YAZIK OLMUŞ YÂRSIZ ÖMRÜ GEÇENE
Ne edileceği, nereye gidileceği kurulmamış bir vaktin bitimine veya zaman bardağında şeker gibi eriyip kaybolan başıboş bir günün akşamına o türküleri getirip sıkıştırmanın ne gereği var?
O alacakaranlıkta ne gide gide firûze şehirlere ulaşabilirsiniz, ne esrik yağmurlarda ıslanmış gönlünüzü kurutabilirsiniz. Belki de Kamber boğan`daki bir `çağlan`ın göbeğine hapsolur, döner durursunuz ümitsizce. Hele hele biraz daha yerli ses değsin kulağıma deyip içine Harput türküleri de katarsanız yandı gülüm keten helva.
Çit Köyü`nden Enver Gökçe`yi işitmişsinizdir. Şairdir işte, ne diyeyim? Üstelik bir de Eğinli Bazen bakışları ürkek üveyikler gibi gider siner kuytulara. Bazen sözleri serinliklere karışan bir dere olur, şırıl şırıl ötüşür:
Bir mısra gülmedim, dosta ağıt dizerim
Ağlarım bu yürek sevdaya uyası değil
Türküm var: Harput, Diyarbakır mayası değil
Garibim. İçimde Eğin`in havası değil.
Eğin türküleri alabildiğine gurbet, alabildiğine hasret ve sevdâ
Geçtiğimiz yüzyılın başlarında ne kadar çok yiğit göndermişiz uzaklara. Gurbetlere, cephelere, ince hastalıklara
Ağın`dan, Arapgir`den, Eğin`den alıp Giresun Limanına kadar kervanlar yetmemiş taşımaya. Ne baldırı sıkı katırlar karlara saplanmış Şebinkarahisar yollarında. O katırların ayaklarında nice umutlar tükenmiş.
Dönememişler, dönmemişler uzun süre. Yol bekletmişler sicim gibi uzanan yolların son kıvrımlarında. Yol gözletmişler garip serçeler misali `süyük`lerin ucunda. Seneler üst üste bindikçe, kıtlıklar yokluklar evlere düştükçe umutlarını yemişler tazecikler. Çocukların sulu gözlerinde asılı kalmış babalarının fotoğrafları. Çağı gelen kızlar evlenirken, pazıları şişen delikanlılar askere alınırken o fotoğrafları bir muska gibi koyunlarında götürmüşler. Nikahlı dullar yorgan gibi sarınmışlar ağıtları, duaları, âhları Körpe sevdalar yüreklerin nemli kilerlerinde çürüyüp kalmış öylece
Hayâ etmişler, edep duymuşlar, susmuşlar. Hicranlarını ürperen bir kızıl yakut gibi içlerine gömmüşler.
İçlerine sığmayanları derin bir sezgi ve maharetle kâğıt kadar incecik halıların desenlerinde saklamışlar.
Krep mendillere sepelenmiş yaralı yürek gibi çırpınan o gül kurusu işlemeler; yazmaların, tülbentlerin kenarlarından gözyaşı olup boncuk boncuk süzülen oyalar, nakışlar; beyaz patiskaların üzerinde bir süt ırmağınca akıp giden kaneviçeler hangi içe sığmamış bir hicranın besteleridir sanki
İstanbul`dan gelen hasa bezlerinin kırkıncı katında düğümleyip kim sevdalı yüreğini yadigâr tutmadı ki çehiz sandıklarında?
Hicranlarını akıtmışlarsa eğer; ya bir serin pınarın taş oluğundan, ya bir türkünün ince nağmelerinden
Ağa birgün,
Gel gidek bağa birgün
Gözlerin bulutlanmış:
Korkarım yağa birgün.
Onların hiç aklından çıkmamış kan çiçeğine dönen sevdaları. Nice nice zemheriler gelip geçmiş üşümemiş düşleri
Bizlerinse, şimdi ancak o türküleri duyduğumuzda aklımıza düşüyor yarısı yırtık hikâyeler. O yüzden Eğin türkülerini dinlemekten yana değilim. Dünya bu kadar boşalmışken, insanlar alıp başlarını öte günlere kaçmışken sırası mı şimdi o türkülerin?
O türkülerle tükenen yorgun gönlümüzü nerede dinlendireceğiz?
O hangi yeni yetme muştusuz kavramın şefkatli kucağına sığınacağız?
Hangi saçağın altına gireceğiz kirli yağmurlardan korunmak, arınmak için?
Hiç düşünmüyorlar, bizi bize bırakmıyorlar bu türküler. Bir turna katarı gibi semamızdan gelip geçmiş ışık huzmelerini yeniden içimize düşürüyorlar.
Dilaver Cebeci, bir türkü dinlemeyi görsün hemence burkulurmuş, altın çağdan kalma bir kopuz teli gibi inlermiş yüreği. Onun şiirlerini okudukça, hıçkırıklarını hangi devirden ödünç alıyor diye hep merak ederim.
Bir bahar rüzgârı değdi saçıma,
Yumuşak ellerin aklıma düştü.
Erguvan arzular doldu içime
Katmerli güllerin aklıma düştü.
Bir çift kumru geldi kondu saçağa
Gönlüm uçup gitti o pembe çağa
Bir âşık sazını çekti kucağa
Sevdâlı dillerin aklıma düştü.
Cebeci şair, belki de o yüzden Bir gün hayırlı bir iş edeceğim, alıp başımı gideceğim demişti. Zaten öyle de yaptı. Ben bu şairlerden korkuyorum.
Sadettin Kaplan da velut bir yazardır. Düşünce ve sanat hayatımıza 100`ün üstünde eser hediye etti.
Dertleşir, halleşiriz işte Bazen öksede tutulmuş bir tek sözle yüreğimiz durulanır.
Temmuzun ilk haftasıydı. İzine ayrılacağım dedim. Harput`u, Ağın`ı, Arapgir`i, Eğin`i gezeceğimi söyledim. Bayrama ulaşmış çocuklar gibi sevindi. Merak ettim:
- Niyesi var mı, diye çıkıştı. Şimdi sen oralardan ya yeni bir hikâye getirirsin, ya yeni bir türkü
Kulağını türkülere yaslamış, bir ince söze ezelinden meftun düşmüş bu şair ağabeyim
O söz deryasının kenarlarına birgün beni de götür diye iç geçiriyor. Biliyorum, benim görmediklerimi, göremediklerimi yakalayıp mısralarına nakşedecek..
Nicedir gülmüyoruz, farkında mısın?
Düşürmüşüz heybemizden o eski türküleri
Nicedir silmiyoruz, farkında mısın?
Bir karış toz dilimizin üstünde
Onun bağır delen başka şiirlerini de buraya iliştiririm ama, korkuyorum yazacaklarımın ekseni değişir, daha sonra toparlanıp geri dönemem.
Geçen yaz, Ağustosun ilk günlerinde, Apçağa`nın zirvesinden Eğin`i (Kemaliye) seyrediyoruz. Yanımda Ağınlı dostlarım var. Az aşağıda, yeşillikleri bir peçe gibi yüzüne çeken Toybeli (Gemürkap) Köyü görünüyor. Ara sıra ince bir yel estikçe onun nefeslendiğini, nazlı nazlı gülümsediğini seçebiliyoruz. Sanki orada bir köy yok da yonca yapraklarının arasına narin bir kelebek konmuş
İçime bir sızı düşüyor. Özlemişim, koşup dolanasım geliyor kelebeğin zarif beline. Hemen orada bir elma ağacı bulup sırtımı yaslasam. Bir sigara içimi kadar vaktim var çünkü. Işıksız kara bir tünelin içinden geçer gibi Karayazı hikâyesinin içinden geçeceğim hızla. Boğulmadan, soluğum tükenmeden
Karayazı hikâyesi Nurettin Topçu`nun. Yine bir gün Eğin`e yolum düşerse size Kevser Hala`nın hikâyesini anlatacağım demiştim ya, işte o hikâye Karayazı.
Nurettin Topçu, anne tarafından Eğinli. Yaz aylarında hep Eğin`e gelirmiş. Akarsuları çok sevdiği için Kadıgölü`nün, Kırkgöz`ün serin sularından çekemezmiş gözlerini. O Eğin`i anlatırken kendinizi bir masal şehrinde hissedersiniz.
İşte o Karayazı hikâyesini Toybeli`de bir elma ağacına yaslanarak yazdı. Ben yanında mıydım? Say ki yanındaydım, diz dize, gönül gönüle
Hz. Mevlânâ; Mesnevi`yi gece gündüz demeden Meram bahçelerinde gezinirken söyler, katibi Hüsamettin Çelebi de kağıda dökermiş cızır cızır
Say ki, Topçu üstatla biz Karayazı`yı böyle birlikte yazdık. Hatta birlikte kurguladık.
O gün onun sırtını dayadığı elma ağacına ben yaslanmamıştım. Hürmeten ayaktaydım. Baktığı yerlere bakıyordum. Gördüklerini ben de seçmeye çalışıyordum. Duyduğu sesleri, kana kana içtiği renkleri algılayabilir miyim diye çırpınıyordum. Elbette onun mistik ürperişlerine, romantizmine yaklaşamıyordum, telim titremiyordu ama her beşere nasip olan tabii hislerle, iç sızılarla eteğine yapışıyordum. Çok kere aç susuz onu dinliyordum.
Suların, cizuların hep birden sustuğu, sanki bütün seslerin Fırat suyunda yavaşça süzülerek kaybolduğu, dar ve karanlık boğazdan sıyrılıp da yok olduğu bu ân, Eğin`in en güzel zamanıdır. Sanki bütün ümitler bir kadehe dolmuş da kokluyorsun, sanki bütün davetler kabul olmuş da bekliyorsun
Sular, bu memleketin dilidir, sevdasıdır diye diye bizi sulara tutkun ediyordu.
Eteğine tutunup Karayazı`yı döktürdüğümüz demlerde;
Eğin, bizim için, antik çağlardan kalma etrafı kayalarla örülmüş şirin bir gelin odasıydı. Kimi zaman, daha çok baharın şen ve mesut günlerinde bu odanın Şırzi`ye bakan pencerelerini aralar Fırat`ın mahzun homurtularını dinlerdik. Güzün bütün ağaçlar inadına renkli elbiselerini alelacele çıkarıp topraklara beleyerek Fırat`a atarlardı. Fırat bundan hoşlanmazdı, yüzünün kirlenmesini istemezdi, küserdi. Angin kayalarında sıçrayan dişi bir geyik gibi ağlaya ağlaya kaçar giderdi.
Kimbilir günün kaç vaktinde bakışlarımız Kırkgöz`e çivilenirdi. Sünger kayasından ağlayan yüzlerce gözüyle Kırkgöz`ü matemli bir gelinin başına bağladığı yazmaya benzetir, içimiz götürmez, bizim de gözlerimiz buğulanırdı.
Kadıgölü, cömert bir anne gibi köpüklü sütünü durmadan yürek tasımıza sağardı. Kendi gözesinde değil de sanki o tasın içinde fizah ede ede kaynardı. Bilirdik, yavrusunu Eğin`in üstüne çömelmiş büyük kayaların altında canavara kaptırmıştı. Gözlerini ne zaman açacak diye yaralı bir ceylanı bekler gibi başucunda uykusuz sabahlardık.
Her akşam ellerimizin gücünü birleştirir, baygın güneşi Hotar Dağı`nın arkasına itelerdik birlikte.
Ergü bahçelerinden uzun kamışlar kesip Geşo Dağı`nın mahmur ve hülyâlı bakışlarını çekerdik içimize
Dereler başlarını yerlere kadar eğmiş ağaç dallarını siper ederek, birbirine yapışık ak taşların üzerinde muzdarip bir ruhun çırpınışı gibi çağıldaşırlardı. İnce rüzgârlara kapılıp ürperen, her daim teni ıslak duran nazlı kavakların yâriydi dereler. Biz akşam sefasına çıkınca derelerin ve kavakların hüznü dağılır neşeli çocuklar gibi masal türküleri mırıldanırlardı kulaklarımıza.
Herkeslerin uykulara, derin sukûtlara hapsolduğu saatlerde biz bahçelere, bahçelerin nemli topraklarına serilirdik.
Taze gençlik duygularını ve emellerini hiç kaybetmeyen ıslak kirazları seyrederek içimizde pır pır uçuşan kuşların sesini dinlerdik.
Kendi başlarını alıp gidecekmiş gibi duran gamsız kayısıların, solgun bakışlı şeftalilerin, iplik iplik şıra döken dutların gölgesinde muradına ermiş iki bahtiyar mıydık? Yoksa, kederli gönüllerini avutmasını bilmeyen ve Eğin`in içine sığmayan iki Karayazı lı mı?
Kurban olam gözlerinin içine
Ayrı düştük o gidiyi gücüme
Elâ gözlerini sevdiğim ağam
Sığmadın mı bir Eğin`in içine
İşte geçen yaz, Ağustosun ilk günlerinde Ağınlı dostlarımla birlikte, bütün vadiyi eteğine toplamış Apçağa tepesinden Fırat`ın koynundaki bu Eğin`i seyrediyorduk. Ama ben ne yana dönersem döneyim Toybeli Köyü yemyeşil ve kıskanç bir ışık şulesi gibi önümü kesiyor, bakışlarımı ondan alamıyordum. Köyün üstünde bir bulut gibi yükselen ve at kişnemesini andıran koyu bir ses kulaklarıma doluyor, gayrı bütün sesleri bastırıyordu.
Yanımdaki dostlarıma belli etmeden bir nefeslik zamanda, Rahmetli Topçu`nun Karayazı hikâyesini kendi dilinden ve yüreğinden alıp bir kez daha bir maşrapa aziz su gibi içime döktüm. İçim yandı. Meğer hafızamda o hikâye ile yol alıp ne kadar çok iz sürmüşüm. O hikâyenin şerbetiyle kendi duygularımı ne kadar çok beslemişim
Şairler, hikâyeciler, gönüllerinin üstüne karartı düşürtmeyen sanatçılar, bazen bütün bir devrin veya uzun yıllar tarihe tanıklık etmiş bir şehrin serancamını bir mısraya, bir hikâyeye sığdırabiliyorlar..
Halkın böyle bir sanatı yok elinde. Onlarsa; derin duyuşları, katmerli görgüleri ve irfanlarıyla yaşadıkları hayat kadar berrak türküler söylemişler.
Kırmızı güllerin olana kadar
Yaprağı dibine dolana kadar
Billahi nazlı Yâr ben senden geçmem
Azrail göksüme konana kadar.
Eğin türküleri gibi içli ve samimi, hasreti ve gurbeti terennüm eden ve buna rağmen insan gönlünü dibi görünen bir dere gibi huzurla sulayan türküler her yerde telimize tutunmaz.
O türküler bizim de türkülerimiz. O hikâyelerin içinde biz de varız. Çünkü biz Ağınlılar biraz da Eğinliyiz. Geçtiğimiz yüzyılda bizim rüzgârlarımız Eğin`in rüzgârlarına katışmış hep.
1926 yılına kadar Ağın, Eğin`in bir nahiyesi olarak haritada yer tutuyor. 1926`da Arapgir`e, 1938`de Keban`a bağlanıyor.
Eğin ise 1846 yılından itibaren Harput Eyaletine bağlıdır. Ondan önce de Diyarbekir ve Maden-i Hümayun (Keban ve Ergani Madenleri) emanetine bağlı kalmıştır.
Yıllar yılı Ağın`ın ve Eğin`in ahalisi Harput yollarında beraber yürümüşler; çaylardan, köprülerden, geçitlerden beraber geçmişlerdir. Eğin; elinden, dilinden ve yüreğinden taşırdıklarını her baharda sökün eden dut kuşları gibi bizim semamızdan geçerek ve bizi de kendine katarak Harput Kalesine dökmüştür. Dönüşü de öyle olmuştur. O yüzden Eğin`i iyi gözlemlerseniz üzerinde mutlaka Harput`tan renk, ses ve koku yakalarsınız.
1892 tarihli Mamuratü`l Aziz salnamesine göre Hörenek, Mınayik, Saraycık, Selamlı, Gemuhu, Şıhlar köylerinden itibaren şu andaki Ağın`ın bütün köyleri Eğin`e bağlıdırlar. Hörenek`ten Dutluca (Aşutka)`ya kadar geniş bir vadiye yayılmış bütün bu köylerin insanı; yaz kış, yağmur çamur, gece gündüz demeden Eğin yollarında ömür tüketmişler. Nüfus, tapu,. Vergi, banka için cılga yollara sıralanıp bugün bile Fırat`a efelenen Dutbeli`nin yokuşlarını aşmışlar. Sulu Han`da at torbalarını başlarına yastık yapıp sabahlamışlar.
Aş ekmek götürüp aş ekmek getirmişler. Yemişler içmişler, yedirip içirmişler. Söz söylemişler söz dinlemişler. Kendi hikâyeleriyle gitmişler yeni hikâyelerle dönmüşler. Birlikte nefes alıp vermişler. Yetmemiş kız alıp vermişler. Düğün dernek kurmuşlar, halaylar çekmişler, türküler çığırmışlar. Gurbet yollarına birlikte düşmüşler ve gurbeti birlikte solumuşlar.
Çocukluğumda ve sonraki yıllarda Bademli, Pul Köylerinin yaşlı insanlarından, Ağınlı Kadıyoran Dayımdan, Kahvecigilin Hüseyin Amcadan, Berber Mehmet Dayıdan ve babamdan dinlediğim Eğin serüvenleri hayatımın her devresinde (hele o gurbetlerde) hep önüme dikilmiş, bilhassa hançereme düşen bir türkünün eşliğinde yüreğimi dut silkeler gibi silkelemiştir.
Düşünüyorum da; eğer gurbet olmasaydı, gurbet ateşinin altında kavrula kavrula hasret ve sevda bu kadar büyümeseydi bizim türkülerimiz, Eğin`in, Harput`un, Arguvan`ın türküleri böylesine yürek sendeletecek güce erişebilir miydi?
Gurban olam yâr yeleğin biçene
Yazık olmuş yârsız ömrü geçene
Vasiyetim budur, kefen biçene
Beni yârin çevresine sarsınlar.
Rahmetli Mustafa Özgül`ün bu Eğin türküsünden bile artık anlıyorum ki insanın yüreğini incelten ve insanı yücelten soylu acılarmış.
Yavuz Bülent Bakiler, Anamın Türküleri adlı şiirinde şöyle seslenir:
Bir kınalı türküdür dilim Türk`ü söyleyen
Bu Sivas türküsü, bu Kars, bu Eğin âğzı
Ölürsem bana bir Yâsin okuyun
Sonra baş ucumda türkü söyleyin
Hayır hayır benim böyle bir vasiyetim yok. Dünyadayken bu türkülerden yeteri kadar çektim zaten. Ben de hayırlı bir söz edeyim mi?
Siz sizi bilin, olur olmaz saatlerde Eğin türküleri dinlemeyin.
Şerif AYDEMİR Kaynak :Sanat Alemi
.