1 MAYIS ÖNCESİ "EMEK ÖRGÜTLERİ", SÖZÜNDE SAKLI SİNSİLİK, İŞÇİLERİN VATANI ve 1 MAYIS

6 views
Skip to first unread message

f.u.

unread,
Apr 30, 2012, 2:31:00 PM4/30/12
to FiKRET UZUN YAZILARI
1 MAYIS ÖNCESİ "EMEK ÖRGÜTLERİ", SÖZÜNDE SAKLI SİNSİLİK, İŞÇİLERİN
VATANI ve 1 MAYIS

"EMEK HER TÜRLÜ ZENGİNLİĞİN VE KÜLTÜRÜN KAYNAĞI" diyorlardı. Öyle
yazılmıştı, ünlü Gotha programında. Peki, öyle mi imiş? Öyle mi?
Burada kastedilen belli diyerek Marx geçiştirmiş mi? Geçiştirmemiş ve
net olarak koymuş. "EMEK HER TÜRLÜ SERVETİN VE KÜLTÜRÜN KAYNAĞI
DEĞİLDİR." En azından bu biçimdeki bir anlatım doğruyu vermemektedir.
"Emek evrime uğrayarak sosyal emek haline geldiği ve böylelikle
servetin ve kültürün kaynağı olduğu ölçüde, emekçide yoksulluk ve
teslimiyet, çalışmayanda ise servet ve kültür gelişir." Böyle
düzeltmiştir Marx. Demek ki, gerisi burjuva lafazanlıktan başka bir
şey değildir.

"Emek örgütleri" ifadesi de aynı tür bir lafazanlığın içindedir ki,
Türk-İş'in de, o tür diğer sendikaların da, sınıf sendikası görünüp,
karşı sınıfın bahçesinden konuşan sendikaların da bu lafazanlığı pek
sevdiğini biliyoruz.
Tamam, belki normal şartlarda bu tür ifadeler veya isim koymak ve
tariflendirmeler mesele edilmeyebilir, olumlu yanıyla bakılabilir.
Ancak toplum zaten bellek kaybına uğratılmış, fabrikalarda sınıf
bilinci dışarı kovulup,ümmet bilinci yerleştirilmiş ve
kendiliğindencilik, o olmazsa sendikalizm, o da olmazsa, inkârcılık
model yapılarak, siyasi mücadelenin önüne koşulmuş veya üzerini
örtmek, hafızalardan kazımak için kullanılan bir araç haline
getirilmişken, bu tür lafazanlıkların rengini net koymak
gerekmektedir.

Diğer taraftan, "Emeğin kurtuluşu" ifadesine de karşı çıkar Marx ve
açıklar ki, bunu hepimiz biliyoruz, aslı böyle olmayan bir ifadeden
kopya çekilmiş ama ifade Marx'ın deyimiyle "ıslah edilerek" programa
yansıtılmıştır. Ve yine Marx hatırlatmıştır ki, enternasyonalin
tüzüğündeki asıl ifade şöyledir; "çalışanlar sınıfının kurtuluşu,
emekçilerin kendi eseri olacaktır"
Ve burada mesele öyle denmiş, böyle denmiş ve denilenler Marx'a
uymuyor meselesi değildir. Burada önemli nokta, ortada bir
bulanıklığın, bir soyutluğun olması ve bu, netlikten uzak olduğu,
sırıttığı halde bundan vazgeçilmemesidir. Oysa bu gün her zamankinden
çok netliğe ihtiyaç olmaktadır. Bu şekilde hareket etmek tam da
tekellerin istediği türden yaklaşımlardır.
Öncelikle sendikaların ve ekonomik mücadelenin önemini yadsımıyoruz.
Ancak ekonomist mücadele ile ekonomik mücadele aynı şey değildir. O
nedenle de, sendikalizmin siyasal mücadelenin önüne konulduğunu
vurguladım. Önem taşıyan nokta burasıdır. Sapla samanı hep karışık
tutmak ekonomistlerin, reformistlerin işine geldiği içindir ki, soyut
konuşulduğu hatırlatıyoruz. "Emek örgütleri" ifadesi tam da budur.

İkincisi, bu günün ekonomik mücadelesinin şiarı, işçi sınıfını, emekçi
kitleleri, reformizmin, ekonomizmin kuyruğuna takmak isteyenlerin
dillendirdiği "iş günü kısaltılsın " sloganı değildir. Her slogan
ekonomik gerçeklerin, siyasi durumun ve sloganın taşıdığı siyasi
anlamının kesin bir tahlili ile doğrulanmak zorundadır.

Bu gün sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, grevsizleştirme, toplu
sözleşmesizleştirme, geleceksizleştirme, sosyal güvenliksizleştirme
temel politika olmuş, buna karşın kimi sendikaların keyfi yerinde,
kimileri ise tabanına göre kendini yeniden şekillendiriyor ve yine de
sendikal alanda, fabrikalar alanında çok da umutsuzluk nedeni
olabilecek bir tablo olmadığını söylüyoruz ve elbette sendikalarda
çalışılır, çalışılmalı, gerici sendikalarda da çalışılır ve
çalışılmalı ( işçi sınıfının birliği için her yerde, her koşulda
çalışılmalı)ama neredeyse bir STK ( kavramın kötü anlamında) kıvamında
olan sendikal örgütlenmelerin içinde çalışmak bir yana, orada
çalışabilecek sınıf bakışını taşıyan sendikacı bulmak bile zor, ya
hepsi işsiz kalmış, ya da çarkların dişlilerine yem olmuş,
sıradanlaşmış kadro olmuşken bunu, "sendikacılığın birer düzen kurumu
haline geldiğini" vurgulayıp "ama" diyerek, gerici sendikalarda bile
çalışmayı öne çıkartmak, eksikliğin üzerini örtmektir.

Oysa bu gün Türk-İş'te yaşanan yarılma, DİSK bünyesindeki sendikalara
geçme dinamiğinin hızlanması, 1Mayıstaki kopmalar, ayrılmalar ama buna
karşın, bütünleşmeler yaşanması, bunların hiçbirisi, istisna varsa da
ölçü tutmaz, gerici sendikalardaki, hatta sendikalardaki ilerici,
devrimci, dürüst sendikacıların çalışma perspektifinin sonucu
değildir. Bu var elbette, ama belirleyici olan sadece sendikal
yapının, tabanındaki işçilerin hareketlenmesinin gerisinde kaldığını
fark edip, kimi telaşa düştüğü için, kimi işçilerin nabzını yakalayıp,
yapısını korumak için şekillenmenin ifadesidir. İşçilerin
hareketlenmesi, sadece sendikalardaki dürüst unsurların çalışma
alanını genişletmekte, elini güçlendirmektedir. Belki bu kadar katı
olmamak gerekir ama ben baktığım yerden böyle görüyorum ve bu,
sendikalarda çalışmayı yadsımak, sendikal çalışmayı küçümsemek
değildir. Sadece mevcut duruma dikkat çekiyorum.

Ama burada önemli bir nokta var ve o atlanıyor ki, işte bu nedenle
"EMEK ÖRGÜTLERİ" ifadesinin yanlışlığı bu noktada kendini daha net
gösteriyor.
Üçüncüsü, bu gelişmeler, işçi sınıfının gizil gücünü öne çıkarıyor ki,
birçok fabrikada, belediyede, işletmede kendini gösteren direnişler,
hak arama veya hak gasp etmelere karşı durma eylemleri, fabrika
işgalleri ve sonunda elde edilen kazanımlar, bunun ifadesidir ve
bunların üzeri, devletleşmiş medya tarafından fütursuzca örtülüyor.
Açmaya çalışan basın organları ise, ya yeterli gelmiyor veya daha çok
da, çeşitli yaftalamalara maruz kaldıkları için, bilgilendirmeleri
sınırlı bir alanda kalıyor. Ama yine de işçilerin kendi içindeki
dayanışması yanında, birbirleri ile iletişim dinamiklerinin hareket
halinde olması ile bu gün sendikaların harekete geçmesi, bu
hareketleri yakalayıp, tutması mecburiyeti öne çıkıyor.

Ben diyorum ki, sendikalar da, politikacılar da farkındalar ki,
işçilerin, emekçilerin, hatta ilerici, yurtsever dinamiklerin
hareketi, sendikal ve politik hareketlerin önüne geçmiştir. Sadece
medya sayesinde görünmez haldedirler. Ve sendikalar, sendikacılar ve
STK ların tek korkusu var, bir grev dalgası yayılırsa, politik hale
gelirse o zaman bu öne geçen hareketi, yakalayana kadar bütün sahte
renkler bu hareketin altında kalacaktır.

"Emek örgütleri" kelamlarından vazgeçmemeleri bundandır. Bu ifadenin
sıkça ve geniş olarak kullanılması, elbette kimin hangi amaçla
kullandığının üzerini örtüyor. O nedenle elbette bu soyutlama modasına
uyup, iyi niyetle veya herhangi bir kötü niyet aramadan bu ifadeyi
dillendirenleri ayırıyoruz. Ancak bu, şuna adam gibi, emekçilerin
örgütleri desenize; İşçi sınıfının örgütleri desenize; Ama o zaman
muallâkta kalmayacağı için sorulacak, kim bu örgütler diyecekler. Ve
saydığınız örgütler muhtemelen en renksiz veya sahte renkli örgütler
olacaktır. Diyerek soruna dikkat çekmemizi engellemiyor.

İşçi sınıfının, emekçilerin sendikal örgütleri vardır, dernekleri
vardır ve politik örgütleri vardır. STK lar ise artık tescilli bir
fonlama örgütü halindedirler. Soros vakfından fon almayanı, tartıya
gelmeyecek denli azdır. Sendikaların da bundan farkı olmadığını
biliyoruz.
Hal böyle iken, "çalışma saatini kısıtlama"yı talep edelim imiş.
Herhalde oligarkların gülme ihtiyacını karşılamak için acıklı güldürü
yapılıyor. Sorun 8 saatlik işgünü kısaltmak değildir, artık iş günleri
12 saattir ve mesai parası alanı herhalde mumla arıyoruz. Diğer
yandan, işçilerin kıdem tazminatları da güme gitmenin eşiğindedir.
Tıpkı işsizlik fonunda biriken paraların tekellere fon yapıldığı
gibi...
Dün sınıf çelişkilerinden, sınıf mücadelesinden dolayısıyla sınıfsal
eksenden söz edince dalga geçenler, sınıf mı ne sınıfı! Şimdi bilişim
teknolojileri çağı, sınıf gitti teknoloji geldi diyorlardı ve tek
uğraş alanları, işçilerin vatanının dünya mı yoksa yaşadığı topraklar
mı olduğu idi. Bu hala devam etmektedir. Ve keşifleri ise, elbette
işçilere dünyayı vatan biçmekti.

Dolayısıyla yaptıkları aynı, emek örgütü türünden bir soyutlama,
bulanıklaştırma idi. Oysa ne yaşadığı topraklar, ne de dünya, işçi
sınıfının vatanı değil. Birini yadsımak için öteki ile dünya ile
delillendirmek, marifetini söylemek için, kabahatini açık eden mert
Çingene mislidir. Dünyayı vatan belletince, sanıyorlar ki,
enternasyonalizmi de hallettik. Böylece, işçi sınıfı küresel
sermayenin peşine takılacak. Hatta belki bazılarına, diyar diyar gezme
hayali yaşatacak.

Bunun için argüman bulmakta zorlandıkları için, Komünist Manifesto
yanında, işçi marşlarındaki sözlerden medet umuyorlar. Bir marşta
"yurdumuz cihandır bizim" dizesini kanıt gösterirken, diğer marştaki,
enternasyonal marşı, "...hem fabrikalar, hem de toprak
her şey emekçinin malı..." dizelerinin üzerinden atlıyorlar.

Oysa nasıl ki, işçiler kendi topraklarında malsız, mülksüz,
geleceksiz, güvenliksiz yaşıyorlar, dünyada da bu böyledir ve dünya,
bugün işçi sınıfının, kendi topraklarındakinden çok daha inisiyatifsiz
biçimde işçileri dışlayan bir kötü gidişin eşiğindedir. Bunun baş
mimarları ve müsebbipleri en başta uluslararası tekeller ve onlarla
entegre olmuş yerli tekeller ve onların iktidarlarıdır. Dolayısıyla
işçi sınıfına boş hayallerle, kendi topraklarındaki sınıf
mücadelesinden kaçmak öğütlenmektedir.
Bu diğer yanıyla, bu bölgedeki, ABD-AB emperyalizminin, maçası
yemediği için, kestaneleri Türkiye'ye aldırması kolaylaştırılmaktadır.
Örneğin, burnumuzun dibindeki, dün lideri kankamız ilan edilen
Suriye'de halka karşı bir yönetim var ve Türkiye halkı buna karşı
ayağa kalkmalıdır. Böyle yönlendiriyorlar. Peki, yönetimi destekleyen,
hatta referandumda oy kullanarak varlığını gösteren, öte yandan seçime
hazırlanan halka ne oldu. Onlar halk değil mi? Bu gün AKP iktidarını
10 yıldır artarak destekleyen halk, halk değil mi? Peki
desteklemeyenler halk değil mi? Ya Türkiye'nin işçileri emekçi halkı
ne durumda, yönetimi ile arasından su mu sızmıyor? Tarihin en halkçı
yönetimi mi var da, Suriye'deki yönetimden muzdarip halkın durumuna
ağlama seansları düzenlenerek, Türkiye toplumunun bu seanslara
katılmasına çalışılıyor. ABD-AB Türkiye'dedir. Hükümetler uzun
zamandır ama son on yıldır artan oranda AB normlarına göre yasa
çıkarıyor ve Türkiye'nin emekçi halklarının elinde ne varsa geri
alıyor. ABD ile ise, bu bölgedeki stratejilerine, eş-başkanlık
dinamiği içinde entegre olunduğunu yönetimdekiler bizzat kendileri
dillendiriyor. Türkiye tarihinin en yüksek düzeyde ABD uzmanı
çalıştıran bir yönetimi ile karşı karşıyayız. Çift pasaportu olan, ABD
vatandaşı olan kaç milletvekili, bakan var kimse bilmiyor ama var
olduklarını biliyoruz. Bir Merve Kavakçı bile Türban tanıtımı yapmak
ve meclise yakışacağını göstermek için vekil yapıldığında ABD
vatandaşı idi. Görevi bitince gittiği yer Amerika olmuştur. Anayurdu
ABD dir çünkü. Bir Egemen Bağış hangi pasaportu taşıyor? Bir Babacan,
nerenin vatandaşıdır? Bir dış işleri bakanı nereden gelmiştir? Daha
önce nerede ikamet ediyordu? ABD büyükelçisinin ağzından damlayanlar
bal misli, ziyan olmasın diye koşuşturup durulmuyor mu? Sözleriniz
bizim için emirdir haşmetmeap fotoğrafı vermiyor mu? Peki, o zaman
sömürgeyi nerede arıyoruz, diktatörü nerede arıyoruz, burnumuzun
dibindekini görmezken, neredeki diktatörü taşlama seansları yapıyoruz?

İşte bulanıklık, muğlâklık, soyutlama hep bu noktalarda yapılıyor.
İşte şimdi de işçilerin kendi gizil gücünün fabrikalardaki potansiyel
dinamikleri, cemaat dinamiğinden, sınıf dinamiğine sürüklemeye
başlamışken, bizimkiler, Amerikan mandacıları, iş başında. Hemen
"emek örgütleri" ni devreye sokup, nesnellikle ve işçi sınıfının,
emekçilerin kabaran hareketi ile ilgisi olmayan sloganları öne
çıkartıyorlar.

İşçi sınıfının vatanı olmaması olgusu, işçi sınıfına dünyanın yurt
olması olgusunu da yadsır. O kadar bulanıklık yaratılıyor ki, ama
dediğim gibi, bu bulanıklık, emperyalist ideolojinin milliyetçiliğinin
öteki yüzü olan kozmopolitizmine bağlılıklarından geliyor. Yani işçi
sınıfının, solun düşüncelerini taşımıyorlar.

Sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın işçilerin elinde olduğunu
haykıracaklarmış !!! Nasıl? Önce işçileri, elinden haklarını daha da
almak için hazırlık yapan tekellerden ve iktidarından talep etmeye ve
onları sendikalizmin kuyruğuna takmaya çalıştıktan sonra mı? Bu, sapla
samanı bilerek karıştırmak demektir.

İşçilerin temel sorunu bu gün, ayaklarını bastığı topraklar dururken,
dünya vatandaşlığı sahibi olmak mı? Kendi topraklarında kırbaçlı
köleye çevrilen işçiler, emekçiler, dünya vatandaşı olsa ne olacak?
İşçilerin bu günkü bilinç ve örgütlülük düzeyi bir yana, kendilerini
nesnel olarak motive eden çıkarlarındaki tehditler, onları, sınırsız,
sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadeleye çağıran sloganların
peşine takar mı? Üstelik de aynı karede, hem de ekseni kaymış sendikal
bir dinamiğin varlığından söz edilirken ve bu haldeki sendikalarda
çalışmaya, dolayısıyla Lenin'e gönderme yaparlarken, işçilere
emekçilere iş saatleri kısaltılsın sloganını layık görmek tam bir
sahtekârlık değilse, kafa karışıklığıdır. Eskileri aratmıyor.

Önce evimizdeki yangını söndürmek için kendimize gelelim sonra veya
aynı anda ama ancak ayıldıktan sonra, dünyanın her yanındaki
yangınları söndürmek için birbirimize enternasyonal desteğimizi
verebiliriz. Diğer yandan, enternasyonal destek, ABD nin
kozmopolitizmine aşkla bağlı olanların pompaladığının aksine,
küreselleşmenin içinde değildir. O emperyalistlerin küreselleşmesidir
ve onlar için çaredir, İşçilerin emekçilerin, ezilen halkların bu
küreselleşmedeki çarede çare araması yersizdir. Buna ikna etmeye
çalışmak ise, sahtekârlıktır.

Emperyalizmin gerici-milliyetçi ideolojisi şaha kalkmış, her yüzünü
aynı anda kullanıyor, bunlardan biri de kozmopolitizmdir.
Kozmopolitizmin kökü çok eskidir ve zamanında ilerici zemine
oturtulabilirdi ama emperyalizmin, her şeyde olduğu gibi bunu da
karşıtlarını daha kolay sömürüp, ezebilmesinde araç olarak kullanmak
için laboratuarda daha da geliştirdiğini,renklendirdiğini biliyoruz..
Şimdi içine self-determinasyonu da katarak, bir tarafta ulussuzlaşmayı
körüklerken, hatta zorlarken, öteki tarafta, bu körüğü daha da
çalıştırmak için, uluslara kendi kaderlerini tayin etme hakkı verme
şampiyonluğuna soyunmaktadır. Bu hakkı kim kaybetti de, Amerika bulup
versin. Bu hak her zaman var ve önemli olan bu hakkın, sahibi
tarafından alınmasıdır. Bu hakkı kaybettirenin verdiği hak, hak
olmayacaktır. Ama ABD nin kozmopolitizmine aşklarından gözleri kör
olmuş, akılları durmuş olan sahtekârlar ABD den gelecek bu self-
determinasyona devrimci bir renk katmaya pek bir heveskârdırlar. Adı
üstünde self determinasyon... Yani Kürt halkının önlerine koydukları
kadar kendi kaderini tayin hakkı! Bu, çok basit bir denklemdir ve
bunu en sıradan akıl bile çözebilmektedir. Ne ki, akıl bozmada sınır
tanımayanların keşfi, daha önce vatan, millet, Sakarya edebiyatı iken,
şimdi, çoktan inkâr ettikleri işçilerin vatanı olmadığı yönlü edebi
demogojileri göreve hazırdır.

Bu yöndeki yalanları hep aynıdır, hadi çok eskileri unuttuk, Vietnam
var, onu da mı unuttuk, ABD emperyalizmi, taa Vietnam'dan beri
"demokrasi" veya "insan hakları" yalanının üzerine oturarak, gözünü
kestirdiği coğrafyalardaki halkların çektiği çilelerden muzdaripmiş
gibi yaparak, ezilenleri ve sömürülenleri daha fazla ezmek, iliğini
kuruturcasına sömürmek için harekete geçti. Vietnam'dan öncekiler bir
yana, Vietnam'dan sonrakiler hala hafızalarımızdadır. Şimdi de aynı
oyun bölgemizde oynanıyor.

Diktatörleri deviriyormuş, halklara demokrasi getiriyormuş! Birlikte
hareket ettiği devletlere bakın hele, neresi doğru, neresinde
demokrasi var, neresinde halkçı liderler, halkçı iktidarlar var? Ve
"demokrasi " götürdüğü ülkelere bakalım, hepsinde şu anda şeriat
yönetimi, o olmazsa, dinci-gerici yönetimler egemen oldu. Demokrasi
bunun neresinde? Şimdi de Suriye'ye, Suriye halkını pek seven
emperyalistler, demokrasi götürecek ve diktatörlüğe son verecek öyle
mi? Peki önce kendisi kendi küresel diktatörlük arayışlarından
vazgeçse nasıl olur? Olmaz, çünkü eşyanın tabiatına aykırıdır.

Emperyalizm, expansiyonizmdir. Bundan kaçışı yok. Ama ilhaklarla ama
yeni sömürgeci yöntemlerle, ya da ülkeleri bölüp parçalayarak, o ülke
yönetimlerini, kendi yönetim organları haline getirerek illaki
yayılması gerekiyor. Yoksa burjuva ideologlarının Marx'a yüklediği
kehanet gerçek olur. Gerçek oldu bile ama uzatmaları oynuyor ve bunu
emperyalizm görüyor, emperyalizme tutkuyla bağlı olan sahtekârlar
görmek istemiyor.

İşçi sınıfı geçmişte anavatan savunuculuğuna sevk edilirken, aynı
zamanda kendi burjuvazisi ile sınıf mücadelesini, ekonomik ve politik
mücadeleyi askıya alması isteniyordu. Şimdi Suriye'nin iç işlerine
karışan ABD-AB emperyalizmine ve onun kestanelerini ateşten almaya
gönüllü işbirlikçilerine karşı mücadele etmeye yönlendirilen işçi
sınıfına, emekçilere, ilerici, yurtsever dinamiklere kimsenin, sınıf
mücadelesinden vazgeçin, ekonomik ve politik mücadeleyi askıya alın
demiyor, aksine daha da artırılmasından ve daha da keskin hatlarla
altının çizilmesinden yana tavır konuluyor. Ancak sahtekârlar, bunu
"işçilerin vatanı yoktur" yarım doğrusu ile 2.Enternasyonalin dönek
sosyalistlerinin ünlü "anavatan savunuculuğu" ile özdeşleştirmeye
çalışıyorlar. Bu gün ABD-AB emperyalizmine karşı olmadan, onları bu
coğrafyadan, geçmişte Vietnam halkının yaptığı gibi defetmeden,
kapitalizmle, Türkiye'nin tekelleri ile oligarkları ile mücadele etmiş
olunamayacağının üzerini örtmeye çalışıyorlar. Onlar da biliyorlar ki,
mücadele edilmiş olunsa da başarı şansı yoktur. Sadece yönetiminin
sureti değiştirilir ki, bu bile onlara kan verir, hepsi o kadar.

O nedenle, işçi sınıfının, emekçi halkların bu gün 1 Mayısta
haykıracakları, Grevli toplu sözleşmeli sendika yasası ile aynı karede
grev perspektifini işleyen sloganlar olmalıdır. Bunun yanında
emperyalizme ait savaşta maşa olmak için Türkiye'yi ateşlere atmak
isteyenlere karşı BARIŞ sloganı öne çıkartılmalıdır. Bu nesnel olanla
yani ekonomik ve siyasal gerçekliklerle örtüşen bir slogandır. Daha
şimdiden analar ki, çoğunun çocuğunu askere gönderirken düğün dernek
kurduğu bilinmektedir, görülmektedir, çocuklarımızı Suriye'ye karşı
başlatılan savaşa göndermeyiz sesleri yükseltmeye başlamışlardır.

Ve öyle içi boş "barış dilini konuşalım," "savaşa hayır",
"çocuklarımız ölmesin" türünden sloganlar değil, net, ekonomik ve
siyasi anlamı olan sloganlar atmak gerekiyor. Hani nerede
barışseverler, iş Suriye'ye gelince, barışın dili unutuldu mu? Savaşa
karşı sınıfsal olmayan ve emperyalizmin kurguladığı türden
lakırdılarla "barış" türküsü söylenirse olacağı budur. Bu tür "barış"
türküleri, ezilen, sömürülen halkları, ezenlerin, sömürenlerin
dayattığı barışa mahkûm etmenin türküsüdür. Bu gün asıl şimdi barış
için mücadele sloganı öne çıkmalıdır. Çünkü ortadoğuda halklar, dün
başka devletlerde, bu gün Suriye'de hep emperyalizmin dayattığı barışa
mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Yönetimleri diktatördür, halkçı
değildir, demokratik değildir bu ayrıdır ama buradaki asıl önemli olan
gerçeklik, emperyalizmin kendi çıkarları yönünde dayattığı barışa
mahkûmiyet, bu ülkelerdeki halklar için daha büyük bir tehdit
olmasıdır. Hem, bu güne kadar, ABD ye karşı çıkacak, ondan ayrı
davranacak diktatör görülmüş müdür hiç? Hangi savaşa karşı, ABD-AB
emperyalizminin, bölgedeki onlarla işbirliği içinde olan yerli
tekellerin, onların yönetimlerinin ve elbette bundan çıkar uman sahte
sol renkli aktörlerin, dinamiklerin desteklediği Suriye'ye karşı
yürütülen emperyalist savaşa karşı barış mücadelesi sloganı tamı
tamına ekonomik ve siyasi anlamı olan slogandır.

Yok, bu başka deniliyorsa, biz de "oldu canım! Siz emperyalizmin
savaşında emperyalist tarafta olun, ama öte yandan, işçilere "yurdumuz
cihandır" ,"işçilerin vatanı yoktur" martavalları atın; öteki savaşta
ise, Kürt halkını emperyalist ABD-AB nin ve işbirlikçilerinin
dayattığı, Barzanilerin dünden razı olduğu, eşit olmayan barışa mahkûm
etmeye çalışın, dolayısıyla gene emperyalist tarafta yer alın; bizim
de bunu yememizi bekleyin ama yemezler deriz.

Bunu işçiler, emekçiler, akıl taşıyanlar, Kürt halkı fark etmeyecek
mi? Barzani ile mi Kürtlere demokrasi veya demokratik hak gelecek?
Yahu adam hem gerici, hem dinci ve hem de, hem İsrail'e, hem
Amerika'ya göbekten bağlı, dolayısıyla bırakalım demokrasiyi, mevcut
durumdan çok daha geriye götürmenin planlarını yaptıkları besbelli.

Kürt halkının üzerinde oynadıkları oyunların rengi tam da budur, Kürt
halkını, gericiliğin, dinciliğin kıskacında, ağalara, beylere, tarikat
şeyhlerine ABD'nin ağababalığında daha fazla köle yapmak. Onlara Kürt
halkının sırtından kırbacı eksik etmesin ve böylece İsrail'e büyük bir
devlet, ABD-AB nin çok uluslu tekellerine akan Kürt halkına ait olan
zenginliklerin akışını garanti eden bu çağdışı karanlık ortaklığa
damlayan biraz daha büyütülmüş kırıntılarla büyütecekleri bir
hükümranlık vermek. Peki, Kürt halkının kurtuluşu, bu türlü hile ile
karmaşıklaştırılmış denklemin neresinde? Y ada Kürt halkına düşen bir
kurtuluş emaresi var mıdır? Bunu görmemek için çok zeki olmaya gerek
yoktur ve görmemekte direnenler ise, ahmaklık var fakat
ahmaklıklarından değil, tümüyle sahtekârlıklarından
görmemektedirler.


Bu ahmağa yatan sahtekârlar, bu basit denklemi çözülmez hale getirmek
için, türlü türlü argümanlar icat etmeye çalışıyorlar, edemezlerse,
keşfediyorlar. Son keşifleri, Avusturya işçi marşıdır ve "işçilerin
vatanı yok", argümanının yanına, "bütün cihandır yurdumuz", "dil farkı
bilmeyiz","din farkı bilmeyiz" argümanlarını eklemişlerdir. Burada
söylenenler güzel de, vurgu nereye? Vurgu,"Son Kavga"yadır ve bu
dillendirilenler, son kavgadan sonrasının gerçekleridir. Bizim ahmağa
yatan sahtekârlarımız ise, burada çok cingözdürler ve işin bu kısmının
üzerinden atlamaktaki hünerleri takdire şayandır.

Bunlar, sahtekârlıkta sınır tanımıyorlar, dün "yetmez ama evet"
türünden şaka gibi sloganlarını, bu toprakların tarihinin kara
sayfalarına astıkları gibi, 1 Mayıs İşçilerin mücadele gününde (ki 1
Mayıslar işçi sınıfının, emekçilerinin kurtuluşu için mücadelelerinde
bir derlenip, toparlanma, güçlerini tasnif edip, aynı yöne akıtmanın
andının içildiği ve bunu da dosta düşmana ilan ettikleri gündür), hem
1 Mayıs'ı "emeğin bayramı" renginde gösterip, hem de "İşte Taksim'i
zapt ettik, şimdi koşun ilk hedefimiz komünizm" yollu haykırarak,
"yetmez ama evet" çileri kıskandıracak bir acıklı güldürüye imza
atabilirler.

Ama fırıldaklıklarını kimseler yemiyor artık. Mademki dedikleri bu
günün gerçekleri, dolayısıyla "dil farkı bilmeyiz" derken, Kürtler
için neden ana dilinde Kürtçe talebini dillendiriyorsunuz? Sorusunu
sormayı kimse akıl edemez mi sanıyorlar? ( burada, bu taleplerin
haklılığını, tarihselliğini, ekonomik ve politik gerçekliklerle uyumlu
mu değil mi onu tartışmıyoruz, konu bu değil yani; konu, bu
noktalardaki çelişkilerin, cambazlıkların ve ikiyüzlülüklerin örtüsünü
açmaktır) Neden din farkı bilmeyiz"i öne çıkarıyorsunuz da, öte yandan
din, mezhep farklılıklarını körüklüyorsunuz? Neden bütün etnik
renkleri alabora ediyorsunuz? Diye sorulmaz mı? Peki, işçilerin vatanı
yok ise ve temel rengimiz bu oldu ise, Kürtlere neden bir vatan talep
ediyorsunuz? Öyleyse sizin ilgilendiğiniz yoksul, malsız, mülksüz,
emekçi Kürt halkı değil de, malı mülkü gani olan, Allah daha da
artırsın diye ABD ye yanaşan ağalara, beylere, işbirlikçi Kürt
burjuvalarına mı vatan istiyorsunuz? Diye sormazlar mı? Bir yerde
işçilerin vatanı yok, diğer yerde ille de vatan isteriz! Diyorsunuz.
İkisinin de arkasında ABD'nin imzası olduğunun bilinmediğini mi
sanıyorsunuz? Demezler mi adama? Birisi sapına kadar burjuva
milliyetçiliği, diğeri bu milliyetçiliğin öteki yüzü olan
emperyalizmin keşfi kozmopolitizm! Siz kimi kandırıyorsunuz? Sorusunu
ise en sona sakladım, bu sorunun, kitlelerin sessiz çoğunluğunun
kafasında yankılar yaptığı gerçekliği ise, son derece gerçektir.

Evet, Avusturya marşını argümanları yapmışlar, çok güzel. Ama öte
yandan, enternasyonal marşında da,

"hem fabrikalar, hem de toprak
her şey emekçinin malı " diyor.

Ne olacak şimdi, bakınız orada işçilerin asıl "mal sahibi" olduğu
vurgulanmıyor mu?

Başka bir tarihsel zeminde olsa idik, muhtemelen bu sahtekârlar, bu
iki marş arasına soktukları çelişki kaması ile Marxizmi tahrif etmenin
yollarını arayacaklardı ama şimdi serde ABD emperyalizminin
kozmopolitizm ihalesinden karlı çıkma güdüsü olduğu için, işçilerin
vatandan uzaklaştırılması ve ABD nin çıkarları ile uyumlu bir
enternasyonal renge hapsedilmesi, dolayısıyla Türkiye'nin ulus-devlet
yapısının bozulması ve her parçadaki yer üstü ve altı zenginliklerin
ABD-AB nin çokuluslu tekellerine peşkeş çekilmesinin devamlılığının
bir hukuka bağlanmasının yüzü suyu hürmetine bu çelişki görmezden
gelinmektedir. İşte göstermek istediğimiz, bu noktadaki çelişkiler,
ikiyüzlülükler ve Ali Cengiz oyunlarıdır. Gösteriyoruz ve ahmağa yatan
sahtekârlarımızın son derece ikiyüzlü bir tutum içinde olduklarını
söylemeye hakkımız olduğunu düşünerek ve bunu ikircimsiz söylüyoruz.
Bununla bir yere varamayacakları bellidir. Bugüne, bu günün nesnel
gerçekliğine bakalım. Avusturya marşı ile üst üste koyup bakalım ve
görelim; bu marşlar neyin özlemini anlatıyor ve hangi nesnelliğe
vurgudur, manifestoya kaydedilenler? Bunların olabilmesi için tayin
edici olan son kavgadır. Çıkıp, işçilerin çalışma saatlerinin
düşürülmesini sloganlaştırmak, ama öte yandan başka bir zamana ait
gerçekliğin ifadesini bu günün sloganı olarak kafamıza kakmaya
çalışmak konuya tekrar dönmeyi gerektiriyor.


Evet, işçilerin vatanı yoktur, bunu kimse yadsımıyor ama işçi
sınıfının vatanı yoksa dünya da vatanı değildir, ancak dünya, insanın
insan olarak kurtuluşunun gerçekleşmesi durumunda yine işçilerin
değil, insanlığın vatanı olabilir ki bu, uzak bir geleceğin ifadesidir
ve uluslararası işçi sınıfının yakın hedefi olmaktan çıkartılmış
olması bir yana, sosyalizmin cazibesinin bile eski yerine
getirilmesinde sıkıntılar varken, bu temel ama uzak gerçeklik
üzerinden politika üretmek ya da üretilen gerçekçi politikaların önüne
duvar örmek, ancak bu günün sosyal şovenistlerinin ki, sosyal
şovenizm, oportünizmdir, işçi sınıfının, emekçi halkların kafasını
karıştırmak ve emperyalizmin milliyetçiliğinin, gericiliğinin, Ulusal
nihilizminin ve kozmopolitizminin kuyruğuna takmak üzere işçi sınıfı
hareketinin içine kendine ait ve laboratuarda ürettiği düşünceleri
yerleştiren, tekellerin, emperyalist burjuvazinin işine yarar.

Şimdi artık devletlerin bir şirket olduğunu vaaz ediyorlar, ABD nin
kozmopolitizmini kafalara kakmayı kolaylaştırmak için. Ve burada
kimse, burjuva milliyetçiliğini savunmuyor, bu açıktır. Vatan da,
vatan, İlle de vatan! diye de tutturulmuyor. Ama kavramları yerli
yerinde kullanmak gerek. Bu sloganlaştırılmış ifadeler, sadece ABD
emperyalizminin kozmopolitizmini allayıp, pullamaya yarıyor. Bu
şekilde, ABD nin bölgedeki ulus-devlet dinamiklerini parçalayarak,
Kürt halkını da, Türk halkını da, diğer halkları da köle yapacak
(kırbaçlı köleden söz ediyorum) bir Ortadoğu haritası ve İsrail'e
büyük bir devlet yaratması kolaylaşacak. Önemli olan burasıdır. Önemli
olan bu kolaylaştırılan kotarılırsa ne olacağıdır?

Burada hatırlanması gerek, Manifestoda işçilerin vatanı yoktur diyen,
Marxizm'in kurucuları, daha sonra, birçok yerde, birçok "vatan"
girişiminde, işçi sınıfının bu girişimlerin kiminin yanında olmasını
kiminin karşısında olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Demek ki, her
şeyin bir tarihsel zamanı ve nesnel olarak gerçekleşebilirlik
koşulları söz konusudur.

Manifestoda, "işçilerin vatanı yoktur" önermesine girilmeden önce,
Marxizmin kurucuları, "Komünistlerin, ayrıca, vatan ve milliyeti
kaldırmayı istemekle de suçlanıyor" olduklarına işaret edilmektedir.
Ondan sonra, bu suçlamaya karşı, "İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan
sahip olmadıkları bir şeyi alamayız," denmektedir. Ve bununla
bırakılmamaktadır."Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele
geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak
zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün
burjuva anlamında değil. " diyerek devam edilmektedir ki, buna, başka
bir ifade ile yani "Öz olarak olmasa bile, biçim olarak,
proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her
ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle
hesaplaşmalıdır." diyerek açıklık getirilmektedir. Yeterince açık ama
Rusya'da da, bizimkiler gibi sahtekârlar ve bu açıklığı görmemekte
direnenler olduğu için Lenin biraz daha açıklık sağlamaya çalışmış ve
dobra dobra, bu bütünsel ifadeden hareketle; yüz yıl önce,
manifestodaki, şimdiki sosyal-şövenistlerin pek bir meraklı olduğu
'işçilerin vatanı yoktur' önermesinin, devamındaki önermeden
ayrılmasının son derece hatalı olduğuna vurgu yaparak,' bu iki
önermenin gerçek anlamının burjuva milliyetçiliğini reddeden
proletaryanın, emekçileri kendisi ile birlikte anti-kapitalist
mücadele içinde sürüklemesi ve ulusu sosyalizme götürebilmesi
bakımından, proletaryanın ulus içinde öncü sınıf durumuna
yükselmesinin zorunlu olduğuna' dikkat çekerek,'proletaryanın ancak bu
anlamda ulusal olduğunu ve onun sınıf çıkarlarının ancak bu sınırlar
içinde tüm ulusun çıkarları ile bağdaştığını" söylemiştir.

Ve Lenin, çarlığın emperyalist savaşına "anavatan savunuculuğu" ile
destek olmayı ve Rus burjuvazisi ile ve çarla kavgayı rafa kaldırmayı
vaaz eden Kautsky'lere kesinlikle karşı çıkarken, devrim
gerçekleştiğinde işçileri, köylüleri emperyalistlere ve
işbirlikçilerine karşı "anavatanı savunmaya" çağırdığını aklına
getirecek akla sahip olanların olduğunu, bizim sahtekârlarımız aklına
getirmemektedirler.
Diğer yandan, sahtekarlıklarını bir adım daha ilerletmek çabasında
olanlar, Marksın, 18.Brumaire çalışmasında, "yurtseverlik ile mülkiyet
duygusunu ilişkilendiren ifadesini argüman olarak kullanarak,
yurtseverliği, alçakların sığınacağı bir liman olarak mutlaklaştırma
çabası içine girmişlerdir. Bu da açıkça gösteriyor ki, ABD
emperyalizminin milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmine
bağlılıklarını sürdürmek için bu sahtekârların oportünistlikleri sınır
tanımamaktadır

"Marks, çalışmasında bir dizi Napolyonvari fikirlerden söz ettikten
sonra ve bu fikirlerin temel olanının ordunun üstünlüğü olduğuna ve
ordunun da, küçük köylülerin onur sorunu olduğuna dikkat çektikten ve
ordunun, dışarıda yeni mülkiyet biçimini savunurken, yeni kazandıkları
milliyet biçimini yüceltirken, dünyayı yağmalayıp, altüst ederken,
küçük köylülerin kahramanlarına dönüştüklerine vurgu yaptıktan sonra,
aşağıdaki ifadeyi kullanıyor.

"Üniforma onların kendi devlet giysisi idi, savaş onların şiiri,
imgelemde uzatılan ve genişletilen tarla yurttu ve yurtseverlik,
mülkiyet duygusunun en ülküsel biçimiydi."

Yani sahtekârların çarpıtarak yansıttığı gibi, mutlak olarak
"biçimidir." denmiyor. "Biçimi idi" deniliyor.

Bu ayrıntıya gözlerini kapayan ve bu ayrıntının üzerini örten
sahtekârlar, bu "biçim"den, başka bir "biçim"in de olacağının da
üstünü örtmektedirler.

Buradan hareketle de, bizim sahtekârlarımız, Emperyalistlerin,
dışarıdaki, yani "demokrasi" götürdüğü coğrafyalardaki yeni mülkiyet
biçimlerini savunmak ve kutsamak için, dünyayı yağmalayıp, altüst
ederken ordularını ve ordularına transfer ettikleri ucuz askerlerini
kahraman yurtseverler olarak göstermek için yurtseverliğe sahip
çıktığını; ama bu coğrafyalardaki kitlelerde ve bu oyuna karşı çıkan
Türkiye'nin aklı geriletilememiş veya aklı yerine gelmeye başlayan
kitlelerinde yükselen yurtseverlik dinamiklerini "alçakların
sığınacağı liman" olarak gösterdiğini görmezden geliyor.

Başka ifadeyle ABD -AB emperyalizminin ordularının, bu coğrafyalardaki
ulus-devletlere "demokrasi" götürmek için, onları parçalama ve
zenginliklerini kendi tekellerine akıtma girişimlerini ve bu
girişimlerde stratejik ortaklık yürütenlerin ucuz asker güçlerini
emperyalistlerin ordularının emrine veren ordularını kahraman
yurtseverler gösterirken; buna karşı çıkan, asker de vermeyen, komşu
coğrafyalardaki ve kendi topraklarındaki parçalama oyunlarına ve
zenginliklerin peşkeş çekilmesine ortak olmama eğilimi gösteren bir
ordu ve yüksek komuta kademesi söz konusu olduğunda ve buna destek ve
önem veren dinamikler olduğunda, yurtseverliğin , "alçakların
sığınacağı liman" olarak gösterilmesine bu sahtekârların itirazı
olmuyor.

Evet, ifadenin kıymeti harbiyesi budur. Bunu açıklıkla gösterdiğime
inanıyorum. Bu ifadenin, öncesindeki ve devamındaki ifadelerle
birlikte ele alınmaması durumunda, üzerine istenilen öznel anlamları
yüklemenin oldukça kolay olduğunu da gösterdiğime inanıyorum; öyleyse
burada bitmeyen bu İfade'nin devamındakileri de aktarmam gerekiyor.

"Ama şimdi, Fransız köylüsünün, kendilerine karşı mülkiyeti savunmak
zorunda olduğu düşmanlar, artık Kazaklar değil, haciz memuru ve
tahsildardı. Tarla, artık yurt denilen yerde değil, ipotek
kayıtlarında bulunuyor. Ordunun kendisi bile, artık köylü gençliğin
çiçeği değil, kır lümpen-proletaryasının bataklık çiçeğidir. Ordunun
büyük bölümü, tıpkı İkinci Bonaparte'ın Napoléon'un yerini alması,
onun yerine geçmesi gibi, başkalarının yerine bedel karşılığında asker
olanlardan, başkalarının yerini alanlardan oluşuyor. Onun başarısı,
şimdi, bir jandarma hizmeti olarak, köylüleri, dağ keçisi avlar gibi
avlamaktan ibarettir ve kendi sisteminin iç çelişkileri, 10 Aralık
derneği başkanını Fransız sınırları dışına ittiği zaman, ordu, birkaç
haydutluktan sonra, gittiği yerde, artık defne dalları devşirmeyecek,
dayak yiyecek.

Görüldüğü gibi bütün "idées napoléonienne", henüz gelişmemiş ve henüz
gençlik tazeliğindeki küçük toprak mülkiyetinin çıkarlarına uygun
fikirlerdir. Yaşlılık aşamasına geçmiş küçük toprak mülkiyetinin
çıkarları ile çelişiktirler. Bu fikirler küçük toprak mülkiyetinin can
çekişme sanrılarından başka bir şey değildir, tümce biçimine dönüşen
sözcüklerdir, hayalet biçimine geçen ruhlardır. Ama Fransız ulusunun
kitlesini geleneğin ağırlığından kurtarmak, özgür kılmak ve devlet ile
toplum arasında var olan çözümlenemez çelişkiyi bütün arılığı ile
ortaya çıkarmak için, bir imparatorculuk taklidi zorunluydu. Küçük
toprak mülkiyetinin gittikçe artan çöküşü ile birlikte, onun üzerine
kurulan devlet yapısı da yıkılıyor. Modern toplumun gerektirdiği
siyasal merkeziyet, ancak, eskiden feodalizme karşı savaşmak için
türetilen hükümet aygıtının, askeri ve bürokratik aygıtın kalıntıları
üzerinde yükselebilir."

İfadenin devamı budur ve görüldüğü gibi, günümüze ayna tutacak
aydınlıkta olduğu kadar, sahtekarların çarpıtmaları için argüman
olamayacak kadar nettir. Öyleyse sadece ve sadece sahtekarların
sahtekarlıklarını sergilemekteki cesaretleri kadar, cesaret göstererek
mesnetsiz hiçbir yaftadan korkmamak bu sahtekarların ipliğini pazara
çıkarmak, heveslerini kursaklarında bırakmak için yetiyor.

Madem yurtseverlik konusunu açmak zorunda kaldık, kapitalist toplum
koşullarındaki küçük çapta özel mülkiyetin, yurtseverlik anlayışının
ekonomik dayanağını oluşturduğunu ekleyerek biraz daha devam edelim.

Dış pazarla hiçbir bağlantısı olmayan küçük burjuvazinin, tekelci
burjuvaziye oranla daha yurtsever eğilimli olduğu bilinen bir
gerçektir. Küçük burjuva yurtseverliğinin, kısıtlı ve dar görüşlü
olduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla. Küçük burjuvazi, ülkesinin
çıkarını salt bağımsızlıkta görür, ülkesinin geleceğini, dünya devrim
sürecinin gelişme yönelimleri ile ve hedefleri ile bağdaştırmaması
anlaşılır bir durumdur.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu ekonomik durumda, onun özgürlüğe
kavuşması için gerekli koşullar ve onun sınıfsal düşmanları, ulusal
değil, uluslararası bir karaktere sahiptir. Bu nedenle işçi sınıfı,
ülkesinin gelişme yönelim ve hedeflerini, dünya sosyalist devriminin
başarılarına bağlı olarak ele alır. Öyleyse, küçük burjuva
yurtseverlik anlayışının sürdüğü kapitalist toplumda, tümüyle öznel
etmene (ideolojik çalışma) bağlı olarak verilen yurtseverlik ve
enternasyonalizm eğitimi, yeni tip bir yurtseverlik anlayışı
kazandırabilir ve kazandırmaktadır.

İşte komünistlerin, sosyalistlerin yurtseverlik anlayışını bu temelde
ele almak gerekir.

Ve evet, işçi hareketinin, sol/sosyalist hareketin içindeki sahtekâr
sol gömleklilerin icat ettikleri yaftalara sokulan dinamiklerde
değil ama ortada bir zehir var ve bu zehrin, belki başka bir tarihsel,
ekonomik koşulda, yurtseverlik içinde olabilir ama bu gün
yurtseverlikten çok, bize, sosyalistlere ait olmayan düşüncelerin
içinde olduğu apaçık ortadadır. Kimin taşıdığı ise daha net
görülmektedir. Gösterebildiğimi düşünüyorum.

Peki, bitiriyoruz, Kürt ağa ve beylerine, Türkiye'nin tekelleri ile
işbirliği içindeki Kürt burjuvazisine, gerici tarikat şeyhlerine ABD
emperyalizminin garantörlüğünde bir devlet verilirken, hem o devlet
şirket olmuyorken, hem de yurtseverlik devrimci bir renk ile öne
çıkartılıyorken, ABD-AB emperyalizminin Türkiye'yi
sömürgeleştirmesine, Ortadoğu'da emperyalizmin savaş arabası olarak
kullanmaya çalışmasına, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin uluslar
arası tekellere verilerek el değiştirmesine, böylece işçilerin,
emekçilerin daha çok işsizliğe, daha çok yoksulluğa, daha çok
sendikasızlığa ve topyekûn grevsizliğe, açlığa, geleceksizliğe,
velhasıl kırbaçlı köleliğe mahkûm edilmesine karşı durmak için anti-
emperyalizm sloganı ile yurtseverliğin öne çıkarılmasına "alçakların
sığındığı bir liman" yaftası takarken utanmamayı, sıkılmamayı,
ikiyüzlülüğünüzün sırıtacağından endişe duymamayı nasıl
becerebilenler, herhalde bundan sonraki kuşakların sosyo-psikolojik
çalışmalarında önemli bir veri olarak tarihe geçeceklerdir.

Manifesto'da, "işçilerin vatanı yok" derken, devamında dedikleri ile
bu ifadeyi tamamlayan aynı Marx, başka bir tarihsel zamanda," bütün
bir toplum, ulus, ya da aynı anda var olan bütün toplumlar, dünyanın
sahibi değillerdir." diyordu ve devam ederek, "yalnızca dünyadan
yararlananlar, dünyayı şimdilik kullananlar olarak, iyi aile reisleri
gibi, dünyayı gelecek nesillere daha iyi bir durumda bırakmaları
gerekir." Derken, herhalde, Manifestoda dile getirdiklerini hala
anlayamayan, mutlaklaştıran, durgun, cansız geliştirilmesi ve hatta
belli tarihsel koşullar veri alındığında, kendisini yadsımasının
mümkün olmayacağını düşünenler yanında, bu ifadenin anlamını çarpıtma
çabasından vazgeçmeyenler olacağını düşünmüştü.

Türkiye'ye gelince, artık Türkiye'de toprak aynı toprak değil, bir
yere kaybolmuyor ama egemenlerin ayaklarının altından durmadan
akıyor. Egemenlerin en sadık ideolojik silahları olan sahte sol
gömlekli kalıntıların da ayaklarınızın altından akıyor. Yani, Sadece
köprülerin altından sular akmıyor, toprak da akıyor ve toprak da akan
suların taşıdığı gibi, geleceği taşıyor. Taşınan gelecek çürümüş,
ölmüş de habarı olmayan emperyalist kapitalizmin ve kendilerine
tutkuyla bağlı oportünistlerin değildir; onlar için, toprak da, sular
da tersten akıyor, rüzgâr da tersten esiyor. Kimi zaman acıklı
güldürülere konu olacak yaftalar da, hiçbir gerçeklikle bağdaşmayan
sloganlar da, bu akıntının altında kalarak tuzla buz oluyor.

Tarihinin ilerleme çizgisi üzerinde bir ileri renk olan ama kısa süren
cumhuriyet yıkılmış olabilir, öyledir de, öyle olmasa bile aynı
cumhuriyet dikiş tutmaz artık. Öyleyse, kimileri, sol gömlekli
sahtekârlar, bundan kendine pay çıkardığı için sevinebilir, kimileri,
bu sahte sol gömleklileri hala soldan sayan ahmaklar, yıkılanın
üzerinden daha iyisinin yükseleceğine inanabilir ama yıkılan
cumhuriyetin üzerinden yükselen, tarihin ilerleme çizgisinin gerisine
düşen bir renk taşıyacaktır. Bundan ve bunun karşısında hiç engel
bırakmadıklarından emperyalist burjuvazi, tekeller ve yönetimleri ve
elbette gericiler ile onların rengini almak için sırada bekleyen sahte
sol gömlekliler emin görünmekte ancak yine de beklediklerinin
gerçekleştiğini ilan edememekte, birbirleri ile kavga etmektedirler.

Bunun nedeni, akan toprağın, derelerin altından birikerek akan suların
ve yavaş, sessiz ama hızlanarak esen rüzgârın yeniyi taşıdığını görmüş
olmalarıdır. Gelecek budur ve bu akanları ve esenleri tutanlar,
geleceğe de sahip olacaktır, yeniyi de kurmayı başaracaktır.

Şimdi 1 Mayıs inadı ile Taksimi zapt etmiş olma hayallerine
kapılmadan, 2012 1 Mayıs'ında bu gerçekliklerini içeren sloganlarla
kitlelere seslenilmezse, işçi hareketi, sol/sosyalist hareket, ağzıyla
kuş tutsa emekçi kitleleri harekete geçiremez de, yükselen
kendiliğinden hareketinin arkasında kalmaktan kurtulamaz da.

İşte bu nedenledir ki, sahte sol gömlekli oportünistler, bu anlamdaki
eksikli ve yanlış düşünceleri, sloganları işçi hareketine, sol/
sosyalist harekete ağızları ile kuş tutmak olarak göstermek için yoğun
çaba sarf etmektedir.

Ancak, bu şekilde tutulan kuşların, nesnel gerçekliklerle birlikte
yaşayan kitleler için hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz.

Öyleyse, 1 Mayıs 2012 de, işçilerin, emekçilerin ve onlara fener
tuttuklarını iddia edenlerin, haykıracakları sloganlar, Türkiye'nin
ekonomik gerçeklerinin, siyasi durumunun ve üretilen sloganların
taşıdığı siyasi anlamının kesin bir tahlili ile doğrulanan sloganlar
olmalıdır.

1 Mayıs'ın bahar bayramı renkleri ile ve sınıftan kaçışı
müjdelercesine, işçilerin, emekçilerin kafasına kakılmasını tersine
çevirecek tek gerçek budur ve bu gerçek aynı zamanda bu gerçekten
isteyerek uzaklaşanlar ile bu gerçeği bilince çıkartamayanları da
netleştirecek ve bu gerçeğin üzerinin örtülmesine bir an bile izin
vermeyen, Lenin'in deyimiyle kokuşmuş resmi "sosyalizm"den geriye
kalmış olan dürüst unsurları temsil eden tek tek kişilerin ağırlığını
net olarak açığa çıkaracaktır. Böylece, hem 1 Mayısı oluşturan güçler
dengesindeki tasnifleme yanında, işçi hareketinin, sol/sosyalist
hareketin güçler dengesini de, olumlu ve artan şekilde tarihin
ilerleme çizgisindeki yerine oturtacak, hem de bu dengedeki
tasniflemeyi daha da netleştirerek, karşısındaki hedefi de bütün
çıplaklığı ile ortaya serecektir.

Fikret Uzun

30 Nisan 2012


Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages