Kavimlerin Helakı

17 views
Skip to first unread message

Fani

unread,
May 8, 2007, 1:53:23 AM5/8/07
to HAKIKATKERVANI
Allah-u Teâlâ insanlık tarihi boyunca çeşitli topluluklara uyarıcılar,
peygamberler göndermiştir. Azgınlık ve sapkınlıklarında ısrar eden,
isyan eden kavimlerin, toplulukların âkıbetleri Kur'an-ı kerim'de uzun
uzun anlatılmıştır.
Allah-u Teâlâ bu kavimlerin âkıbetlerini münâfıklara hatırlatarak
şöyle buyurmaktadır:
"Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere ebedî
kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah
onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli
bir azap vardır.
Siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha
güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya
nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler
kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse, siz de
onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de
sizden önce (batağa) dalanlar gibi (batağa) daldınız. İşte bunların
dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep
hüsran içinde kalanlardır.
Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd, Semud kavimlerinin, İbrahim
kavminin, Medyen halkının ve altüst olmuş şehirlerin haberi gelmedi
mi? Peygamberleri onlara apaçık deliller (mucizeler) getirmişlerdi.
Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendi kendilerine
zulmediyorlardı." (Tevbe: 68-70)
Nuh Aleyhisselâm ve Kavmi:
Nuh Aleyhisselâm gemiyi hazırladıktan sonra, beraberinde taşımakla
emrolunduğu kimselere şöyle dedi:
"Gemiye binin! Onun akması da durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz
ki Rabb'im çok bağışlayandır, çok merhametlidir." (Hûd: 41)
Çünkü gemi kurtuluş için bir sebep olmakla beraber tek sebep değildi.
Gemiyi yürüten de durduran da O'dur. Bu bakımdan gönülleri Allah'a
yöneltmek gerekiyordu. Onlar ise geminin hareket etmeye başlaması
sırasında ve sonunda Allah-u Teâlâ'yı zikrettiler, kendilerini
boğulmaktan kurtardığı için şükranlarını arzettiler, bu ilâhî lütufa
hamdettiler.
Nihayet iman ve küfür mücadelesinde kâfirlerin safında yer alanları
cezalandıracak olan azap Nuh kavminin üzerine indi. Allah-u Teâlâ
semâdan öyle bir yağmur gönderdi ki, böyle bir yağmuru yeryüzü daha
önce görmemişti, bundan sonra da görmeyecektir. Ayrıca yerden de sular
fışkırıyordu.
Bu hususta Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanlamıştı. Kulumuzu yalanlayarak:
'Delidir!' demişlerdi ve (dâvetten vazgeçirmeye) zorlanmıştı." (Kamer:
9)
Azarlandı, incitildi, birçok eziyetler gördü.
"Bunun üzerine Rabb'ine şöyle yalvarmıştı: 'Ben yenik düştüm, bana
yardım et!'" (Kamer: 10)
Benim intikamımı onlardan sen al ve dinine yardım et.
"Biz de derhal göğün kapılarını sağnak halinde boşanan bir su ile
açıverdik." (Kamer: 11)
Allah-u Teâlâ'nın bu ifadesi, yağmurun çokluğunu ve şiddetle
dökülmesini belirtmek için bir temsildir.
"Yeryüzünde de göz göz sular fışkırttık. Böylece sular, takdir edilmiş
bir işin olması için birleşti." (Kamer: 12)
Bu iş ise Nuh kavminin tufan ile helâk edilmesi içindir.
"Biz Nuh'u da tahtalar ve çivilerle yapılı gemiye bindirdik." (Kamer:
13)
Gökten boşanan su ile yeryüzünden kaynaklar halinde fışkıran sular,
takdir edilen âkıbeti gerçekleştirmek üzere birleşti, önüne geçilmez
bir tufan hâlini aldı. Toprak yavaş yavaş su altında kalıyor, şiddetle
esen fırtınalı rüzgâr ise dağ gibi dalgalar meydana getiriyordu. Tufan
başlar başlamaz, müşriklerin çoğu sular altında kalıp boğuldular. Sağ
kalanlarsa yüksek yerlere çıkmaya çalışıyorlardı.
İlâhî nezaret aldtında yapılan geminin ise yerden irtibatı kesilmiş,
tamamıyla su yüzünde bulunuyordu. Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'sinde:
"Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında içindekileri götürüyordu."
buyuruyor. (Hûd: 42)
Tufan dalgaları dağları andırıyordu, en yüksek dağların üzerine
yükselmişti.
Ad Kavminin Helâkı:
Hûd Aleyhisselâm onların bu muhalefet ve yalanlamalarını, inatlaşmakta
devam etmelerini Allah-u Teâlâ'ya havale etti.
"Dedi ki:
Rabb'im! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et." (Müminûn: 39)
Şirk ve inkârlarından sana sığınırım, onlardan intikamımı al.
Allah-u Teâlâ duâsını kabul ederek şöyle buyurdu:
"Az bir süre sonra şüphen olmasın ki pişman olacaklar." (Müminûn: 40)
Yakın bir zamanda azabın başlarına geldiğini görünce pişmanlıklarına
pişmanlık katacaklar, fakat iş işten geçmiş olacak.
Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Doğrusu Rabb'inin söz verdiği azabı hak edenler, elem verici azabı
görünceye kadar, kendilerine (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa
bile inanmazlar." (Yunus: 96-97)
Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti.
Kuraklık ortalığı kasıp kavuruyordu. Belâ ve musibet dayanılmaz bir
hâl alınca yağmur duâsına çıkarak yardım istediler. Allah-u Teâlâ
onlara kesif bir bulut gönderdi. Bulutu gördüklerinde, bol rahmet
yağacak zannıyla sevindiler ve birbirlerini müjdelediler. Aynı zamanda
Allah'ın duâlarını kabul ederek imdatlarına yetiştiğini zannettiler.
Adeta bayram yapıyorlardı. Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nihayet o azabın, geniş bir bulut hâlinde vâdilerine doğru yayılarak
geldiğini görünce: 'Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur.'
dediler." (Ahkâf: 24)
Halbuki bu bulut helâk bulutu idi. Onlar sevinç içinde: "Yağmur
yağacak!" diye bağırırlarken Hûd Aleyhisselâm onlara son ikazını
yaptı:
"Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde elem
verici azabı taşıyan bir rüzgârdır." (Ahkâf: 24)
Size âlemlere ibret olarak kalacak bir ceza vermek için geliyor.
"Rabb'inin emriyle her şeyi yıkıp yerle bir eder." (Ahkâf: 25)
O'nun izni olmadan bir yaprak dahi düşmez, emri geldiği zaman hiç
kimse kimse duramaz. Mülk ve melekûtun yegâne sahibi, mutlak hükümdârı
O'dur. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve
idare eder.
Allah-u Teâlâ o buluttan kasırga şeklinde şiddetli bir rüzgâr
halketti. Ayet-i kerime'de:
"Allah onu yedi gece sekiz gün ardarda onların üzerine musallat etti."
buyuruluyor. (Hâkka: 7)
Korkunç bir ses çıkararak vadiyi kaplayıp gelen bu şiddetli rüzgâr Ad
kavmi üzerine hiç durmaksızın esmiş, sekiz gün sonra onlardan ölmedik
tek fert bırakmamıştır. Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ad kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgârla yok
edildiler." (Hâkka: 6)
Öyle ki bu şiddetli rüzgâr çadır ve buna benzer eşyaları birer çekirge
gibi gök ile yer arasında uçuruyordu. Rüzgârın bu dehşetini gören
halk, bunun bir azap olduğunu anladılar. Dışarıda durabilmek imkânını
göremeyince sağlam diye bildikleri evlerine ve dağları yontarak
yaptıkları meskenlerine kapandılar.
Bu fırtınalı rüzgârın girmediği ve harap etmediği yer yoktu. Dev
ağaçları köklerinden söküp deviriyor, evlerin kapılarını ve
pencerelerini uçuruyor, içindekileri önüne katıp savuruyor, herşeyi
darmadağın ediyordu.
Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ad kavminin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine kasıp
kavuran rüzgârı göndermiştik." (Zâriyât: 41)
Bu fırtınalı kısır rüzgâr estikçe esiyor, yağmur yerine felâket ve
ölüm getiriyor, herşeyi toza çeviriyordu.
"Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip
savuruyordu." (Zâriyât: 42)
Allah-u Teâlâ "Kahhar" sıfatı ile tecellî edince, azabı ve hükmü
inince; ne kaba kuvvetin bir yararı olur, ne de tedbirin bir yararı
olur.
Rüzgâr o güçlü kuvvetli, mağrur kâfirleri birer tüy gibi altından
girip havaya kaldırıyor, sonra ters çevirip tepetaklak yere çarpıyor,
boyunlarını kırıyor, kimisinin üzerine taşlar yağdırarak beyinlerini
parçalıyor, kütük doğrarcasına biçiyordu.
Kavak ağacı devrilir gibi devrildiler, içi boş hurma kütükleri gibi
yerlere uzandılar.
Ayet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Ad kavmi de yalanlamıştı. Amma azabım ve uyarılarım nasıl
oldu?" (Kamer: 18)
Akıbetlerinin nice olduğunu düşünen var mı?
"Biz onların üstüne uğursuz mu uğursuz bir günde, dondurucu bir rüzgâr
gönderdik." (Kamer: 19)
Onların uğradıkları uğursuzluktan daha şiddetli bir uğursuzluğa hiçbir
kavim uğramadı.
"O rüzgâr insanları, sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri
imişler gibi koparıp yere seriyordu." (Kamer: 20)
Alabildiğine soğuk ve çok gürültülü olan bu rüzgâr onları çekiyor,
eziyor, parça parça yapıyordu. Hepsini de helâk edinceye kadar devam
etti.
"Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?" (Kamer: 21)
Azaplar en şiddetli azap, uyarılar en doğru uyarı idi, fakat ne fayda?
"O kavmi oracıkta içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş halde
görürsün." (Hâkka: 7)
Hiçbirinin gıkı çıkmadı, herbiri parça parça yerlere serildi!
"Şimdi onlardan hiç geri kalan görüyor musun?" (Hâkka: 8)
O muhteşem saraylar, evler barklar, küçük ve büyük baş hayvanlar,
bağlar ve bahçeler de sahipleri gibi şiddet ve dehşet karşısında
mahvolup gittiler.
Kur'an-ı kerim'de bu azap günlerine "Uğursuz günler" mânâsına gelen
"Eyyâm-ı nahisat" denilmiştir. Öyle bir uğursuzluk ki, içinde iyilik
nâmına hiçbir şey bulunmaz. Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak
için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr
gönderdik." (Fussilet: 16)
Bu soğuk rüzgâr öyle bir esis esmiş ki, ateşin insanı yakıp kavurduğu
gibi, soğukluğunun şiddetinden onları helâk etmiştir.
Bir hafta süreyle onlara korkunun en beteri yaşatıldıktan ve yerle bir
edildikten sonra canları cehenneme sevkedildi.
"Ahiret azabı ise elbette daha çok alçaltıcı, rüsvay
edicidir." (Fussilet: 16)
Bu azabın yanında dünya azabının ismi bile okunmaz.
"Onlara hiç yardım da edilmez." (Fussilet: 16)
Bu azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları da yoktur.
Semud Kavminin Helâkı:
Kavmin ileri gelen şirretleri suikast plânını tatbike koyacakları
sırada Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azap ile sadece
kendileri değil, bütün Semud kavmi toptan helâk oldu.
Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar böyle tuzak kurdular, biz de kendileri hiç farkında olmadan
onların plânlarını altüst ettik." (Neml: 50)
Bu tuzaklarını helâk olmalarına sebep kıldık, farkedemedikleri bir
anda yok olup gittiler.
"Tuzaklarının sonunun nice olduğuna bir bak! Biz onları da kavimlerini
de hepsini helâk ettik." (Neml: 51)
Dördüncü günün sabahına çıkmadan, gece yarısı ile sabah arasındaki
süre içinde yıldırım çarpar gibi bir gürültü koptu. Gökten üzerlerine
bir sayha, altlarından da şiddetli bir sarsıntı geldi. Her şey bir
anda olup bitti.
Allah-u Teâlâ'nın kendilerine rahmet olarak gönderdiği bir peygamberi,
âilesiyle birlikte öldürmeye teşebbüs edip, kim vurduya getirmeye
kalkışmaları, bardağı taşıran son damla olmuştu. Ayet-i kerime'de:
"Sabaha karşı o korkunç ses onları yakalayıverdi." buyuruluyor. (Hicr:
83)
Her buyruğa ve tebliğe karşı geldiler, mucize ile de yola gelmediler,
verdikleri sözde durmadılar. Nihayet ilâhî emir geldi, Allah-u Teâlâ
celâl ve kahhâr sıfatlarıyla tecellî etti, inkâr ve sapıklıkları
felâketle neticelendi:
"Semud kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar
körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler." (Fussilet: 17)
Hidayeti bırakıp sapıklığa, imandan yüz çevirip küfre ve şirke
yöneldiler.
"Böylece yapmakta oldukları fenalıkların karşılığı olarak alçaltıcı
azabın yıldırımı onları çarptı." (Fussilet: 17)
Allah-u Teâlâ'nın azap vâdeden sözünün tecellî vakti gelmiş
bulunuyordu. Yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Her geçen gün isyan ve
tuğyanlarını artıran, kendilerini doğruya ve iyiye dâvet edenlere baş
düşman kesilen bu kavmin, artık yeryüzünden silinme saati gelmişti.
Ayet-i kerime'de:
"Rabb'leri de günahları sebebiyle onların üzerine katmerli azap
indirdi ve yerle bir etti." buyuruluyor. (Şems: 14)
Küfürden kurtulamayınca, o küfür onları yedi bitirdi; şirkten
sıyrılamayınca, o şirk onları aldı götürdü.
"Semud'u da O helâk etti ve geriye hiçbir şey bırakmadı." (Necm: 51)
Azgınlık ve taşkınlıklarının cezasını yanlarına koymadı.
"Semud ve Ad kavimleri, başlarına çarpacak felâketi
yalanlamışlardı." (Hâkka: 4)
Yalanladılar da ne oldu?
"Bu yüzden Semud kavmi pek azgın bir (sarsıntı) ile helâk
edildiler." (Hâkka: 5)
Yapmış oldukları inkâr ve yalanlamalar, azgınlık ve şirretlikler
bardağı taşırınca, ilâhî azabın inmesi mukadder oldu.
"Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı ve yurtlarında
dizüstü çökekaldılar." (A'râf: 78)
Bâtılı Hakk'a, nârı nura tercih eden, dünyayı ahiretten üstün tutan,
maddeyi mânâya değişen, Yaratan'ı unutup yaratılanlara meyleden,
küstahlaştıkça küstahlaşan, nankörleştikçe nankörleşen, kibirlendikçe
kibirlenen, inatlaştıkça inatlaşan... bir millet; işledikleri
cürümlerle, günah, isyan ve tuğyanlarla birlikte, yaptıkları yanlarına
kâr kalmamak üzere kahrolup gittiler.
"Kazanmakta oldukları şeyler, kendilerinden hiçbir zararı
savamadı." (Hicr: 84)
Allah-u Teâlâ onları bir seher vakti kökünden kazıyıp düzleyiverdi,
bir varmış bir yokmuş oldular.
"Ad'ı Semud'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri de
helâk ettik." (Furkân: 38)
Onların sayılarını ancak Allah-u Teâlâ bilir.
"Onların her birine misaller getirdik. (Amma öğüt almadıkları için)
hepsini kırdık geçirdik." (Furkân: 39)
Göklerin bütün gürlemelerini, yeryüzünün bütün çığlıklarını içinde
taşıyan öyle müthiş bir ses zuhur etti ki; bir anda kalplerini
yerinden oynattı, kulaklarının zarı patladı, solukları kesiliverdi,
canları bedenlerinden uçtu, oldukları yere yığılıverdiler.
"Zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında dizüstü
çökekaldılar." (Hûd: 67)
O sesle yürekleri paramparça oldu, hiçbirinde canlılık eseri ve
emaresi kalmadı.
"Sanki orada hiç oturmamışlardı. Biliniz ki Semud kavmi Rabb'lerini
inkâr etmişti, biliniz ki Semud kavmi Allah'ın rahmetinden uzak
düşmüştü." (Hûd: 68)
Ayet-i kerime'ler onların bu durumlarını bir manzara hâlinde gözler
önüne seriyor. Sanki o memlekette hiç ikamet etmemiş, sanki evlerinde
hiç sakin olmamış, sanki dünyaya hiç gelmemiş gibi, hayatlarından bir
eser görülmedi. İçlerinden bir tek fert bile kalmamacasına, bir ses
tufanıyla kahrolup gittiler.
"Bu azgınlara azabım ve uyarmalarım nasıl oldu?" (Kamer: 30)
Çok korkunç olmadı mı?
"Biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik. Hemen hayvan ağılına
konan kuru ot gibi oluverdiler." (Kamer: 31)
Ne taştan mermerden köşkleri, ne de kayalar içinde oyulmuş
barınakları, başlarına gelen bu acı felâketten kendilerini koruyamadı;
hayvanlar tarafından çiğnenmiş kuru otlar gibi oldular; diğer taraftan
bir benzetme ile, çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık
kırıntıları gibi kırılakaldılar.
Allah-u Teâlâ'nın bu teşbihinde düşünülecek, ders ve öğüt alınacak
ibretler vardır. Ayet-i kerime'de:
"Andolsun ki biz Kur'an'ı anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık.
Öğüt alan yok mudur?" buyuruluyor. (Kamer: 32)
Hani ibret ve öğüt alan?
Tanınmaz hâle gelen cesetleri oraya buraya saçılmış, ruhsuz olarak her
biri bir yere serilmişti. Hem de rezil ve rüsvay olarak çer-çöp olup
gittiler.
"Ad ve Semud'u da helâk ettik. Bu, oturdukları yerlerden size belli
olmaktadır.
Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip, onları doğru yoldan
çıkardı.
Halbuki kendileri bunu anlayacak durumda idiler, bakıp ibret
alabilirlerdi." (Ankebût: 38)
Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü, yaptıkları
kendilerine çok pahalıya mâloldu. Sâlih Aleyhisselâm'ı öldürüp ortadan
kaldırmayı düşünen zorbalar, düşüncelerini gerçekleştiremeden yerle
bir edildiler.
Lût Kavminin Helâkı:
Azap Habercileri, Elçi Melekler:
Lût Aleyhisselâm İbrahim Aleyhisselâm'a inen hükümlerin üzerinde
gönderilmiş bir peygamber olduğu için, hadise henüz hayatta bulunan
İbrahim Aleyhisselâm'ı da ilgilendiriyordu. Bu sebepledir ki Lût
kavmini helâk etmekle görevli melekler, insan suretine bürünerek önce
İbrahim Aleyhisselâm'a geldiler. Bir oğlu olacağını müjdeledikten
sonra azap haberini bildirdiler. Ayet-i kerime'de şöyle
buyurulmaktadır:
"Vaktaki elçilerimiz İbrahim'e (oğlu olacağına dâir) müjde ile
geldiklerinde: 'Biz bu memleket halkını helâk edeceğiz, çünkü oranın
halkı zâlim oldular.' dediler." (Ankebût: 31)
Bütün güçleri ile bozgunculuğa devam etmektedirler.
İbrahim Aleyhisselâm, belki kendilerine mühlet verilir de Allah-u
Teâlâ onlara hidayet bahşeder diye, Lût kavmi için merhamet istemeye
başladı:
"İbrahim: 'Amma orada Lût var!' dedi." (Ankebût: 32)
O içlerinde bulunurken orasını nasıl helâk edeceksiniz?
"Şöyle cevap verdiler:
'Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve âilesini
elbette kurtaracağız.
Yalnız karısı müstesnâ. O, azapta kalacaklar arasındadır.'" (Ankebût:
32)
Orada Lût'un da başka inananların da bulunduğunu çok iyi biliyoruz.
Melekler bu sözleriyle Lût Aleyhisselâm'ın kurtulacağını ve onun için
endişe edilecek bir şey olmadığını beyan ederek İbrahim Aleyhisselâm'a
teminat verdiler.
Elçi Melekler ve Lût Aleyhisselâm:
İbrahim Aleyhisselâm'ın yanından ayrılan elçi melekler dört fersah
uzaklıkta bulunan ve o bölgenin en büyük şehri olan Sedum'a gelerek
Lût Aleyhisselâm'a misafir oldular:
"Vaktaki elçiler Lût âilesine geldiler." (Hicr: 61)
Lût Aleyhisselâm'ın ilticası üzerine Allah-u Teâlâ bu kavme azap
göndermeyi dileyince; Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil Aleyhisselâm'ı
yüzlerinde gençliğin ve güzelliğin parıltıları bulunan gençler
suretinde misafir olarak göndermişti.
Melekler önce kendilerini tanıtmadılar. Lût Aleyhisselâm, kavminin ne
denli sapık, ne derece arsız, fıtratlarının nasıl bozuk olduğunu
bildiği için endişeye düştü. Genç delikanlı şeklinde geldiklerinden,
onları koruma hususunda sıkıntı duymaya başladı. Bu güzel gençler
halkın dikkatini çekeceklerdi. Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Elçilerimiz Lût'a gelince, onlar yüzünden üzüldü ve göğsü daraldı:
'Bu çetin bir gündür.' dedi." (Hûd: 77)
Onlarla her ne kadar ilgilendiyse de, onları koruyamama korkusu ile
mahzun oldu. Misafir etmemiş olsa, kavminden birinin misafir etmek
bahanesi ile bir kötülük yapacağından korktu. Diğer bir Ayet-i
kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Elçilerimiz Lût'a gelince, Lût onlar hakkında tasalandı, tâkatten
düştü." (Ankebût: 33)
Elinden gelebilecek hiçbir şey yoktu, olacak olan olacaktı.
Son Dakikalar:
Elçi melekler Lût Aleyhisselâm'a âilesini ve inananları alarak derhal
şehri terketmesinin gerektiğini söylediler. Artık dünyevî cezalarının
zamanı gelmişti, Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Gecenin bir bölümünde âile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından
git. Hiçbiriniz sakın dönüp de ardına bakmasın, emrolunduğunuz yere
doğru gidin." (Hicr: 65)
Tâ ki kavminin başlarına gelecek büyük felâketi görüp de korkuya
kapılmasınlar, onlarla hiçbir alâkaları kalmasın. Diğer bir Ayet-i
kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sen gecenin bir kısmında âilenle beraber yola çık. Karından başka hiç
kimse geri kalmasın. Çünkü onların başına gelecek olan, şüphesiz ona
da isâbet edecektir." (Hûd:81)
Peygamber evinin bir mensubu olma şerefine ermesine rağmen, sapıklarla
ilgisinden dolayı o da helâk olacaktır.
"Onlara vâdolunan zaman, gün doğana kadardır. Sabah yakın değil
mi?" (Hûd:81)
Lût kavmi isyanda çok ileri gidip, peygamberlerine de çok ezâ cefâ
ettikleri için, Lût Aleyhisselâm onların bir an önce azaplarını
istiyordu. Bunun içindir ki sabahın uzak olduğundan bahsetmiş, onlar
da: "Sabah yakın değil mi?" demişlerdi. Diğer bir Ayet-i kerime'de
ise Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ona kesin olarak şu emri hükmettiğimizi bildirdik:
Sabaha çıkarlarken mutlaka bunların sonları kesilmiş olacak." (Hicr:
66)
Sabah olduğunda kökleri kesilmiş olacak, içlerinden bir teki dahi
kalmayacak!
Lût Aleyhisselâm'ın karısına gelince; bütün ömrünü onunla beraber
geçirdiği halde inanmamış, her an yanında bulunan ilâhî ışıktan
yararlanmamış, imandan mahrum bulunmakla da Lût Aleyhisselâm'ın ehl-i
beytinden olmak şerefini kaybetmişti.
Nuh Aleyhisselâm'ın karısı gibi o da hakkında hüküm geçmiş olan
nasipsizlerdendi. Her ikisi de sâlih kocalarının safında değildiler,
kâfirler tarafını tutmuşlardı. Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah inkâr edenlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal
gösterir.
Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun nikâhı altında iken onlara
hâinlik ettiler. Kocaları da Allah'tan gelen azabı onlardan savamadı.
O iki kadına: 'Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!'
denildi." (Tahrîm: 10)
Halbuki her ikisi de büyük bir nimet içindeydiler. Allah-u Teâlâ'nın
iki sevgili kulu ve peygamberinin zevcesi olmuşlardı. Fakat bu
ihânetleri ile bu nimeti ellerinden kaçırmışlardı.
Gerçi karısı, kavmi gibi o fuhşiyâtı bizzat işlemiş değildi, fakat Lût
Aleyhisselâm'a gelen misafirleri kavmine haber vermekle ihânet ettiği
için, bağlı kaldığı cânilerle birlikte helâk olup gitmiştir. Çünkü
küfre rızâ küfür, masiyete rızâ masiyettir.
Tek Bir Ev:
Sedum'da herkes fısk-u fücura yakalanmıştı. Tek bir ev vardı, o da Lût
Aleyhisselâm'ın evi idi. Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ sadece o
evin sâkinleri olan inananları kurtardı.
Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Bunun üzerine orada bulunan müminleri çıkardık." (Zâriyât: 35)
Tâ ki helâk olmasınlar! Memleketlerinin üstü altına gelirken,
üzerlerine taş yağmuru yağarken selâmette olsunlar!
"Zaten orada müslümanlardan, sadece bir ev halkından başka kimse
bulamadık." (Zâriyât: 36)
Demek oluyor ki Lût Aleyhisselâm'ın tebliğlerine daha başka iman
edenler bulunsaydı, onlar da kurtulacaklardı. Allah-u Teâlâ onlara
hiçbir zaman zulmetmedi, onlar kendi kendilerine zulmettiler. Bir Ayet-
i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Onu çirkin işler yapan memleketten kurtardık." (Enbiyâ: 74)
Onu kurtardığı gibi, her asırda yaşayan müminleri muhaliflerinin
şerrinden kurtarmıştır. Allah-u Teâlâ'nın ezelî hükmü budur.
İsyan Cezasız Kalmaz:
Vaktiyle peygamberleri tarafından kendilerine her türlü uyarılar
yapılmış, büyük bir azaba uğratılmaktan da korkutulmuşlardı. Fakat
onlar hiç aldırmadılar, iltifat edip kulak asmadılar. O halde iken
azap onları yakaladı.
Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Lût andolsun ki bizim yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat
onlar bu uyarıları şüphe ile karşıladılar." (Kamer: 36)
Kalplerindeki bu maraz, iman etmelerine engel oldu.
Nihayet vâdedilen ilâhî hükmün inme zamanı gelmiş bulunuyordu:
"Bir sabah erken kendilerine, önü alınmaz bir azap gelip
çattı." (Kamer: 38)
Yakalarını bir daha bırakmayacak olan azap başlarına gelmiş
bulunuyordu. Onlara denildi ki:
"Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin âkıbetini tadın!" (Kamer: 39)
Elem verici azabımı görün!
"Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavim idi." (Enbiyâ: 74)
Hidayetten mahrum, bütün iyiliklerden ve güzelliklerden uzak, her
türlü kötülüklerle içiçe idiler.
Allah-u Teâlâ onlara önce korkunç bir ses duyurmuş, sonra
memleketlerinin üstünü altına getirmiş, daha sonra da üzerlerine taş
yağdırmıştır.
Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Tanyeri ağarırken o korkunç çığlık onları yakalayıverdi.
Şehirlerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan
pişirilmiş taşlar yağdırdık." (Hicr: 73-74)
Güneş doğarken yok edici azabın gürültüsüne yakalandılar. Böylece
onlar üç türlü azaba uğratılmış oluyorlardı.
Koca bir şehir dağıyla-taşıyla, canlısıyla-cansızıyla ve evleriyle
barklarıyla gökyüzüne kaldırılmış, sonra ters çevirilerek üstü altına
getirilmiş, üzerlerine sert taşlar yağdırılmıştır.
Allah-u Teâlâ Ayet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Vaktaki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik. Ve
tepelerine Rabb'inin katında damgalanmış ve pişirilmiş balçıktan
taşları arka arkaya yağdırdık.
Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir." (Hûd: 82-83)
Bu taşlar yeryüzü taşlarına benzemeyen hususi taşlardı. Her taşın
üzerine o taş kime atılacaksa onun ismi yazılmıştı. Bu taşlar ilâhî
kudret eliyle atılıyordu. O taşlar o şehir halkının üzerine indiği
gibi, diğer şehirlere dağılmış olanların üzerlerine de inmiş,
sonunculara varıncaya kadar helâk etmiş, Lût kavminden hiç kimse
kalmamıştır. Memleketin altı üstüne geldikten sonra yağmur gibi taşlar
yağdırılması, cezalandırmanın tam olması içindir. Sâlih
Aleyhisselâm'ın kavmine gelen şiddetli çığlıktan sonra bir de zelzele
olması gibi.
Bir milletin bütünüyle yok olup tarih sahnesinden silinmesi için,
bundan daha büyük ve şiddetli bir felâket olamaz. Kısa bir süre içinde
şehir belirsiz hâle geliverdi.
Diğer Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Üzerlerine öyle bir yağmur indirdik ki! Ne kötü idi azapla
korkutulanların yağmuru!" (Şuarâ: 173 - Neml: 58)
Bu yağmur yeryüzünü sulayan rahmet yağmuru değil, uyarıldıkları hâlde
yola gelmeyenlerin başına yağdırılan taş yağmuru idi.
"Geride kalanların üzerine öyle bir taş yağmuru yağdırdık ki!
Bak işte! Suçluların sonu nasıl oldu?" (A'râf: 84)
Lût kavmi, kasırgaları beraberinde taşıyan bu öldürücü yağmura
yakalandılar. Çünkü onlar sadece bu ahlâksızlıkları ile Allah'ın
gazabını insanların üzerlerine çekmeye yetecek bir günahın içine
düşmüşlerdi. İlâhî hüküm takdir doğrultusunda orada bulunanların
tamamını kaplayacak şekilde indi, Allah-u Teâlâ onların yeryüzünden
bütünüyle silinmesini ferman buyurdu.
Her taş belli bir tahrip görevini yerine getirmesi ve belli bir kişiyi
helâk etmesi için, ezelde önceden belirlenmiş şekliyle tek tek
işaretlenmişti. O taşlar o şehir halkının üzerine indiği gibi, diğer
şehirlere dağılmış olanların üzerlerine de inmiş sonuncularına
varıncaya kadar helâk etmiş, Lût kavminden hiç kimse kalmamıştır.
Allah-u Teâlâ onları hiçbir topluluğu helâk etmediği bir helâk ile yok
etmiş, varlıklarını temelden silmiş atmıştır. Böylece
inançsızlıklarının, ahlâksızlıklarının cezasını bulmuş oldular.
Ayet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Lût kavmi de uyarıcı peygamberini yalanladı.
Biz de üzerlerine taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Yalnız Lût
ailesini katımızdan bir rahmet olarak seher vakti kurtardık.
Biz şükredeni işte böyle mükâfatlandırırız." (Kamer: 33-35)
İman edenleri kurtarmak üzerimize haktır.
Lût Aleyhisselâm ve beraberindekiler ilâhî emir gereğince gecenin
sonuna doğru yurtlarından çıkıp başka bir sahaya varmış
bulunuyorlardı. Kavmi seher vakti helâk olurken, onlar kurtuluşa
eriştiler.
Ayet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Biz de onu ve âilesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ. Onun geride
kalanlar arasında olmasını takdir ettik." (Neml: 57)
Çünkü o Allah-u Teâlâ'yı inkâr etmişti ve onların dinleri üzere idi,
onlara yardımcı oluyordu.
"Biz de onu ve âilesini kutardık. Yalnız karısı geride kalıp helâka
uğrayanlardan oldu." (A'râf: 83) (Bakınız: Sâffât: 134-135 - Şuarâ:
170-171)
Ahlâksız kavimle birlikte yok olup gitti. Çünkü küfre rızâ küfür
olduğu gibi, kötülüğü hoş gören de o kötülüğü işleyen gibidir.
"Sonra diğerlerini hep helâk ettik." (Sâffât: 136 - Şuarâ: 172)
Memleketleri alt-üst getirilerek, üzerlerine taş yağdırılarak korkunç
bir şekilde yok edildiler.
Bunca hayâsızlığı bunca kötülüğü işledikten sonra çöplüklerinde
dünyalarını değiştirdiler. Ahiretlerine iyi bir şey götürmeleri ne
mümkün! Yaptıklarının karşılığı olarak sonsuz bir azap çekecekler,
kıyamete kadar da bu şekilde anılacaklardır.
Firavun'un Helâkı:
Musa Aleyhisselâm'ın Mısır'da ikameti oldukça uzamıştı. Firavun ve
erkânına karşı hüccet ve mucizelerini ortaya koyduğu halde, onlar inat
ve küfürlerine devam ettiler.
Nihayet onu yalanlamalarından sonra:
"'Bunlar günahkâr bir topluluktur.' diye Rabb'ine niyazda
bulundu." (Duhân: 22)
Lâyık olan muameleyi yapması için onları Hakk'a havale etti.
Firavun, Musa Aleyhisselâm ile beraber İsrâiloğulları'nı göndermekte
diretiyordu. Allah-u Teâlâ Firavun'un haberi olmadan, elinden onları
alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
"Kullarımı geceleyin götür, çünkü siz takip edileceksiniz." (Duhân:
23)
Diğer Ayet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki biz Musa'ya şöyle vahyettik: 'Kullarımı geceleyin
yürüt.'" (Tâhâ: 77)
Firavun sizi engellemesin.
"Musa'ya vahyettik ki: 'Kullarımı geceleyin yola çıkar. Çünkü siz
takip edileceksiniz.'" (Şuarâ: 52)
Onlar size yetişmeden siz deniz kenarına varmış olun.
Bu ilâhî emir üzerine gizli gizli hazırlıklara başladılar. Bir gece ay
ışığında yola çıktılar, gizlice Mısır'ı terk ettiler. Sabah olduğunda
onlardan Mısır'da hiç kimse kalmamıştı.
Durumu öğrenen Firavun son derece öfkelendi. İsrâiloğulları'nın
Mısır'ı terk etmesi onun için kabul edilemez bir durumdu. Çünkü
Mısır'da itibarını yitirmiş olacaktı.
"Firavun: 'Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim! (O varsın) Rabb'ine
yalvarsın! Çünkü ben onun, sizin dininizi değiştireceğinden, yahut
yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.' dedi." (Mümin: 26)
Onun asıl korkusu iktidarının elinden gitmesi idi.
"Firavun da derhal şehirlere toplayıcılar gönderdi." (Şuarâ: 53)
Bir an önce kendisine asker toplamaları için şehirlere adamlar saldı.
İsrâiloğulları'nı tekrar eski köleliklerine geri çevirmek gayesiyle
büyük bir ordu hazırlanmasını emretti. Ve şöyle dedi:
"Doğrusu bunlar bizi öfkelendiren döküntü azınlıklardır. Biz ise
tedbirli kimseleriz." (Şuarâ: 54-55-56)
Kısa zamanda muhteşem bir ordu toplandı. Güneş doğarken peşlerine
düştüler. Ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Derken (Firavun ve askerleri) gün doğarken onların ardına
düştüler." (Şuarâ: 60)
İzlerini takip ederek Mısır'dan çıktılar. Bu onların son çıkışları
oldu.
Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Böylece biz onları bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve
şerefli makamlardan çıkardık." (Şuarâ: 57-58)
Mal ve mülklerinden, biriktirmiş oldukları altın ve gümüşlerden, köşk
ve saraylarından uzaklaştırdık.
Deniz kenarına vardıkları bir sırada arkalarından yetiştiler.
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a emretti:
"Denizi açık bir halde bırak, çünkü onlar boğulacak bir
ordudur." (Duhân: 24)
Nitekim öyle olmuştur.
"İki topluluk karşı karşıya gelip birbirlerini gördükleri zaman
Musa'nın ashâbı: 'İşte yakalandık!' dediler." (Şuarâ: 61)
İsrâiloğulları o anda öyle bir sıkıntıya düştüler ki arkalarında
Firavun ve ordusu, önlerinde aşılmaz bir deniz vardı. Aynı zamanda çok
zayıf ve güçsüz idiler.
Musa Aleyhisselâm ise, büyük bir tevekkülle, Allah-u Teâlâ'nın
kendilerini mutlaka kurtaracağına inanıyor, onları tesellî ediyordu:
"Hayır! Rabb'im benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir." buyurdu.
(Şuarâ: 62)
Firavun ve ordusu yaklaşıp da aralarında çok az mesafe kaldığı bir
anda, Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a kurtuluş çaresini gösterdi.
"Biz de Musa'ya: 'Asânı denize vur!' diye vahyettik." (Şuarâ: 63)
O da asâsını denize vurdu.
"Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu." (Şuarâ: 63)
Allah-u Teâlâ denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi ve orası
kupkuru oldu.
Diğer Ayet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Denizde onlara kuru bir yol aç, batmaktan ve düşmanların
yetişmesinden korkma, endişe etme!" (Tâhâ: 77)
İsrâiloğulları da hiç endişeye kapılmadan bu yolda yürüyüp gittiler.
"İsrâiloğulları'nı denizden geçirdik." (A'râf: 138 - Yunus: 90)
Firavun ve ordusu, akıllara durgunluk veren bu sahne karşısında
şaşırıp kaldılar. Arkalarından onlar da yürüdüler.
"Arkalarından diğerlerini de oraya yaklaştırdık." (Şuarâ: 64)
İsrâiloğulları karşı sahile çıkıp kurtulduklarında, onlar iki taraflı
suların arasına tamamen girmiş bulunuyorlardı.
İşte o anda:
"Allah da onu dünya ve ahiret azabı ile yakalayıverdi." (Nâziât: 25)
Kızıldeniz yavaş yavaş ikiye katlanarak, korkunç bir şekilde birbirine
kavuştu. İsrâiloğulları'nın gözleri önünde hepsi denizde boğuldular.
Onlardan hiç kimse kurtulamadı.
"Firavun ve askerleri de zulmetmek ve mahvetmek üzere arkalarına
düştü. Nihayet Firavun boğulacağı anda: 'İsrâiloğulları'nın inandığı
Allah'dan başka ilâh olmadığına inandım. Artık ben de
müslümanlardanım!' dedi." (Yunus: 90)
Ona:
"Şimdi mi inandın? Oysa daha önce başkaldırmış, bozgunculuk etmiştin."
denildi. (Yunus: 91)
Allah-u Teâlâ bu ölüm anındaki imanını kabul etmedi.
Ayet-i kerime'lerin devamında şöyle buyuruluyor:
"Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için, bugün senin cesedini
sahilde bir tepeye atacağız. " (Yunus: 92)
Böylece Hakk ve hakikati yalanlayanların ne kadar acıklı bir sonunun
olduğu bilinmiş olacak.
"Doğrusu insanların çoğu âyetlerimizden habersizdirler." (Yunus: 92)
İbret almazlar, sapık yollarından ayrılıp gerçeğe yönelmezler.
Görüldüğü üzere zâlimlerin korktukları eninde sonunda başlarına
gelmiş, yaptıkları zulümlerin cezasını en ağır şekilde ödemişlerdir.
"Muzill" İsm-i şerifi tecellî ederek Allah-u Teâlâ onları zelil ve
İsrâiloğulları hakkında da "Muizz" ism-i şerifinin sırrı zuhur ederek
onları azîz kıldı.
Ayet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi,
hem de ne alış!" (Tâhâ: 78)
Hârikulâde bir mucize gerçekleşti, hiç akıllarına hayâllerine gelmeyen
bir intikamla karşılaştılar.
"Firavun, kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu gösterme-di." (Tâhâ:
79)
Doğru yolu göstermediği gibi, onları sapıklığa düşürdü, sonunda da
hepsinin suda boğulurak helâk olmalarına sebep oldu.
"Biz de bu yüzden onlardan intikam aldık, âyetlerimizi yalanlayıp
umursamadıkları için hepsini denizde boğduk." (A'râf: 136)
Çünkü onlar uyanma kabiliyetlerini tamamen yitirmişler, en acı azaba
müstehak olmuşlardı.
"Böylece Firavun onları o yerden (Mısır'dan) çıkarmak istedi." (İsrâ:
103)
Yetiştiği zaman hepsini öldürmeyi plânlıyordu.
"Biz de onu ve maiyyetindekilerin hepsini suda boğduk." (İsrâ: 103)
Hilesini aleyhine çevirdik, onları denizde boğmakla Mısır'dan onları
biz çıkarttık.
"Firavun o peygambere karşı gelmişti de, onu çok ağır bir yakalayışla
yakalayıp cezalandırmıştık." (Müzzemmil: 16)
Denizin dalgaları arasında kahrolup gittiler.
"Ne zaman ki bizi öfkelendirdiler, onlardan intikam aldık, hepsini
suda boğduk." (Zuhruf: 55)
Hiçbirini bırakmadık.
"Ve onları sonradan gelecek inkârcılara bir ibret kıldık." (Zuhruf:
56)
Kıyamete kadar gelecek olan inkârcılar bu ilâhî intikamdan ders
almalıdırlar.
"Musa'yı ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık." (Şuarâ: 65)
Böylece İsrâiloğulları Firavun'un ve adamlarının zulüm ve esaretinden
kurtulmuş oldular.
"Sonra ötekileri suda boğduk." (Şuarâ: 66)
Onlardan esamesi silinmedik, helâk edilmedik hiç kimse kalmadı. Yola
gelmedikleri için;
"Sonunda onları tam bir helâk ile helâk ettik." (Furkân 36)
Israrlı ve inatçı yalanlamalarının ardından, şaşılacak bir helâk ile
cezalandırdık.
"Böylece onları yalanladılar ve helâk edilenlerden oldular." (Müminûn:
48)
Onlar bu cezaya tam mânâsı ile müstehak olmuşlardı.
"Şüphesiz bunda ders vardır, amma çokları inanmazlar. Muhakkak ki
Rabb'in Azîz'dir, Rahîm'dir." (Şuarâ: 67-68)
Düşmanları kahretmesi "Azîz" oluşunun, dostlarına yardımcı olup zafer
vermesi ise "Rahîm" oluşunun bir tecellîsidir.

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages