f.u.
unread,Apr 27, 2012, 3:47:14 AM4/27/12Sign in to reply to author
Sign in to forward
You do not have permission to delete messages in this group
Either email addresses are anonymous for this group or you need the view member email addresses permission to view the original message
to FiKRET UZUN YAZILARI
"SOL" YANIM, SAĞ YANIM OLMUŞ, TEKELLERE TEŞNE OLDUĞUNU SAKLAMAZ OLMUŞ.
Hâlâ kayıkçı kavgası devam ediyor. Somut bir lakırdı yok, eskiler,
"fındıkkabuğunu doldurmaz" derler, öylesine boş kalıyor kavramların
ve hatta olguların içi. Sadede gelemiyor bir türlü, Üç KİTAP yazmış,
"Herhangi biri".
Aslında niyeti belli, kıvranıp duruyor. Kendini ayırıp, sol'u, artık
kimi, kimleri kastediyorsa, tü kaka yapmaya çalışmaktadır. Bütün
melanetlerin sorumlusu sol'dur ona göre. Öyle anlaşılıyor, soyut bir
biçimde herhangi bir örgüte veya sol'a bütün günahları yükleyenleri
görünce, aklıma hep TKP ( karışıklık olmasın, Milli dönek Nabi Yağcı
ve şürekâsının likide ettiği TKP den söz ediyorum.) üyeliğinden nefret
etmiş ve o heyecanla birkaç kitap devirmiş Latife Tekin aklıma gelir.
O da bütün günahları TKP ye yükler, ama Nabi Yağcı ve şürekâsı onun
için pir-u paktır.
Deccal TKP dir ve Kenan Evren mesihtir. Tekin hanımefendi, tangırdaya,
tungurdaya 12 Eylül gelirken, tangırdaya, tıngırdaya TKP den
kaçmıştır.
Üç kitap yazmış "Herhangi biri" de bu mislidir. Sol deccaldır, ama
hâlâ peşinden gitmekten bıkmadıkları, geçmişin "sol" artıkları olan
sahte sol gömlekli aktörler pir-u paktır. Mesih ise, sanırsınız,
"Herhangi biri"nin olmak istediğidir. Üç kitap indirmiştir ama henüz
mürit bulamamıştır.
Pir-u pak gördüğü ve muhtemelen kuyruğundan ayrılmadığı aktörlerin
hemen hepsi TARAF ta mevzilenmiş olup, artık mülakatlarını ZAMAN da
vermekte ve ABANT PLATFORMUNDA zıplamaktan büyük keyif almaktadırlar.
Yeni mürteci diyoruz ve alınmamaktadırlar. Hepsi ama hepsinin çift
inançlı oldukları, yükselen dalgaları pek sevdikleri ve dalga indiği
anda, başka dalgalara binmekte hüner sahibi oldukları apaçık
görülmektedir. DNA larında var. Ara sıra birbirlerine de çatmayı ihmal
etmezler ama mızıkçılık yapan kardeş kavgası mislidir. Eğleniyorlar.
İşte "Herhangi biri" ki, kendisi gibi bakanların aynasıdır, bu sahte
sol gömlekli aktörleri, "sol"un günahlarından ayırmaktadırlar.
Muzdarip olduğu hangi sol'dur onu bilemiyoruz. Kendisi de "sol" mudur,
sol'mudur? Onu da bilemiyoruz. Ranselmanı kedilerdir ki, ben pek
severim ve kıt bütçeme karşın, bu sevgimi lafta bırakmam. Yani,
kediler yetmiyor, şu üç kitaptan tek bir paragraf aktarsa da, ne kadar
sol olduğunu anlasak diyorum. Yazmış,"sol"un içine saçmış ama rağbet
etmemişler. Böyle ağlamaklıdır "Herhangi biri" . Ama hâlâ sol
konusunda, bir çizme boyunu bile aşamadı. Nedir sol? Nedir devrimci?
Hâlâ aydınlanamadık. "sol"u mu, yoksa sol'u mu lanetlemektedir onu da
anlayamadık.
Ben de yardımcı olurum sandım ve uzun uzun yazdım ama benim dediklerim
hep yok hükmünde kaldı. Sessiz bir katılım var, duymamak, görmemek ve
cevap vermemek kimsenin aralarında konuşmadığı bir sır misli ittifak
gibidir. Katılım, katılmamak üzerinedir. Yani benim ifade ettiklerimin
içinde, ağzıyla kuş tutan cümleler olsa da, katılmamaya katılmak,
sessizce, hiç konuşmadan gelişen bir ittifak oluyor. Tek bahaneleri
"uzun yazmak" idi, o da çürütülünce bahane kalmadı. Öyleyse yok saymak
yerindedir. Ama demiştim, dediklerim tarihe nottur ve tarihin
sayfaları yok saymayı bilmiyor. Bu notu da o nedenle düşmüş oluyorum.
Yok sayanlar, yok saymayı bilmeyen tarih sayfalarına girsin
istiyorum.
Buradan devam ediyorum.
12 Eylül öncesi, herhalde ellilerin ikinci yarısında dünyaya adım
atanların kuşağı oluyor. Hepimiz çok şiddetli olmasa da,
azımsanmayacak bir yükselişin çocuklarıyız. 27 Mayıs, öncesindeki
demokratik mücadele, solun kitleselleşmesi, Che Guevera ile cisimleşen
evrensel yiğitleme, Vietnam halkının ABD emperyalizmine diz
çöktürmesi, hepsi bir yükselişin taç giydirilmiş renkleri oldular. 15
-16 Haziran günleri, bu yükselişin ortasında bir dönüm noktası oldu.
THKO da, THKP-C de bu yükselişin ürünleridir. 1920 TKP si de, aynı tür
bir yükselişin ürünüdür. Bunu da eklemek gerekiyor.
Hepsi 1920 den itibaren gelen baskı sellerinden habersiz, son derece
moralli olarak kuruldular. Yanılgı belki de buradan geliyor, hem 12
Mart'ı, hem 12 Eylül'ü, bir veya birkaç kişinin marifeti olarak ve
geçici bir gelişme olarak gördüler. 27 Mayıs ile bir ve aynı
karakterde saydılar. Saymayanı ulusalcı, faşist, darbe sever olarak
yaftaladılar. Faşist darbeciler çekilince, faşizmin misafirliğinin
bittiğine ve demokrasinin geldiğine inandılar. Oysa faşizm, demokrasi
iluzyonu ile adım adım, kalıcı olarak yerleşiyordu. Göremediler. Daha
kötüsü görmemeyi geçer akçe bir politika olarak bellediler,
müritlerine bellettiler. Müritleri kuşak arkadaşları yanında, yeni
kuşaktan da çoktur.
"Herhangi biri" nin kafası karışmasın, "ulusalcı" diye yaftalama
kolaycılığına kaçmasın, biraz 27 Mayısın nemenem bir şey olduğunu
anlatmaya çalışayım, üç kitap yazmış, anlar diye umuyorum.
Ama önce Mc. Cartizm'e değinmek istiyorum. Amerikan icadıdır.
Şeytancadır üstelik. Bütün muhalifleri "komünist" diye yaftalayıp,
bertaraf etmeyi anlatıyor. Beğenmedikleri ve tehdit olarak gördükleri
her taşın altından "komünist" çıkartıyorlar. Çok ünlü ve tarihsel
davalara da konu olmuştur.
Bizde de uzunca bir dönem hüküm sürmüştür ki, birçokları bundan Özal
ile Demirel'in "demokrat"lığında kurtulduğumuzu varsayarlar ve
komünist etiketli zavallılardır. 141-142 nin en sadık
uygulayıcılarının,141-142 yi kaldırmış olarak demokrat sayılması
oldukça öğreticidir. Menderes'in "komünizm" tehlikesi icad etmek için,
Müstecaplıoğlu'nun sosyalist partisinden bile "komünist" çıkarması ve
zindanlara doldurması aynı yerdedir.
Bunları bilip bilmediğini, ilgilenip, ilgilenmediğini bilmediğimiz
"Herhangi biri", hâlâ günahkâr sol lakırdısı yapabilir ama soyut
kalıyor ve içini dolduruyorum.
Eski Mc Carthicilikte temel renk, "komünizmle mücadele" dinamikleri
iken; şimdi, Mc. Carthicilik, "bütün darbelere hayır" veya "darbelere
dur de" dinamikleri oluyor. "Sol"/ "sosyalist" renklerle,
Mc.Carticiliğe önemli katkıları olan geçmişin "komünizmle mücadele"
dinamiklerinin ardıllarını darbelere karşı omuzdaş yapmaktadır.
Oldukça dâhiyane buluyorum ve bir Amerikan parmağı olduğu anlaşılıyor.
Şeytancadır yani. Böylece, bütün muhalefetin hem bu düzleme çekilmesi
ve hem de bu düzleme çekilemeyenlerin darbeci olarak veya darbe sever
olarak yaftalanması kolaylaşıyor. Bu da geçmişin devamı olan
dinamiğin, geçmişle hesaplaşma tiyatrosunu kolaylaştırırken, geçmişin
aklanan dinamiklerinin hem meşrulaştırılması, hem demokrasi havarisi
sayılması ve hem de sol/sosyalist dinamiklere yakınlaştırılması
kolaylaşmış oluyor. Ahmak "sol"cu çok olunca, tiyatroların perdeleri
hep açıktır. Oyun hep zirvededir.
Ama "Herhangi biri" konuşuyor, "sol kötüdür, bilimsel değildir, bilimi
filan takmamaktadır." diyor. Ancak hâlâ hangi sol? Diye sormaktan
kendimi alamıyorum.
Her iki durumda da Türkiye'de akan toprağın (sadece derelerin altından
sular akmıyor, toprak da akıyor), tarihin ilerleme çizgisinin
ilerlediği yoldan saptırılması kolaylaşıyor. Böyle olunca da tarihin
ilerleme çizgisi üzerinde akan toprağın getirdikleri ve götürdükleri
toprağın derinliğine gömülebiliyor. Üstü örtülebiliyor demek
istiyorum.
27 Mayısın getirdikleri ve götürdükleri bu tür bir gömülen oluyor. 27
Mayısın, götürdüğü gerici renkler ile getirdiği ilerici, demokratik
renkler hafızalardan silinebiliyor. Akan toprağın akışını tutan 27
Mayısın, solun, sosyalist hareketin yükselişini biriktiren barınakları
ve sığınakları getirmiş olduğu gerçekliği, muhalefete başlasam mı,
başlamasam mı ikircimliğinde olan ve geçmişin kalıntılarına akıl almaz
derecede bağlılık gösteren ama yeni politik mücadeleye karşı, geçmişe
bütün olarak nihilist bir tutumla yaklaşan yeni kuşağın hafızasından
siliniyor.
Bizim kuşaktan olduğunu anladığımız "Herhangi biri" nin yaptığı da
budur. Bütün günahları hiçbir ayırım yapmadan soyut bir sola yüklüyor.
Tam bir nihilist tutumdur. Ama büyük ihtimalle, bütün olarak
reddettiği sol'un ,"sol" kalıntılarının peşinden giderek, sosyalizm
alanlarını bozmalarına yardım etmeyi en büyük devrimcilik sayıyor.
Şimdi geçmişin kalıntılarından olan Hasan Cemal ve türlerinin," bütün
darbelere karşıyız" türünden vaazlarına hemen biat etmeleri, bu
belleksizlikten kaynaklanıyor. 27 Mayıs ihtilali ile 12 Eylül faşist
darbesini bir saymakta ve aynı kefeye koymakta zorlanmıyorlar. Hal
böyle olunca, mesela Portekiz'deki,"karanfil devrimi" olarak anılan ve
bir diktatörlüğe karşı gerçekleştirilen askeri darbenin demokratik
rengini ise çoktan unutmuş oluyorlar.
Doğrudur, 27 Mayıs da, burjuva sınırlarında gerçekleştirilen bir
askeri darbedir. Buna kimse karşı çıkmıyor. 27 Mayısçılar, Kemalist
devrimin eksikliklerini tamamlamak ve var olan Kemalist devrimden
sapmaları gidermek için yola çıkmıştı. Ancak TSK'nin, 27 Mayısçılara
desteği kısa sürmüştü. 27 Mayıs, burjuva demokrasisini ifade eder ve
hem burjuva demokrasisine vurgu yapmak, hem de 27 Mayısı faşist bir
diktatörlüğün ifadesi olarak algılamak çelişkidir. Bu çelişkiye
kıskançlıkla sahip çıkmak ise, sığ bir bakışın ifadesi değilse, kötü
niyetin ifadesidir. Kötü niyetin ağır bastığı ise, akla daha yatkın
görünüyor.
12 Eylül ise, burjuvazinin, 27 Mayısın bıraktığı hukuki ve politik
yapı ile Türkiye'yi yönetemeyeceğini anlamış olmasının getirdiği bir
sonuç olarak, 27 Mayısın bütün kazanımlarını ortadan kaldıran bir
operasyondur. Dahası Türkiye'yi, zorla tarihin gerisine çekme
operasyonudur. Bunu bugün çok daha net olarak görüyorken, bu
gerçekliğin üzerinden atlamak, devrimciliğin, solun/sosyalist
hareketin çok uzağındadır.
"Herhangi biri" nin ve tuttuğu aynaya bakanların bunu görmediği açıkça
görülmektedir. Ama sol'u bütün melanetlerin sahibi olarak görebiliyor,
gösterebiliyorlar. Sıkılmaları yoktur.
Sapla samanı karıştırırsak, 27 Mayısla 12 Eylülü karıştırmak da mümkün
oluyor. Böyle olunca da, 27 Mayısın sonucu olan 1961 anayasası ile
geniş bir toplumsal katılıma alan açılarak, devlet gücünün
kullanımının ve hızının dengelenmesinin sağlandığı, Çift meclisli
yapısı ile özerk kurumları ve örgütlenme hakkıyla devlet gücünün
kullanımına, devlet aygıtının işleyişinin hızını azaltacak bir
toplumsal katılımı sağladığı görülemiyor.
Diğer yandan, 27 Mayısla birlikte yükselen sol/ sosyalist
hareketlenmenin yöneticilerinin, Kemalist bakış açısının dışına
çıkamamaları, 27 Mayıs'ın 12 Eylül karakterinde bir faşist darbe
olduğunu göstermiyor. Ama dün sosyalist hareketi, Kemalizmin
kuyruğunda terbiye etmeyi Politika sayan geçmişin yükselen çocukları,
dalga düşünce, Kemalist dalgadan da, sosyalist hareketin dalgasından
da inip, hemen dalga değiştirmeyi ihmal etmemişlerdir. Bindikleri
dalganın adına Neo-Liberalizm adını vermişler ve hem Kemalizme
düşmanlık ve hem de geçmişlerine düşmanlık en geçerli politikaları
olmuştur.
12 Eylül rejimi, bir tekelci düzeni yerleştirme operasyonunun
serüvenini taşımaktadır ve tümüyle ABD emperyalizminin gericiliği ile
uyumlu olarak, sosyalizmi yok etmek üzere, sosyalist örgütlenmenin
sığınaklarını, yani 27 Mayısın kazanımlarını ortadan kaldırmak için
gerçekleştirilen bir faşist darbenin eseridir. Ve hâlâ devam etmekte
olan 12 Eylül, bütün faşist
karakteri ile dururken," bütün darbelere karşıyız" dinamikleri ile 12
Eylül rejimine karşı, tekellerin düzenine karşı yükselmesi muhtemel
olan dinamikleri, 12 Eylül rejiminin, 12 Eylül faşist darbesinin
devamı olduğu ve karakterini taşıdığı unutturularak, 27 Mayıslara,
hayali darbelere karşı kurulan dinamiklerin peşine takmak, yalnızca
tekellerin işine yarayacak bir Ali Cengiz oyununudur.
Bu oyunu görmeyenler, daha kötüsü dâhil olanlar, bu oyunun sol/
sosyalist hareketi toptan ve kalıcı olarak bertaraf etmek için, sol/
sosyalist hareketin sığınaklarına ve barınaklarına hücumla sürdüğünün
üzerini örtmekte pek hünerli davranmışlarıdır. Ve hepsinin ağzında
sakız yaptığı lakırdı, "sol iyi bir sınav vermedi" yollu olmuştur.
Yani kendileri pir-u pak, sol ise deccaldır ve ezilmelidir. Öyleyse 12
Eylül darbesi ile sessize yatan bu sahte sol gömlekli kalıntılar,
darbecilerin çekilip, demokrasinin geldiği illüzyonunu yaymak için,12
Eylül rejiminin her durağında bir mesih bulmuş ve demokrasi için
toplumu bu mesihlerin etrafında birleştirmenin oyunlarını
oynamışlardır. Son mesihleri Akepe-RTE idi ve şimdi mesihleri Fetullah
Gülendir. Örnek olsun, dedikleri arşivlerde vardır, açın okuyun,
"radikal faşizm ayıp bir şeydir" yollu komiklik yapan S.S.Önder,
burada, Önder'in söylediklerini peygamber kelamı olarak bellemeyen pek
azdır, Kürtlerin vekili olmaya aday olduğu günlerde Nurculuğu referans
göstermiş, şimdi bundan ayrı tutmadığı Fethullah Gülen'in en demokrat
hareket ettiği, AKP nin sınıfta kaldığı yollu vaaz verebilmektedir. Ve
en çok RTE güzellemesi yapan geçmişin sol gömlekli kalıntıları, şimdi
"RTE OUT, Fethullah IN" yollu fıkra yazmaktadırlar.
Bu sahte sol gömlekli, yükselen dalgaları seven, 12 Eylülle birlikte,
27 Mayısın sağladığı bütün burjuva demokratik kazanımların yerle bir
edildiğini daha düne kadar dillendiren geçmişin "sol"kalıntıları,
şimdi 27 Mayısı, 12 Eylül kategorisine koymaya sıkılmamaktadırlar. Ne
zaman ki, emperyalist yenidünya düzeni, bu bölgede coğrafyaları ve
halkları parçalama dinamiğinin düğmesine bastı, bu kapıkulu, devşirme
solcular da, daha önce
dediklerini unutup, aynı masala sarıldı.
"Herhangi biri" nin aynasında ise, sol'un günahları bitmemektedir.
Masallarla senkronizedir.
27 Mayıs, bir türlü sonuca ulaştırılamayan Kemalist restorasyonun,
burjuva demokratik tarzda sonuçlandırılması çabasıdır ve tümüyle
burjuva düzenin yerleşmesine yöneliktir.
Bu gerçekliklerin üzerinden atlayıp, bize ait olmayan düşüncelere
hapsolunca, bu gerçekliği de,12 Eylül'ün, burjuvazinin, tekelci düzeni
yerleştirmek için uyguladığı politikalarının sonucu ve devamı olduğu
gerçeğini de ıskalarız. Haliyle bunun, emperyalist kapitalizmin
politikalarına bağlı olduğunu da göremeyiz. Hem ıskalamak, hem de
neyin ıskaladığını görememek, geçmişin sahte sol gömlekli
kalıntılarının sol/sosyalist harekete kaktığı bir masalımsı
politikadır. Bu masalımsı politikayı yüksek tutup, sol'un
günahlarından, devrimcilik adına dem vurmak , "sol"u OUT, sol/
sosyalist hareketin alanlarını bozanları IN yapmaktır. Başka ifadeyle,
"sol"u, sol'un önüne, sol/sosyalist harekete çelme takmak için
çıkartmaktır.
Bu da bize, yani sol/sosyalist harekete ait olmayan düşünceleri yüksek
tutmak demektir.
Böyle olunca da, yanılgı hastalığı bitmiyor. Dün Kemalizmin kuyruğunda
sosyalist hareketin ilerleyemeyeceğini göremeyenler, bu gün sol/
sosyalist hareketin bertaraf edilmesinin, Kemalizme ve 27 Mayıs ile
kazanılmış barınak ve sığınak misli demokratik alanlara ve elbette
cumhuriyete, bununla birlikte darbeler üzerinden TSK ya saldırı ile
birlikte yürütüldüğünü ama daha önemlisi, başrolde dün de, bu gün de
aynı emperyalist aktörlerin yani ABD-AB nin olduğunu göremiyorlar.
Bütün melanetlerin sahibi, moda deyimle deccal ABD-AB emperyalizmi
iken, onun mihmandarlığında saldırılan bütün alanlar deccal ilan
edilmektedir.
Laisizme saldırıdan bile demokrasi çıkarabilen bu yanılgı değiştirme
ustaları, Laisizme saldırının temelinde, tarihin ilerleme çizgisi
üzerinde bir ileri noktayı temsil eden cumhuriyeti yıkıp, tarihin
ilerleme çizgisinin ters istikametinin ifadesi olan İslamik-Osmanik
bir düzenin yerleştirilmesi ve toplumun bu yönde dönüştürülmeye
çalışılması gerçekliği olduğunu görememektedirler.
Bu yanılgıların peşinden koşarak devrimcilik yaptığını sananların,
laisizm'i bir kavram olarak pek bildiğini sanmıyorum. Herkesin,
laisizmi, çeşitli dinlerin ve tarikatların, bir arada ve barış içinde
yaşaması olarak anlıyor olduğu bir hali var. Bilenleri ve bu hali
taşımayanları ayırıyorum.
Bu gün İslam'ın yanında, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de yayılma
savaşı içinde olduğu açıkça görülüyorken, laisizmi, sadece dinlerin
birbirine saygılı konumu olarak almanın, cahillerin ve ikiyüzlülerin
işi olarak görmek gerektiğine inanıyorum.
Oysa laisizmin özü, kamu işlerine aklı egemen kılmaktır. Laisizmin
temeli, toplum yaşamını akıl ilkeleri üzerine kurmaktır. Bu haliyle
laisizm, hem felsefi ve hem de ekonomik bir akımdır.
Öyleyse din temelli politik partilerin laik düzende yeri olmaması son
derece akla yatkındır. Dolayısıyla din temelli partinin veya
tarikatların devlet iktidarına egemen olması durumunda veya din
temelli devlet düzeninde laisizme yer olmadığı da açıktır.
"Herhangi biri" sol'u deccal misli resmederken, asıl gerçeklerin üzeri
örtülmeye devam etmektedir. Hem de devrimci, hatta en iyi devrimci
olmak adına. En iyi devrimci, gerçeklere gözlerini ve kulaklarını
kapayarak geçmişinde deccal bulan "devrimci" olmaktadır. "Herhangi
biri"nin sol deccali resmeden "devrimci" lakırdılarından bunu
öğreniyoruz. Mesih'i ise,"sol" kalıntılardır, tekraren altını çizmiş
oluyorum.
Gerçeklere gözlerimizi kapayınca, hep bize ait olmayan düşüncelerin
esiri oluyoruz ve yanılgıdan kurtulamıyoruz. Kurtulamadığımız için de,
bu politikaların, son on yıllık süreçte ve ABD-AB nin YENİDÜNYA DÜZENİ
çerçevesinde hızlandığını, bu topraklarda, tarihin ilerleme
çizgisindeki akışını tersine döndürme çabalarının önemli oranda
kotarılmış olduğunun farkına da varamayız, önüne de geçemeyiz.
Geçemediğimiz ise apaçık ortadadır.
Peki, 27 Mayıs ihtilali ile12 Eylül faşist darbesini bir ve aynı
sayanlar, 12 Eylül faşist darbesinin 24 Ocak kararları ile ve ABD-AB
emperyalizminin, şu an içinde yaşadığımız zamanın ekonomik-politik
yapılanmasına yönelik hedefleri ile bağlı sınıfsal karakterinin
bilincinde midirler? Öyleyse 12 Eylül rejiminde, "demokrasiye geçtik"
zırvalamalarının geçmişin kalıntılarının ağzından pek fazla dökülmeye
başladığı andan itibaren bu güne kadar gerçekleştirilen darbelerin
resmini çizebilirler mi acaba? Ve elbette bu darbelerin, tıpkı 12
Eylül faşist darbesi gibi, ABD-AB emperyalizmin YENİDÜNYA DÜZENİ için,
BOP için yol açıcı olduklarını da biliyorlardır! Sırasıyla ve aklıma
geldiğince resmini çizmeyi deneyeceğim. Katkısı olanlara şükranlarım
bakidir.
Ancak bunun için uzunca bir paranteze ihtiyacım vardır ve açarak, bu
günlere doğru açılan yoldaki serüvenleri resmetme denemesine
başlıyorum. Bir anlamda kısa bir yakın tarih çalışması olmaktadır,
yararlı olacağına, bellek tazeleyeceğine inanıyorum. "sol" yanımızın
yine kör ve sağır olmaya devam edeceğini, sol yanımızın ise, çok ve
yararlı şeyler hatırlayacağına inanıyorum.
Öncelikle bu darbelerin 12 Eylül rejiminin sağlam ayaklarla
yerleştirilmesine yönelik olduğunu ve uzun süre, işkence yaparak, can
alarak, korkuyu kitleselleştirdiğini bildiğimizi hatırlatmak
istiyorum. Bu, aynı zamanda, darbenin sınırsız bir korkunun ürünü
olduğunu hatırlatmak için gereklidir. 12 Eylül darbesi, hem uluslar
arası, hem de ulusal planda, burjuvaziyi acımasızlaştıran korkusunun
sonucunda gerçekleştirildi. İçerde devrimci sol hareketin yükselişi
büyük bir korku kaynağı oldu. Dışarıda Afganistan ve İran devrimleri
korkuyu arttırıcı etki yaptı. Dolayısıyla 12 Eylülün lokomotifi korku
idi, o nedenle de kindar davranarak, Kenan Evren'e "asmayalım da
besleyelim mi?" dedirtti. Korkanlar, korkutmak ve korkuyu
kitleselleştirmek için 12 Eylül darbesini hazırlamıştı. 24 Ocak
kararlarının ancak böyle bir darbe ile uygulanabileceğini
düşünüyorlardı.
Bundan sonrası Türkiye burjuvazinsin korkularını budama yılları oldu
ve uzun sürmüştür. 1987 yılı Türkiye burjuvazisinin geleceğe dair
korkularını geri plana attığı yıldır. Özal yönetimindeki hükümetle 12
Eylül rejimi sürerken en çok aydın hareketinden ve silahlı devrimci-
demokrat örgütlenmelerden korkuyorlardı. Böylece sırasıyla korkularını
yenmeye başladılar. Tamamen kurtulmak için reformlara başladılar. 12
Eylül rejiminde reform demek gericiliğin ve faşizmin yerleşmesi
demekti. Ancak demokrasi iluzyonu ile üzerini örterek ilerlediler.
Rusya'da Stolipin reformları bu türden bir gericiliğin ve baskının
yerleştirilmesidir. O nedenle bir parantez açıp, 1905 devriminin
sonrasına dair bazı hatırlatmalar yapmak yararlı olacaktır.
Stolipin reformları, 1905 devrimci yükselişine bir cevaptır. Orada da
korkanlar, korkularını bastırmak için korkuyu yaymıştı. Devrimci
hareketin yükselişi durmuştu. Ancak bu yükseliş dönemi, bütün
sınıflara ders olmuş ve başkasının düşüncelerini taşıyarak işçi
sınıfına ahkâm kesen reformistlerin de önemli oranda deşifre olmasına
neden olmuştu. Çara karşı mücadele eden burjuvazi, 1905 devriminde
işçi sınıfının yeterince siyasal deneyim kazanmış olduğunu ve artık
Gapon'un değil, kendi partisinin peşinden gideceğini görmüştü. O
nedenle ger geri gitmeye başladı. Karşı devrimci bir sınıf olması uzun
sürmemişti.
Buna karşın, bunu görmemek için gözlerini yuman Menşevikler,
politikalarını hâlâ burjuvazi ile ittifak üzerine kuruyorlar, bunun
doğru olduğunu ikna etmek için bin dereden su getiriyorlardı. Ancak,
bunlara karşın köylülük derin bir uykudan uyanmış, tarım sorununu
bütün yakıcılığı ile ortaya sermişti.
Kısa sürede yenilginin muhasebeleri çarpışmaya başlamıştı.
Menşevikler, kavganın bittiği savları ile anayasal monarşiye razı
olup, onunla uzlaşmayı politika bellemişti. Bolşevikler ise, henüz
devrimin sona ermediğini, çarın yerinde durduğunu, devrimin dayattığı
sorunların henüz kesin olarak çözülemediğini, er ya da geç yeni bir
devrimci dalganın yükseleceğini öne sürüyorlardı. Bolşeviklere,
özellikle de Lenin'e göre, olanlar öncü savaşlardı, asıl çarpışma
gerçekleşmemişti.
Lenin, olayların çok daha hızlı seyredeceğini düşünüyordu ama 1917
yılına kadar devrimci dalganın yükselişi epey bir sönmüştü.
Bolşevikler çok büyük kan kaybetmiş, Menşevikler ise güçlenmişti.
Liberal burjuvazi ise seçimlerde büyük bir zafer kazanmıştı.
Partileri, Kadet Partisi ( anayasacı demokrat) , Duma da birinci
sırada idi. Bu durum, Menşevikleri Avrupa parlamentarizmi rüyası
görmeye itmişti. Dumanın başkanı Kadet partisinden seçilmişti ve
Menşevikler, bunu Marxist stratejinin başarısı olarak propaganda
ettiler. "Çara değil, Dumaya hesap verecek olan sorumlu bakan"
diyorlardı. Ancak işçileri uzun süre kandıramadılar, hızla kan
kaybettiler.
Bu süreçte Bolşevikler de bölünmüştü. Özellikle 3. kez toplanan
imparatorluk Dumasına katılalım mı, boykot mu edelim tartışması bu
bölünmeyi tetiklemişti. Lenin katılmaktan yana tavır koymuştu.
Boykotun Dumanın toplanmasını engelleyemeyeceği, o nedenle yasal
çalışmanın olanaklarından yararlanmayı doğru politika olarak ortaya
koydu ve sonunda kabul gördü. Ancak tartışmalar bitmemişti. Bu
Menşeviklerin sendikalardaki üstünlüğünü, hem de 1917 Ekimine dek
sürerek, daha da artırmıştı.
Duma'nın boykot edilmesi tartışmaları sürerken sosyal demokrat
partinin içinden çeşitli sapmalar boy gösteriyordu. Bolşeviklerin bir
kısmı, Dumadaki sosyal-demokrat vekillerin geri çağırılması yönünde
direttiler ve Lenin'i sağa kaymakla suçladılar. Duma'ya katılanlar,
devrime ihanet etmiş sayılıyordu. Bunlara "geri çağırma" kökünden
gelen Otzovistler deniyordu.
Bir diğer eğilim ise, Ultimatizm idi. Gene Lenin'i oportünistlikle
suçlayan bir kısım Bolşeviğin hareketi idi. Ultimatizm, İçinde
Gorki'nin de yer aldığı, Otzovizmin ılımlı versiyonu idi. Özü gene
Bolşevik vekillerin Duma'dan ayrılmasına yönelik idi.
Diğer eğilim ise, Deizm idi. Bu ise Gorki tarafından desteklenen bir
eğilim idi. O dönem, pornografinin yükselmesi, gizemcilik ile
dinselliğin serpilmesiyle el ele gidiyordu. İşçilere, Marxizmden çok
Deizm öğretiyorlardı. Ama yeterince etkili olamadılar. Deistler, o
dönem yükselen dinsel eğilimlere göz kırpıyorlardı. Tanrıya inanmaktan
kaçınan deistler, kendilerine özel, neredeyse Marxist bir ilah imal
ettiler.
Bu arada,1905 ortalarında, şimdi yaşadığımızın benzeri abuklukta
yaklaşımlar da vardı. Örneğin, genel greve açıktan karşı çıkamayan
2.Enternasyonalci Sosyal-demokratlar, genel greve, genel saçmalık
olarak bakıyorlar ve genel grevden kaçmak için, " bütün işçilerin
işlerini bırakacakları bir genel grev başlatacak güçte isek, devrim de
yapabiliriz demektir. Eğer o kadar güçlü isek, genel greve gerek
kalmaz; yok, o kadar güçlü değilsek, genel grev başlatamayacağımız
için bunu konuşmak bile saçmadır". Tabii bu sav söze ilk atlayanlar,
Menşevikler olmuştu.
Öte yandan, Menşeviklerin silahlı ayaklanma sorununa yaklaşımı da aynı
abukluk örneğidir ki, şöyle demektedirler; "işçilere silah vermek
yerine, silahlanmanın gerekliliği fikrini aşılamakla işe
başlanmalıdır."
Sonuçta Bolşevikler, 7 Yıl süren bir gericilik ve gerileme dönemi
yaşadıktan sonra, onca bölünme ile tasfiye hareketi ile sapmalar ile
mücadele ederek en kıt imkânlarla, en fazla kitleye ulaşabilmeyi
sürdürdüler ve 1917 Şubatında başlayan devrimi Lenin'in önderliğinde
Ekim sosyalist devrimine taşmayı başardılar.
Parantezi kapatıp Türkiye'de 12 Eylül rejiminin reformlarla
yerleşmesini sağlamlaştırma serüvenine devam ediyorum. Ve ilginçtir
ki, bu dönemin çocukları olan yeni kuşaklar, bu dönemin gerçeklerinden
çok uzaktırlar. Bunu da eklemek istiyorum.
12 Eylül rejiminin ilk planlaması, MİT-GEN. KURMAY eliyle, TKP-TİP
yerine 12 Eylül rejimine uygun bir Öro-komünist parti ye karar
verilmiş olmasıdır. Önce Perinçek'in partisi ile Nabi Yağcıların
Töbekapesi üzerinde kararsız kalınıyor, ancak Perinçek, dobradır, bir
burjuva muhalefeti yapacağını gizlemiyor, sonunda Töbekapede karar
kılınıyor. Böylece Nabi Yağcı ve Nihat Sargın'ın Türkiye'ye dönüp,
TBKP kurma serüveni bu plana uygun işletiliyor. Burada en demokrat
Özal'dır ve Özal ağırdan alınca Demirel'in demokratlığı öne
çıkarılıyor.
Ve rejim, bir taraftan tıpkı,1905 sonrası Rusya'sında olduğu gibi,
pornografik edebiyata hız veriyor, diğer taraftan Özal ile İnönü'ye
teslim edilen reformlar, seçim yasası ile başlatılıyor. Hemen bütün
yenikçi psikolojisi içindeki, ezik solcular, o dönem, yüksek
"solculuk" aşkı ile SHP nin parti ve belediye meclislerine doluşmuştur
bunu biliyoruz.
Böylece, ANAP-SHP eliyle meclisten geçirilen seçim yasası ile temsili
demokrasi ortadan kaldırılarak, demokrasiye geçiyoruz naraları
eşliğinde halkımıza ilan ediliyor.
Bununla birlikte, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi kampanyaları
eşliğinde, toplumsal kurumların devletleştirilmesi süreci
başlatılıyor. İlk uygulama tiyatro alanında yaşanıyor. Özel tiyatrolar
kollanmaya başlanıyor. Örnek olsun, Tiyatro Yazarları Derneğine,
Yıldız Sarayında,"Saray Soytarıları Köşkü" anlamında ki "Muhasip
Ağalar Köşkü" tahsis ediliyor.
Özel bir kuruluş olan TÜYAP Görüntüde özel, özde ise devlet kuruluşu
haline geliyor. Kitap fuarlarına çağırılan Sovyet yazarlarının bütün
masraflarını devlet ödüyor. Hangi yazarların geleceğini, TÜYAP
yönetiminden çok, dışişleri bakanlığı kararlaştırıyor.
Diğer yandan, devlet tiyatrolarına ait olan Taksim Tiyatrosu salonu,
Türkiye Yazarlar Sendikasının panellerine tahsis ediliyor.
Bir diğer reform ise, üniversitelerin tüm otoritesinin ortadan
kaldırılmasıdır. Akademisyenlik bir otorite taşıyıcılığına
dönüştürülüyor. Böylece, panellerde, medyada konuşan profesörlerin
otoritesi öndedir ve yanıltmak için birebirdir.
Ardından sanat ve yazın alanında özel girişimciliklerin
devletleştirilmesi gerçekleştiriliyor. Bu alanda da otoriteler
yükseliyor, Biri, yukarda sözünü ettim, Latife Tekin'dir, diğeri Ahmet
Altan oluyor. Sonra bir de Kundera çıkartıyorlar. Ve model hale
getiriliyorlar, böylece yazarlar, sanatçılar, devlet kapısına koşmak
için sıraya giriyor. Latife Tekin'e başarılarından ötürü, Bodrum'da
bir sanat akademisi hediye ediliyor. Artık devletleşmiştirler.
Böylece, reformlar ve demokrasi şöleni eşliğinde, sanatseverlik
gösterileri altında, 12 Eylül rejimi, korkularından arınarak
yerleşmesini sürdürüyor. İnsanları hamamböceklerine döndürüyor.
Bu reformlar sürerken, muhalefet, iktidarın koltuk değneği olarak
biçimleniyor; mezara gömüldüğü kabul edilen DİSK yerine, Türk-İş
devrimci sendika olarak allanıp pullanıp öne çıkartılıyor; bu arada
sık sık, DİSK ile ilgili nostaljik anmalar yapılmaya devam ediliyor.
Sanat ve edebiyat ürünleri ve üreticileri devletleştirilerek, model
bir aydın profili yükseltilerek, uzlaşmacı aydın profiline erişmek zor
olmuyor. Uzlaşanlar ödüle doymuyor, uzlaşmayanlar ise sopalara
doyuruluyor. Ardından depolitizm dönemi onun ardından partisizleşme
dönemi yerleşiyor. Devrimci çizgiyi koruyan az sayıda devrimcinin
dışındaki, geçmişin kalıntısı bütün "sol"cular, TV lerde boy
gösteriyor, Kimi ANAP ın sakızlarını, kimi SHP nin sakızlarını çiğneye
çiğneye gününü gün ediyor, devrimciliklerine de toz kondurmuyor. Bu
artık olmazsa olmaz bir dinamiktir ve her TVnin kendine ait uzmanları
ve hatta müdavim uzmanları var, her şeyi bilendirler ve hemen hepsinin
işlevi toplumu yanıltmaya yöneliktir. 12Eylül rejiminin buna hâlâ
ihtiyacı var. "Sol" yanımız ise, daha çok bu uzmanların söylediklerini
referans olarak almaktadır. Örnek olsun, Nazlı Ilıcak en büyük
demokrattır "sol" yanımız için.
Öte yandan, Türkiye'nin Avrupa tekellerine peşkeş çekilmesine karşı
çıkan solcuların alanı, 12 Eylülün baskısı ile önemli oranda
dağıtılmıştı. Böylece, bir bölüm "solcu", demokrasiyi Avrupa
Parlamentosundan bekler oluyor, bir kısmı ise, "barış ve demokrasi"
programlarına teslim olarak sosyalizm yolundan ricat ediyor.
Böylece 12 Eylül rejimi yerleşiyor ve kendini sağlama alıyor.
İşte darbeler bundan sonra başlıyor. Tere yağdan kıl çeker gibi,
demokrasi illuzyonu içinde Rejimin tıkanıklığını aşmak için hemen
planlanıyor ve bir komplo dinamiği ile gerçekleşiyor.
Orta çağda tüccar ile korsan bir ve aynıdır. Tekellerin düzeninde,
aynı anlama gelmek üzere 12 Eylül rejiminde seçim, darbe ile
özdeşleşmektedir.
Bu noktada Marx'ın 18. Brumaire'i oldukça öğreticidir. "Hegel'e
gönderme yaparak, büyük olay ve karakterlerinin, iki kez ortaya
çıktıklarına işaret ettiğini ve birincide, trajedi, ikinci kez fars
olduğunu eklemeyi unuttuğunu hatırlatıyor. Danton'un yerine
Caussidiere, Robespierre'in yerine, Louis Blanc, 1793-95 yıllarının
Montagne'i yerine,1848-51 yıllarının Montagne'i. Amca Napoleon'un
yerine yeğeni çıkıyor. Ve biz aynı karikatürü 18.Brumaire'in ikinci
baskısını çevreleyen olaylar içerisinde görebiliyoruz." diyordu.
Bonapart,1848 devrimi bastırıldıktan sonra seçimle geldiği devlet
başkanlığı koltuğunda, Aralık 1851 yılı aralık ayında bir darbe ile
amcası büyük Napolyon'a öykünerek imparatorluğunu ilan ediyor. Büyük
Napolyon, küçük burjuvaların ve özellikle köylülüğün lideridir; yeğen
Bonapart, kendisini küçük burjuvaların lideri sanıyor ve onları
kırarak büyük sermayenin gelişmesine ve egemenliğine kapıları açıyor.
Marx,18 Brumaire'de devam ediyor. "Durumunun çelişik isterleriyle
güdülen Bonapart, Napolyon'u ikame eden birisi olarak, tıpkı bir
sihirbaz gibi, sürekli sürprizlerle, her gün bir coup d'etat ( hükümet
darbesi) göstererek kamunun bakışlarını üzerinde tutmak zorundadır.
Böylece tüm burjuva ekonomisini bir kargaşaya sürüklüyor.1848
devriminde yıkılamaz görüneni her gün yıkıyor. Kimini devrim
hoşgörülüsü, kimini devrim tutkunu yapıyor. Düzen adına anarşinin
kendisini yaratıyor. Ve aynı zamanda bayağılaştırarak, hem
tiksindirici ve hem de komik yaparak, devlet makinesinin üzerindeki
haleyi alıp atıyor." diyor.
Marx'ın söylediği de, seçimlerin darbe ile özdeşleşebildiğinin
ifadesidir.
Bu konuyu,18 Brumaire'in derslerini, burada derinlemesine incelemeyi
düşünmüyorum ama gerekli dersin alındığına inanıyorum. Ancak
benzerliklerin,12 Eylül rejiminin sınırları içinde kalmadığını, örnek
olsun, 12 Eylül darbesinin,1950 seçimleri ile özdeş olduğunu, seçimle
gelen Menderes Hükümetinin, bir taraftan Kemalist restorasyonu
sağlarken, diğer yanıyla da Türkiye'deki mülk sahibi sınıfların kendi
güvenliklerini ABD de ve NATO içinde bulmasını sağladığını vurgulamak
istiyorum.
1951 yılında Türkiye'nin NATO ya giriş protokolünün imzalanmasıyla
1951 TKP tutuklamaları başlatılması aynı zamana denk getiriliyor.
NATO'ya girilirken Türkiye'de sosyalistler tutuklanıyor. Mülk sahibi
sınıflar, korkularını bir taraftan NATO'ya girerek, diğer taraftan o
zamanın önde gelen tek örgütü olan TKP nin liderlerini ve üyelerini
tutuklayarak yeniyorlar.
12 Eylül darbesi, yalnızca Türkiye'nin mülk sahibi sınıflarının değil,
aynı zamanda dünya emperyalistlerinin korkularından kurtulmalarının da
çabası oldu.
Bu kadar değil, 1950 yılında seçimle gelenler,1960 yılında süngü ile
gidiyorlar. 1969 yılında seçimle gelenler, 12 Mart darbesi ile
yönetimden uzaklaştırılıyorlar. 1977 yılında seçimle parlamentoya
girenler,1980 darbesi ile düşürülüyorlar.
1950 sonrası, üstelik öncesinde, DP yi demokrat bulup cephe kurma
imkânları araştırılırken, ilericiler İsmet İnönü'yü demokrasi
şampiyonluğu koltuğuna oturturken, 1980 sonrası, önce Özal, sonra
Demirel ve en sonunda Erdal İnönü demokrasi şampiyonu yapılıyor.
Benzerlikler şaşırtıcı gelmiyor, Marx,18 Brumaire'de aynı fotoğrafın
resmini çiziyor.
O nedenle devrimci olmak, en kalın çeliği delen, yerin yedi kat dibini
gören gözlere sahip olmayı ve tarihe tutkuyla bağlı olmayı
gerektiriyor.
Darbeye gerek olmadığı zamanda seçim yapılıyor, seçimin yetmediği
zamanda darbeye gerek duyuluyor.
"Solcu"lar, her iki durumda da, sol ile ilgilenir görünüyor ve baba
İnönü olmazsa, Demirel, Demirel olmazsa Özal, Özal olmazsa oğul İnönü
demokrasi şampiyonu yapılıyor. Onlar da olmazsa, Çiller, Çiller
olmazsa, Erbakan, o da olmazsa Ecevit birkaç kez demokratlığıyla
şampiyon ilan ediliyor. Hiçbiri olmazsa, Recep Tayyip Erdoğan en
demokrat ilan ediliyor. Böylece "sol"cular, tekellerle uyuşuyor.
Aydınlar, holdinglere danışman, "solcu"lardan arta kalanlar, ANAP a,
SHP ye ve en sonunda AKP ye danışman ve politik öğretmen oluyor.
Rauf Tamerler ile Uğur Mumcular daha sonra, Nazlı Ilıcaklar ile Hasan
Cemaller, daha da sonra BBP nin yitik başkanı Yazıcıoğlu ile kuzeni
Laçinerler ve diğerleri ve de diğer diğerleri, hepsi birlikte
toplanıp, birlikte imzalar atarak demokrasiyi korumak için demokrasi
havarisi kesiliyor.
Kimdir bunlar, nedir, neyin nesidir, "solcu"lar merak etmiyor,
sormuyor. Hepsinin ama hepsinin, kimi son tahlilde, kimi açıktan,
kimi içinden hep ve daima, darbe olmadığı zamanlarda, seçimle
gelenlerin, seçim yetmediği zamanlarda darbe ile gelenlerin sadık
izleyicileri ve akıllı danışmanları oluyor.
Şimdi hepsi AKEPE nin danışmanıdır ki kimisi RTE ye eleştirel pozisyon
almakla, AKİSTliği bir devrimci renginde sunarak sürdürüyor. Hâlâ
kimsenin, kimdir bu AKİSTler, neyin nesidir sormak aklına gelmiyor ve
hatta hâlâ peşlerinden bir devrimci edası ile giderken, solu topyekûn
lanetleyip,"sol"un üzerinden atlayanlar bu "solcu"ların kim
olduklarını, neye yaradıklarını merak etmiyor.
Dün ÖDEP in başını bırakarak, ÖDEP ten, Kürtlere vekil olduğu için,
Ufuk Uras'ı takdis edip, "solcu"luğunun arkasına dizilenler, onun işi
bittiğinde, Bu kez, AKİST lerden olan Murat Belge'nin tedrisinde
yetiştiği unutularak ünlü ve milli devrimci Ertuğrul Kürkçü'nün, dün
Kürt hareketinin en sıcak dönemlerinde Kürtleri hatırlamıyorken, şimdi
Kürtlere vekil olmasını takdis edip, arkasına dizilebiliyorlar. Hepsi
"solcu"dur. Dahası da var, açık ve net olarak Nur şakirdi olmayı
referans gösteren, Saidi Nursi'nin bütün zamanların en büyük aydını
olduğunu müjdeleyen ve her gün,"radikal faşizm ayıp bir şeydir" misli
komik fıkralarla halkımızı güldüren, Kürtlerin vekili ama Türklüğe laf
söyleyenlerin de karşısına dikilen beynelmilel senarist S.S.Önder'in
solculuğunu takdis ederek peşinden gidenler de "solcu"dur.
Etyen Mahçupyanları, Halil Berktayları, Danyal Çalışları, Osman
Çandarları, ithal "solcu"muz Marguilesleri, milli likidatör Nabi
Yağcıları ve daha nicelerini ve peşinden gitmeyi en büyük devrimcilik
sayanları saymaya hem lüzum görmüyorum, hem de yazının daha da
uzamasına gerek duymuyorum. Ama hiçbir "solcu"nun bu çerçevede, kimin
kim, neyin ne olduğunu merak etmemesinin ahmaklığı aşan bir dinamik
olduğunun altını çizmeye gerek duyuyorum.
Velhasıl, seçim olmazsa darbe, darbe olmazsa seçim trafiğinin içine
sıkıştırılarak devşirilen "aydın"larımızın,"solcu"larımızın,
tekellerle artık büsbütün uyuştuğunu, bunu açıklıkla göstermenin
sınırına yaklaştıklarını görebiliyoruz.
Hepsi, solu lanetleyip,"sol"un üzerini örtmektedir."sol"u sol
göstermek için ve tekellerle uyuşan "solcu"ları, en büyük devrimci
göstermek için bu gerek şarttır. Hepsi, bu uyumu geliştirmek için
önceleri "yönetişim"i keşfederlerken, şimdi artık tekellerle en fazla
uyuşan rengi, dindar"solcu"yu keşfetmişlerdir. Açıklığa doğru
koşuyorlar. Hepsi azap zebanisidir.
Kafaları ve yürekleri sosyalizmi ve devrimi almayanların, iktidarı ise
rüyasında bile göremeyenlerin devrimciliğinin gideceği yer burasıdır
diyorum ve kitleselleşmesinde ise çift inançlı bir dinamiğin bin
yıllık izleri olduğunu görebiliyorum. Tekellerin ahtapot kolları, bu
dinamikle her yere uzanmaktadır. Tesadüf olabilir mi, Stalin gibi ben
de, tesadüf olamaz diyorum. "Sol"un tekellerle uyumu bir devlet
durumudur ve devamlılığının sürdüğünü görebildiğimi göstermeye
çalışıyorum.
Buradan darbesel ve seçimsel dönemeçlerin bir kaçını hatırlatmaya
geçiyorum.
1993 darbesi ile başlıyorum. Kanla başlatılmıştır ve merkezine
Çiller'in, hem de, ansızın paraşütle indirildiğini hatırlatıyorum.
Özal'ın ölümü, akrabaları artık öldürüldü diyor, Eşref Bitlis'e
suikast, aynı yerdedir. Bir adım öncesinde Uğur Mumcu'nun patlatılması
var. İran yaptı yollu açıklanmıştı, öyle olmadığı üzerinde ve adresin
aynı olduğu üzerinde artık daha fazla fikir birliği var. Çiller DYP
nin başkanlık koltuğuna oturtulmuş ve oradan meclise sokulmuştur.
Demirel ise Köşke çıkartılmıştır. Zincir gelişmeler ABD eli
mahsulümüdür, İsrail'e mi bağlanmalıdır, hiç önemi yok. Artık ikisi
bir ve aynı yerdedir. Sonuçta her ikisinin de hegemonyası
güçlenmiştir.
Henüz görünmüyor ama ufuk ötesinde AKP var ve adı bile henüz belli
değildir. Çiller AKPye yol açan ilk seçim darbesidir. Bazıları komplo
tabir ediyor ki yerindedir. Ben mi, benim görebilmem hiç mümkün
değildi ve kim görebildi ki diyorum ama artık görebildiğimi
gösterebiliyorum.
1991 yılında Sovyetler Birliği çözülmüştü,1992 yılında Yugoslavya
parçalanmıştı,1993 yılına gelindiğinde sıraya Türkiye yerleşmişti.
1993 hareketlidir. Ocak, Uğur Mumcu, Şubat Eşref Bitlis, Nisan Özal,
öldürüldüler. Arkasından temmuzda Sivas'ta 38 aydını yaktılar. Çözülme
sırası Türkiye'dedir ve Çillerle yol açılmıştır. En münasip olanı
aramak bir devlet politikasıdır ve Çiller ile başlıyoruz. Ve Çiller
bir seçim darbesinin adıdır. Şimdi darbeler, darbeciler ve elbette
Gladyo miladyo, Ergenekon, mergenekon telaffuz edilirken ve hatta
Ağarlara zindan yolu kapatılamazken, Çillerler hep vareste tutuluyor.
Devlet her zaman bir devamlılığın ifadesidir.
Uzatmıyorum, Çilleri geçiyorum, ardından bir kamyonun darbesi
geliyor. 3 Kasım 1996da, bir kamyon gece yarısı susurluk
güzergâhındaki otoyolu boylu boyunca kaplıyor ve devlet-siyaset-mafya
üçgeninin bağırsakları yola dökülüyor. Dökülen bağırsakların içinden
bir DYP milletvekili ayağa kalkıyor ve iyileştiriliyor, hâlâ
sapasağlamdır. Üçgenden dökülen bağırsakların diğer bölümlerini yüce
gök de koruyamıyor. Hangisi mafyayı, hangisi Gladyoyu, hangisi devleti
ve siyaseti temsil ediyor anlaşılamamaktadır. Bağırsaklar bir yumak
olmuş, adeta Çiller'in paraşütle indirilmiş bir darbe olduğunu teyit
ediyor.
Aynı yıl,1996, İsrail ile antlaşmalar yılıdır. Şimdi zindana atılan ve
28 Şubat'ın mihmandarı sayılan Gn. Kurmay 2. başkanı Çevik Bir
imzacılarındandır. Ve Erbakan başbakan, Çiller yardımcısı ve dışişleri
bakanı, şimdiki Cumhurbaşkanı ise devlet bakanıdır. Öncesinde,1994
yılıdır, Çiller, İsrail'e ilk ziyaret gerçekleştiren başbakan unvanını
kazanıyor. Çiller bir değişiklik için, değişiklik darbesiz olmuyor,
paraşütle indirilmiş ve başka değişikliklere yol açmıştır. Ancak
açılan yolda yeni darbelere gerek duyuluyor. Ve 28 Şubat günlerine
yaklaşılıyor. Birkaç gün öncesinde, bu kez ve aniden Gn. Kurmay
başkanı Karadayı İsrail'dedir. Dönüşünde MGK dan ünlü 28 Şubat
kararları çıkıyor ve Erbakan da imzalıyor ve gereğini bakanlara ve
ilgili yerlere iletiyor. Kısa bir süre sonra da, Erbakan, koalisyonun
diğer ortağa devredilmesi isteği ile Demirel'e istifasını sunuyor,
Demirel, Cumhurbaşkanıdır ve hükümeti kurma görevini Çiller'e değil,
Mesut Yılmaz' a veriyor. Böylece ANA-SOL-D (demokrat Türkiye Partisi)
hükümeti kuruluyor. Darbe gerçekleştirilmiştir. Ama yeterli gelmiyor
ve mecliste 30 Temmuz 1998 tarihinde yapılan oylamada genel ve yerel
seçimlerin aynı zamanda ve 18 Nisan 1999 tarihinde yapılması kararı
alınıyor. Ancak 25 Kasım 1998 tarihinde Mesut Yılmaz hakkında verilen
gensoru önergesi sonrasında Mesut Yılmaz istifa ediyor. Hükümet
düşüyor. Demek ki, yeni değişiklikler için yeni aktörler hâlâ
gerekiyor ve demek ki darbe -seçimlere ihtiyaç hâlâ devam etmektedir.
Asıl amaç hâlâ AKP ye yol açmaktır. İsmi cismi bilinmiyor ancak
aranıyor demek istiyorum.
Bu kez Demirel, hükümeti kurma görevini Ecevit'e veriyor. Ecevit
kuramıyor ve görevi iade ediyor. Arada Yalım Erez var, o da kuramıyor.
Top yine Ecevit'in kucağına düşüyor. Muhtemelen gerekli hazırlıklar
yapılmıştır. 11 Ocak 1999 da hükümet kuruluyor. Ecevit'e dışardan
destek Çiller'den gelmektedir. 18 Nisan'da ise genel seçimler
nedeniyle hükümet sona eriyor.
Bu fotoğrafta oyun kurmanın ve bu oyunda devletin bütün dinamiklerinin
seferber olduğunun görülememesi, solun değil, ancak "sol"un
fotoğrafını vermektedir. Bu fotoğraftaki "sol" her daim, seçim ile
darbe arasında çelik çomak oynamakta olduklarından, oyunu bozmak
akıllarına gelmiyor. Melanetin solda değil, "sol"da olduğunu
hatırlatmış oluyorum.
Önümüzde DSP-MHP-ANAP koalisyonu var. Aranan kanın bulunmasına az
kalmıştır. Öyleyse 50-51-52 Çiller hükümetleri ile oyun kurmaya devam
ediliyor, eksikler tamamlanıyor, fazlalar atılıyor ve hoop 53.
hükümetle sıra Mesut Yılmazdadır ancak Yılmaz Refahın gensorusu ile
koalisyon ortağı DYP ile anlaşmazlığı bahane ederek istifa ediyor. Ve
bu kez Erbakan sahne alıyor. Artık 54. Erbakan'ın hükümetidir. Çiller,
seçim propagandasında, daha çok Mesut Yılmaz'a yükleniyor ve en çok
dillendirdiği, "korkaksın, neden kaçtın" demek oluyor. Söyledikleri
Mesut Yılmaz'adır.
Ama gene de, Erbakan'dan sonra hükümet, Çillerin dillendirdiği gibi,
korkup hükümeti bırakan Mesut Yılmaz'ın kucağına düşüyor. Ancak
gensoru peşini bırakmıyor ve bu kez de istifa ederek hükümeti düşürmüş
oluyor.
Neticede artık aranan kanın bulunmasına yaklaşmış durumdayız ve bu
hazırlıkların da, DSP-ANAP- MHP koalisyonu sırasında tamamlandığını
hepimiz biliyoruz.
Mesih misli Kemal Derviş'in ithal ekonomi bakanı olarak paraşütle
Ecevit'in hükümetinin orta yerine indirildiğini de biliyoruz ve
elbette bir anayasa kitapçığı masaya fırlatıldı diye devalüasyon
yapıldığını da biliyoruz. Neyi bilmiyoruz, daha doğrusu neye
gözlerimizi kapatıyoruz; hepsi, aynı tür bir yol açmanın içinde ve bir
Amerikan-İsrail darbesinin hazırlanmasıdır.
"Sol" yanımız kör olmuştur ama tekellere uyumda sınır tanımamakta ve
yeni geleni, henüz gelmeden alkışlamaya ve Ecevit'in hastalığından
muzdarip olmaya ve tez zamanda hükümeti düşürmeye pek can atmaktadır.
Aranan kan bulunmuştur ve tez hükümet düşürülmelidir. Engel Ecevit'tir
ve Ecevit, kendi doktorunun sokağa çıkma yasağı ile hastaneye
kapatılıyor, ancak Ecevit, hastaneden kaçmaktadır. Olmuyor, hükümet
Ecevit'in hastalığı ile düşürülemiyor. Ancak oyunda sınır yok. Oyun
başka aktörlerin elinde patlıyor. Yeni aktör MHP lideri Bahçeli'dir.
Bozkurtların geleneksel çadır şöleninde, bombayı patlatıyor. Erken
seçime gidilmelidir diyor. MHP nin de kendisinin de ipini çekmeyi göze
alarak, hükümeti düşürmüş oluyor. Devalüasyon yapan hükümet üyeleri
şaşkın ve çaresiz ama Bahçeli istifa ederim diyor ve hükümet düşüyor.
Ancak oyun kolay kurulmuyor, Bahçeliden önce, Derviş-Özkan-İpekçi
ittifakı ile DSP bölünmeye çalışılıyor.
Darbe mi, seçim mi, tıpkı yumurta mı, tavuk mu bilmecesine dönmüş
durumdadır, aklı ve yüreği vurgun yemiş sol kalıntıların ve gözlerini
kapalı tutmak görevlerinden olan "sol" yanlarımızın bu bilmeceyi
çözmesini beklemiyoruz, beklemedik. Ancak bu, tamıtamına Ecevit'e
yönelik ve koalisyonu düşürmeye yönelik bir darbedir.
Ol tarihte, Fikret Bila'nın ve Murat Yetkin'in ifşaatlarından, dış
basının da haberleri bu yöndedir, ordunun Ecevit yerine, Ecevit'in
adamı Hüsamettin Özkan'ı istediğini ve illa, billa koalisyonun
düşmesini istediklerini öğreniyoruz. Medyada yükselen koro ise, "hasta
çekilsin" yollu mırıldanmaktadır. Bu dönemde, 28 Ağustos 2002
tarihinde genelkurmay başkanı olan Hilmi Özkök'ün, genelkurmay ikinci
başkanlığı yaptığını ve öncesinde ise sırasıyla 1.ordu ve kara
kuvvetleri başkanı olduğunu biliyoruz. AKP yi ilk tebrik eden Hilmi
Özkök olmuştur ve oyunu kullanır kullanmaz ABD ye uçtuğunu biliyoruz.
Tebriklerini Amerika'dan göndermiştir ve onun da, Evren gibi,
babasının imam olmasıyla övündüğünü biliyoruz. Hadi Kenan Evren'i
atladık, Hilmi Özkök'ün İmamın oğlu olmasından "sol" yanımız dâhil,
kimsenin "hani ordu titiz idi ve Kemalizme dolayısıyla laisizme bağlı
olmakla bir imamın oğlunun nasıl olur da GN. Kurmay başkanlığına
yükselebildiği, yoksa ordunun aslında Kemalistlere OUT, İmam
oğullarına veya imamlara IN mi" olduğunu düşünmeyi bile
düşünmediklerini görüyoruz.
Sonuçta, Refahtan kopan jön kadroların kurduğu AKP hazır ve nazır
olarak, diğerlerinin kaderi de hazırlanmış olarak 3 Kasım 2002
Türkiye'de yeni bir sayfa açıyor. DSP, ANAP siliniyor, MHP barajı
geçemiyor, AKP ise % 34 oyla ,%66 yı kapıyor. Mecliste artık 363 AKP
milletvekili vardır. Bu AKP nin başarısı mıdır, diğerlerinin
başarısızlığı mıdır, yoksa ortak oynanan bir oyunun olması gereken
sonucu mudur, artık bunun üzerinde durulmuyor. Önemli olan aranan kan
bulunmuştur ve bu kanda "sol"yanımızın da parmak izleri olduğunu
hepimiz biliyoruz. Ama "sol" yanımız kör ve sağır olduğu için,
görmemekte ve duymamakta sınır tanımıyor.
Seçim yasasının ayak izleri ise, ANAP ile SHP nin kapısına kadar
gidiyor. Devamlılık hiç bitmiyor.
Ancak zorluklar da bitmiyor, çünkü bulunan kanda sorunlar var, RTE
yasaklıdır ve AKP başkanı olarak Amerikalarda temaslarda bulunsa da,
henüz vekil seçilmemiştir. Daha RTE nin seçim yasağının kaldırılması
var. Bulunan kana kan katan CHP oluyor. Hiç şaşırtmıyor. Menderes için
verilen CHP kanı, bu kez AKP için veriliyor. Müjdeyi, Baykal ile ters
düşen muhalefetten ve Zülfü Livaneli'den alıyoruz. Haberci
Livaneli'dir ve Baykal doğruluyor. Baykal zaten hiç yalanlamıyor.
Ardından kişiye özel seçim için bir vekil düşürülüyor, RTE vekil
seçiliyor. Oyun tamamlanıyor.
Artık aranan kan bulunduğuna göre, oyunların ince ince, oya işler gibi
oynanması, bu nedenle de hiçbir özveriden kaçılmaması gerekiyor.
CHP liderinin ve MHP liderinin, AKP ile hep birdirbir oyunu oynadığını
ve sürekli olarak AKP ye su taşıyan muhalefet yaptıklarını, bunun için
kendi tabanlarına yönelik olarak da oyun içinde oyun oynadıklarını
biliyoruz. Baykal çabuk yıpranmış ve yerine getirilen ki, burada da
darbe misli bir komplo olduğu açıktır, "sol" yanımızın görmemesi, bunu
değiştirmiyor, artık açıkça AKP ye payandadır ve RTE ile kavgası, AKP
ile kavga değildir. MHP ise ihtiyaç oldukça AKP nin yolundaki
engelleri temizlemekte ve örnek olsun, en popüler oyunu, kürsüden ip
atmaktır ve hep AKP ve RTE ile kavgalı olmakla beraber, hatta BOP
telaffuz etmekle beraber, BOP eşbaşkanı olarak fotoğrafını çektiği
Erdoğan'ın altındaki koltuğa hep dayanak olmaktadır. Anayasa
komisyonundaki rolleri ile verdiği destek ise her iki sahte
muhalefetin sicilinde en renkli yeri işgal etmektedir. Geçirmeyiz
deyip, anayasa komisyonunda AKP ile birdirbir oyunu oynaktadırlar.
Son 10 yıl da böyle geçiyor ve ne oyunlar oynanıyor ne oyunlar... Ama
"sol" yanımız hâlâ kördür, hatta kötürüm olmuştur ve kötürümlüğü
bulaşıcıdır. Bütün "sol" bulaştırıyor, hatta sol yanımızı da içine
alıyor. "sol" yanımız artık sağ yanımız olmuştur ve sol'a açık hücum
içindedir. Tekellerle uyum son derece senkronizedir ve yeni görevleri,
solumuza dindar olmanın erdemlerini göstermektir. Gorki'yi ve
Deistleri hatırlatıyor. Ancak onlar, bunlar gibi değildi, sonra
hatalarını anlıyor ve nedamet getiriyorlar. Bunlar ise, baştan beri
görevlerinin başındadır ve görevleri, bu topraklardan sol rengi,
mümkünse adını kazımaktır. Ancak bir türlü muvaffak olamıyorlar ve
agresiflikleri bundandır. Akıl hocalıklarını, danışmanlıklarını
"haklısınız padişahım" modundan, "yanlış yapıyorsunuz veziriazamım"
moduna dönüştürmüşlerdir.
Böylece, bir aranan Akepe -negatif kanı bulma serüveni içindeki yolu
açıcı seçim - darbe dinamiğini resmetmeyi bitirmiş oluyorum. 27
Nisan'ı atladığımın sanılmasını da istemiyorum. Bu e-muhtırayı
çözümlemek için, bir bu kadar daha yer gerektiği için, belki e-muhtıra
AKP nin işine yaramakla birlikte, RTE nin köşke çıkmasını engellemiş
olup, yine de köşke türbanın çıkmasını engelleyememiştir. Ortada
Büyükanıt-Erdoğan mutabakatı var ve ölene kadar sırdır dedikleri için,
biz ne konuşulduğunu bilmiyoruz ama gerçekten bir mutabakat vardır ve
bir, zırhlı araba ile en yüksek hizmet nişanı gözümüzden kaçmıyor;
iki, RTE, 27 Nisan'ı muhtıra saymamaktadır, saysa bile Büyükanıt'ı
ayırmaktadır, ancak CHP lideri pek ısrarcıdır, İlker Başbuğ yetmez,
Büyükanıt'da demektedir. Erdoğan'ın ise, şimdilik, Kılıcıdaroğlunun
sesini duymamayı yeğlediği görülmektedir. Duyacağını da pek
sanmıyorum.
Anayasa Mahkemesi'nin, AKP yi irticai faaliyetlerin odağı kabul
etmesini ama para cezası ile dosyayı kapatmasını ise değinerek
geçiyorum. Herhalde tarihe not düşmüş, ancak bu yolda devam
edilmesinde bir sakınca görmemiştir. Devamlılık sürmektedir. Şimdi,
irticai faaliyetlerin odağı olarak Anayasa Mahkemesince ilanen tebliğ
edilen parti, irtica ile mücadele eden bütün dinamiklerde darbeci
görmekte ve bunun için kurulan özel mahkemeler ki, DGM ler olduklarını
herkes dillendirmektedir, para cezası ile yetinmemektedir ve
zindanların yetmediğini görmekteyiz.
"Sol" yanımız hâlâ kör ve sağırdır ancak bu yanımızın "sağ" yanımız
olarak tescillendiğini bir tek kendileri görememektedir. Ve daha
görmedikleri çok şey vardır ki, rüzgârın değiştiğini görememeleri
örneklerden biridir.
Ne hazin,18 Brumaire günlerinin durmadan Türkiye topraklarından dönüp
durduğu bir hali yaşıyoruz ve halimizin ölmüşüz de habarımız yok hali
olduğunu göremiyoruz.
Parantezi kapatıyorum ve yeni kuşakların hali pür melalini resmedip
bitirmek üzere devam ediyorum.
Sonraki kuşak, bunun, yani yükselen dalganın çocuklarını ifade eden
kuşağın (ki kalıntıları artık "sağ" yanımız olan "sol" yanımızdadır),
simetriğindedir. Yükseliş döneminin tersine, tümüyle baskı döneminin
çocukları olmaktadırlar. Bu tersine durum, bir yanıyla olumlu olmakla
birlikte, yeni kuşakların eski kuşakların yaşadığı yükseliş döneminin
kitleselliği karşısında, yalnızlığa düşmeleri nedeniyle, açık
mücadeleye daha yatkınlık gösteriyor olmalarına karşın, beraberinde
muhalefete başlamak ile başlamamak arasında ikircimli olmalarını da
getirmektedir. Bu, daha önceki kuşakların kalıntıları üzerinden
ilerlemeyi sürdüren yeni kuşaklar açısından çok daha öldürücü etki
yaratmaktadır. Bu etkinin yansıması, bu kuşağın depolitize olması ve
politik mücadeleye karşı, geçmişin soyut olarak reddini içeren bir
nihilist tutuma itilmeleri olarak gelişiyor. Hem muhalefete
yalnızlıkla başlamaktan ürküyorlar, hem bu ürküntünün etkisi ile
eskinin kalıntılarının üzerinden hareket etmek istiyorlar ve hem de
kalıntıları görmezden gelerek geçmiş politik mücadeleyi soyut bir
biçimde reddettikleri halde, geçmişin yanılgı yüklü kalıntılarından
da, yaydıkları politikalarından da kopamıyorlar.
Bu da herkesi, geçmişin kalıntılarının yanılgı yüklü politikaları ile
bozulan sol/sosyalist alanlarda ilerletilmek istenen ve haliyle
yanılgıdan kurtulması mümkün olmayan, sol/sosyalist örgütlerin içine
tıkmayı politika saymalarını getiriyor. Oysa bu topraklarda politika,
yalnızlıkla başlamayı kabul ederek yola çıkmayı zorluyor. Ki bu bozuk
sol/sosyalizm alanlarından, yani yanılgı yüklenmeye çalışılan
alanlardan, doğru bir ilerlemenin olmayacağının ifadesidir.
Burada bitiriyorum, bitirirken de bir itirafım var, boş bulundum,
saflık yaptım, başlatılan tartışmadan, gerçekten devrimciye
ulaşılacağını ummuştum. Ama yanıldığımı çabuk anladım. Burada, üstelik
en heyecanlı görünen üç kitap yazan "Herhangi biri" en başta,
neredeyse herkes, devrimciyi bulup çıkarmanın değil, yedi kat yerin
dibine gömmenin hedefini gütmektedir. Sol'u günahkârlığın en tepesine
koymaları ise bununla uyumludur. Günahkâr bir sol varsa, devrimci de
günahkâr olacaktır, öyleyse gömün gitsin devrimciyi şimdiden. Bize
kalan "sol" yeter demek istiyorlar.
Sol yanımız, "sol" yanımızın sağ yanımıza düştüğünü ve tekellerle
uyumun zirvesinde olduğunu artık çok daha net görüyor. Bozuk sosyalizm
alanlarının kısırlaşmasının, yükselen ve bozulmamış sol alanlarına
geçmişin kalıntılarının girmekte zorlanmasının sol yanımızın
zindeleşmesinin ifadesi olduğunu ve Türkiye'de sadece köprülerin
altından suların akmadığının, akan su ile birlikte toprağın da
aktığının görüldüğünün ifadesi olduğunu; daha önemlisi, akan toprağın,
"sol" yanımızın ayaklarının altından, sol yanımıza doğru aktığı
haberinin, tersten esen rüzgârın kanatlarında dolaştığının ifadesi
olduğunu artık sol yanımız çok daha net duymaktadır.
Fikret Uzun
26 Nisan 2012