunu kişi bilemeyeceği için, Allah-
u Teâlâ'ya sığınmaktan ve hakkında hayırlı olanı dilemekten başka bir
çare yoktur. Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir ve
hoşunuza giden bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz
bilmezsiniz." (Bakara: 216)
Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik ve
kötülük, yarar ve zarar bilinemez. İnsan aklı iyiye ve kötüye, güzele
ve çirkine tam olarak vâkıf olamaz. Vâkıf olan Allah-u Teâlâ'dır.
İnsanın teslimiyeti tam olursa, bir dere geçileceği zaman, onu
geçmeden önce hazırlarlar. "Geç!" denildiği zaman düşünmeden geçer.
Halbuki o geçmemiştir, önceki hazırlıktan ötürü geçirilmiştir. Fakat
hazırlıklı olmayanın karşısına küçücük bir dere çıkar. Ona "Geç!"
derler. "Ben burada düşerim!" der. "Düşerim!" dediği anda düşer zaten.
İnsanlar hep imtihandadır. Allah-u Teâlâ'nın kişiyi ne ile imtihana
çekeceğini bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre
kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak
Yaratan bilir.
Hıfz-u Himaye:
İnsan: "Ben iman ettim!" der, fakat herhangi bir imtihana çekildiğinde
ne iman kalıyor ne de iz'an! Deniz sakin olduğu zaman durumu çok
güzel, dalgalandığı zaman bocalama başlıyor. İbtilâya sabredemeyip
tahammülsüzlük başladığı zaman içi dışına çıkıyor.
İman odur ki, Allah-u Teâlâ her ne ibtilâya çekerse çeksin, o boynunu
Hakk'a uzattığı için, o boyun orada kalır, bir daha da çekmez. O bilir
ki imtihandadır. Bu imtihana hazırlanmak için bir sır vardır: İhlâs-ı
kalbiyye ve samimi bir muhabbet.
Bunlar olursa iltimas-ı ilâhî'ye mazhar olunur. İmtihana tutulmazdan
önce hazırlanmış olur. İmtihanla karşılaşınca da, hazırlıklı olduğu
için geçiverir.
Fiili imtihan olduğu gibi, hâli imtihan da olur. Hâli imtihan âni
olduğu için, insanın aklının çalışmasına fırsat olmaz.
Fakat daha önce doldurulmuş olan kimse hemen geçiverir. Fiili imtihana
çekildiğinde de, tutulması sebebiyle kurtulur. Diğeri aklını
işletinceye kadar o geçmiştir bile. İşte bunlar mutlu insanlardır.
Anlaşılıyor ki ancak hıfz-u himayeye girenler kurtuluyor. Diğerleri
ise yürüyormuş gibi görünüyor amma, bir fırtına koptuğu zaman hepsi
yıkılıyor.
Allah-u Teâlâ bir Ayet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin.
Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimize bir iş ağır gelince, ya da ansızın bir durum ortaya çıkınca
hemen namaza başlar ve bu Âyet-i kerime'yi okurdu.
Namaz; zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî
yardımın celbedilmesinde en büyük âmildir.
En Önemli Kulluk Görevi: İstiâze:
İstiâze; sığınma, korunma, talep etme mânâlarına gelir. Şeytandan,
kötülük ve şerlerden, haramlardan, günahlardan, cehennemden... Allah-u
Teâlâ'ya sığınmak, kulluğun en mühim hususiyetlerindendir. Allah-u
Teâlâ Ayet-i kerime'sinde:
"Allah'a sığın!.." buyuruyor. (Mümin: 56)
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak
yegâne mâbud O'dur.
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için,
insanın etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş
bulunmamaktadır.
İstiâze; Allah-u Teâlâ'ya yaklaşanların vasıtası, O'ndan korkanların
sarıldığı ip, suçluların barınacakları çare, musibete uğrayanların
merciidir. Kalp ve ruhu şeytanın istilâsından kurtarmaya ve Allah-u
Teâlâ'nın hıfz-u himâyesi altına girmeye vesiledir.
İstiâze "Firâr-ı ilâllah" makamıdır. Şirkten Tevhid'e, küfürden imana,
zulümden adalete, nifaktan sadakate, riyâdan ihlâsa, kibirden
tevâzuya, cimrilikten cömertliğe, israftan kanaate, adâvetten
muhabbete, tefrikadan ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba...
kaçıp sığınmaktır. Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde:
"Allah'a kaçınız.!." buyuruyor. (Zâriyat: 50)
O'nun Zât-ı ulûhiyetine ilticâ edin, her işinizde O'na itimat ve
teslimiyette bulunun. Bir Ayet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve
onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir
yola iletir." (Mâide: 16)
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah
dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Allah-u
Teâlâ'ya tevekkül etmişler, huzuru O'na sığınmakta bulmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Felâk ve Nas sûre-i şerif'lerinde kendisine sığınmayı
tavsiye buyurmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif'lerinde buyururlar ki:
"Güçlü bir iman ve yakîn duygusu ile bu zikr-i şerifin tekrar ve
tilâvetine devam olunsa, mal ve can üzerine gelmesi muhtemel olan
musibet ve tehlikelerden insanı korur:
"Allah bana yeter. O ne güzel vekildir." (C. Sağir)
Hastalık ve Tedavi:
Sağlığımızın korunması dini bir vecibedir. Sağlığı korumak lâzım
geldiği gibi, hasta olunca da sabretmek, maddi ve mânevi çarelere
başvurarak tedavisine çalışmak da vazifemizdir.
Şu kadar var ki; tedavi olurken, hakiki şifa verenin Allah-u Teâlâ
olduğuna inanmak, doktoru ve ilacı sebep kabul etmek lâzımdır.
Dinimiz tedaviyi emretmiştir, sağlığını korumayan kimse günahkâr olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir ağacın altında
oturuyordu. Ashâb-ı kiram'ı da etrafını sarmıştı. Bir ara
hastalıklardan ve dertlerden bahsederek şöyle buyurdu:
"Mümine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifâ verirse, bu
hastalık onun geçmiş günahlarına kefâret olur.
Şayet münafık hastalanır, sonra da kendisine âfiyet verilirse; o,
sahibi tarafından bağlanıp da salıverilen, fakat niçin bağlandığını,
niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir."
Orada bulunanlardan bir zât:
"Yâ Resulellah! Hastalık nedir? Ben aslâ hiç hastalanmadım." diye
sorunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kalk! Sen bizden değilsin." buyurdu. (Ebu Dâvud: 3089)
Hadis-i şerif münafığın hastalıktan ders almayacağını, tevbeye
yönelmeyeceğini, hastalığının ne geçmişteki hatalarının affı
hususunda, ne de gelecekte günah işlemek hususunda bir fayda temin
etmeyeceğini ifade etmektedir.
Atâ bin Ebî Rebah -rahimehullah- der ki:
"Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- bana: 'Sana cennetlik bir
kadın göstereyim mi?' dedi. Ben de: 'Evet göster!' dedim.
'İşte dedi şu siyah kadın var ya, o Resulullah Aleyhisselâm'a gelip
'Ben saralıyım, nöbet gelince üstümü başımı açıyorum, Allah'a benim
için duâ ediver de hastalıktan kurtulayım.' dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Dilersen sabret, sana cennet verilsin, dilersen sana şifâ vermesi
için Allah'a duâ edivereyim!" buyurdu.
Kadın: 'Öyleyse sabredeceğim, ancak üstümü başımı açmamam için Allah'a
duâ ediver.' dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de
kendisine duâ etti." (Müslim: 2576)
Ve kadın bir daha açılmamıştır.
Zahirî hastalıklar zararlı gibi görünür, insanın nefsine ağır gelir,
fakat faydası daha çoktur. Hadis-i şerif'te kul için hastalıkların
Allah-u Teâlâ tarafından hediye olduğu beyan buyuruluyor.
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Allah, mümin kulunu hastalığa mübtelâ eder ki, üzerindeki bütün
günahları döksün." (Hâkim)
Allah-u Teâlâ kulundan kuvvetini ve lezzetlerini alırken, günahlarını
da alıyor.
Daha sonra şifâsını vererek birçok nimetlerini mükâfatı ile beraber
yine iâde ediyor.
Hastalık, insana ölümü hatırlatır. Yönünü ebedî ahiret yurduna
çevirmesine sebep olur. Tûl-i emeli, dünyaya muhabbeti azalır,
ümitleri kırılır. Bazı hastalıklar da vardır ki şehidliğe vesile olur.
Zararı ise kişiyi ibadetten alıkoyar.
Mühim olan mânevi hastalıklardır.
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Âyet-i kerime'si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, insanın
ebedî hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir. Hususiyetle ve
öncelikle bu hastalıkların tedavisine ağırlık vermek lâzımdır.
Zâhirde Acı, Bâtında Tatlı:
Çiçeklerin en güzeli güldür, onun da dikeni vardır. Onun için hakikat
yolu ibtilâlıdır, fakat en tatlısı da o ibtilâdır.
Görünüşte ibtilâ acıdır, tatlı oluşunun sebebi nedir?
İbtilâ ile nefis ölür, ruh dirilir. İbtilâ içinde bulunan insan
gariptir.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi'de:
"Ben kalpleri kırık olanların yanındayım." buyuruyor. (Tirmizi)
İbtilâ sebebi ile çok ağlama olur. Çok ağlayanları da Allah-u Teâlâ
çok sever. Cam su ile temizlenir, gönül kirini gözyaşı siler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kalbi mahzun olanları şüphesiz ki Allah sever." (Münâvî)
Fakat biz insanlar hiç ağlamak istemeyiz. Hep neşelenmek isteriz.
Çünkü nefsimiz öyle ister.
"Rahat arayayım." demek hatadır, çünkü dünya yaşama yeri değildir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında hasır
üzerinde uyumuşlardı. Uykudan kalktığında, hasırın vücudunda iz
bıraktığı görüldü.
Bunun üzerine orada bulunanlar:
"Yâ Resulellah! Sizin için yatak tedarik etsek olmaz mı?" diye
sorunca:
"Benim dünya ile ne işim var? Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip
de bırakıp giden bir yolcu gibiyim." buyurdu. (Tirmizi)
Eğer Allah'ımız bizi rahatlığa bırakırsa bizimle alâkayı kesmiş mânâsı
anlaşılır.
Bunun için evliyâullah, ibtilâdan azıcık uzaklaştıkları zaman: "Acaba
ne suç işledik ki Allah-u Teâlâ bizimle alış-verişi kesti?" diye
düşünürler.
Hayat dalgalıdır. İnsan bir gün güler, üç gün ağlar. Bir insan her gün
gülüyorsa ondan uzaklaşmak lâzımdır.
İbtilâ Rızık Gibidir:
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir. Ayet-i
kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan
olunacaksınız." (Al-i imran: 186)
Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı
artırılır.
Rızâ gösteren kulundan da râzı olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kim Cenâb-ı Hakk'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan
râzı olur." (C. Sağîr)
Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek
amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
İnsan için kader yayından atılan oku müdafaa hususunda, rızâ gibi bir
zırh ve kale bulunamaz.
Ezelde takdir edilen ibtilâlar, rızık gibi kulun başına mutlaka gelir.
Kul imtihan sahnesinde olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Sahnedeki
oyuncu olduğunu bilmeli ve: "Bu derdi veren Allah'ım, beni deniyor."
diye de sevinmelidir. O verdi, O biliyor. Şu hâlde O'nu O'na şikâyet
mi edelim?
O Mevlâ ki; Hadis-i kudsi'de:
"Bir kimse hükmüme râzı olmaz, verdiğim belâlara sabretmezse kendisine
benden başka bir sahip arasın." buyuruyor. (C. Sağîr)
O'ndan gelene bütün kalbimizle teslim olacağız. Nefis ise bu noktada
hiç durmaz. İşine gelmediği yerlerde: "Bunu haksız yaptın." gibi
vesveselerle Allah-u Teâlâ'ya bile karşı çıkmak ister.
Bu küçülüşlere kişi tahammül edemediği için, terakki edip yükselmesi
de mümkün olmuyor. Tasavvufun şartlarından birisi de cefâya sabır,
eziyetlere tahammüldür.
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz buyururlar ki:
"Derviş yük çeken ata benzer, yükledikçe çeker, yükledikçe çeker..."
Yükten maksat ibtilâdır. Meselâ sırtımızda bir heybe ile yürüyoruz. On
kilo yük koydular, biraz sonra beş kilo daha koydular. Biz yolumuza
devam ediyoruz. Beş kilo, on kilo... derken yük ağırlaşıyor. Nihayet
elli kilo olunca artık iyice ağır gelmeye başlar. Nefse mânevî yük
ağırlık verir. O anda, o elli kilo yükün altın olduğunu ve bize
verildiğini söyleseler, sırtımızda yük diye bir şey kalır mı? Kalmaz
ve hemen hafifler değil mi? Çünkü o altın, nefsin arzusu olduğu için,
madde hırsı o yükü hafifletir.
Her bir ibtilâ yükünün içine Allah-u Teâlâ'nın mânevi bir cevher
yerleştirdiğini bilsek o yükten kaçınır mıyız, yoksa severek mi
yükleniriz? Çünkü o yükün içinde hayat-ı ebediyenin sermayesi var.
Heybeyi atarsak bu sermaye kaybolacak. Yükle beraber sımsıkı tutarsak,
belki ahiret saâdetini tamamen satın alacak bir sermayeye sahip
olacağız.
Nefislere ağır geliyor, yoksa Allah-u Teâlâ ne yüklettiyse bir
kimsenin menfaati içindir. O öyle dilemiş, o cevheri yakıcı ateşin
içine yerleştirmiştir.
Şu hakikatı duyurmaya çalışıyoruz ki; Allah-u Teâlâ mükâfâta nâil
etmek istediği kulunu önce imtihana tâbi tutar, imtihanını veren
kullarını da bol ihsanlara nâil ve dahil eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünyada iken ibtilâların her türlüsüne katlanan kimselere kıyamet
günü mükâfatlar verilirken, huzur içinde sarsıntısız bir ömür
geçirenler, kendilerinin dünyada derilerinin makaslarla doğranmış
olmasını temenni edeceklerdir." (Tirmizi)
Rahatlıkta gaflet vardır. Rahatı musibet, ibtilâyı nimet bilmelidir.
Zâhiren sıkıntı gibi görünen nice ibtilâlar vardır ki, içinde mânevi
bir hayat gizlenmiştir. Allah-u Teâlâ sevmediği kulunu nefsin arzuları
ile yaşatır. Onun da zaten arzusu oydu. Böylece hayatını idame
ettirir. Hakikatten haberi olmaz. Günâh ve isyan yüklerini sırtına
yüklenerek mahşere varır.
Sevdiklerinden de hiç ibtilâ eksik olmaz. Kötü olsaydı, Habib-i Ekrem -
sallallahu aleyhi ve sellem-ine de vermezdi. Mümin her ibtilânın
arkasından mükâfatına kavuşur, ibtilânın içinde saklı olan o gizli
mücevherâtı alır. İşte bunun içindir ki sıkıntılara alışmak lâzımdır.
Hayatımızın en büyük ibtilâsı ile karşılaştığımız günlerde idi, Üftâde
-kuddise sırruh- Hazretlerini ziyarete gitmiştik. Biraz da sert bir
ifâde ile: "Amma yaptın ha! Bir Sünnet-i seniyye için bu kadar
üzülünür mü?" buyurdular.
İbtilânın Sünnet-i seniyye olduğunu o zaman öğrendik.
Oradan Fenâri -kuddise sırruh- Hazretlerine geçtik. Onlar da
buyurdular ki:
"Hazret-i Allah bu putu başından atacak!"
Öyle bir ibtilâ ki, daha büyüğüne şâhit olmamıştık. En son zirvesinde
iken, bir gün o ibtilânın tekrar geldiğini aynel-yakin gösterdiler.
"Allah'ım! Sen hep murad ettiğin gibi yaparsın, nasıl murad edersen
öyle yap!" deyip boyun büktük. O boyun büküşümüz ind-i ilâhi'de hoş
görülmüş olacak ki, o anda alnımızdaki yazıyı değiştiren kalemin
sesini kulaklarımızla işittik. Ne yazıldığını bilmiyorduk. Mutlaka
gelecek olan o ibtilâyı başka yönden getirdi ve savdı. Meselâ şu
masanın üstüne gelecekti, geldi, masanın altından geçti gitti.
Takdirmiş gelmesi, fakat bize uğramadı. Bunun böyle olduğunu zamanla
anladık.
Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman gelecek ibtilâları bize gösterir.
Vaktiyle şöyle bir durumla karşılaşmıştık. Baktık ki eski evlerdeki
tavana yakın raflar gibi, ibtilâlar sıralanmış. Çok şiddetli olduğu
için "Koyalım mı koymayalım mı?" diye sordular. O ana kadar hep "İnsin
insin!" derdik. Fakat vakti gelmedikçe iner mi? O zaman şöyle niyaz
ettik. "Allah'ım ister koy, ister at. Senin her takdirin yerindedir.
Sen hep güzel yaparsın." Bu noktaya eriştirdiğinden dolayı da Allah-u
Teâlâ'ya ayrıca çok şükrettik. Çünkü daha evvel diyemiyorduk. Bir gün
sonra bir yere gitmek nasip oldu ve bazı durumlar husule geldi.
Akabinde takdir edilmiş olan o büyük ibtilânın düştüğünü de gördük.
Amma "Düşsün!" demedik.
Buna da âmil, O'nun takdirine boyun eğmemiz oldu. Allah-u Teâlâ o
âfâtı giderdi. Bu bir cevher değil midir?
Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, fırtınayı koparttıran Allah-u
Teâlâ; boyun büktüren, o teslimiyeti yaptırarak ihsan ve ikramda
bulunan yine Allah-u Teâlâ'dır.
Abdurrahman bin Cennâb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ bir kul için önceden mânevî bir makam takdir etmiştir.
Fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu
ve malı ile ilgili bir ibtilâ verir, sonra da daha önce takdir ettiği
makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar." (Câmiüs'sağîr:
669)
Muhafaza etmeyi murad etmişse, rüzgârdan o kulunun kılı bile
kıpırdamaz. Nefis orada başını kaldırsaydı tokmakla ezerdi.
Mahlûka boyun bükmek, teslimiyet ve sabır düşer. O takdirin bitmesini
gözlemek düşer. Suya bakın ki, kafasını taşlara vura vura gidiyor. Hiç
eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çerçöp
olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de çerçöp gibi değil de, su gibi
olup yolumuza devam edelim.
Şu hususu da hiçbir zaman unutmayalım ki, bütün iyilikler Allah-u
Teâlâ'nın ihsanı ve yardımıdır. Bunu bilmezsek, bizi belâlarla başbaşa
bırakır, imtihanı da kazanamayız.
Kul Hazret-i Allah'ta samimi olursa, samimiyetine binâen Hazret-i
Allah ona lütfunu yerleştirir. İmtihana tabi tutunca da, kazancına
kolay kavuşur. O'nu sevmeseydi onu ona vermezdi.
Allah-u Teâlâ'ya ne kadar muhtaç olduğumuzu anlayalım. Nasıl
sığınmamızın, nasıl münâcaat yapmamızın gerektiğini çok iyi bilelim.
Yine çok iyi bilelim ki, Allah'ımız bizi bizden çok seviyor. Kaç defa
içimizden gelerek yemin etmişizdir.
"Allah'ım! Vallahi sen beni benden fazla seviyorsun. Çünkü ben kendimi
helâk etmek için hep uçurumun kenarına geliyorum, sen beni hep
kurtarıyorsun. Kendimi düşünseydim o uçurumdan aşağı atmak istemezdim.
Sevmeseydin beni kurtarmazdın. Görüyorum ki beni benden fazla
seviyorsun."
Kişi ahkâm harici bir işe meylettiği zaman, kendisini uçurumdan aşağı
attı demektir. Kurtulursa Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmuştur.
Şu bir gerçektir ki, ihsanları aldıkça insanların isyanları da
muhakkak artıyor.
İbtilâ Allah-u Teâlâ'nın bir lütfudur.
"Ey kulum! Kendine gel. Nimetlerimi alıyorsun, şükredecek yerde isyana
doğru gidiyorsun. Benden geldin, yine bana döneceksin. Olduğun gibi
değil de, icabettiği şekilde gel!" mânâsına geliyor.
Bizi bu kadar seven Allah-u Teâlâ, bize kötülük yapar mı? Eğer bir
ibtilâ verirse mutlaka pişmemiz, olgunlaşmamız için, kâmil bir insan
olmamız için verir. Ekmek de ateşte pişiyor, ateşe verilmezse çiğ
kalır. İnsan da pişecek ki, beşeriyete faydalı olsun, numune olsun.
Bir kul noksanlığını tamamen itiraf edip, hiçbir şey yapmadığına ve
yapamayacağına, kendisinin bir çöpten farksız olduğuna kanaati hâsıl
olduğu zaman, Allah-u Teâlâ onu hıfz-ı himâyesine, tasarruf-u
ilâhîsine alır. Hıfz-ı himâye ile tutmuş, tasarruf-u ilâhîsi ile de
yürütmüş olur.
İşte kurtulabilen böyle kurtulabiliyor.
İbtilânın da tıpkı rızık gibi ezelden takdir edildiğini gözümle
gördüm.
Şöyle ki;
Şiddetli bir ibtilâ ile karşılaşmıştık. Bu ibtilâ bir gün düştü,
ikindi üzeri bir başka ibtilâ eklendi. Gayr-i ihtiyarî gökyüzüne
baktım. "Hiç bakma! Daha şu kadar akacak. Baksan da bakmasan da, bu
akmadıkça bitmeyecek." dediler.
O zaman gördüm ve anladım ki, ibtilâ da rızık gibi ezelden takdir
edilmiş. O zaman bir an evvel akmasını ve bitmesini istedim. Bu durumu
gözümle gördüm. Ezelî takdir, insana rızık gibi geliyor.
İbtilânın İmtihanı:
Allah-u Teâlâ sevdiği kullarını nefislerinin istemediği şeylerle
imtihan etmiştir. Ayet-i kerime'sinde:
"Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz."
buyuruyor. (Enbiyâ: 35)
Bu dünya öyle bir imtihan ve deneme yeridir ki, her hayrın önünde bir
şer engeli vardır.
Kimi insan bal ile kimi insan zehir ile tedavi edilir. Hangisi ile
şifa bulacağını ancak Mevlâ bilir. Bal ile şifâ bulacak bir hastaya
zehir, zehir ile şifâ bulacak bir hastaya da bal verilirse, hastalığı
daha da artar.
Zehirle tedavi gerçekten acı gibi görünür. Karşıdan gören öldü veya
ölecek zanneder. Bir gün, bir sene yahut birkaç sene sürebilir.
Halbuki burada ölen nefistir, dirilen ruhtur. Dolayısıyla o zehirde
hayat vardır. Allah-u Teâlâ sevdiği için o zehiri içirmiştir. O ise
Allah-u Teâlâ'nın kendisine zulmettiğini zanneder, lütfettiğini
bilmez.
Bu zehir nasıl olur? Meselâ ona huysuz bir kadın veya hayırsız bir
evlât verir. İçten dıştan ibtilâlara maruz bırakır. İçten gelmezse
dıştan gelir; komşudan, arkadaştan gelir. Ne suretle zehir alacağını
ona rızık taksimi gibi ezelden takdir ve taksim etmiştir, o anda
vermemiştir.
Hayat seyrimizin bütün anlarını bilir, zamanına göre o ibtilâyı
verir.
Nefis o ibtilâ esnasında acıyı duyunca ruh onun zulmünden sıyrılır ve
dirilir. Yılanın boğazı sıkıldığı zaman ağzındaki kurbağayı çıkarır,
çünkü kendi hayatı gidiyor. Nefis de böyledir, arzuları ile ruhu daima
kendi himayesine almaya çalışır. Fakat sıkıştırıldığı zaman, hayatı
tehlikeye girdiği için herşeyi unutur. İşte Allah-u Teâlâ böyle büyük
bir ibtilâ ile de en büyük şifâyı bahşeder.
Aynı zamanda ibtilânın imtihanı da vardır. Ayet-i kerime'de şöyle
buyuruluyor:
"Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini takvâ için imtihan
etmiştir." (Hucurat: 3)
İmanımızın derecesi imtihan zamanında belli olur. Allah-u Teâlâ'nın
hıfz-u himaye ettiği kullar, imtihanda olduğunu görür gibi inanır ve
teslim olur. Buna "Firâr-i İlâllah" denir, Allah'ına sığınıp başka hiç
kimseden bir şey beklemez.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerinin başına gelen ibtilâya bakın
ki bir oğlu, çok sevdiği diğer oğlunu vurdu. Giderken de onu vurmaya
gittiğini söylemiş. Vâlide hanım: "Efendi! Sana: 'Onu vurmaya
gidiyorum.' dedi de niçin mâni olmadın?" dediğinde:
"Hazret-i Allah takdir ettiği işte kişinin basiretini bağlar."
buyurmuş.
Vâlide hanım söylemişti, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Kimseye demezsen sana Ahmet'i gösteririm." buyurmuş, o da söz vermiş.
Bir gün sabah namazından sonra Ahmet eve gelmiş, babasının ve
annesinin elini öpmüş. Bir müddet oturduktan sonra: "Hadi oğlum kalk
git!" buyurunca kalkıp gitmiş. O gider gitmez Vâlide hanım komşulara
söylemiş, ondan sonra bir daha da görememiş.
İbtilânın Mükâfatı:
Bir defasında Medine-i Münevvere'de bulunuyorduk. Üzerimizde büyük bir
ibtilâ vardı. Bu sıkıntı esnâsında büyük bir ihsanla taltif
etmişlerdi. Gayr-i ihtiyâri "Bu ibtilâyı alsanız!" dedik. "O zaman
verdiğimizi de alalım." dediler. "Yok, o kalsın." dedik, "Öyleyse o da
kalsın." dediler. Biz de sükût ettik. O mükâfatın gitmemesi için o
anda o en şiddetli ibtilâya râzı olduk.
Hiçbir şey yoktur ki, ibtilâsız verilmiş olsun.
Bu noktada bir hususu açık olarak arzetmiş olalım. Farz-ı muhâl ki
Allah-u Teâlâ "Ey kulum! Seni şöyle bir ibtilâya maruz bırakacağım ve
bu ibtilânın karşılığında da şu mükâfatı vereceğim, râzı mısın?"
buyursa, "Râzı değilim." dersin. Öyle şiddetli ibtilâlar var ki, o
büyük mükâfatı da belki fedâ edersin. Fakat O dilerse hem sana o
ibtilâyı verir, seni imtihana çeker; hem o mükâfatı verir, hem de sen
susarsın. Gizli bir sır. Sonra o da gelip geçer.
Allah-u Teâlâ'nın kişiyi ne ile imtihana çekeceğine akıl ermez. O ne
ile imtihana çekerse çeksin, insan Hakk'tan yana olmalıdır. Ne ibtilâ
verirse versin Hakk'ın yanında olmalıdır.
Nefse ağır geliyor, yoksa Hakk'tan gelenin hepsi güzeldir, çünkü
Güzel'den geliyor. Hepsi hoştur, çünkü Hoş'tan geliyor.
İbtilâ demek mükâfat demektir.
İbtilânın Sırrı:
Farz-ı muhal ki; bir düşmanınızla dövüşüyorsunuz. Bir dostunuz
yetişti, bir darbede onu tesirsiz bıraktı ve siz kurtuldunuz.
İbtilâ işte bu dostunuz gibidir. Ruh nefisle mücadele ve münâkaşa
halinde iken, Allah-u Teâlâ nefse bir ibtilâ verir, nefis o darbe
altında bocalayıp inlerken ruh kurtulmuş olur. Yani ruh, düşmanı olan
nefsin elinden ibtilâ ile kurtulur.
İbtilâ bu kadar değerlidir, daha doğrusu Allah-u Teâlâ'nın büyük bir
ikramıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif'lerinde:
"Allah kime hayır dilerse onu musibete uğratır." buyuruyor. (Buhâri)
Herkes ateş olarak görür, içindeki nuru dilediğine gösterir. O'nun her
taksimi güzeldir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Erkek olsun, kadın olsun bir mümin Allah'ına günahsız, tertemiz
kavuşuncaya kadar; başından, çoluk-çocuğundan, malından ibtilâ eksik
olmaz." (Tirmizî)
Cefânın Pişiriciliği:
Birçok tekâmüliyetler cefâ iledir. Allah-u Teâlâ öyle dilemiş, cefâ
ile tekâmül ettirmiştir.
Cefâ gerçekten acıdır, fakat Hakk'a yaklaştırıcıdır, dünyadan
uzaklaştırıcıdır, dünyanın zevk ve arzularından soğutucudur. Yakıcıdır
amma pişiricidir, olgunlaştırıcıdır. Kişiyi insanlardan uzaklaştırır,
dünya lezzetlerinden yüz çevirtir, ahirete yöneltir, Hakk'a tekarrüb
etmesine vesile olur.
Bazı zevât-ı kiram: "Siz ibtilâ isteyin. Çünkü ibtilâ bol bol ağlatır,
ağlayanı ise Allah sever." buyurmuşlardır.
İbtilâ altında kalan insan, Allah-u Teâlâ'dan başka sığınılacak yer
olmadığı için O'na sığınmış olur. İşte o zaman Allah-u Teâlâ ile kulun
arasından perde kalkar. Ona O yeter zaten. Başkası onu teselli edemez.
O'ndan geldiğini bilir ve kimseye şikâyet etmez.
Cefâ, sevgisinin alâmetidir. Çünkü ibtilâ peygamberlerin ve velilerin
mirasıdır. İbtilânın en şiddetlisi peygamberlere gelir, sonra
velilere, sonra da imanının derecesine göre az veya çok diğer
müminlere gelir. Kâmil iman sahibi olanlara önce ve daha çok gelir.
Tasavvur buyurun ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
daha ana karnında iken babasını, şefkate en muhtaç bir zamanda da
annesini kaybetti.
Safa ise Nemrud'ların, Şeddat'ların, Firavun'ların mirasıdır. Bir kula
üst üste safa geliyorsa, işte o zaman korkulur.
İbtilâlı olana acımayın, ibtilâsız olana acıyın. Mevlâ sevdiği ile
meşgul olur, sevmediği ile olmaz.
Bazı cefâlar insanın saâdet-i ebediyesini bile kurtarmaya vesile olur,
bazı sefâlar ise cefâya müncer olur. Bunun için fazla derine
gitmemeli, takdire râzı olmalıdır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
"Hayatın önüne çıkardığı müşkül hadiselere sabır ve tahammül et,
onları hiç kimseden bilme, hiç kimseye karşı kalbinde buğz ve
düşmanlık besleme. Hiç kimseye sertlik gösterme. Böylece hareket
edersen, önüne çıkacak bütün engelleri yenersin ve kâmil bir insan
olursun."
Binaenaleyh kâmil insan olabilmek için ibtilâlar birbiri arkasına
gelir.

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages