27 MAYIS DEMOKRATİK DEVRİM SÜRECİNİN EN İLERİ VE EN SON HALKASIDIR.

8 views
Skip to first unread message

f.u.

unread,
May 28, 2012, 7:05:12 AM5/28/12
to FiKRET UZUN YAZILARI


" 'Terör saltanatı' döneminde Paris'in 'malı mülkü olmayan' kitleleri,
bir ara yönetimi aldılar ve böylece burjuvaların kendilerine rağmen,
burjuva ihtilalini zafere ulaştırdılar." Derken Engels, burjuva
ihtilallerinin özüne işaret ediyordu. İhtilalin, açılan bir küçük
kapaktan, barajın tümüne sığmayacak bir kitlenin girmek istemesi ile
başladığını anlatıyordu.

Büyük Fransız devriminde iktidarın asillerden burjuvaziye devrini
Jakoben diktatoryası gerçekleştirdi. Jakobenizm, burjuva iktidarının
ilk ve plebyen gerçekleşme yöntemi oldu. Burjuvazi, her yerde
Jakobenizm korkusunu yaymayı, iktidarını güvence altına almanın en
güvenilir yolu saydı.

Meşrutiyet İhtilalini gerçekleştiren Jön Türkler, içerdeki ve
dışarıdaki karşıtları tarafından hep Jakoben olarak kötülendi.
Meşrutiyet ihtilalinin görgü tanıkları şunları kaydediyor;

" Hürriyet ilan edilir edilmez, gözler hür memleketlere çevrilmişti.
Fransız ve İngiliz efkârı umumiyesinin bize müzaharat göstereceği ümit
edilmişti. İlk günlerde oldukça sempati gösterilmişti. Fakat derhal
yüksek siyaset ve entrika tesirini hissettirdi. Bütün dünya matbuatı
Türk İnkılâbı ve İttihat ve Terakki aleyhine döndü. İttihat ve Terakki
dar kafalı, Jakoben idi, Mutaassıptı. Zavallı ekalliyetleri
(azınlıkları)Türkleştirmek istiyordu. İstiklal istiyordu. Memleketteki
ecnebi hâkimiyetini yani kapütilasyonları kaldırmak istiyordu.
Avrupa'nın bütün mali muhitleri bu cüretkâr gençler aleyhine
dönmüştü."

Lenin, Jakobenizm İşçi Sınıfını Korkutabilir mi? başlıklı yazısında,
bir Rus tarihçisinden aktarma yapıyor; "Sovyetler 'tüm
iktidarı'aldıkları zaman iktidarlarının çok küçük olduğunu hemen
anlayacaklar. Ve güç eksikliklerini Jön Türkler veya Jakobenlerin
tarihçe sınanmış yöntemlerine başvurarak gidermek zorundadırlar. Bütün
sorun bir daha gündeme gelince, onlar, Jakobenizme ve terörizme
tenezzül mü edecekler, yoksa ellerini, bu işten, temiz mi tutacaklar?
Asıl soru budur, birkaç gün içinde belli olacak"

Lenin, bundan sonra şunları ekliyor;" Burjuva tarihçiler, Jakobenizmi
bir alçalma,'tenezzül' olarak görüyorlar. Proletarya tarihçileri
Jakobenizmi, bir ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en tepe
noktalarından birisi sayıyorlar. Jakobenizm, Fransa'ya, demokratik
devrimin ve cumhuriyete karşı bir Monarklar koalisyonuna direnmenin en
güzel örneklerini sağladı"

Adını Robespierre'in ve arkadaşlarının toplandıkları Jakoben
manastırlarından alan Jakobenizm, burjuvazinin hegemonyasını kurmasını
sağlamıştı.

Burjuva demokratik devrimlerin, yönetenler arasında bir başkaldırı ve
çekişme ile başlaması, bunu bir patlamanın izlemesi, Engels'in
sözleriyle, hasat için olgunlaşmış burjuva kazanımlarını elde etmek
için bile, tamı tamına 1793 tarihinde Fransa'da ve 1848 tarihinde
Almanya'da olduğu gibi, ihtilalin önemli ölçüde daha ileriye götürülme
zorunluluğu, bir geri çekilmeyi de kaçınılmaz yapıyor.

Engels,"işte böyle, ihtilal eyleminin bu aşırılığı üzerine zorunlu
olarak burjuvazinin tutabileceği noktanın da gerisine giden kaçınılmaz
reaksiyon geliyor." Derken, burjuva demokratik devrimin, hem ileriye
doğru, hem de geriye doğru kendisini aştığını anlatıyordu. Burjuvazi
alanı zapt etmek için önce ileriye uzanıyor; arkasından, tarihsel
olarak burjuva topraklarının da çok gerisine çekiliyor.

Liberaller özgürlük'e, demokratlar eşitlik'e, sosyalistler paylaşım'a
öncelik veriyorlar. Fransız devrimi, Robespierre'in arkasından,
ihtilali ciddiye alarak,"eşitler cumhuriyeti" kurmayı planlayan
Babeüf'ü de giyotine gönderiyor. Burjuva-demokrat Batı Avrupa,
19.Yüzyılın ilk yarısında, en büyük korkuyu, sosyalistlerden değil,
demokratlardan duyuyor. Ancak ikinci yarıdan sonra sosyalistler
korkutan durumuna geliyorlar. Burjuvazinin emek-değer yasasını
reddettiği dönemdir. Ricardo'ya yazılan emek-değer yasası burjuvaziye
iktidarı gösteren iktisat yasasıdır. Önce Ricardo tarafından ve sonra
Vulgar iktisatçılar tarafından reddediliyor; İktidar alındıktan kısa
bir süre sonra burjuvazinin reddine uğruyor.

Karl Marx, 1848 devrimlerinden beş yıl önce, Hegel'in Hukuk
Felsefesinin Eleştirisine Katkı da, " Diğer ülkelerin ihtilallerine
ortak olmamakla birlikte çağdaş ulusların restorasyonlarını paylaştık.
Biz bir restorasyon yaşadık, birincisi, çünkü diğer uluslar bir
ihtilal yapma cesaretini gösterdiler, ikincisi, çünkü diğer uluslar
bir karşı-devrimle karşılaştılar; birincisinde bizim yöneticilerimiz
korktular ve ikincisinde bizim yöneticilerimiz korkmadılar"

İşçi sınıfının burjuvaziden bağımsız siyasal eylemlere hazır olduğunu
göstermesinden sonra, kapitalizm, dünya ölçüsünde ve daha açık bir
biçimde, restorasyon ihraç etmeye de başlıyor. Bu bilimsel açıdan bir
şans oluyor; Marx,1848 ihtilal girişimlerinin başarısızlığı ve
özellikle Almanya'da gözlenen burjuva ihanetler üzerine eşitsiz
gelişme yasasından söz etme gereği duyuyor.

Kapitalist devrimlerini daha geç,19 yüzyılda gerçekleştiren Almanya,
İtalya ve Japonya, birinci büyük savaş sonrasındaki bunalımlı yıllarda
uzun faşist deneyimlerini geçiriyorlar. Aynı biçimde sanayileşme
sürecini 19yüzyılın son yıllarında hızlandıran Rusya'da 1905 devrimi
denemesinden sonra Stolipin reformları adı altında bir büyük gericilik
yaşıyor. 1905 devrimi Avrupa'da hiç yankı uyandırmıyor. Ancak Asya'da
büyük yankı buluyor. Birkaç yıl içinde İran, Türkiye ve Çin'de
devrimler patlak veriyor.

Fransız devrimi, kendi türünün, en yoğun, en gelişmiş ve en şiddetli
uygulaması idi. Fransız devriminin izleyicileri hep bunun gerisinde
kaldılar ve bazı çizgileri eksik gelişti. Marx, 1848 devrimlerini
anlatırken, "Prusya'da,1848 Mart ihtilalinin amacı, istek olarak
meşruti monarşiyi ve gerçekte burjuvazinin yönetimini kurmak idi. Bir
Avrupa devrimi olmaktan çok uzak, yalnızca, geri bir ülkede bir Avrupa
ihtilalinin güdük yankısı oldu" diyordu.

Bu, evrensel düzeyde, soyut planda ve teorik alanda, demokratik
devrimi geriletici dinamiklerin hareket halinde olduğunu
göstermektedir.

Buradan hareketle 27 Mayıs'ın Türkiye'de demokratik devrimin son
halkası olduğunu söyleyebiliyoruz.

12 Eylül ise, Türkiye'de Kemalizm'in en son aşaması ve Kemalizm'i sona
erdiren sürecin başlangıcıdır.

20. yüzyıl Türkiye'sindeki toplumsal hareketlilikte 1908tarihli
Meşrutiyet devrimi ile 1960 tarihli 27 Mayıs, birer genç subay
hareketidir. Her ikisi de, komuta kademesinin dışında ve komuta
kademesini aşarak gerçekleşti. 1920 tarihli Anadolu devrimi ise, bir
komuta kademesi hareketi olarak sonuca ulaştı. Hareketin asıl
direkleri, Kazım Karabekir ile Ali Fuat paşalar oldular. Mustafa Kemal
ise, bu harekete müfettişlik unvanı ile katıldı Fevzi Çakmak ve İsmet
İnönü, bu harekete katılmadan önce Osmanlı İmparatorluğunda Milli
savunma bakanlığı ve müsteşarlığı yaptı. Rauf Orbay ise Osmanlı
döneminde bahriye nazırı idi.

Kemalist devrim, Osmanlı düzeninin üst düzey yöneticilerieliyle
gerçekleştirildi.

27 Mayısçılar, Kemalist devrimin eksiklerini tamamlamak ve Kemalist
devrimden saptayabildikleri sapmaları gidermek için yola koyuldular.
Türkiye'de ABD büyükelçiliğinde diplomat olarak çalışan, Ancak CIA ile
bağlantısı gizli olmayan George Haris,27 Mayıs'ın oluşumu için ," 27
Mayıs 1960tarihinde, ordu kuruluşu içinde geniş destek sağlayan küçük
bir gizli örgütçü tayfası, ulusal birliği koruma adına, yönetimi ele
aldı" diye yazıyordu.

Ancak ordu kuruluşunun 27 Mayıs'ı gerçekleştirenlere desteği,
sanıldığından çok kısa sürdü; tam bir yıl sonra, Haziran 1961tarihinde
silahlı kuvvetler desteğini geri çekti.

1960 devriminden sonra,1960 yıllarının ilk dönemi ile son kesitinde,
ordu içinde çeşitli komiteler, toplumun diğer kesimlerindeki devrimci
eğilimlerle yakın ya da uzak bağlantılar içinde, hep 27 Mayıs'ın
eksikliklerini ortadan kaldırabilmek için iktidarı almanın yollarını
aradılar.

En büyük başarısızlıklarını 9 Mart 1971 tarihinde yaşadılar. Ve 12
Mart 1971 tarihinde, 9Mart'ta kaypaklık gösteren diğer mensuplarını da
kendine çekerek, ordu bütünlüğü içinde ve hiyerarşiyi koruyarak
müdahale etti.

12 Mart 1971 e kadar, Jön Türkler dâhil, Türkiye'nin ihtilalcileri hep
eksikleri tamamlama peşinde koştular ve hep dayanak aradılar.
Tanzimatçıların dayanağı, büyük devletlerin elçilikleri oldu. Yakın
zamanların ordu ihtilalcileri ise, hep iki dayanaktan birisini seçti;
CHP ve hiyerarşi.

27 Mayıs, ordunun hiyerarşik yapısına karşı olduğu ve CHPnin açık
desteğini alamadığı için daha radikal gerçekleşebildi.

İnönü, mecliste, Menderes'e " Beni dinleyin, biz böyle bir ihtilal
içinde olmayız, olamayız. Böyle bir ihtilal, bizim dışımızdan, bizimle
ilişkisi olmayanlar tarafından yapılacaktır. Biz demokratik rejim
dedik, demokratik rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejimi
istikametinden ayırıp, baskı rejimi haline getirmek tehlikelidir. Bu
yolda devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam." Derken, hem 27
Mayıs'ı açıkça desteklemeyeceğinin ve hem de 27Mayıs ihtilalinin
gelmekte olduğunun haberini veriyordu.

27 Mayıs'ı değerlendirirken,1960 yıllarının dünya ve Türkiye
topraklarında bir düzen değişikliği dönemi olduğunun da hatırlanması
gerekmektedir. Latin Amerika'da başta Che Guevera, sayısız gerilla
Lideri Castro'nun başarısından esinlenerek sosyalizme yönelik talihsiz
ama destansı girişimlerini sergilediler. Asya'da ABD, yenilmezlik
unvanını ve prestijini kaybederek, Vietnam'dan çekilmek zorunda kaldı.
Güneyde Filistin halkının mücadelesi en yüksek noktasını yaşıyordu.
Afrika'da Nasır rüzgârları esiyordu. Türkiye'de TİP ile başlayan
"sosyalist devrim" çizgisi entelektüel çekiciliğini yitirirken, sol,
teorik sığlığa yönelmenin karşılığında kitlesel bir mücadele dinamizmi
kazanıyordu. Sosyalizm adına, tarihsel olarak geri ve Kemalizm ile 27
Mayıs'ın eksiklerini tamamlamayı amaç edinmiş bir MDD programı,
Türkiye topraklarını sarsıyordu. Sosyalizmin, solculuğun ve
devrimciliğin prestijinin son derece yüksek olduğu bir dönem olan
1960lı yıllar, umutlarda devrimi yaşatıyordu.
12 Mart 1971 işte böyle bir zamanda ve devrim umutlarını kırabilmek
için geldi. Ancak 27 Mayıs'a toptan karşı çıkışı sergileyemiyor. Bu
anlamda gelişmemişlik taşıyor.

12 Eylül ise, Marta göre daha gelişmiş ve daha şiddetli olmuştur.
Çizgisini daha net sergiliyor. 12 Mart ile 12 Eylül arasında, burjuva
politikacılar, Ecevit ve Demirel, artık mevcut hukuki ve siyasal yapı
ile Türkiye'yi yönetemediklerini anlıyorlar. Hem hukuki ve siyasal
yapının değiştirilmesini ve hem de toplumsal muhalefetin kırılmasını
istiyorlar. Her iki politikacı da, Türkiye'nin siyasal yapısını,
aşılmış topraklarına geri çekme isteği taşıyorlar ancak bunun
yıpratıcı sorumluluğunu birbirlerinin omuzlarına yıkmaya çalışıyorlar.
Menderes dönemini yeniden yaşamanın özlemi içinde, CHP ve AP, Ecevit
ile Demirel, 12 Eylül'ü bekliyorlar.

12 Eylül, Türkiye'yi, tarihinin ve tarihin geri aşamalarına zorla geri
çekme girişimidir. 27 Mayıs'a karşıdır ve bütün kurumlarıyla
27Mayıs'ın kazanımlarını kökünden kazıma operasyonu olarak ortaya
çıkıyor.

Devlet ile demokrasi arasında bir nitelik farkı olmadığını sık sık
söylüyoruz. Ancak demokrasi geliştiği ölçüde devlet, gücünü daha yavaş
uygulayabiliyor. Demokrasinin gelişmişliği çerçevesinde devlet
yönetimine katılım, devletin çelişkileri bastırma işlevini ortadan
kaldırmıyor ancak hızını azaltıyor.

1961 Anayasası, çift bölmeli parlamentosu, özerk kurumları ve
örgütlenme haklarıyla, devlet gücünün kullanımında geniş katılımı
gözetmekten geri durmuyor; ancak katılım, devlet gücünün işleyişinin
yönünü ve niteliğini değiştirmemekle birlikte hızını azaltıyor. İki
büyük partinin parlamentoda çoğunluk sağlayacak tabanlarını
yitirmeleri, devlet yönetimindeki hızın azalması sonucuna katkıda
bulunuyor. İki parti ve liderleri, farklı beklentileri olsa da,
yıpratıcı sorumluluğu üstlenmekten kaçınarak,12 Eylülü bekliyorlar.

12 Eylül daha yüksek bir şiddet içeriyor ve içerdiği şiddet daha büyük
bir şiddetle uygulanıyor. Bu ikiyüzlülüğü zorlaştırıyor. 12 Mart'taki
yüzlülüklerini sürdürebilen CHP ve AP ve elbette liderleri, bunu 12
Eylülde sürdüremiyorlar. 12 Eylül sahneye konduktan sonra, 12 Eylül
bekleyişlerini destekleri ile tamamlıyorlar.

Demirel ile Ecevit'in, 12 Eylül'ün özüne bir karşıtlıkları olmamıştır.
Her ikisi de bekledikleri 12 Eylül'ün, bekledikleri işlevi yerine
getirdiğine inandıkları zaman, ondan, iktidarı almak istiyorlar.
Demirel, iktidarı yönetimin elinden alma planı içinde olduğu izlenimi
veriyorken, Ecevit ise, yönetimin teslim edileceği kişi olmayı planlar
görünüyordu.

1981 Mayısında Demirel, "şimdi biz, silahlı kuvvetlerimizin giriştiği
mücadelesinden başarı ile çıkmasına duacıyız" diyor. Bununla kalmıyor,
Avrupa Konseyinin meclis başkanına, "Türkiye'yi köşeye sıkıştıracak,
Türk devleti ve milletinin zaafa uğramasına sebep olacak hareketlerden
sakınmanızı isteriz " diyor.

Ancak 12 Eylül komutanları, Demirel ve Ecevit'in 12 Eylülün özüne
karşı olmadıklarını ve yıpratıcı sorumluluğu üstlenmekten kaçındıkları
için 12 Eylül'e karşı oldukları izlenimi verdiklerini göremiyorlar.



Burada bir tekrar gerekiyor, altını çizmek de diyebiliriz,27 Mayıs,
Türkiye'de demokratik devrim sürecinin en ileri aşamasıdır. 12 Eylül,
büyük bir geriye sürükleme hareketidir.

Faşizm, yöneten sınıf ya da sınıflar içinde, çelişkilerin, bir taraf
lehine ortadan kaldırılması ya da ertelenmesini anlatmaktadır. Faşizm
yöneten sermaye grupları içinde, ister ülke toprakları içinde ve
isterse dışında olsun, yeni alanlar zapt etmek isteyenlerin düzeni
oluyor. Bu sermaye sınıfı için yeni ekonomik alanların zaptı anlamına
geldiği ölçüde, bir devlet durumu olan demokrasi, yerini terk ederek,
diktatörlüğe teslim ediyor. Yeni alanlar zapt etmek, devlet gücünü
hızla ve engelsiz uygulamayı gerektiriyor.

12 Eylül'den Koç sermaye grubu temsil niteliğini kaybederek çıkıyor.
Eczacıbaşı sermayesi de eski ağırlığını yitiriyor. Tam bir 12 Eylülcü
kompleks olan Enka grubu ile birlikte Sabancı sermayesi, hızla ve
engelsiz işleyen devlet mekanizmasının isteklilerinin ve meyvelerini
toplayanların başında yer alıyorlar.

1950 seçimleri ile Türkiye'nin bir demokratik döneme girdiği papağan
misli tekrarlanıyordu. En büyük kanıt olarak da, Türkiye'nin başına,
ilk ve tek sivil devlet başkanının geldiği ileri sürülüyordu. Oysa
demokrasi bir üniforma sorunu değildir.

Bayar-Menderes düzeni, İsmet İnönü'nün çok önce başlattığı restorasyon
sürecinin son aşamasıydı. Devlet gücü, engelsiz ve hızla
uygulanabiliyor. Menderes döneminde Amerikan askerleri Türkiye'dedir
ve Şefik Hüsnü, Zeki Baştımar, Mihri Belli, Sevim Tarı, Ruhi Su,
Sıdıka Su, Enver Gökçe ve diğerleri zindana atılıyor. Hepsi TKP
üyesidir. Grev hakkı yok, sendikalar yeni yeni doğuyor. Önemli bir
demokratik mücadele görülmüyor. Mac Cartyzm hâkimdir. Aydınlar büyük
ölçüde sessizliği seçiyor.

1950 yıllarında, dünya tekelci aşamada ve emperyalist çağdadır ama
Türkiye'de tekelci aşama yok. Ancak demokrasinin temsili kurumlarını
saklı tutarak içini boşaltmak mümkün olabiliyor.

27 Mayıs,1940lı yılların ortalarından itibaren süregelen bir demokrasi
akımının yönetimi almasıdır. Yönetimi almada silahlı kuvvetler içinde
çalışan bir gizli örgütün önemli ve sonuç alıcı rol oynamasını
abartmamak gerekiyor. Bu, Türkiye'de silahlı kuvvetlerin şu ya da bu
ölçüde katılımı olmadan bir yönetim değişikliğinin olamayacağı
düşüncesinin hem doğrulayanı ve hem de sonucudur. 27 Mayısı
gerçekleştirenler, ordu içindeki hiyerarşiye dayanmayan küçük ve gizli
bir grup, ancak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir bölümü istekli, bir
bölümü isteksiz olarak, bu gizli örgütçülerin yaptığı işi
destekliyorlar. Ve çok kısa bir zaman sonra desteklerini çekiyorlar.

CIA ajanı George Haris," 1960 Darbesi, Türkiye'nin gelişmesinde keskin
bir dönüşe işaret etmese de, yaşama damgasını vuracak olan güçlü solcu
güçleri boşandırdı "diyor. Bir kontrolsüzlük rengine vurgu yapıyor. Bu
doğrudur, 27 Mayıs'ta Türkiye'de solcu güçleri harekete geçirme ya da
serbest bırakma irade ve perspektifi kesinlikle yok.

Bu, sosyalizm çağında demokratik devrimlerin, en büyük düşmanlığı sola
karşı yaptığı yönlü saptamayı doğruluyor. Ek olarak, demokratik devrim
ne kadar geç geliyorsa ve aynı anlamda sosyalist hareket ne kadar
genişlemişse, düşmanlık, o ölçüde şiddetli oluyor. Bu Türkiye'de
kendini, ABDye bağlılık ile gösteriyor. ABD ye bağlılık, sola karşı
olmakla aynı anlama geliyor.



1960 27 Mayıs'ında sabaha karşı yönetimi alan gizli örgütçü subaylar,
radyodan NATO'ya ve CENTO ya bağlılıklarını ilan ederken;
bildirilerini ABD elçiliğinin kapısına da bırakıyorlar. Kısa zamanda
ABD nin bundan memnun kaldığı bilgisi geliyor.

Demokratik devrim, kendisini kaygan bir toprak üzerinde hissediyor ve
sosyalizme açılan bütün kapıları kapatmak istiyor. Bu, demokratik
devrimin, kendi kendisini red sürecinin başlangıcı demek oluyor.
Sosyalizm çağında demokratik süreç, en çok ve en güçlü olarak bir red
ve geriye dönüş eğilimi taşıyor.

27 Mayıs ihtilalinin hemen arkasından bunlar görülüyor. AP ile CHP
nin, 27Mayıs'a dayanarak geldikleri yerden geriye doğru kaydıklarını,
hemen göremesek de, 12 Eylül ile görebiliyoruz. 12Eylül'ün 27 Mayıs'ı
bir ulusal gün olmaktan çıkarmasına ve Türkiye'deki siyasal yapıyı, 27
Mayıs 1960 öncesine, Bayar-Menderes rejiminin kurumlarına çekmesine
seslerini çıkarmıyorlar.

27 Mayıs basit bir askeri darbe olmaktan çok uzak olan bir burjuva
harekettir. Bunun ortaya çıkışında Türkiye kapitalizminin artan
çelişkileri önemli rol oynuyor. 27 Mayıs ile başlayan dönemde, yeni
kurumsal yapı ve yeni toplumsal hedefler içinde, sanayi kapitalizmi
rengini ve damgasını vuruyor.1960 lı yılların "özgürlük rejimi",toplu
sözleşme ve grev düzeni, öğrenci ve aydınların, haklarını arayan,
yüksek ücret peşinde koşan işçilerin etrafında kenetlenmesi, Türkiye
kapitalizminin büyük bir aşama kaydetmesi için gerekli oldu. DİSK'in
yüksek ücret düzeyi sağlayan sendikal çalışmaları olmasaydı, büyük
sermaye, dayanıklı tüketim malları üretiminde büyük atılımını
gerçekleştiremezdi.

Bu anlamda 27 Mayıs, Türkiye kapitalizminin, Pazar ve realizasyon
sorunlarına ülke içinde çözüm arayan bir dönemin başlangıcı oldu.

12 Eylül ise, Pazar ve realizasyon sorununu ülke dışında çözme
denemesi olarak hazırlandı ve gelişti.

27 Mayıs, bir merkantilist politikaya ve yüksek işçi ücretlerine
dayanmak zorundaydı; sağlandı.

12 Eylül, her türlü kontrol sistemini reddeden, son derece düşük ücret
sistemi ile sürdürülen bir toplum yapısına muhtaçtı; sağlanmaya
çalışıldı. Hala sürüyor.

Ancak bu kadar olmamalı, burjuvazinin 27 Mayıs'a kin sürdürmesini,
"demokratik güçler"in, bir burjuva hareket olan ve burjuva devletin
güçlenmesine yol açan 27 Mayısa kin gütmesi biçiminde kendini gösteren
çelişkinin açıklanması gerekiyor.

Çünkü 27 Mayıs'a rengini ve anlamını veren, önlemek ve gelişmesini
durdurmak istediği solcu güçlerdir. 27 Mayıs, kuruluşuna katkıda
bulunduğu 1961 anayasası ve türevi olan kurumlarıyla değil, daha çok
yarattığı hayal kırıklığı ve tarihsel olarak boşanmasını sağladığı
solcu güçler ile gerçekleşiyor.



Babeüf ve üç büyük ütopyacı sosyalist, iki büyük devrimden, Fransız
siyasal devrimi ile İngiliz sanayi devriminden duyulan hayal
kırıklığının üzerine geldiler. Sosyalizmin gelişmesine büyük katkıda
bulundular.

27 Mayıs günü büyük bir coşku sahnelendi, ancak 1961 Ekim seçimleri
bir büyük çözümsüzlüğü ortaya çıkardı. Coşkunun yerini hayal kırıklığı
aldı. 1960 Yılları ile başlayan ve gittikçe yükselerek Türkiye
düzenini sarsan kitlesel eylemler, bir hayal kırıklığına karşı güven
patlamasının yansıması oluyor. 1960 lı yılların ikinci yarısında,
sosyalist devrim için yola çıkıp, bunu yasaklayarak demokratik devrimi
hedef sayan devrimciler ağırlık kazanıyor. Bu dönemde hem iktidardaki
ve hem de muhalefetteki partiler, bu yeni devrimciler hareketi
karşısında şaşkınlıklarını gizlemiyorlar. İki büyük partinin, CHP ve
AP nin, demokratik süreçten dönüş yollarını arayışa başlaması bu
zamana düşüyor.

1940 lı yılların ortasından başlayarak ilerleyen gizli örgütçü
subaylar, programlarını 27 Mayıs ile gerçekleştiremiyorlar. Bu
program, daha sonraki yıllarda, TİP, Yön Hareketi ve Demokratik
Devrimcilerden oluşan üçgenin kitlesel atılımı ile gerçekleşme
sürecine giriyor.

İhtilal yolu, günlük yaşamdaki dengesizlikten geçiyor. İhtilal yoluna
girmek için, günlük ve somut yaşamda, çözümü gereken doyumsuzlukların
bulunması zorunludur. İhtilalci bilinci, günlük ve somut
düzensizliklerin giderilmesinin ancak kapsamlı bir eylem ile yönetimin
toptan ele geçirilmesi ile mümkün olduğunun kavranmasıyla geliyor.

Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik adlı kitabında,"Cemiyet
çalışmalarımız önce tamamen öğrenci sorunlarıyla başladı ve sonra yurt
ve dünya sorunları ile bütünleşerek sürdü, gitti. Her bilinç düzeyi
bir eylemi ve her eylem yeni bir bilinci getiriyordu. İşte 1960-1970
dönemini böyle yaşadık." Derken buna işaret etmiş oluyordu.

Şimdi darbecileri yenerek, "demokrasi gelecek" masalına sarılanlar,
bir taraftan "demokrasi" masalı ile sosyalist mücadelenin üzerini
kapatıyorlar, diğer taraftan demokrasi illüzyonu yaratmaya
çalışıyorlar.

"Bütün darbelere karşıyız" derken ve 27 Mayıs ihtilalini Kemalizm'in
faşist darbesi olarak nitelerken,27 Mayıs ile 12 Eylül'ü ve 12Mart'ı
özdeşleştirmeye çalışanlar, kendileri son derece komik duruma
düşürürlerken, toplumu büyük bir trajedinin içine sürüklüyorlar.

Darbelerin, toplumsal tartışma ve çatışma dinamiklerinden kopuk
olduğunun kabul edilmesi, iki müdahalenin de, bakışsız profesyonel
darbecilerin marifeti olarak görülmesi, son tahlilde her iki
müdahalenin sonuçlarına bakışsız olarak yaklaşmak, sonuç itibarıyla
yerleşen rejimin yerleştirmeye çalıştığı bakışına tabi olmakla
aynıdır.

27 Mayısla birlikte yükselen sol/ sosyalist hareketlenmenin
yöneticileri, başka karmaşık etmenler bir yana, Kemalist bakış
açısının dışına çıkamamış olmanın sonucu,12 Eylül darbesinin hedefine
Kemalizm'i de yerleştirdiğini görmemiş, aksine Kemalist bir darbe
olarak görmüştür. Dolayısıyla 12 Eylül noktasına kadar sosyalist
hareketi de peşine takan ama bunun sosyalizmi durdurmak için bir çözüm
olmadığını gören Kemalist hareketin, çözümü, yönetimi gerici akımlara
terk etmekte bulmasını idrak edememiş ve yerleşen 12 Eylül rejiminin,
hegemonyasına tabi olmakta tereddüt etmemiştir. Buda geçmişte,
Kemalizm'in bakış açısında kalarak sosyalist hareketin güçleneceği
yanılgısına düşen sosyalist hareketin yöneticilerinin, yanılgı
değiştirerek, bu kez 12 Eylül rejiminin, Kemalizm'in çoktan
uzaklaştırıldığı yeni yönetiminin hegemonyasında Kemalist hareketi baş
düşman kabul etmeleri demek oluyor.

Bunun sonucu olarak da, sapla samanı iyiden iyiye karıştırmışlar, 27
Mayıs ihtilâlini, 12 Eylül ile özdeşleştirerek, 12 Eylül rejiminin, 27
Mayıs anayasası ile elde edilmiş olan kazanımları yerle bir ederken en
büyük destekçisi durumuna düşmüşlerdir.

Bugün hâlâ devam etmekte olan 12 Eylül rejimi, bütün faşist karakteri
ile orta yerde dururken," bütün darbelere karşıyız" demek,12 Eylül
rejiminin, 12 Eylül faşist darbesinin devamı olduğu ve karakterini
sürdürdüğü unutturularak, 12 Eylül rejimine, yani tekellerin düzenine
karşı yükselmesi muhtemel olan dinamiklerin, 27 Mayıslara karşı ve
hayali darbelere karşı kurulan dinamiklerin peşine takılmasını
kolaylaştırmak demektir.

Artık bunun yalnızca tekellerin işine yarayacak olan bir Alicengiz
oyunu olduğu apaçık görülmektedir.

Bütün "darbelere karşıyız" sloganının mucitleri de biliyorlar ki, 27
Mayıs, 12 Eylül faşist darbesi ile özdeş olmamakla birlikte,
diktatörlük de değildir ve hem de faşist diktatörlük hiç değildir.
Öyle olsaydı,12 Marta ve 12 Eylüle gerek olmazdı. Oldu ise de, mademki
hepsi birbiri ile özdeştir, 12 Eylül'ün 27 Mayısa cepheden
saldırmasına ve 27 Mayıs anayasa ve Hürriyet Bayramının 12 Eylül
faşist yönetimince kaldırılmasına gerek olmazdı.

Diğer yandan, bu ne yaman çelişkidir ki, bugün ve öteden beri, hem 12
Eylül anayasasının değiştirilmesinden bir demokrasi bekleyip, aynı
zamanda 12 Eylül faşist darbesinin yargılanması ile demokrasinin
pekişeceği masalına inanılırken, diğer yandan 12 Eylül anayasasının,27
Mayıs anayasası ile getirilen demokratik kazanımlarını, hatta 27 Mayıs
Anayasa ve Hürriyet Bayramını ortadan kaldırmış olmasına gözlerini
kapatmaktadırlar. Daha başka ifadeyle, demokrasi diye tutturanlar, 27
Mayıs'ın Türkiye'de demokratik devrim sürecinin en ileri ve en son
halkası olduğunu unutmuş görünmektedirler.

Bu nedenle,12 Eylül'ü sadece oldubitti, artık demokrasiyi bırakıp
çekip gitti misli bir darbe olarak mahkûm ederlerken, 27 Mayısın
bıraktığı hukuki ve politik yapı ile burjuvazinin Türkiye'yi
yönetemeyeceğini anlamış olmasının getirdiği bir sonuç olarak, 27
Mayısın bütün kazanımlarını ortadan kaldıran bir operasyon olduğunu;
dahası Türkiye'yi, zorla tarihin gerisine çekme operasyonu olduğunu da
görmezden gelmekle kalmayıp, yerleştirdiği rejimi sol tonda sunmaktan
da geri durmamaktadırlar.

12 Eylül faşist darbesini demokrasi adına mahkûm ederlerken, devam
eden 12Eylül faşist rejiminden her türlü iyiliği bulup çıkarmak için
yırtınmak akıl işi değildir. Ucunda biraz akıl varsa, ortada son
derece sinsi bir sahtekârlık ve ihanet var demektir.

TKP sinin son genel sekreteri Haydar Kutlu-Nabi Yağcı'nın, 1988
yılında, mahkemede yaptığı savunmasının (elyazmasının) 78.
Sayfasında, 27 Mayıs 1960 darbesine değinerek; "1961anayasası klasik
demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemesini amaçlıyor, sosyal
devlet ilkesini benimsiyor, bu nitelikleri ile toplumun ileriye doğru
gelişmesinin önünü açıyordu. Bir yandan ulusal egemenliğin, halk
egemenliği anlayışına dönüştürülmesini zayıf da olsa öngörüyordu. 27
Mayıs sonrası Türkiye'nin önünde teorik olarak iki yol vardı; ya işçi
ve emekçi sınıfların gücüne dayanılarak anti-emperyalist, ulusal
kurtuluşçu, sivil ve yurtsever asker kadrolarla, demokratik temel
dönüşümleri gerçekleştirmek, emperyalizmin sultasından kurtararak,
ulusal kalkınma yoluna sokmak. Yani kapitalist olmayan bir yola
girmek. Böylece ulusal kurtuluş savaşının yarım kalmış görevlerini
tamamlamak; ya da, yine ulusal kurtuluş savaşı sonrasında olduğu gibi
kapitalist yolda devam etmek." ten söz ederken, şimdi artık27 Mayıs
ile 12 Eylül'ü özdeşleştirmekte olması, daha önce Kemalist bakış
açısının dışına çıkamamış veya buna mahkûm edilmiş olanların
körleşmelerinin ve bunun sonucu olarak yaydıkları körlüğün boyutlarını
göstermesi açısından son derece önemli bir derstir.

Dün Kemalizm'in bakış açısından ayrılamayan sol/sosyalist hareketin
yöneticileri, bu gün, 27 Mayıs üzerinden, 27 Mayısın kazanımlarını
kazıyan,12 Eylül faşist rejimi ile empati kurmayı ve bunu yaymayı
politika bilmekte ve bunun sonucu olarak da 12 Eylül rejimi adına
Kemalizm düşmanlığının ihalesini üstlenmektedir. Bu yanılgıda
sahtekârlık dinamiğinin baskın olduğunun göstergesidir. Hiçbir akıl
taşıyan, sol/sosyalist hareketin tepesine tırmanmış olan kişi, bu
kadar yanılgı değiştirme hastalığı içinde kıvranarak kendini bitirmez.

Demek ki, 27 Mayıs ulusal bayram günü olmaktan çıkalı onlarca yıl
geçmişken ve 27 Mayıs'ın bütün kazanımları yok edilmişken bile,
Türkiye toplumunu onlarca yıl korkutanlar, korkularından hala
kurtulamamışlar.

Böyle olmasaydı, yani 27 Mayıs'tan bir devrim olarak ve hala
korkulmasa idi, 27 Mayıs'ı darbe olarak tanıtlama yarışına
girmezlerdi.

Öyleyse, bu topraklar, tarihte görülmemiş derecede kitlesel bir
sahtekârlık dinamiğinin oyun içinde oyunlarına maruz kalmış demektir.
Bununla ancak ve ancak akılla ve akla sahip çıkılarak baş edilebilir.
Çünkü bütün gerçeklikler son derece çıplak ve son derece nettir.
Sadece biraz akıl ve biraz hafıza gerekiyor.

Fikret Uzun
27 MAYIS 2012
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages