ULUSAL SORUNA DAİR DERS NOTLARI

8 views
Skip to first unread message

f.u.

unread,
Dec 4, 2011, 9:57:30 AM12/4/11
to FiKRET UZUN YAZILARI

GİRİŞ
Borga rumuzlu arkadaş, bu rumuzla taktığın maskenin arkasında hangi
suretle durduğunu bilemediğim için, yılanvari kavisler çizen
ifadelerinden senin nasıl bir bakış açısı ile hareket ettiğinden çok,
gerçekte bir bakış açın var mı yok mu diye düşünmeden edemiyorum. Ve
kuvvetle muhtemel olanın, kendine ait bir bakış açısına sahip
olmadığını düşünüyorum.
Bu nedenle de, kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misli, senin
bir yanıyla birleştiğin, diğer yanıyla ayrıldığın ifadelerime
karşı,dönüp dönüp emperyalist kapitalizmin ideologlarının bulmak ve
yutturmak için çok uğraştığı laboratuar tezlerini ortaya döktüğünü net
olarak teşhir etmeye olanak sağlayacak açıklamalarla cevap vermeyi ve
böylece Ulusal meseleye,UKKTH konusuna ve bu sorunsalda emperyalist
kapitalizmin taktığı maskeler yanında, onların dümen suyunda olan
sahte sol gömlekli olan, kendi suretleri ile ortaya çıkamayan
kapıkullarının, emperyalist kapitalizmin ideologları ile senkronize
bir şekilde aynı söylemleri tutturduklarını teşhir etme yolunu
seçiyorum.
Sözlerim, her zaman olduğu gibi, akıl taşıyanlara ve aklı kendine ait
olanlaradır. Yani sıradanlaşmış dahi olsa, özünü kaybetmemiş
olanların, yani aklında kalanlar dahi doğru düşünebilecek ve doğru
adım atabilecek olanların sözlerimin ağırlığını hissedeceklerine
inanarak ve bu anlamda yeter miktarda cümleyi alt alta veya üst üste
dizmek için aklımdakileri harekete geçiriyorum.
İfadelerime işte böyle bir yaklaşımla başlıyorum. Uzundur ama özüne
karşı sorumluluk bilincinde olduğu için sıradanlığından kurtulmak
isteyenlerle,"sorun" ve "çözüm" konusunda ciddi olanların, ciddiyetle
ve sabırla inceleyeceğine inanıyorum.

ULUSAL BAĞDAN SINIFSAL BAĞA

Ulus-devlet ve sınıf devlet, ulusların ve sınıfların ilk gelişme
zamanlarında ortaya çıkıyor. Gelişmesinin başında olan ulus ya da
sınıf, gelişmesini hızlandırmak ve formasyonunu tamamlamak için
değilse başka ne için ulus-devlete veya sınıf devlete ihtiyaç duyar?
Bu sorudur.
Burada söz konusu edilen Ulus ise ve bu temeldeki sorunlar üzerinden
konuşuluyorsa, Ulusu oluşturan bağların en güçlülerinden birisinin dil
bağı olduğunu hatırlamakla başlayabiliriz. İki örnekle açabilirim,
ilki Fransa'dır, Fransız devriminden önce, Fransa'da yaşayan 25 milyon
insandan sadece 7 milyonu Paris Fransızcasını anlayabiliyor ve
konuşabiliyordu. Daha sonra Paris Fransızcası Fransızların ortak dili
haline geldi. Ortak Fransızca dilini yaratan, Fransız devriminin
geliştirdiği devlettir.

Diğer örneğimi Türk dilinin gelişmesinden vereceğim. Türk dilinin ve
ulusçuluğunun gelişmesinde 1920 yılında temelleri atılan Türk devleti
diğer örnektir. 1920 Türk devletinden önce genel olarak konuşulan bir
Türkçeden söz etmek zordur. Modern devlet, Türk dilinin, ulusunun ve
burjuvazisinin gelişmesini çok hızlandırmıştır.
Marx ve Engels, ulusların yaşayabilirliklerini, bu ulusların politik
evrimleşmişlik düzeylerine ve her şeyden önce de tarihsel ulusal
etkinlik güdülerinin gücüne bağlamışlardır. Bu güdüler ekonomik
etmenler tarafından zorunlu kılınmışlardır. Ulusal devlet kurma
güdüsünü oluşturan güçlü ekonomik etkenleri, Marxistler, göz ardı
etmemelidir.
Ulusal gelişmede toplumsal/sınıfsal etkenlere tanınan öncelik, etnik
etkenlerin rolünü hiçbir şekilde yok saymamaktadır. Ulus, toplumsal ve
etnik etkenlerin oluşturduğu karmaşık bir bütünlüktür ama bu bütünde
belirleyici rol toplumsal/sınıfsal etkene aittir.
Ulusu oluşturan bağların en güçlülerinden olan dil bağı gibi, ulus da
insanları bir birine bağlayan önemli tarihsel bir bağdır. İnsanlar her
zaman bağ arıyorlar.

Buradan hareketle kapitalizmin de insanlar arasında bir başka bağı
oluşturduğunu hatırlamak gerekiyor. Sermayenin kontrolünde insanlar,
aynı üretim süreci içinde, kaderlerinin birbirine bağlı olduğunu
düşünmeye başlıyorlar. Aynı emek sürecinde yaşamak, her gün benzer işi
yaparak birbirine benzeşmek, diğer bağları geri plana itiyor.

Burada da, Marx'ın, gelişmenin insanı üretimle ilgili olanın dışındaki
bütün bağlardan ve çelişkilerden arındıracağını düşündüğünü hatırlamak
yerindedir.

Uluslar, önceleri, bir bütün olarak ulusun büyümesini kendi büyümesine
koşullu olarak bağımlı kılan burjuvazi tarafından yöneltilmişlerdir.
Kapitalist ulus gelişip yerleştikçe burjuvazi ile proletarya
arasındaki uzlaşmaz çelişki artar.
Buradan hareketle Lenin, kapitalizmin, ulusal engelleri gün geçtikçe
artan bir hızla parçaladığını, ulusal yalnızlığı ortadan kaldırdığını
ve ulusal çelişkilerin yerine sınıfsal çelişkileri koyduğunu
belirtmekte idi. İşçi sınıfı daha kapitalist toplumda ulusun öznesi,
pek çok alanda ulusun itici gücü durumuna gelir, çünkü ulusun gelişme
gücünün ve kapasitesinin dayandığı sınıf işçi sınıfıdır. Ulusal
gelişmenin doğrultusunu belirleyen, ulusun gerçek amaçlarını ve ulusun
geniş çoğunluğunun yaşamsal çıkarlarını temsil eden yine işçi
sınıfıdır.
Demek ki, farklı sınıflardan insanlar arasındaki ulusal düzeydeki
bağları -ekonomik ilişkiler tarafından koşullanan - sınıfsal
karakterli ilişkiler belirler.
Toplumsal gelişmenin nesnel akışı, sonunda Lenin'in Ekim devriminden
az önce ileri sürdüğü, ileri kapitalist ülkelerde ulusal ortaklığın,
bir ulusun birlik ve bütünlüğünün, bu ulusun içinde yer alan sınıflar
arasındaki ilişkilerin belirleyici etkeni olarak üstlendiği görevinin
çoktan tarihe karıştığı, artık nesnel anlamda yerine getirilmesi
gerekli 'ulus çapında genel görevler' olamayacağı şeklindeki fikrini
doğrulamıştır.

Toplumsal gelişmede başı sınıf uzlaşmazlıkları çekmiş, bunun sonucu
olarak da farklı milliyetlerden insanların oluşturdukları ulusal
ortaklığa oranla çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Lenin, gerçek
anlamda ciddi ve derin politik sorunlarda cepheler, uluslara göre
değil, sınıflara göre oluşturulur derken, bu gerçekliğe dayanmıştır.

Lenin, üretimin büyük çapta ve makinelerle yapıldığı kapitalizm
çağının, ulusal ölçekte ve daha önemlisi, uluslararası ölçekte bağlar
oluşturarak, milliyetlere özgü toplumsal bağların kısıtlı karakterini
silip, süpürmek eğiliminde olduğunu belirtmiştir.

Ancak, bu o kadar kolay olmuyor elbette. Birinci dünya savaşındaki
gelişmeler bu zorluğa örnektir. Birinci savaş öncesi, kapitalist
ülkelerin işçi sınıflarının davranışı, büyük bir uluslar arası
piyasanın oluşmasına karşın, işçi sınıfı önderlerinin ve işçi
sınıfının çok büyük bir kısmının, ulus bağından kurtulamadığını
hepimiz biliyoruz. Gelişmiş kapitalist dünyanın işçileri, üretim
süreçlerinden doğan bağın yerine, ulus bağına bağlı kaldılar ve
birbirleri ile savaştılar.

Ancak buradan hareketle yani birinci savaşta gelişmiş kapitalist ülke
işçilerinin nasyonalist davranmalarının, işçi sınıfının
enternasyonalist niteliğini ortadan kaldırdığını düşünemeyiz. Üretim
süreci içinde yan yana olmak, Ulusal bir pazarda bile ulus bağını geri
plana iterken, uluslar arası planda aynı etkiyi göstermesini beklemek
yanlış değildir. Ancak birinci savaşta bu olmamıştır. Yani gelişmiş
kapitalist ülkelerin işçi sınıfı dahi, önderleri ile birlikte ulus
bağından kurtulamadıklarını göstermişlerdir. Öyleyse sorun veya
eksiklik nerededir? Sorusu, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir
sorudur.

İşçi sınıfının enternasyonalizmi bir dünya düzeni kurma projesi ile
bağıntılıdır, bunu hepimiz biliyoruz. Bu proje etkinliğini kaybettiği
zaman, gelişmiş ülkeler işçi sınıfı enternasyonalist davranamıyor.
Buradan şu sonuç çıkıyor, birinci savaşta karşı karşıya gelen
nasyonalizme savrulan işçiler ve önderleri işçi sınıfının dünya düzeni
ufkundan çok uzaktadırlar.
Bu örnek, ulus bağından kurtulmanın veya üretim sürecinden doğan bağın
diğer bağlardan kurtarmasının o kadar kolay olmadığını pratik
göstermiştir.
Ayrıca, ulus bağının gelişmesi için, ulusal bir pazara değil, herhangi
bir pazara ihtiyaç olduğunu da vurgulamak gerekir diye düşünüyorum ve
vurguluyorum. Çünkü pazarı ulusun doğuşunda ve gelişmesinde önemli
yapan, sağladığı alandan çok, geniş ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler ağı
içindeki insanların birbirine benzeşmesi ve aynı zamanda ilişkilerini
gerçekleştirebilmek için kullandıkları dilin ortaklaşması mümkün
oluyor. Böylece Pazar, ulusun doğup gelişmesinde en önemli bağ olan
dili hem geliştiriyor, hem de tekleştiriyor. Bu da parçalılığın sona
ermesi demek oluyor. Bunun gerçekleşmesi için pazarın "ulusal"
olmasının zorunluluğu bu çerçeveye uymuyor.

Buradan hareketle tekellerin egemen olduğu veya tekelci dönemde ulusal
Pazar yaklaşımını da bu çerçeveye uydurmak kolay görülmüyor. Ayrıca
çarpıcı örnektir, sömürge yönetimleri, sömürülen ulusun dilini ve
kültürünü mutlaka yasaklamıyor ve genelde serbest bırakıyor.
Dolayısıyla sömürge insanı kendi dilini konuşmakta ve geliştirmekte
serbesttir ve bilinqualdır.

Böyle bir durum sömürgeci devlet açısından bir riski de ortadan
kaldırıyor; sömürgeci sömürülen bölgede bütün sermayeyi tümüyle kendi
ulusunun elinde topluyor ve bu durumda bir de dili ve sınırlı ölçüde
gelişen dili yasaklamak o bölgede ulus bağının gelişmesine ve ulus
kimliğinin yükselerek bağımsız devlet kurmayı hedefleyen anti-
emperyalist mücadele ve savaşlara yol açıyor. Bu durum bile ulus
bağının gelişmesi için mutlaka ulusal pazara gerek olduğu düşüncesini
çürütüyor.
Eğer söz konusu yaklaşım sömürge sistematiğinde değil de, ilhak ve
benzeri uluslar arası ilişkiler sistematiğinde sürdürülürse, böyle
durumda temel politikanın ulus bağının doğmasını her ne pahasına
olursa olsun önlemek olacağı anlaşılmalıdır. Yani bu durumda, ulusal
olmayan bir pazarda bile dilin yasaklanması ve yasaklanan ulusun
zenginlerine ekonomik özgürlükler ve yönetime katılma hakkı tanımak
esas ilke olmaktadır.
İnsanlığın ilerlemesi, maddi üretimin artışını hızlandıran bir
topluluk biçimi olan ulusların varlığı ve gelişmesiyle uzun zamandan
beri sıkı sıkıya bağlantılıdır. Sayısız kuşaklar boyunca birikmiş olan
maddi ve kültürel değerlerin de taşıyıcısı olan ulus, bir yandan bu
değerlerin savunulması ve çoğaltılması için gerekli sorumluluk
duygusunu ve ulusal gururu oluştururken, diğer yandan da, daha sonraki
ilerlemenin güvencesi olan azami birlik ve dayanışmayı yaratır.
Bundan, ulusun bir insan topluluğu olarak istikrar kazanmasının çok
uzun zaman aldığı ve Marxizm-Leninizm'in kurucularının gösterdikleri
gibi,"ulus"un, tarihsel bir kategori olduğu anlaşılır. Bu da,
"ulusların" ebedi var olacağı yönündeki burjuva fikirlerinin
yanlışlığını işaret ederek, insanlığın gelişmesinde ulus biçimine
duyulan toplumsal gereksinmenin ortadan kalkacağı bir zamanın mutlaka
geleceğini ve ulusların o zaman birbirleri ile kaynaşarak,
birbirlerini asimile edeceklerini ve ulus kategorisinin ortadan
kalkacağını anlamamızı sağlar.

Diğer yandan, ulus ve kapitalizm türünden olan bir başka bağ daha var;
Sosyalizm. Bu bağ, sermayenin kontrolünden çıkmış, giderek kendi
baskısı azalan bir üretim sürecinde, bütün diğer bağların üstüne gelen
bir bağ oluyor.

Bu bağın, Sovyet sosyalizminin çözülmesi ile gücünün azalması ve
sosyalizm çözülmeye başlar başlamaz, ön plana ulusal bağın çıkması ve
sosyalizmin kuruluşunda embriyon halde olan formasyonların,
sosyalizmin yıkılmasıyla beraber güçlü ulusçu hareketlere dönüşmesi
ile üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken başka bir önemli
nokta daha öne çıkmaktadır. Din olgusunun ve dinselliğin artışının da
bu çerçevede ele alınması ve üzerinde düşünülmesi önem taşımaktadır.

Bütün bu gelişmelerin ve öne çıkan olguların, bir taraftan tekelci
düzenlerin egemenliğinin artmasının, diğer yandan Sovyet sosyalizminin
yıkılmasının gerçekleştiği tarih kesitinde, ortaya çıkmasını, din ve
ulus bağının, insanda yükselen karamsarlığın, korkunun ve çaresizliğin
ilacı olarak görüldüğü gerçeğine bağlama eğiliminde olduğumu ve bu
noktanın üzerinde düşünülmesi gereken başka bir önemli nokta olduğuna
inandığımı da kaydetmek istiyorum.

İlk planda, bu noktanın öne çıkarttığı çözüme yönelik sonucun,
dinsellik ile bilimsel anlamda hesaplaşmadan ulusçuluğun gelişmesinin
durdurulmasının mümkün olmadığı yönünde olduğuna inandığımı da
aktarmalıyım.

ULUSAL SORUNUN ÖZÜ VE ÇÖZÜMÜ

Ulusal sorunun özü, her yerde aynı olduğu halde aldığı biçimler
çeşitli olmuştur. Bu çeşitlilik, kapitalist düzendeki toplumsal
ilişkilerin gelişmişlik düzeyine, o ülkenin kendine has özelliklerine
vb. bağlıdır. Tarihte ulusal sorun, ilk ulusların oluşmasına karşı
direnen mutlakıyetçi feodal engellerin yıkılmasından bu yana var
olmaya devam etmiştir. Bu sorun sosyalizmin zaferine dek ve
sosyalizmin kuruluşu sırasında kapitalist uluslar sosyalist uluslara
dönüşünceye dek varlığını sürdürecektir.

Her türlü ulusal ezginin ortadan kaldırılması, yalnızca biçimsel
olarak değil, gerçekten gerçek bir eşitliğin sağlanması, ulusların,
milliyetlerin, ulusal ve etnik grupların özgür bir şekilde çok yönlü
gelişmesi, ulusal düzeydeki ilişkilerde özgür irade ilkesine
uyulmasına, ileri ulusların, gelişme yolundaki halklara yardım
etmesine, ulusal ve uluslar arası süreçlerin gerek biçiminin, gerekse
içeriğinin toplumsal ilerlemenin hedefiyle denge sağlamasına bağlı
olarak, gerçekleşebilir.
Ulusal sorunu, ancak ve ancak işçi sınıfının kendisi tamamen
çözebilir. Ne var ki, burjuvazi de, her şeyden önce kendi amaçları
doğrultusunda ve aynı zamanda kitlelerin baskısı ile belirli
girişimlerde bulunabilmektedir. Burjuvazi, kapitalizm çağının
başlarında ulusal hareketlere öncülük etmiş, ulusları ve ulusal
devletleri örgütlemiş ve halkların ulusal gelişmesini teşvik etmiştir.
Burjuvazi, ulusların büyümesi kendi konumuna yaradığı sürece bunları
yapa gelmiştir.

Bu durum, emperyalizm döneminde köklü bir şekilde değişmiştir.
Burjuvazi, kendi ulusunun ilerlemesi işçi sınıfının durumunu
güçlendirmek ve etkisini artırmak eğiliminde olduğundan ötürü, kendi
ulusunun ilerlemesinden çekinmeye başlamıştır. Ama ulusal ilerleme ne
olursa olsun devam ettiği için, burjuvazi, diğer halkları sömürmek ve
tutsak kılmak amacıyla bu ilerlemeden yararlanmaya çalışmıştır. Bu
amaçla da, burjuvazi kendi ulusuna şovenizmi ve milliyetçiliği, ezgi
altına aldığı halklara da ulusal nihilizmi bulaştırmak zorunda
kalmıştır.

Kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça, egemen sınıfların ulusal sorunun
gerilimini düşürmek yolunda atacakları her adım, özünde burjuva
nitelik taşıyacaktır.
Alınan sonuçlar ne kadar olumlu olurlarsa olsunlar, çözümler hep yarım
kalacak ve mutlaka ulusların birbirlerinden uzaklaşmalarına ve genel
olarak halkların bölünmelerine yol açan olumsuz öğeler
içereceklerdir.
Lenin, kapitalizm var oldukça, demokratik bütün taleplerin-bu arada
ulusal sorunun çözümünün de- ancak birer istisna olarak ve hatta yarım
kalmış bir biçimde yerine getirileceğini çok önce göstermiştir.
Ulusal sorunun proletarya tarafından çözümlenmesi ile kapitalist
toplumun geçici çözümleri arasındaki temel farklılık, bunlardan
birincisinin, halkların mümkün olan en geniş şekilde birleşmelerine ve
gönüllü olarak birbirlerine yakınlaşmalarına dayalı olmasıdır. Ulusal
sorunun çözümlenmesi, işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırılması
ve insanlığın kapitalizmden sosyalizme geçişinin sağlanması olan
tarihsel görevinin bir parçasıdır.
Engels, ulusal benzersizlik anlayışını ancak ve ancak proletaryanın
yıkabileceğini; ancak ve ancak uyanan proletaryanın farklı uluslar
arasından kardeşlik bağları kurabileceğini yazmıştı.

Ulusal sorunun çözümünün yollarını ve araçlarını saptarken, işçilerin
ve emekçilerin enternasyonalizm doğrultusunda eğitilmeleri özel önem
taşımaktadır.
Marx, Engels ve Lenin, çok uluslu bir ülkede ezen ulusun
devrimcilerinin "ayrılma özgürlüğü" üzerinde, ezilen ulusun
devrimcilerinin ise, bunun tersine "birleşme özgürlüğü" üzerinde
diretmeleri gerektiğini vurgulamışlardır. Lenin'in de yazdığı gibi,
İçinde bulunulan durumdan enternasyonalizme ve ulusların birbiriyle
kaynaşmasına giden herhangi bir başka yol yoktur ve olamaz.
Ulusların işbirliği ancak eşit durumlarda olanaklıdır. Bu, UKKTH nın
tanınması anlamındadır. Böylece, gerçek anlamda ulusal gelişme
özgürlüğü, ulusal çıkarlara saygı gösterilmesi, ulusal azınlıklara
anlayışlı davranılması, gelişmede geri kalmış halklara yardım edilmesi
anlamındadır.
Kapitalizmin gelişmesi açısından Marxizm'in kurucularının dile
getirdiği gibi en elverişli koşulların ulusal devlet tarafından
sağlanması önermesi, kuşku duyulamayacak denli gerçeklik içermektedir.

Ulusal düzeydeki ilişkilerin toplumsal ve sınıfsal yanlarını
kavramadıkça, ulusal sorun konusunda, UKKTH konusunda somut adımlar
atmanın yetersiz kalacağını vurgulayarak, bu yanları hatırlatmak
istiyorum. Birincisi, bir ulus içinde yer alan sınıflar arasındaki
ilişkiler; ikincisi, farklı ulusların denk sınıfları arasındaki
ilişkiler; üçüncüsü ise, farklı ulusların farklı sınıfları arasındaki
ilişkiler ( örnek olsun, ezilen ulusların egemen sınıfları ile
emperyalizm tarafından ezilen ulusların emekçi halkları arasındaki
ilişkiler; ya da büyük ve gelişmiş ulusların işçi sınıfı ile az
gelişmiş ve ezilen ulusların köylüleri arasındaki politik bağlaşıklık
gibi.)

Kapitalist toplumda ulusal düzeydeki ilişkilerin toplumsal ve sınıfsal
yanı, proletarya enternasyonalizmi ve burjuva milliyetçiliği gibi
birbirine taban tabana zıt iki dünya görüşü tarafından ideolojik
olarak dile getirilir.
Lenin bunun temel içeriğini şöyle tanımlamıştır; " burjuva
milliyetçiliği ve proletarya enternasyonalizmi; işte bunlar,
kapitalist dünyadaki iki büyük sınıfsal kampa denk gelen ve ulusal
soruna ilişkin olarak sürdürülen iki ayrı politikayı ( daha doğrusu
iki ayrı dünya görüşünü) dile getiren, birbirleri ile bağdaşmaz bir
şekilde düşman belgilerdir."
Proletarya enternasyonalizminin temel öğesi, hangi milliyetten
olurlarsa olsunlar, proletaryanın ve tüm emekçilerin ulusal düzeydeki
ilişkilerinden çok sınıfsal ilişkileri üzerinde, yani sınıf
savaşımının, yeni toplumun kuruluşuna, ya da ulaşılan başarıların
korunmasına ilişkin dayanışma biçiminde proletarya
enternasyonalizminin etkisidir. Elbette bu ilişkiler, aynı zamanda
ulusal alanda da yer alan ilişkilerdir. Bununla birlikte, bu
ilişkilerin özünü belirleyen, sınıfsal ilişkilerdir.

EMPERYALİST KAPİTALİZMİN KOZMOPOLİTİST KUKLA OYUNU

Burjuva milliyetçiliği, özel mülkiyetin egemenliği tarafından ve
burjuva milliyetçiliğini ulusal çıkarlara bağlılığın ve yurtseverliğin
başlıca ölçütü olarak göstermeye çalışan burjuvazinin sınıfsal
çıkarları tarafından beslenmektedir. Oysa başta burjuvazinin en
dolaysız amaçları olmak üzere çeşitli etkenlere bağlı olan burjuva
milliyetçiliği, şovenizm boyutlarına varabileceği gibi, ulusal
nihilizm ya da kozmopolitizm biçimlerine de bürünebilir.

Milliyetçiliğin çeşitli toplumsal işlevleri vardır. Kimi durumlarda
milliyetçilik, bir ülkenin burjuvazinsin daha güçlü olan bir başka
ülkenin burjuvazisinden kopmasına yardımcı olur; başka durumlarda ise
milliyetçilik, burjuvazinin gerek egemenliğini sürdürüp güçlendirmesi
için, gerekse yabancı toprakları ele geçirmek üzere kitleleri harekete
geçirmesi için bir araç olarak iş görür. Bazen tüm milliyetlerden
işçilerin oluşturduğu birleşik sınıf cephesinin parçalanmasında bir
araç olarak kullanılır.
Gerici burjuva milliyetçiliği, günümüzde, batı dünyasında rağbet gören
yaygın bir burjuva ideolojisi olan kozmopolitizm şeklinde olmaktadır.
Kozmopolitizm, tekelci sermayenin gerici milliyetçiliğinin diğer
yüzüdür. Büyük emperyalist güçler içinde yer alan burjuvazinin egemen
olan bölümü, egemenliği altındaki küçük halkları denetim altında
tutabilmek için diğer ülkelerin emekçilerini, ulusal değerlere,
özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna inandırmaya
çalışmaktadır. Kozmopolitizm gerçekte, yabancı halkları egemenlik
altına almak için kullanılan ideolojik bir sığınaktır. Kozmopolitizmin
sözcüleri, sömürülmekte olan halkların direncini kırmak amacını
gütmektedirler. Tekelci burjuvazi, kendi yurttaşlarının bir kısmının
hizmetlerinden yararlanarak diğer halkları ezdiğinden kozmopolitizm bu
yurttaşları da ideolojik açıdan hizaya getirmek amacı güder. ABD'de
"dünya devleti" ve "dünya hükümeti" fikirlerinin yoğun bir şekilde
işlenmesi, Avrupa'da ise, gerici güçlerin uluslar üstü bir hükümetin
yönetimi altında"bütünleşmiş bir Avrupa" için kampanya sürdürmeleri bu
nedenledir.
Burjuvazinin bilim adamları, politikacıları, bankacılar, sanayiciler
ve din adamları "mutlak ulusal hükümranlık" çağının artık geride
kaldığını", eski sömürge halklarının ulusal devleti sıfırdan
başlayarak kurmaları şöyle dursun, ulusal devlet fikrine sarılmanın
anlamsız olduğunu kanıtlayabilmek için el ele vermişlerdir.

Kozmopolitizmin savunucuları aslında ulusal nihilizmin sözcüleridir.
Kozmopolitlerin iddialarına göre insanlık tarihinin bu günkü
aşamasında çağdışı birer kalıntı haline gelmiş olan ulusal değerleri
savunmakta bir anlam yoktur.
Kapitalist propaganda Sokrates'in kozmopolit görüşlerini över. "ben ne
Atinalı, ne de Korintosluyum, ben dünya vatandaşıyım" şeklindeki
evrensel barış dileklerini sömürür "savaşların nedeni ulusal
hükümranlıktır", hatta ekonomik politik bütünleşmeden daha olağan bir
şey olmadığını iddia ederler. ( ekonomik topluluklar artık ulus
sayılmazlar)

Kozmopolitizm ve ulusal nihilizm, elbette, gerçek yaşamdan uzaklaşmış
insanların saçma sapan düş ürünleri değildir. Bunlar, dünya
kapitalizminin bu gün içinde bulunduğu aşamanın bütünüyle gerçek
etkenlerine, daha doğrusu tekelci sermayenin çıkarlarına
dayanmaktadır. Birincisi, daha büyük kârlara engel olan ulusal
hükümranlık ve gümrük engelleri, büyük emperyalist güçler arasında
serbestçe sermaye ve mal akışını önlemektedir. İkincisi, tek tek
ülkelerde yer alan çok sayıda tekellerin dışında, artık pek çok küçük
devletin ekonomisine ve politikasına egemen olan çok uluslu şirketler
oluşmuştur. Üçüncüsü, sömürgeciliğin dağılmasıyla birlikte
emperyalistler, yeni kurulan ulusal devletlerin hükümranlıklarını
baltalamak, bu halkların ulusal birliğini parçalamak ve böylece yeni
sömürgeciliği daha da güçlendirmek için kozmopolitizmi ve ulusal
nihilizmi yardıma çağırırlar. Dördüncüsü, çökmekte olan kapitalist
dünyada kozmopolitizm ve ulusal nihilizm, gericiliğin ulusal sınırlara
bölünmüş olan tüm güçlerini, dünya devrim sürecinin giderek büyüyen
güçlerine karşı birleştirmek amacıyla kullandığı bir araçtır.

Kozmopolitler ve ulusal nihilistler, ulusal sorun konusunda,
proletarya enternasyonalizmi ile kendi görüşleri arasında bir
"benzerlik" olduğunu iddia etmektedirler. Bununla birlikte, halkların
ilerlemesini durdurmak amacında oldukları için, Marxist-Leninist
ideolojiye özünde düşmandırlar. Kozmopolitizm ve ulusal nihilizm, daha
bu günden ulusların ve ulusal farklılıkların zorla özümleme yoluyla
ortadan kaldırılmasını savunmaktadırlar. Oysa Marxizm-Leninizm,
ulusların kaynaşmasını olağan bir süreç olarak ele almakta ve bunun da
ancak uzak bir gelecekte, yalnızca tamamen özgür bir ulusal gelişme
temelinde olacağını öngörmektedirler.

SONUÇ

Buraya kadar dile getirdiklerimle emperyalizmin işine nasıl gelirse
öyle ama daha çok sorunun büyümesini engelleyemediği zaman sorunu
sahiplenerek kendi çıkarına göre çözmeye çalıştığını göstermiş
olduğuma inanıyorum. Hâlâ gösteremediysem, hep ifade ettiğim gibi,
bilinçli olarak, bir hükümlü misli mecbur olarak veya görevli olmanın
gereği olarak, bir görmeme dinamiğinin hâkim olduğunu düşünmek
eğilimim ağır basmaktadır.

Bununla birlikte, sorunun o kadar da girift olmadığı, çözülmesi
yönünde teorik yaklaşımlar geliştirmek için insanüstü bir zekâya sahip
olunmasının gerekmediği, daha da önemlisi, h
âlâ en ilerici, en devrimci ve en bilimsel teori olmaya devam eden
Marxizm-Leninizm'in yanında, özellikle bölgemizde ki Doğu olarak
anılmaktadır, yaşanmış olan çok zengin pratiklerin, bu sorunun
çözümünü teorilendirmemizde önemli kaynaklar bütününü teşkil ettiği de
görülmektedir.
Diğer yandan, bu sorunun çözümünün asıl sorunun çözümünden ayrı
tutulamayacak bir karakter taşıdığı gerçeğinin de, bu uzun yazı ile
alt alta dizilen ifadelerden anlaşılacağını umuyorum.
Ve ayrıca, çok kişinin düştüğü tuzaklarlardan olan kozmopolitizm
çukurunun ne demek olduğu yanında, sahte sol gömlekli şarlatanların
nasıl da bu ideolojik saldırı ile senkronize olduklarını gösterdiğine
inanıyorum.
Burada birkaç sayfa yazıyı okumaktan imtina edenlerin, üşenenlerin,
kullanılan cümle sayısı fazla olduğu için ana fikri
yakalayamayanların, bir çırpıda, Komünist manifestoda Marx ve
Engels'in dediklerinin ana fikrinin işçilerin vatanı olmadığı fikri
olduğunu anlamalarını, yine bir çırpıda Ulusal sorun konusunda,
kulaklarına hoş gelen Lenin'in sarf ettiği kimi ifadeleri bulup ortaya
koymalarını, dahası insanı kâbesi yapıp, dünyayı da vatan
bellediklerini haykırmalarını, daha da fazlası, artık ulus-devlet
tarihe karıştı derlerken, burnumuzun dibinde Kürtlerin üzerinden
kurulmaya çalışılan bir emperyal ulus-devletin önüne çıkan engellere
ağıt yakmalarını, emperyalist kapitalizmin kukla oyununun içinde yer
almış olmalarına bağlıyorum.
İşte, bu uzun yazıdaki alt alta dizdiğim ifadelerin bir işlevinin de,
sıradanlaşmış olsa da, sol memesinin altındaki cevahirini söndürmemiş
olanların da silkinip, bu kukla oyununun arkasındaki gerçekleri
görmeye çalışmaları için işaret fişeği misli olmak olduğunu da
göstermiş olduğuma inanıyorum.
Böylece, Lenin'in ifadelerini cımbızlayarak, kulağa hoş gelen ama
özünde egemen sınıfların yani ezmeye, sömürmeye daha katmerli olarak
devam etmenin olanaklarını genişletmeye çalışanların, bu emellerine
yönelik çözümlerini ortaya saçanların şarlatanlıklarını teşhir ederek,
tartışmanın akıl bozucu dinamiğini frenlemiş oldum ve yerine ağırlığı
olan bir tartışma profili koyarak, gerçekte bu soruna nasıl
bakıldığını, kimin, kimlerin aklına göre hareket edildiğini ve daha
önemlisi aslında pek de Kürt halkının sorunları ile ilgilenilmediğini,
Türkiye'nin işçilerinin, emekçilerinin sorunları ile ise hiç
ilgilenilmediğini, aksine ve daha çok ağaların, büyük toprak
sahiplerinin, gerici dinci tarikat şeyhlerinin ve bu yöndeki bir
düzenin hayali ile yanıp tutuşan gerici -dinci Kürt liderlerinin
sorunlarının çözümü yanında, hâlâ umut var görülen kapitalizmin
sorunlarının çözümü peşinde koşulduğunu, bu koşudan kazançlı çıkmanın
umulduğunu göstermiş oldum.

Bitirirken, Lenin'in yüz yıl önce işaret ettiği gerçeklikten
hareketle, ulusal bölünmelerin ortadan kalkmasına, ulusal
farklılıkların silinmesine ve ulusların birbiri ile kaynaşmasına
yönelik evrensel eğilimin, her geçen gün daha da güçlenmekte olduğunu
hatırlatmak istiyorum. Bu yöndeki eğilimin, yalnızca ulusların
birbirine yakınlaşmasının değil, aynı zamanda halkların ulusal
gelişmesinin de bir sonucu olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, bu
eğilimin temelinde, halkların ekonomik, politik ve kültürel alanlarda
sürekli olarak uluslar arasılaşmasının yattığı da anlaşılmaktadır.
Yani toplumun genel gelişme çizgisinin halkların birbirileri ile
yakınlaşmasına ve kaynaşmasına yönelik olduğu şeklindeki önermenin
doğruluğu her geçen gün ve daha anlaşılır biçimde maddi yaşamda
kanıtlanmaktadır.

Fikret Uzun
3 Aralık 2011

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages