EMPERYALİZMLE KARDEŞLİK, KARDEŞLİĞİN ARASINA KALLEŞLİK SOKMAKTIR

5 views
Skip to first unread message

f.u.

unread,
Oct 31, 2011, 10:02:41 AM10/31/11
to FiKRET UZUN YAZILARI
EMPERYALİZMLE KARDEŞLİK, KARDEŞLİĞİN ARASINA KALLEŞLİK SOKMAKTIR
Savaş çığırtkanlarından söz edilirken, asıl savaş çığırtkanlarının ve
hedeflerinin görmezden gelinmiş olması ve sanki her şeyden bağımsız
apayrı bir savaş ve saldırganlık politikası varmış gibi konuşulmuş
olması ve tedavülden kalkmış eski tarihli dergilerden yapılan bir
alıntı gibi dökülen tespitlerdeki soyutluk ve de "kirli savaş" derken
kastedilenin ne olduğunun anlaşılmaması bir yana, belli bir
hassasiyetle yazılmış olduğunu ve sonuna doğru asıl noktaya işaret
etmeyi denediğini arada ise bildik şeylerin tekrarı ile bir hatırlatma
yapıldığını kabul edebileceğimiz bir yazı olmasına karşın, biraz
eklektik olması ve yer yer yanlış ifadeler kullanması nedeniyle
eleştirel bir yaklaşımla katkıda bulunmak istiyorum ki, bu gün
özellikle ulusal sorun konusunda at izinin it izine karıştığı bir
zamanda bulanıklıkları gidermek için ve özellikle bu sorun konusunda
samimi yaklaşanların zihninin açılmasına yönelik olarak bunun gerekli
olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle, bu yazıyı kaleme alan kişinin, "savaş"ın ne olduğu konusu
üzerinde biraz çalışması gerektiğini vurgulayarak, kısaca ve Marks ve
Engels'in de, Lenin'in de teorik yaklaşımlarını üzerinden
geliştirdikleri Clausewitz'in 100 yıl önce yazdığı kitabındaki, "Savaş
siyasetin başka yollardan devamıdır" şeklindeki sözünü hatırlatmak
istiyorum. Devam ederek, Hiçbir savaşın onu doğuran siyasi sistemden
ayrılamayacağını; belli bir devletin ve o devlet içindeki belli bir
sınıfın savaştan önce uzun bir süre izlediği siyasetin, kaçınılmaz
olarak, o aynı sınıfın savaşta izlemeye devam ettiği siyaset olduğunu,
yalnız eylem biçiminin değiştiğini hatırlatmak istiyorum.

Yani, soyut bir "savaş ve saldırganlık politikası" kavramı bizi bir
sonuca götürmez demek istiyorum. Savaş ve saldırganlık politikası
emperyalist kapitalistlerin asıl siyasetinin yani ezgi ve sömürü
siyasetinin şiddet yolu ile devam etmesidir. O nedenle savaş ve
saldırganlık politikası kavramını ortaya koyarken bu gerçeklik
unutulmamalıdır.

Bir diğer sorun, devletin şiddet ve imha yoluyla Kürt sorununu çözmeye
çalışması, asıl olarak eskinin politikasıdır ve şimdi bu politika
sürdürülüyorsa, bu Kürt halkını boyun eğen bir barışa, Türk halkını da
ABD-AB emperyalizmi ve işbirlikçileri için Kürtlerin ağalarına,
beylerine, aşiret reislerine, gerici şeyhlerine, işbirlikçi
burjuvazisine, Barzani yönetiminde bir Manda hediye edilmesinde suç
ortaklığına mahkûm etmek içindir.

Bu mandanın eti sütü yoğurdu yani her neyi varsa önce ABD-AB
emperyalizmi tarafından sağılacak, kalanın büyük parçası işbirlikçi
tekeller ve tekeller ailesine katılan gerici-dinci zenginler
tarafından Barzani ile birlikte sağılacak, içinden bir miktar her
boydan ve soydan devşirilmiş olan sahte aydın ve sol gömleklilere
dağıtılacak Kürt halkına yine o ABD-AB ye, bu yerli tekellere, şu
Barzani'ye derken, geriye ne kaldı ise o verilecek. Geriye kalan ise
biraz dua, biraz cennet hayali o da beğenilmezse, argo özdeyişte
denildiği gibi, Hasana kalan verilecek. Yani Kürt halkına daha fazla
kölelik, daha fazla ezgi hediyesi olacak. Köleleştirilmiş Kürt emekçi
halkına katmerleştirilmiş acılar yanında, Kürtçe ağlama özgürlüğü
verilmiş olacak.

Buradan hareketle, şimdilerde yer- gök "barış hemen şimdi" naraları
ile inletilirken, kitleler "analar ağlamasın" "Mehmetçikler ve
Memocuklar ölmesin" sloganları altında "barış"ın, "savaşın" karşıtı
soyutlaması içine hapsedilerek, ABD-AB emperyalizmin BOP-BİP projesi
tam gaz ilerleyecektir yani emperyalizmin ezgi ve sömürü politikası
bununla bağlı olarak ilhak politikası, sömürge politikası "barış" adı
altında kitlelere kabul ettirilecektir. Çünkü ABD-AB emperyalistleri
ve işbirlikçileri için "barış" demek, Türkiye'nin parça pinçik
yapılarak, her parçasındaki en zengin alanları hortumlamanın
sessizliğini yaratmaktır. Sessizliğe mahkûm edemezse, her parçayı
birbirine kırdırmaya mahkûm etmektir.

Burada küçük bir parantez açarak, Cecil Rhodes isimli, Boer savaşının
başlıca sorumlusu olan, sosyal-şoven finans kralının söylediklerini
aktarmak istiyorum ki, oldukça öğreticidir.

Şöyle diyor ve bunu dediğinde henüz birinci savaş
patlamamıştı."İngiltere'nin 40 milyonluk nüfusunu kanlı iç savaştan
kurtarmak istiyorsak, biz sömürgeci siyaset adamları, nüfus
fazlalığını yerleştirmek, üretilen mallara yeni pazarlar bulmak için
yeni topraklar ele geçirmeliyiz. Her zaman söylerim, imparatorluk bir
peynir ekmek işidir. İç savaşı savuşturmak istiyorsan, emperyalist
olmak zorundasın."

Demek ki emperyalistlerin kendi nüfusu ile barış içinde yaşaması da
zorla dayattığı kendi coğrafyasının dışındaki "barış"larla,
olmazsa,"savaş"larla mümkündür ki, bunu 100 yıl önce itiraf etmiş
bulunuyorlar.

O zaman soru şudur; ABD-AB emperyalizminin savaş öncesi siyaseti ile
savaş sırasındaki siyaseti aynı siyasetin başka yüzleri yani ezgi ve
sömürü siyasetini şiddet yoluyla sürdürmek değil midir? Öyleyse
"barış" gelince, şiddet yoluyla sürdürülen siyasetin,"barış" yoluyla
sürdürülmesi söz konusu olmayacak mıdır? Ve öyleyse barış
Barzanilerle, Kürt ağa ve beylerle ve diğerleri ile bir suç ortaklığı
temelinde kurulacak ama Kürt emekçi halkına karşı aynı siyaset bu kez
Barzan aşiretinin gerici ve dinci politikaları yanında,
emperyalistlerden daha fazlasını koparamayacağına göre, Kürt emekçi
halkının kursağındakine daha fazla elini uzatması şeklindeki sömürü
politikaları olarak devam edecektir. Bu mudur barış? Evet, Kürt
halkına dayatılan "barış" budur ve bunun adı barış içinde bir arada
emperyalizme boyun eğerek kölece yaşamayı kabul etmek demektir. Kürt
halkı bunu kabul etmiyor, etmedi ve etmeyecektir. Etse idi çoktan BOP
bayrağı semalarda yükseliyor olurdu.

Bir süre önce, burada da paylaştığım "kongre Girişimciliği'nin ne
anlama geldiğini anlatan uzunca yazımda önemli ipuçları vermiştim ama
maalesef, burada her şeyi biliyor olmak konusunda oldukça yarışperver
olanlar, yazının uzunluğunu bahane ederek, görmezden gelmeyi
yeğlemişlerdir.

Diğer yandan bir konuyu netleştirmek, yani barış istemediğimin
zannedilmesini istemediğimi belirtmek isterim. Ama barışın ben
istediğim için, analar ağlamasın diye hemen şimdi gelmesinin mümkün
olmadığını, çünkü savaşların bizim dışımızda olduğunu; bizim
irademizin dışında ve bize hiç sormadan geliştiğini söylemek
zorundayım.
Savaş bizim bile değildir, bizi kendi savaşımızdan koparıp, kendi
savaşlarına sokarak, barışlarına mahkûm etmek istiyorlar. Öyleyse,
tekrarı gerek, savaş bizim dışımızdadır ama kardeşlik içimizden hiç
çıkmadı, çıkmıyor, çıkmayacak. Savaşın bitmesi bizim elimizde
değildir, öyleyse savaşa rağmen kardeşlik devam etmelidir. Savaş
bitecekse, kardeşliğe sımsıkı sarılarak bitecektir. Kardeşlik kardeşle
kardeş arasındadır. Kalleşle kalleş arasında kardeşlik olmaz. Barış da
olmaz. Emperyalizm en kalleş ise, ondan daha kalleş işbirlikçileridir.
Onlarla kardeşlik, kardeşliğin arasına kalleşlik sokmaktır. Demek ki
onlarla da barış olmaz. Öyleyse kardeşlik sınıfsal temelde yani Kürt
ve Türk işçi ve emekçi halkları arasındadır ve barış da bu kardeşliğin
yükseğe tırmanması ile gerçek anlamını kazanabilir. Diğeri, yani diğer
"barış", savaş kimin ise, onundur.

Bu günkü savaş, iki milletin barış içinde yaşarken, biri diğerine
saldırdı, öteki de kendini savundu anlayışına sığdırılan bir savaş
değildir. Ama ısrarla bu anlayışa sığdırılmaya çalışılıyor. Ama öyle
imiş gibi, yaramaz mahalle çocuklarının kavgasını ayıran mahalle
büyüklerinin arabuluculuğu misli hamlelerle, "sizi yaramazlar,
birbirinizden ne alıp veremediğiniz var, değer mi anaların ağlamasına"
deyyu barış duaları edilmektedir.

Örnek olsun, Vietnam'a ABD emperyalizmi, ondan önce Fransızlar ve
Japonlar, hep Hindiçini halklarına kendi "barış"larını dayatmak için
girmişlerdi ama Vietnamlılar, onları birer birer ülkelerinden kovarak
kendi barışlarını kurdular ve onları da buna uymaya mecbur ettiler.
Tersine örnek de var, Brest Litovski barışı ve Versailles barış
antlaşması yeterince öğreticidir. Barıştan çok kölelik antlaşması
olduğunu hepimiz biliyoruz.

Öyleyse "savaş"ın gerçek niteliğini anlamadan barışı anlamak da,
kurtuluşun nerden geleceğini tespit etmek de zordur, hatta
imkânsızdır.

Diğer yandan bütün savaşları gerici saymak ile emperyalist çağda
ulusal savaşların imkânsız olduğunu kabul etmek aynı kökten gelen
anlayışın ürünüdür ve savaşın gerçek niteliğinden uzaklaştırmaya
yöneliktir. Ancak Emperyalizmin kozmopolitizmi burada devreye girerek,
bu emperyalist egemenliğin yararına pompalanan teorilerin üzerini
zahmetsizce örterek, bir yerde imkânsız gösterilen savaş, diğer yerde
haklı ve imkânlı gösterilebilir.

Oysa savaşın niteliğini tam anlayarak bunun doğru olmadığını yani her
savaşın gerici olmadığını ve ulusal savaşların emperyalizmin bu günkü
koşullarında da mümkün olduğunu görmek zor olmaz. Bunu gördüğümüz
anda, bu sahtekârlıkla üretilen teorilerin üzerinden yükselen "barış"
ve "silahsızlanma" propagandasının da kıymeti harbiyesini anlarız.

Burada da bir paranteze ihtiyaç var, Lenin'in dediklerini hatırlayarak
bu paranteze sığdırabilirim ki, Emperyalist devletlere karşı milli
savaşlar sadece mümkün ve muhtemel değil, aynı zamanda kaçınılmaz,
ilerici ve devrimcidirler. Fakat başarılı olmak için, ya ezilen
ülkelerde yaşayan muazzam halk yığınlarının, (mesela Ortadoğu ve
Kafkasya'nın yüz milyonlarca insanının) birlikte hareket etmesi; ya
uluslar arası koşullarda özellikle elverişli bir durum (mesela
emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişkiler nedeniyle bu işe
burnunu sokamamaları); ya da, büyük devletlerden birinde o sırada
proletaryanın burjuvaziye karşı baş kaldırması şarttır. (en istenilen
ihtimallerin en başında bu gelir) . Yani ulusal savaş Türkiye'nin de
gerçeğidir, ama bu bütünlük ve sosyalist iktidar perspektifi içinde.
Bunun son sözünde ise küçülen değil, büyüyen ve büyüyerek bu sorunları
çözen Türkiye fotoğrafı vardır.

Çözüm bu fotoğraftadır. Yani "Eşitliğin, özgürlüğün ve gönüllü
birlikteliğin hayat bulabileceği tek gerçek düzen sosyalist
cumhuriyetler birliğindedir."

Bu günün en önemli sorunu olarak öne çıkartılan ama emek sürecinin
belirleyiciliği temel ilkesi atlanırsa ya da bu belirleyiciliğin
gücünün yerine bu sorunun yükselteceğine inanılan gücün konulması
durumunda egemen sınıfların çaresizliklerine derman çözümlere
sürüklenmekten kurtulamayacak olan ulusal sorunun çözümü konusunda
katkısı olacağına inandığım düşüncelerimi bitirirken, bir de düzeltme
yapmak istiyorum;

Marks'ın "... İrlanda, İngiliz hükümetinin büyük bir düzenli ordu
beslemesi için tek bahanedir ki bu ordu gerektiğinde daha önce de
olduğu gibi, askeri eğitimini İrlanda'da tamamladıktan sonra İngiliz
işçilere karşı kullanılabilir. ... Son olarak, İngiltere, bugün, eski
Roma'da devasa boyutlarda olmuş olan şeyin bir yinelenmesini görüyor.
Bir başka ulusu ezen her ulus, kendisini zincire vurur." Biçimindeki
bu sözleri alıntılanarak, bunun öğretici olduğu öne çıkartılmış. Ancak
her ne kadar başlık olarak da kullanıldığı için "Bir başka ulusu ezen
her ulus, kendisini zincire vurur." Sözüne vurgu yapılmak istenmiş
olsa da, bence öğreticilik bu cümlede değildir; asıl öğreticilik,
Marks'ın İrlanda'nın İngiltere'den ayrılmasını isterken gözettiğinin
ne olduğunun anlaşılmasındadır. Marks, Engels'e 1866 yılında yazdığı
bir mektupta, ayrılmanın ardından bir federasyon da gelse, İrlanda'nın
İngiltere'den ayrılmasını istiyordu; küçük burjuva barışçı kapitalizm
ütopyası açısından ya da "İrlanda için adalet" düşüncesinden hareketle
değil, hâkim milletin proletaryasının kapitalizme karşı devrimci
mücadelesinin çıkarları açısından istiyordu bunu. O milletin
özgürlüğü, başka bir milleti ezdiğinden ötürü kısıtlanmış,
sakatlanmıştı. İngiliz işçileri, İrlanda'nın İngiltere'den ayrılmasını
istemezlerse, İngiliz proletaryasının enternasyonalizmi ikiyüzlü bir
laftan ibaret kalırdı. Marks hiçbir zaman bücür devletlerden, genel
olarak devletlerin parçalanmasından, ya da federasyon ilkesinden yana
olmadığı halde, ezilen bir milletin ayrılmasını federasyon yolunda bir
adım, dolayısıyla parçalanmaya doğru değil, yoğunlaşmaya doğru, hem
siyasi hem de ekonomik yoğunlaşmaya doğru bir adım sayıyordu. Ama bu
yoğunlaşma demokrasi esası üzerinde olacaktı.
Ve Marks, bunu isterken, sınıf mücadelesine ve sosyalist devrim
düşüncesine tamamen yabancı olan küçük burjuva demokratların,
kafalarında, özgür ve eşit milletler arasında kapitalist düzende barış
içinde bir rekabeti öngören ütopyaları ile alay ediyordu. İşte
öğreticilik buradadır.

Fikret Uzun

31 Ekim 2011
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages