YAŞADIĞIMIZ ZAMANDA DEVRİMCİ OLMAK ve DEVRİMCİ İŞ

18 views
Skip to first unread message

f.u.

unread,
Apr 22, 2012, 5:47:47 PM4/22/12
to FiKRET UZUN YAZILARI

YAŞADIĞIMIZ ZAMANDA DEVRİMCİ OLMAK ve DEVRİMCİ İŞ
Lenin'in ,"...uluslararası işçi devriminin, büyük bir özveri ve
cesaretle, kokuşmuş resmi "sosyalizm"den geriye kalmış olan dürüst
unsurları temsil eden tek tek kişilerin hareketiyle başladığını ve
Liebknecht ve Adler ve de Mclean'in, dünya devriminin öncüsü rolünü
üstlenmiş bu kahramanların en ünlüleri olduğunu" hatırlatmasıyla
başlıyorum.

Çünkü "Devrimci" olgusu ve kavramı üzerinden kayıkçı kavgasına
sürüklendiğimiz ortada ancak bu sürüklenmenin bilinçli bir tertip mi
olduğunu henüz anlamadık ama eninde sonunda anlaşılacaktır. Ki,
kendisine "Herhangi biri" suretinin uygun gören ve bu suretin
arkasından konuşarak konuyu açan kişinin, en baştan söyledikleri ile
devam eden ifadeleri arasında bir bütünlük ve tutarlılık olmadığı da
görülmektedir.

Yukarıdaki hatırlatmamdan anlaşılacağı gibi, "devrimci"yi belirleyen,
örgütü veya örgüt üyesi olması değildir. Kavramlaştırma yaparken
soyutlama yaparak somutlama ilkesine özen gösterilmezse, kavram soyut
kalıyor ve içi ya boş ya da eksik kalıyor. Kaçınılmazdır.

"Devrimci", elbette ki, "devrim" kökünden geliyor. Ancak bu köke bağlı
kalsa da, devrimci, devrimi yapan anlamında değildir. Burada
"devrimci" ile birlikte olan veya bütünleyen "devrimci iş"tir.

Devrimin çıkışı ise, revolüsyondur ve "dönüşüm" demektir. Siyasette
ilk kullanılışında ise, revolüsyon, "restorasyon" olarak kullanılıyor
ki, ilk kullanılışı İngiliz devrimidir. Bundan önce Kopernik var.
Hatırlamak yerindedir, "revolüsyon" sözcüğü ilk kez, astronomide ve
gök cisimlerinin dönüşümünü anlatmak için kullanılıyor. Bilimde büyük
bir devrimin başlatıcısı sayılan Copernicus'un kitabının başlığında
"revolüsyon" yer alıyor. Dünyanın döndüğünü anlatmak için kullanıyor.

Buradan hareketle "dönüşüm"ün, devrim demek olduğunu ama "devrim"
sözcüğünden daha büyük bir anlam taşıdığını söyleyebiliyoruz. Uzun
yıllar astronomide kullanıldıktan sonra, 18.yüzyıla girerken politika
ve tarih alanında da telaffuz edilmeye başlıyor. Böylece anlamını
artırıyor. Ancak çıkışına uygun olarak, bir tek anlamı var; İyilikler
dünyasına ani ve kalıcı dönüşümdür.

Yine buradan hareketle, iyilikler dünyasına ebedi ancak ansızın
denecek denli hızlı bir geçişi düşlemeyene ve bunun için çalışmayana
"devrimci" denmiyor.

Hayal gücünüzü artırmak için vurgulamak istiyorum, şu anda uyuklasa
bile, örgütlü bir yapıdan çok uzak olsa bile, hatta ümmi durumda olsa
bile işçi sınıfının tarihsel olarak devrimci olma özelliğinden bir şey
eksilmiyor.

Burada, Engels'in,"İşçi sınıfının Durumu" adlı çalışmasında,
burjuvazinin çocukluk dönemi öncesinde, insandan daha çok "bitki"
gördüğünü hatırlamak yerindedir. O zamanki insanın bir sürü ölçüsünde
edilgen- bitkisel yaşam içinde olduğunu; insan olmadıklarını; birkaç
aristokratın hizmetinde emekçi makineler olduklarını vurgulaması
öğreticidir. İnsanın yeni zamanlarda ortaya çıktığını anlatmış
olmaktadır.

Peki, bu gün, metropollerde bile kasaba parçalılığında, korkak, ürkek,
edilgen, güvensiz, sevgisiz yaşayanlara "insan" denilebilir mi? Başka
türlü sorarsak, bunlar rekabetçi kapitalizmin insanına mı, yoksa
feodal düzenin insanına mı daha yakındır?

Peki, ya fabrikalarda bir yaşam sürdüren işçi sınıfı! Sınıf olduğunun
bilincine ne kadar yakındır? Gene başka türlü soralım, fabrikalarda
sınıf rengi mi, yoksa ümmi rengi mi dominanttır? Yoksa fabrikalardaki
insanların, Engels'in, resmettiği burjuvazinin çocukluk dönemi öncesi
insanının benzeri mi olmuştur? Ve eğer öyle ise, bu çerçevede, son
tahlilde insanların içinden çıkacak olan "devrimci" yi şekillendiren
ve belirleyen ne olacaktır?

Bunlar sorudur ve imkân ölçüsünde, bu soruların cevaplarını da ortaya
koyacak çözümlemeler denemeye çalışmak gerekiyor.

Demek ki, "devrimci" çözümlemeleri ciddi bir iştir. O nedenle
kavramlaştırırken, işkembe-i kübradan konuşmamak gerekiyor. Burada
yukarda hatırlattığım Engels'in sözlerinden, onu insan sevgisi
taşımayan biri olarak görmemek gerektiğini vurgulamak isterim. Buradan
hareketle her devrimcinin yüreğinde mutlaka insan sevgisi vardır.
Ancak bu, insanı tarih öncesine dönmüş bir toplumda, insana vurgu ile
çözüm önermeyi gerekli ve haklı kılmıyor.

İnsanı sevmek görevdir, bu haliyle de sevebiliriz, keza seviyoruz da,
ama sevmek başkadır ama ondan, ona öncelik tanıyarak, görev
bekleyemeyiz. Onun insana dönüşmesini bekleyerek, görevleri
erteleyemeyiz de.

Buradan tarihsel olarak işçi sınıfının devrimci rolüne geçebiliriz.
Her ne kadar fabrikalardan sınıf bilinci kovulmuş ve yerine ümmi
bilinci konulmuşsa da, yani işçiler, emekçiler edilgenleştirilmiş ve
tarih öncesi insanına yakınlaştırılmışsa da, işçi sınıfının tarihsel
olarak devrimci rolünü yadsımamız gerekmez. Sınıf bilincinin kovulması
demek, sınıf mücadelesini sonlandırmak demek değildir. Sınıf
mücadelesi var oldukça ki, iki karşıt sınıf oldukça mutlaka olacaktır,
işçi sınıfının devrimci rolü eninde sonunda öne çıkacaktır ve tarih
sahnesine damgasını vuracaktır. Marxist teori ve işçi sınıfının düzeni
olduğunu göstererek Marxist teoriyi haklı çıkaran, pratikte bu teoriyi
doğrulayan yaşanmış, reel diyoruz, sosyalizm bu konuda kuşku
duymamamız gerektiğini de ortaya koymaya devam ediyor.

Demek ki, "devrimci" ve "devrimci iş" söz konusu ise, vurgu insana
değil, işçi sınıfına olmak durumundadır. İşçi sınıfı hâlâ en devrimci
ve öncü sınıf olmaya devam ediyor. Çünkü harcında, ne kadar
edilgenleştirilirse edilsin, sınıf kini var. Kin hem akıllı işler
yaptırıyor ve hem de, insanlaşmaya yönelik sürükleyici bir güç oluyor.
İnsanlıktan uzaklaştırılamaya karşı isyanın ifadesidir.

"Devrimci"ye dönersek, öncelikle her devrimci iyimser olmak zorunda
olduğunu belirtmeliyim. Kıyamete açılan kapıdan, cennetin doğacağını
görebilen olmalıdır. Bu anlamda hiçbir güçlük karşısında moralini
bozmayan olmak durumundadır. Bu da yürek istiyor ve ancak yürekli
olanların kıyametin içinden yeni bir düzeni çıkarmayı
düşleyebileceklerini gösteriyor. Yürekli olanlar kıyametin ortasında
iyimser olanlardır, dolayısıyla güçlü oluyorlar. Demek ki, yürekli
olanlar, güçlüdür ve güçlü olanlar iyimserdir.

Devrimciler, hem iyimser, hem yürekli ve hem de güçlüdür.

Burada, Marx'ın düşüncesinin devrimci ve güçlü olduğunu, kıyametin
ortasında yeni düzene açılan bir kapı olduğunu vurgulayarak,
Devrimcilerin bu kapıdan girmek ve devrimi gerçekleştirmek
yürekliliğini taşımaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Bunu
taşımayanlar, kıyamete teslim olmaktadırlar ve dolayısıyla devrim
kapısını hayal bile edemezler, etseler bile, kıyameti görüp, devrim
kapısından ricat edeceklerdir. Geçmişte "Azap zebanileri" diyordum,
devrim kapısından kaçarken, geri ricat ederken, dava arkadaşlarını
kılıçtan geçirenleri resmediyordum. En renkli örneği, TKP nin son
genel sekreteri, çift inançlı, likidatörlük yapmaya memur edilmiş
sahte sol gömlekli Nabi Yağcıdır.

Bu azap zebanilerinin, devrim kaçkınlarının demek istiyorum, buna
buldukları kılıf ise, "tek değişmeyen değişimdir" lafzı oluyor. Bu
lafzın kucağında sürüklendikleri nokta ise, Ertuğrul Özkök'lerin, "bir
döndüm ki, döndüğüm yerde değilim" diyerek resmettiği noktadır.

Kavramı netleştirmeye devam ediyoruz ve devrimcinin, her gelişme ve
olanağı, yalnızca kendi devriminin gerekleri açısından ele almak
zorunda olduğunu ekleyelim ki, burada asıl öne çıkan "devrimci",
sosyalist devrimcidir. İhtiyacımız olan budur ve sosyalist
devrimcinin, devrimciliğinde iktidar hırsı, sine qua non, olmazsa
olmaz renktir. İktidar perspektifi taşımayan devrimci, eninde sonunda
devrim kapısından ricat edecektir ve ettiğini biliyoruz.

Devrimci olgusunu ve kavramını netleştirmeye devam ederken, küçük bir
parantez açarak, devrimci sıfatının, "demokrat" ön ek ile
anılmasından "en gerçek" devrimciye ulaşılacağı biçimindeki
yaklaşımların yarattığı bulanıklığa dikkat çekmek istiyorum. Bu
bulanıklık sürdürülürken, "devrimci" olgusu ve kavramı üzerinde
tartışma yürütmenin yine de netlik açısından sevindirici olduğunu
belirtmek istiyorum.

Daha düne kadar "en iyi" devrimci, "en gerçek" devrimci, hatta "en
gerçek" komünist "demokrat" olandır yollu tartışmaların öne
çıkartıldığını biliyoruz ve hâlâ sürmektedir. Öyleyse açıklamaya
ihtiyaç var.

Örnek olsun, Jön-Türkler de "devrimci"dir ve Sultan'ı anayasa yapmaya
zorlamak için dağa çıkarak başlıyorlar. Ancak eylemde son derece
şiddetli, felsefede ise büyük bir sığlığı temsil ediyorlar. Jön-Türk
çizgisi demokrattır ve yakın tarihimizde THKP ni de aynı çizgide
gördüğümüzü söyleyebiliyoruz ve şiddeti devrim yolunda kullanmakla
birlikte, yerleşmiş olan teoriden, yani toplumun Kemalist anlayışından
kopamamış oldukları artık tartışmaya gerek duyulmadan kabul
görmektedir. Bu gün hâlâ aynı programı ısıtmaya çalışarak mirasını
devralma kavgası yapanların sözünü ettiği Mustafa Suphi'nin TKP sinin
de aynı yerde olduğunu vurgulamama gerek olduğunu sanmıyorum ama gene
de hatırlatıyorum.

Demek ki, altmışların kuşağı, şiddetli ve inatçı devrimciler olmuşlar
ama büyük ölçüde Kemalist ve demokrat kalmışlardır. Dün "devrimci" ile
aynı yerde kan uyuşmazlığı taşımadan bulunabilen "demokrat" markası,
artık ve belki Demokrat Partiden itibaren Türkiye'de ve altmışlara
gelirken belki de altmışlardan itibaren, dünyanın her yanında,
sömürücülerin ve zalimlerin markası olmuştur. Örnek olsun, Barzani'nin
partisi de, "Demokrat"tır. Bulanıklık yaratanların iddialarının
aksine, gerçek devrimci hareketler ise, "demokrat" ön ekine tenezzül
etmemiştir. Etmediğini biliyoruz, görüyoruz. Söz gelimi, bir başka
Kürt partisi "işçi" partisi adını, bir diğeri ise "halkın emek"
partisi adını, devrimci rengini yansıtmak için uygun görmüştür.

Demek ki, hiçbir demokrat, devrimci değildir.

O nedenle "demokrat" ön eksiz devrimciyi devrimci, sosyalisti
sosyalist saymayanların, bir taraftan Kemalizm'e ve Jön-Türk
hareketine ve aynı anlama gelmek üzere İttihat ve terakki hareketine
vururlarken, diğer taraftan her yere "demokrat" sıvamalarının yaman
bir çelişki olduğunu vurgulamış olduğumu bir kez daha hatırlatmak
istiyorum. Elbette üzerine alan olmamıştı. Şimdi olur mu bilmiyorum.
Ancak bu yaman çelişkinin farkına varmak da devrimci işlerden biridir,
hatırlatıyorum.
Diğer yandan bir hatırlatma daha yapmalıyım ki, Paris Komünü yenilgisi
ile "komünist" adı itibarını yitirince, şimdi olan da budur, "sosyal-
demokrat" sıfatı bulunmuş ve bunun etkisiyle, sosyalist olmayan
devrimciler için "devrimci-demokrat" adı uygun görülmüştü. Sonra ve
henüz Ekim devrimi gerçekleşmeden, Ünlü Nisan Tezleri ve Lenin'in
anlatımı ile sosyal-demokrasinin yanlış olduğunun bilimsel açıklaması
yapılmış ve "komünist" sıfatının en uygun olanı olduğu vurgulanmıştır.
Gerçi son tahlilde, sosyal-demokrasi sıfatını taşıyan partide,
Menşevik ve Bolşevik amalgamının varlığını düşünürsek ve belirleyici
olanın Bolşevik kanat olduğunu hatırlarsak, yani Ekim devriminin
Bolşevikler adına yazıldığını hatırlarsak, bu sıfatın pek de uygunsuz
olmadığını kabul etmek gerekebilir.

Şimdi "devrimci" konuşmamızın her şeye rağmen neden sevindirici
olduğunu anlatabildiğime inanarak devam etmek istiyorum.

Ancak bu ifade ettiklerimin ağırlığının, ancak bir; devletin ne
olduğu, iki; demokrasinin ne olduğu, üç; ikisi arasındaki ilişkinin ne
olduğu konusunda net ve derinlemesine bilgi sahibi olmakla
tartılabilir olduğunu da eklemek istiyorum.

Buradan hareketle, bu bilginin,"devlet"in bir zor durumu olduğunun ve
"demokrasi"nin bir devlet hali olduğunun kodlarını taşıdığı haberinin,
çok önceden verildiğini yani demokrasi varsa öyle ya da böyle olması
fark etmez, devletin de var olacağını hatırlatmak istiyorum. Demek ki
diktatörlük ile demokrasi aynı kategori içinde olduğunu da hatırlatmış
oluyorum. Bu da bir sosyalistin demokratlığı kabul etmesi
inançlarından dönmesi demektir, bunu da hatırlatma fırsatı bulduğum
için seviniyorum. Ancak reel sosyalizmin demokratizasyon programına
saplanmasını hatta bunu, demokratizmi, toplumsal mücadelenin,
birbirini izleyen aşamalarından birisi olarak kabul etmiş olmasını ve
sonuçta sosyalizm programı olarak uygulamasını üzülerek
hatırlatıyorum. Devlet ve demokrasi söz konusu olunca dolayısıyla
demokratlığın hâlâ devrimciliğin, sine qua non ön eki olduğu yönlü
bulanıklıklar yaşanmaya devam ediliyorsa, hatırlatmaya doymak mümkün
olmuyor.

Öyleyse bir parantez açıp biraz daha detaylı hatırlayalım;

Yargı, basın, yasama, yürütme, maliye, jandarma, polis, hepsi
halkımıza yönelik olan "zor"un ifadesidir ve devleti anlatıyor.
Köylünün, aynı anlama gelmek üzere Kürt coğrafyasındaki Kürt halkının,
devlet denilince, vergi tahsildarlarını ve jandarmayı anlaması
bundandır.

Zorun ifadesi olan ve devletin varlığının ifadesi olan bu ayrı ayrı
güçler, bir toplam olarak ve birbirini çelmeden, devleti yürüten
organın yanında ve düz bir hatta ve de emekçi halklara karşı
kalınlaşmış bir "zor" olarak dizilmiş ise, bu, devletin diktatörlük
halidir ve emekçi halkların canını fena halde yakar, hatta kan bile
çıkar. Burada devlet "zor" unun uygulanmasında, doğrudan ve hızlı
hareket edilmesi esastır. Yok, eğer, bu güçler, bir yelpaze biçiminde
dizilirse, bir birini çelerse, emekçi halkların canını gene yakarlar,
yaralarlar ama bağırsaklarını dışarı çıkartacak denli zarar
veremezler. İşte bu, devletin demokrasi halidir. Ki burada ise,
devletin "zor"unun uygulanmasında yavaşlık hali esastır. Dolayısıyla
devletin halka karşı her zaman bir "zor" durumu olduğunu
söyleyebiliyoruz. Demokrasinin de bu "zor" durumunun içinde olduğu
açıktır.

Demek ki, devrimcinin görevi de ortaya çıkmaktadır, ister aynı hatta
dizilmiş halde olsun, ister bir yelpaze misli birbirini çeler halde
olsun, bu güçleri tutan elleri kırmak ve bu güçlerin oluşturduğu "zor"
durumunu insanlık tarihinden silmek devrimcinin görevidir.

Başka bir ifadeyle aktarmak gerekirse, bu gerçekliği bilmeden, bilince
çıkarmadan, neyin devrileceği ve bunun için hangi devrimci işlerin öne
konulacağı bilinemez. Dolayısıyla devrimcilik eksikli kalmaya
mahkûmdur. Eksikli devrimcilik ise devrim kapısına gidemeden ricat
etmeye mahkûmdur.

Parantezi kapatmadan, biraz da Türkiye'de bu dizilişin nasıl olduğuna
bir bakalım; Şimdilerde yıkılmış olsa da, isim ve tarif gereği, TC
diyoruz ve TC nin, bir tekeller düzeni olduğunu hatırlatıyoruz.
Bununla birlikte, yukarıda sözünü ettiğimiz bütün güçlerin tek hat
üzerinde ve emekçi halklara karşı, bağırsaklarını dışarı çıkaracak
denli konuşlanmış olduğunun da bir gerçeklik olduğunu hatırlatmayı
borç biliyoruz.

Demek ki, bu gün 12 Eylül rejiminde devlet durumunun temel rengi
diktatörlük tür. Diktatörlük defacto işliyor. Ancak, üstünlüğünü ve
halini ilan etmekte zorlanır bir durum sergilemektedir. İç savaş
renklerini taşıdığını ve rengini koyulaştırmaya çalıştığını da
görebiliyoruz. İç savaşların kahramanları ve hainleri olduğunu ve
savaş halinde olduklarını ve ismi olan kahramanların ya zindanda, ya
hariciyede, ya da dağda olduklarını, isimsiz olanların ise kahramanlık
havasında olmadıklarını, görebiliyoruz. İsmi olan kahramanların alanda
kalanlarının ise, çok çok insanlığını koruduklarını bilmek
durumundayız. Hainlerin ise isimleri hep öndedir ve hep alandadırlar
ki, her türlü içi boş, mücadele yerine kariyerizmi ve oportünizmi
seçen, kof kahramanlık peşinde koşan kişi, kurum ve mekanizmaları
ifade ettiğini ancak hepsini, hapistekilerin, dışarıdakilerin ve
dağdakilerin silip süpüreceğini de, geçmiş deneyimlerle sabit
olduğundan hareketle hatırlatıyoruz.

Diğer renkleri, ilerde devam etmeyi umarak, şimdilik geçiyorum.

Ancak bu noktada devrimci işin, bu gerçeklik ışığında, devletin bu
hallerine göre, güç biriktirmek ve güçleri aynı hat üzerine dizmek
olduğunu eklemek istiyorum.

Demek ki, iç savaş hallerinde, devrimci olmak, hain olmamak demektir
ki, devrimci, hain olmamak ve yok olmamak için, büyük bir yüreklilik,
ülke ve halk sevgisi ve üstün bir mücadele ahlakı yanında, teorik,
politik hüner taşımak ve geliştirmek zorundadır.

Öyleyse, devrimci, kendisiyle düşman merkezler arasında eylemli bilgi
oyunları kuran, oynayan ve düşmanın oyunlarını bozandır diyebiliyoruz.

Bu iki merkez arasındaki oyun kurma ve oyun bozma eylemliğinin tam
ortasında, eski sol kimlikli ama daha çok sahte renk taşıyan aktörler
vardır ki, isim taşıyan ve isimsiz kahramanların mücadelesinin
renginin üzerini örtmek üzere, eskiden kalan isimlerini öne çıkartarak
alanlara çıkıp, kahraman gömleği giymek isteyen kariyerist, oportünist
hainler bunlardır. Hünerleri, tarihte olduğu gibi, yönetici sınıflarla
uzlaşma imkânını en üst seviyede kullanma becerisidir. Misyonları,
isimli isimsiz kahramanların aklını bozmak, bozamadıklarının telef
olmasını bir devrimci iş olarak göstermektir. Devrimci bir renk
göremiyoruz. Devrimciye ve devrimci işlere son derece kin güttüklerini
biliyoruz. Bu gün sosyalizm alanlarının bozuk olmasının sebebi belki
de yalnızca budur.

Demek ki, devrimci işlerden bir tanesi de, sosyalizm alanlarından bu
sahtekâr, kariyerist, çift inançlı, oportünist aktörleri defetmektir,
bu alanlara yepyeni ve bozulmamış sosyalizm alanları olarak yeniden
inşa etmektir. Bu ise, bu sahtekârların sosyalizm alanlarından
kesinkes kovmadan mümkün değildir. Öyleyse, günümüzün rengini tahlil
edemeden de, devrim yapmak ve bunun için gerekli devrimci işleri öne
koymak mümkün olmuyor.

Bu noktada,"devrimci" sıfatı üzerine en güzel ve sevdiğim tanımın,
Devrimciyi, "dağlar kadar büyük kayalar üzerindeki kılcal damarlar
misli ince yarıklarda açan narin bir dağ çiçeğinin, yaşam ile ölüm
arasındaki mikroskobik titreyişlerinden büyük mesajlar alabilen, bu
mesajları, güce yüklemede ve güç biriktirmede, biriktirdiği güçleri
aynı hat üzerine dizmede kullanabilen " olarak resmeden tanım olduğunu
belirtmek istiyorum.

Buradan hareketle devrimcinin, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin
ittifakını önlemek ve Türk devrimciliği ile Kürt ilericiliğinin
ittifakını kurmak için hüner gösterebilen olduğunu söyleyebiliyorum.

Ve bunun arkasından, devrimci iş nedir diye sormak gerektiğini
düşünüyorum. Nedir? Diyorum ve tek başına silahlı mücadele olmadığını
söyleyebiliyorum. Teorik ve pratik mücadele ve açılımlarla birlikte
olmadıkça, silahlı mücadeledeki başarının, ne kadar büyük olursa
olsun, geçici olmaya mahkûm olduğunu da söyleyebiliyorum.

Devrimci işin, yalnızca Marxist-Leninist klasikleri okuyup, yutmak
olmadığını da söyleyebilirim. Geliştirilmedikçe, Marxist klasiklere
bağlılığın, ilk savrulmada, bir tekke çöküntüsüne yol açacağı da
geçmiş deneyimlerle sabittir.

Öyleyse, devrimci işin, yukardan itibaren hatırlattıklarım ve
vurguladıklarımla birlikte, tekellerin ideolojik, politik
hegemonyasında, her cephede ve hegemonyanın en çok bastırdığı
yerlerde, en bilimsel ve en tarihsel büyük bir şiddetle, yani barışçıl
silahların en şiddetlisi ile hücum etmek, gelecek ortakçı düzene umudu
ve insanın insan olarak kalması diriliğini saklı tutmaktır
diyebiliyoruz. Bir anlamda, insan olarak kalmayı en yüksek seviyede
tutmak da bir devrimci iş olmaktadır. Burada tekellerin ideolojik ve
politik hegemonyasına içerilen şiddet, ideolojik saldırı ise, bunun
karşısına devrimci iş olarak, entelektüel şiddeti koymak da
yerindedir.

Ve Lenin'in, Stolipin gericiliği döneminde, teoriye başat önem
vermesinin ders mahiyetinde olduğunun hatırlanması pek uygundur.
Entelektüel şiddetin, ateşli silahlardan daha çok şiddetli bir ateşsiz
silah olduğunu kabul etme eğiliminde olduğumu belirtmeliyim.

Demek ki, devrimci işi tarif ederken, tekellerin hegemonyasını, her
cephede, en büyük şiddetle bertaraf etme eylemini anlatmış oluyoruz.
Ancak biraz daha netleştirmek gerekiyor; Tekeller, tekelci medya ve
tekellerin ideolojik silahları, en çok insanlarımızın aklını bozmak,
belleklerini silmek için çalışıyor. Tarihi, devrimci tarihi ve
kahramanları unutturmak istiyor. Hegemonyasını bunun üzerine kuruyor.
İsimli veya isimsiz fark etmez, devrimci hareket kahramansız olmaz.
Kahramanları ise, ateşli ya da ateşsiz, bütün mermileri ile birlikte,
davası için kendisini ortaya koymayı ve saat saat ölüme doğru
yolculuğa çıkmasına ve her an ölümün yaklaştığını duymasına karşın, bu
inatçı yolculuktan dönmemeyi düstur edinenlerdir.

Bugün tekellerin hegemonyasını yıkmak için teorik ve politik hüner
gösterebilen devrimciler en büyük kahramandır.

Tekellerin hegemonyasını ve bu hegemonyayı yıkacak devrimci işi açmak
gerekiyor.

Tekellerin hegemonyasının, toplumun aklını bozmak, belleğini
geriletmek üzerine kurulduğu ve bunun toplumu bir edilgenlik yanında,
illüzyona hapsolma dinamiği içine soktuğu gerçekliğinden hareketle,
devrimci olmak, topluma müdahale etmek, tarihin ilerleme çizgisine
ters gidişe müdahale etmek ise, devrimci olmanın, edilgenliğe karşı
mücadele etmek olduğunu da kabul etmek gerekmektedir.

Öyleyse ilerletiyorum ve tekellerin bu hegemonyasının yönünün, toplumu
ortaçağa, tarihin gerisine götürmeyi içerdiğini, edilgen insanın,
ortaçağın insanı olduğunu ve başkaldıran insanın ortaçağa
yakışmadığını hatırlamanın ilerlemeyi kolaylaştıracağına işaret etmek
istiyorum. Bunun merkezinde ise, dine dönme olduğunu, ümmileştirmenin
egemen kılınmaya çalışıldığını, dolayısıyla sınıf bilincinin kovulmaya
çalışıldığını, hatta sınıfların yok sayıldığını ve mümkünse, işçi
sınıfının yok sayıldığını, teknolojiye içerilmiş sermayenin ise, bütün
devrimci ve insana dair görevlerin yüklenicisi olduğunu kabul ettirmek
olduğunu görmek zor değildir. Buna ek olarak, bilimin kovulması ve
yerine hurafelerin konulması, sine qua nondur. Tarihin ilerleme
çizgisinden geriye dönüşte, bunlar en gerekli şartlardandır.

Öyleyse bilim alanının genişletilmesi, aydın kıtlığının giderilmesi,
yenilerinin çıkartılması, çıkanların devrimci zeminde kalması bu
gidişe karşı panzehir olmakta ve devrimci işi bu noktaya oturtmak
gerekmektedir.

Ancak, çıkarttığımız aydınlarımızın tutarlı olmaya özen göstermesi
gerekmektedir. Burada, hiçbir Marxist-Leninist aydının Yunus Emreci
olamayacağını şiddetle vurgulamak istiyorum ki, tekellerin
hegemonyasının merkezinde Yunus Emreciliğin önemli bir işlevi olduğunu
ve başkaldıran insan yerine, edilgen insana kapı açtığını hatırlamak
yerindedir. Mevlanacılık ikinci sıradadır ve Yunus Emre'den daha
aydındır ancak, ikisi de idealisttir, ikisi de İslamcıdır ve
başkaldıran insanı reddederler.

Demek ki, devrimci iş, tutarlı aydın olmayı ve aydınlanmanın, ortaçağ
karanlığına hücumun adı olduğunu hatırlamayı gerektirmektedir.

Bu hatırlatmayı genişletebiliriz ve gerekiyor. Türkiye'nin, aynı
coğrafyadaki ve hemen hemen aynı kaderi bekleyen diğer ülkelerle
birlikte, ABD-AB emperyalizminin Yenidünya Düzeni gereği
projelendirilen BOP-BİP yönünde yeniden biçimlendirilmesinin, bu
bütünsel coğrafyadaki halkların ortaçağa sürüklenmesinin, ABD-AB
emperyalizminin mecbur olduğu bir çare olduğu, hatta belki de tek
çaresi olduğu, uzun zamandır ve belki de Hobson'un emperyalizm
anlatımı ile birlikte dillendirilmekte olan bir gerçekliktir. Ve artık
bu, son derece geniş tabanlı bir ön kabulle tartışılmaktadır ki,
düşünce sistematiğimin aynı yönde çalıştığını, ortaçağ vurgusunu
epeydir yaparak göstermiş olduğumu da hatırlatmak istiyorum.

Öyleyse ortaçağı hatırlarken, ortaçağdan çıkışta, aklımıza ilk
gelenin,"ifade özgürlüğü" kavramı olması tesadüf sayılmamalıdır ki,
ortaçağ olgusu ve kavramı üzerindeki tartışmalar, bu kavramın da
tartışılması demektir. Öyleyse "ifade özgürlüğü" kavramı üzerinde
biraz durmak gerekiyor.

Bu kavramın, 18inci yüzyılın ortalarında Avrupa'da gelişen felsefi
düşünce akımına verilen ad olan aydınlanma çağından miras kaldığı
konusunda fikir birliği olduğunu biliyoruz. Bu düşünce, temel olarak,
bilimsel gözleme, yaşamın her aşamasında aklı kullanmaya dayanıyordu.
Voltaire, Jan Jak Rousseau ve Diderot başta gelen düşünürleridir. Bu
çağı, irdelerken, önceleyen iki çağı hatırlamadan olmaz, daha doğrusu,
aydınlanma çağının önce gelen Rönesans ve reformasyon çağı üzerinden
yükseldiğini hatırlamadan olmaz. İlki 1450-1550 tarih diliminde,
ikincisi,1550-1650 tarih diliminde yükselmiş ve arkasından aydınlanma
çağı gelmiştir. Eric Hosbawm'ın ifadesiyle aydınlanma çağı ile
başlayan ve devamı olan dönem "devrim çağıdır". Öyleyse, bir parantez
açarak, bu hatırlatmanın, aydınlanma çağının, önceleyenlerinin
olduğunu ve bir dizi önemli gelişme tarafından izlendiğini ve
önceleyenleri ve izleyenleri ile birlikte akıl çağının tarihsel olarak
ortaçağdan kopmak olduğunu ve bütün kalıntılarını yok etmek için,
insanlığın gelişiminin vazgeçilmez bir halkası olduğunu belirtmek için
yapıldığını ifade etmek istiyorum.

İfade özgürlüğüne yapılan vurgu ve hatırlatma bu temeldedir. Ve bu gün
ifade özgürlüğü var mıdır sorusuna çok şıklı cevaplar verebiliyoruz.
Yoktur diyoruz ama varsa da, diye ekleyerek, bu özgürlüğü kullanabilme
yetisinin olmadığı bir zamanda bir kıymeti harbiyesi olmadığının
altını çiziyoruz. Ek olarak, en yüksek seviyede ifade özgürlüğüne
sahip olunsa bile, temel renk, doğruların üzerinin örtülmesi ve
doğruların üzerindeki örtüleri kaldıran ifadelerin yok sayılması iken,
bu özgürlük kullanılmış sayılmaz. Bu bir malı satma özgürlüğüne sahip
olmanın, bu mal alıcısı olmayan bir mal ise, hiçbir değer ve anlam
ifade etmemesi mislidir. İfade özgürlüğü, gerçeklerin üzerinin örtülü
kalmasında çıkarı olan egemen sınıfların, kısıtladığı veya yasakladığı
bir özgürlüktür. Dolayısıyla, bu ifade özgürlüğüne sahip olunan bir
zamanda, bu özgürlük içersinde, ifade edilen gerçeklere alıcı bulmakta
zorluk çekiliyorsa, gerçeklere sahip çıkmayan bir dinamik mevcut ise,
bu, son tahlilde ifade özgürlüğünün olmaması demektir.

Öyleyse, devrimci işlerden biri de, yani devrimcinin önüne koyması
gereken görevlerden biri de, bu duruma son verecek hüneri geliştirmek
olmalıdır.

Buradan hareketle şimdi herkes şu soruyu sorup, doğru ve gerçeklikle
yüklü bir fotoğrafa ulaşmak üzere, hayal gücünü zorlayarak somut bir
cevaba ulaşmayı denemelidir; soruyu şöyle formüle etmek istiyorum ki,
daha önce de sorulduğu muhakkaktır; bu günün verili şartları, hangi
zamanın rengini vermektedir, başka ifadeyle içinde yaşadığımız an neye
benzemektedir?

Elbette bu formüle edilen soru, ilk bakışta saçma ve şaşırtıcı
gelebilir. Çünkü Marxist olalım veya olmayalım, büyük çoğunluğumuz,
tarihin ilerleme çizgisinde, geri dönüşü olmayan aşamaların olduğu
yönündeki materyalist şemaya fikir birliği içersinde bağlı idik.
Feodaliteden kapitalizme dönüşen, kapitalizmden sosyalizme ve oradan
da komünizme geçilen, bu birbirini izleyen tarihsel evreler şeması,
modern insanın düşüncesinin bir parçasını oluşturuyordu. Ancak bu
düşünce, sosyalist devletlerin hemen hemen hepsinin kapitalizme geri
dönmesi, hatta bazı göstergeler düşünüldüğünde daha da geriye gitmesi
ile birlikte, bu düşünce şeması etrafındaki fikir birliğinde çökme
yaşanmaya başladı. Bu durum, bütün düşünsel dinamikleri olmasa da,
önemli kısmını, yeniden ve daha dikkatli düşünmeye yöneltti.

İşte ortaçağa mı dönüyoruz düşüncesi, bu çerçevede yükselmeye başladı.
Şimdi ve genişlemiş olarak, bu noktada olduğumuzu netlikle
söyleyebiliyorum. Elbette, telaffuz edilen "ortaçağ", yeni bir
ortaçağdır ve eskisi ile birebir aynı göstergeler taşımamakla beraber,
birebir aynı ilkellikte de olmayabilir. Ancak ikisi arasında bazı
önemli ve belirleyici paralellikler kurmak mümkündür ve bu
paralellikler, formüle ettiğimiz sorunun cevabına ulaşmak açısından
hayal gücümüze önemli katkı sağlayacaktır.

İlk olarak, tarihte kalmış ortaçağın büyücülerin ve falcıların en iyi
dönemi olduğunu hatırlatmakla, bu gün hangi zamanda yaşadığımızın
fotoğrafını verebileceğime inanıyorum. Yani ilk paralellik, bu
yöndedir demek istiyorum. Ki, fotoğraftaki bu rengin yeni olmadığını,
daha da koyulaşarak bu gün yaşadığımız ana damgasını vurduğunu da
eklemek istiyorum. Yani bu rengin, bundan 15 -20 yıl önce bile,
dünyanın en gelişmiş, bilimsel olarak en ileri sayılan ülkesinde, ABD
den söz ediyorum, bir falcının en zengin sıralamasında 5. sıraya
yerleşmiş olmasının üzücü ama bir o kadar da öğretici olduğunu
belirtmek istiyorum.

Bu gün ise, bu renk, fotoğrafın tamamını ve en koyu biçimde kaplamakta
ve ortaya, 21.Yüzyılın aklı bozulmamış insanının aklının kabul
etmediği ve alay konusu yaptığı tabloların çıktığını görebiliyoruz. O
kadar öyle ki, evrim teorisine karşı, yaradılış düşüncesinin cepheden
saldırısı ve kimi fizik profesörlerinin, bilim adamlarının, yaradılış
düşüncesini delillendirmek için kuantum fiziğini öne sürmesi ve hatta
ülkemizdeki bir fizik profesörünün daha ileriye giderek, " Ol Dedi
Oldu" sloganı altında, evrim teorisini çürütmek için kitap yazması,
medyada çene çalması bir yana, CIA, MOSSAD gibi önemli istihbarat
birimlerinin, bu faaliyetleri çerçevesinde "cin" kullanmasından söz
edilmesi, çok daha fazla öğretici olmalıdır.

Ancak, dediğim gibi birebir aynı özelliklerin olmadığı görülüyor.
Dünkü ortaçağda, büyücüler, falcılar, cadılar yakılarak öldürülürken,
şimdi hepsinin zenginliklere gömülmesi mi, daha moderndir, yoksa
önceki mi daha moderndir düşünmek gerekiyor. Ama bu gün yaşadığımız
ana ortaçağ rengini verdiği gerçeği değişmiyor.

İkinci paralellik ise, ilkinde olduğu gibi, yaşadığımız zamanda da,
yani yeni ortaçağda da, tarikatların ve tarikatçıların üstelik de
resmileştirilerek öne çıkmış olmasıdır. Dolayısıyla ilk ortaçağda son
derece acımasız din savaşlarının sahne aldığını görürken, aynı
sahnenin bu gün de kurulmuş olduğunu görmek şaşırtıcı olduğu kadar
yine öğretici olmaktadır ki, bu üçüncü paralelliktir.

Dördüncüsü de var, ilk ortaçağdaki insan, her türlü korkunun altında
eziliyordu, insanlık korkuyla şekillenmişti. Bu gün ve öteden beri,
ortaçağa dönüşün, emperyalizmin çıkışıyla birlikte başladığı
dillendirildiğinden beri, ilk ortaçağdaki ile birebir aynı olmasa da,
insanlığın hep bir korku içinde şekillenmiş olduğunu biliyoruz. Ancak
günümüzdeki insanlığın, ilk ortaçağın korkularına geri döndürülmeye
çalışıldığını da görmekteyiz. Yeni ortaçağa sürüklenen insanlığın
bütün korkularında öznel bir çabanın izleri olduğunu, insanlığı bu
yönde dönüştürmek için uygulanan ideolojik hegemonyaların etkisi
olduğunu göz ardı etmemek gerektiğini de biliyoruz.

Emperyalizmin çıkışı ile birlikte korku içinde şekillenmiş İnsanlık,
sosyalizmle yüz yüze geldiği andan itibaren, bu kez, Bolşevizm de,
Stalinizm de, ateş püskürten ve insan yiyen ejderhalar olarak
gösterildi ki, işsizlik "canavarı" nı da aynı yerde saymak yerindedir.
Şimdi ise, dozu her gün artan oranda ve kerte kerte, kıyamet ve Deccal
korkusu büyütülmeye çalışılmaktadır. Yeni ortaçağın böyle
yerleştirildiği aklı ile bakan gözlerden kaçmamaktadır.

Nükleer savaş korkusunun ise, emperyalist ABD-AB ye iki yönlü bir
avantaj sağladığını dolayısıyla, bu korkunun üzerine basarak,
kendinden başka veya kendisine tehdit unsuru olan ve yahut da,
kendisine bağlamayı kafaya koyduğu devletlere "demokrasi" ihraç
etmesini kolaylaştırdığını ve ikinci olarak, yine bu korkuyu vitrin
yaparak, sol/sosyalist hareketteki ideolojik tetikçilerinin şaşırtma
faaliyetlerinde ellerini kuvvetlendirmesinin kolaylaştırıldığını
hatırlamak gerekir.

İşte burada devrimci tanımına bir katkı daha yapılabilmektedir ve
ortaçağa sürüklendiğimizi bir kenara bıraksak bile, benzerlikler
taşıyan renklerinden, ortaçağı anlatan bir akıl dışılık yaşamaya
mahkûm edildiğimizin farkında olarak, devrimci işin, bir; aklın
hareketini durdurmanın ifadesi olan korkuya soğukkanlı, cesur ve
yiğitçe karşı koymak ve korkunun galibiyetine son vererek, aklın
galibiyetini sağlamak ve böylece ve iki; akıl dışı olan, akla aykırı
olan bir zamanda yaşadığımızın farkında olarak, aklın dinamiklerini
egemen kılmak için mücadele etmek olduğunu eklemek istiyorum.

Devrimci tanımını geliştirmek üzere önemli yol kat ettiğimizi
düşünerek, buradan, Türkiye'nin başka bir gerçeğine dönmeyi yerinde
buluyorum.

Dönmeden önce, yeni ortaçağ renklerini ortaya çıkarmak temelinde,
burjuvazinin yükselişi döneminde, insanın temel çizgilerinden birinsin
güven olduğunu, şimdi yaşadığımız zamanda ise, temel rengin
güvensizlik olduğunu ve rekabetçi kapitalizmde, temel ilkenin liyakat
olduğunu, yani verimli iş yapabilme yeteneğinin temel seçim ölçütü
olduğunu, fakat şimdi yaşadığımız dünyada temel ölçütün, "biat etmek"
ya da ortaçağ ifadesiyle "adamı olmak" olduğunu; bu iki temel rengin,
hukuk, ekonomi ve ahlak cephelerinde temel ilke halinde olduğunu;
böyle olunca da, insanın çok daha asalak, daha az becerili veya daha
çok beceriksiz, duygusuz, güvensiz ve ufuksuz bir yaratığa dönüştüğünü
hatırlatmak istiyorum.

Hepsi, insanın kaderinin kendi elinde olmadığını yaymanın ifadesidir.
Böylece insanı edilgen hale getirmek kolaylaşmakta ve daha yoğunlukla
uygulanabilmektedir.

Öyleyse tekrarında yarar var, edilgenliğe karşı mücadele, devrimcinin
en önemli devrimci işlerinden biri olmaktadır.

Ve Türkiye'nin gerçeğine dönüyorum, bu gerçek, belki üzeri en çok
örtüldüğü kadar, üzerinden en çok atlanan gerçekliktir diye
düşünüyorum; 12 Eylül faşist darbesi ile yerleşen 12 Eylül rejiminin,
düzenini zahmetsiz, gürültüsüz, patırtısız, başka ifadeyle demokrasi
iluzyonu ile yerleştirmek için, reformlarının en başına aydınların
dönüştürülmesini, devşirilmesini koymasıdır. Böyle başlamıştır ve
iluzyonu kolaylaştırmıştır. Bunun anlamı "solcu" aydın ve sanatçıları,
devlet kapısında toplamaktır.

Devletin özel tiyatrolarına fon ayırması, bu fonların yönetimine eski
ve devrimci sıfatı olan sanatçıların getirilmesi; TRT nin denetleme
kurullarına yerleştirilmesi; örnek olsun, Türkiye'nin yazarlarının
sendikasının Yönetim kurulunun, aklı ve yüreği vurgun yemiş solcuları
devşirmekle ünlü Adnan Kahveci ile toplantılar yapması, bu toplamanın
yalnızca küçük birer örneğidir.

Burada festivaller ve ödül dağıtma törenleri motive edici ve yolu
çizici, dolayısıyla devlet kapısına kapılanmaya kapı açıcı işlev
görmüştür.

Böylece,12 Eylül rejimi, tekellerin devleti, altmış ve yetmiş
kuşağının sanatçı ve yazarlarının çok büyük bölümünü kendi kapısına
çekmeyi, hem de çok kısa sürede başarmıştır. Sanki en baştan bu kapıya
kapılanmak yönünde gönüllülük hâkimdir.

Bu çerçevede devrimci hareket iyi bir sınav verememiştir ki, devrimci
hareketin var olan örgütsüzlüğü göz önüne alınırsa, en başta
vurgulayarak hatırlattığım, Lenin'in "kokuşmuş resmi sosyalizmden
geriye kalmış olan dürüst devrimciler"i bir kez daha hatırlıyoruz ve
bu eksikliğin günahını yükleneceklerine inanıyoruz. Ve artık,
devrimciliğin, devlet kapısına çekilen ve şimdilerde devlet durumu
içinde isimleri önde giden kariyerist, oportünist, sahte sol gömlekli
aydın ve solcuların kurtarılması için değil, kapitalizme kement atmış
olan ve böylece tekellerin emekçi kitleleri kuşatması için tetikçilik
yapan bu sahtekârları ve onların kuyruğundan inmemekte kararlı olan
ahmak solcuları, sol/sosyalizm alanlarından çıkartmak ve bilim, sanat,
edebiyat, felsefe ve politika alanında en özgür tartışma ve en yeniyi
arayarak kitleselleşmek için mücadele etmek, sanatın ve yazıcılığın
her kolunda, yepyeni değerleri yaratmak için, yepyeni isimleri
büyütmek için, büyük bir hoşgörü ile ve devrimci bir yürekle tartışmak
ve üretmek olduğunu eklemek gerekiyor.

Yani çözümün sosyalizmde olduğu bilinci ile sosyalizmi cazibesine
kavuşturmanın önündeki engelleri, sosyalizm alanlarından kovmak,
sosyalizmi cazibesine kavuşturacak yepyeni isimlerin alanlarını
genişletmek de, en önemli devrimci iş oluyor.

Böylece devrimci olmak nemenem bir şeydir tartışmasında, önemli oranda
ufuk açıcı olarak ve cümlelerimde tasarrufa gitmeden katkı sunduğuma
inanıyorum.

Şimdi ,"devrimci" olgusunu kavramlaştırırken, çeşitli renk ve tonlarda
soyutlamalar yaparak ortaya koyduğum tanımlamaları, devrimci iş
peşinde koşmayı kendine görev edinmiş olanların, ayrı ayrı ele alarak
değil, aklına ve mantığına uygun olanı seçerek değil, başka ifadeyle
işine geleni devrimci iş sayarak, diğerlerini elinin tersiyle iterek
değil ve elbette birbirinden ayırarak değil, bütünsel bir çerçevede,
yeri ve zamanı hangisini, yani ayrı ayrı içermek gerekiyorsa ayrı
ayrı, ama birbiri ile diyalektik bağını koparmadan; hepsini bir bütün
olarak içermek gerekiyorsa, birbirleri arasındaki geçişleri diyalektik
bağı içersinde kurarak, tamamını birden önüne koyup, en devrimci
adımına dayanak yapmak için devrimci hüner göstermeleri gerektiğini
vurgulayarak bitiriyorum.

Fikret Uzun

22 Nisan 2012

f.u.

unread,
Apr 27, 2012, 3:46:32 AM4/27/12
to FiKRET UZUN YAZILARI
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages