,TEKELLERİN GÜL BAHÇESİNDE EZİLENLERİN VE SÖMÜRÜLENLERİN CENNETİNİ İNŞA ETME OYUNUNA MARKSİST LENİNİST DARBE

15 views
Skip to first unread message

f.u.

unread,
Sep 26, 2011, 3:41:39 PM9/26/11
to FiKRET UZUN YAZILARI
,TEKELLERİN GÜL BAHÇESİNDE EZİLENLERİN VE SÖMÜRÜLENLERİN CENNETİNİ
İNŞA ETME OYUNUNA MARKSİST LENİNİST DARBE
Daha ufukta görülmediği bir zamanda BOP ve BIP projelerine dikkat
çekenlere dellenerek karşı çıkanlar vardı, her taşın altından
emperyalist parmağı arıyorsunuz derlerdi. BOP neyse de, BIP ne ola,
BOP u, BIP i bırak da sen Kürt sorununa nasıl yaklaşıyorsun diye
sorarlardı. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sonuna kadar
savunuyorum derdim.
Onu geç, çok muğlak, onu hepimiz biliyoruz başka... Henüz, şimdi
PANDORANIN kutusu gibi dolaştırılan Açılım paketi yoktu. ERDOĞAN
bağırıyordu, Türkiye'yi böldürmem, çok çok alt kimlik, üst kimlik
diyordu. Ve sayın Öcalan diyenlere mahkeme yolu gözüküyor. Sorular
devam ediyor, sen Öcalan'ın bebek katili olduğunu biliyor musun. Ne
istedi o bebelerden yollu devam ediyordu...
Ben devam ediyordum; BOP = BIP tir. Abisi ya da kardeşi değildir. BOP
içinde büyük Ortadoğu'nun haritası var. Amerikan genelkurmayında asılı
duruyor. Ortadoğu'da Kürtlerin olduğu coğrafyalarda pek yaygın. Ama
bizim halkımız bilmiyor. İşaret edenlere, deli mi ne diyor. Soruyorum
BOPun büyüklüğü nerden geliyor, cevap yok. Neden büyütüyorlar, kimi
büyültüp, kimi küçültüyorlar diye soruyorum, gene ses yok. Bari kimin
için yapılacak onu söyleyin diyorum.
Ona da ses yok.
Ve ben dobra dobra söylüyorum, bu proje aslında bir BÜYÜK İSRAİL
PROJESİDİR diyorum. Hemen sen anti-semitistsin diyorlar. Devam
ediyorum, BİP Kürtler üzerinden, dört parça birleştirilerek, bölgedeki
birçok ülke küçültülerek, haliyle parçalanarak BÜYÜK İSRAİL KÜRT
DEVLETİ nin taşları döşeniyor diyorum.
Ve kızgınlar kütlesi artıyor, hakaret suçlamaları, anti Yahudicilik
suçlamaları uzayıp gidiyor ama kimse BİP'e yaklaşmıyor. Ve Barzani
diyorum, Waşington diyorum, İsrail diyorum parçalı konuştuğum için ses
duyamıyorum. Birleştiriyorum, bu bölgede kurulan ve genişletilmeye
devam eden devlet, Barzani'ye hediye edilen bir ABD-İSRAİL projesidir
ve BOP-BİP in merkezindedir, Barzani aşiretine emperyalizmin
hediyesidir, Kürt ulusal hareketinin kaderini tayini ile ilgisi yoktur
diyorum.
İşte o zaman zılgıt geliyor. Ne kadar Barzani yanlısı Kürt, Türk,
Yahudi varsa hışmını bana yöneltiyor. İlerletiyorum. Kürtler Barzani
liderliğinde bir Kürt devletine sıcak bakmaz, Kürtler Türkiye'den
ayrılmak istemiyor.
Haydaa, Kürtler adına konuşma diyorlar.

Ezen ulusun egemenleri ile, ezilen ulusun egemenleri edebiyatı
yapanlar acaba onların kimler olduğunu, bir yanında Barzanilerin
olduğunu biliyor mu. Elbette bilmeyen çok ama bilen de var ve en çok
da bilenler bu edebiyatı yapıyor. Herkes hafızasını yoklasın bakalım,
demokratik açılımlı çatı partisi girişimleri hangi periyotta ortaya
çıktı. İpucu vererek sorayım, kim ya da kimler tasfiye edilemediği
için çatı partisinden medet ummaya başlandı. Peki çatı partisinin
kitle desteği var mı. Sonra ne oldu, hızlı geçeyim, düne kadar bebek
katili, bölücübaşı, sayın demeyin diye köşe yazanlar, bu topraklarda
başka aydın kalmamış gibi akil sayılan aydınlar, birden Öcalan'la
ilgili rüyalar görmeye, empatiler kurmaya, olan oldu artık analar
ağlamasın demeye başladılar ve sayın denildiği için mahkemeler açılan
Öcalan ve elbette PKK, birdenbire konuya dahil edilmeye başlandı.
Neden acaba, Kürt halkının Barzani'den yana olmadığının anlaşıldığı ve
Kürt halkının aşiret rejimine, feodal baskılara da hayır demeye
başladığı için mi, kim bilir belki de bu işin arkasında ve Barzani'nin
yanında ABD nin ve İsrail'in olduğunu anlamışlardır ama daha önemlisi,
Barzani onlar için tutunacak dal değildir ve belli ki, tutunacak
dalları kesilmek istenmektedir. Bunun için rüzgar değişmiş olabilir
mi. Uzatmıyorum, daha dün, aşiret reisi diyen TC devleti, Barzani'yi
nasıl hem Amerika'da hem Türkiye'de devlet büyüğü olarak, hem de Kürt
kıyafetleriyle kürsüye çıkardı ise, Öcalan'ın da yol haritasının
peşine düşmesi normaldir. Yalnız Kürtler belki kısa bir şaşkınlık
yaşarlar ama içi boş bir devlet sevdası ile daha çok kan, daha çok
gözyaşı demek olan bir tutunacak dalsız çözüm ile Barzanilerin
kucağına oturmak için, emperyalist senaryolar gereği Türkiye'deki Türk-
İslam tabanlı diktatörlüğe göz yumarlarsa onları tarihin
affetmeyeceğini bilecek ve görmezden gelmeyecek yürekliliği
göstereceklerdir.
BOP ve BİP gibi Barzani de bir emperyalist projedir. Barzani demek,
emperyalizmin bu bölgeye daha sıkı yerleşmesi demektir. Barzani demek,
Türkiye Kürtlerini kendi kaderini tayin hakkından mahrum etmek
demektir. Barzani demek, Türkiye Kürtlerinin, Türk halkı ile
kaynaşmasını önlemek demektir.
İşte önce oynanan ve hâlâ vazgeçilmeyen oyun budur. Türkiye
Kürtlerinin pasifize edilerek, dalından koparılarak, Barzani'ye
bağlanarak, Türkiye'den koparılması ve Barzani eliyle İsrail'e
yaklaştırılmasıdır. Tutmayınca başka senaryolara çark edildi. Şimdi
pandoranın kutusu bunun için uygun bir açılım sağlamaya çalışıyor. Ama
olmuyor. Türkiye Kürtleri, Türkiye'den uzaklaşmak istemiyor, İsrail'in
güdümüne girmek istemiyor, feodalite istemiyor, aşiretlerin
baskısından kurtulmak istiyor ve biliyor ki, Barzanlar Araplara karşı
hep İsrail'in yanında savaştı. Kökleri İsrail'dedir.

Devlet, kuzey Irak'ta Kürt devleti kurulurken, istemezük diye
bağırıyordu. Oysa orada TV dahil, birçok teşkilatın kurulmasına aktif
katılıyordu. Yine aynı tarihlerde belki de daha önce, Diyarbakır'da
istinaf mahkemesinin inşaatı sürüyordu. Ve elbette daha inşaat
bitmeden emperyalist odaklı vakıfların ekonomik şemsiyesi hareket
halindedir. Ama tekellerin devleti, devletin tekelleri, istemezük
demeye devam ediyordu. Şimdi açılım diyorlar ve ne diyorsunuz
diyenlere çok kızarak,7 yıldır istiyoruz diyorlar. Hangisi doğru.

Şimdi kalkmış birileri, Barzaniciliğin felsefesini yapıyor. Barzani'ye
laf söyleyen delidir demeye getiriyor. Ama asıl dedikleri, sosyalizmi
falan karıştırmayın, o uzun iş, bize başımızı sokacak bir devlet
lazım, bahçesinde feodal yıkıntılar varmış, sahipleri, şıhlarmış
filanmış ne fark eder, halk feodal yıkıntılardan kurtulacak da ne
olacak, bu sefer de sosyalist bürokratların güdümüne girecek, boş
verin, uğraştırmayın bizi, Barzani'nin de yoluna taş koymayın,
Amerika'yı filan da karıştırmayın, biz mi istiyoruz, Amerika veriyor
işte, diyorlar. Zorla mı alıyoruz, veriyor alıyoruz, hem veren el alan
elden üstündür, ayıptır günahtır Barzani'ye de ABD ye de, hatta TC ye
de Allah zeval vermesin bak bize bir devlet verecekler işte, siz de
hiç insaf yok mu, kaderimizle niye oynuyorsunuz diye sayıklayıp
duruyorlar.

Sıkışınca, sık sık dillerine doladıkları ulusların kaderini tayin
hakkını en ikircimsiz savunanın Lenin olduğunu unutup, zaman zaman ona
çatsalar da, boş bulunup, ulusların kaderi ilkesini tanımıyon mu, ne
kadar günah, diye çıkışmadan edemiyorlar.

SÖMÜRENLER İÇ İÇE GEÇMİŞTİR
Hiç kimse Kürtleri kimin, kimlerin sömürdüğünü düşündüğü yok. Kürt
coğrafyasında şeyhleri, şıhları, toprak ağaları sömürürken, batıda
azımsanmayacak sayıdaki Kürdü de Kürt holding sahipleri sömürüyor.

Kürtlerin durumunu nasıl açıklamak gerektiği konusunda da kimse
düşünmüyor. Kürtler sömürge midir. Bu nasıl oluyor, normal olarak
sömürgenler, sömürge ülkelerin diline, kimliğine, kültürüne engel
koymuyor. Ama burada fazlasıyla bu öne çıkıyor.

Sessizce geçiştirilmek istenen ve konu edilince de zülfiyareye
dokunmuşçasına hoplatıp zıplatan bir başka mesele de, Kürtlerin iki
kategoride toplanmalarıdır.
Bir tarafta, sorunsuz, zorsuz, zahmetsiz ve büyük devletlere
yaslanarak sınırlı bir özerkliğe fit olanlar var, tıpkı Barzaniler ve
onlardan arta kalanlarla yetinmek için yarış edenler.
Diğer tarafta ise, Kürt halkına rönesans yaşatmak isteyen, onları
değiştirmek isteyen, Kürt halkına dayanmak isteyen ve Kürt halkını
güçlendirerek, ulusal sorunu mümkün olduğu ölçüde sınıfsal temelde
çözmeye çalışan ve kendi gücüne dayanmayı ilke edinenler var. Kavga,
bu kategoriyi yerle bir etmek, olmazsa, Barzanilere bağlamak, o da
olmazsa, Kürt halkı ile arasına duvar örmek üzeredir.
Kendi gücüne dayanmadan, büyük devletlere yaslanarak sorunlarını
çözeceğini sananlar yanılmaktadır. Yaslandıkları kenara çekilirse,
dayanaksız kalacaklar ve yıkılacaklardır. Bunun mantığını 5 yaşındaki
cingöz çocuklar bile kavrar. Ama ne yazık ki, ulusal sorunun çözümünü
sözde Leninci tarzda çözmeyi işaret edip, kader-tayin edebiyatı
yapanlar 5 yaşındaki cingözün mantığının bile gerisinde hareket
ediyorlar.
Şimdi bütün oyunlar, ikinci kategori üzerine oynanıyor. Bir taraftan
Kürt halkını koparmaya, diğer yandan, kendi gücüne dayanma yetisini
ortadan kaldırma çabaları sürerken, diğer taraftan onları da oyuna
dahil etmenin yollarını arıyorlar. Bunu yaparken de, Bahçeli gibi
aktörlerle, milliyetçilik damarlarını hareket ettiriyorlar. Oynanan
oyun, Türkiye'de nasıl ki Türk- İslam tabanlı bir diktatörlük için
ise, orada da, emperyalizmin himayesinde tutucu bir Kürt devleti
içindir. Bunun adı Mandadır.Ve bizim ahmak solcularımız hâlâ
göremiyorlar ki, Türk solunun bağrından doğan bir Kürt devrimci
hareketi, Türkiye'deki solun zahmetsizce pasifize edildiği koşullarda
başka coğrafyada uç verdi. Bu sıkışmışlığın tezahürüdür. Ama şimdi
gecikmişlikle karşı karşıyayız. Bu sıkışmışlığın verdiği ucun yönü
aslında, Türkiye sol hareketine yönelik idi ve bunu hiç görmek
istemeyen sol, Kürt devrimci halk hareketine yüzünü dönmeyen sol,
şimdi ulusların kaderlerinin tayin hakkının kutsallığında kendinden
geçiyor. Bugüne kadar Kürtlüklerinden korkarak, Türk şair, yazar
türünden ödüller alan aydınlar, bugünlerde Kürt olduklarını
hatırladılar. Ama hâlâ Kürt halkı için değil, Barzani aşiretlerinin
daha çok sömürmesi için Kürtlük taslıyorlar. Dün Kürt olduğunu açık
etmemek için Kürtçe konuşmaya bile korkanlar, bugün sanki bunu
Barzaniler sağlamış, AKP sağlamış gibi Barzanilere, açılımcılara laf
söyletmiyor.

Burada bir paranteze ihtiyaç duyuyorum ve açarak başlıyorum, Ulusal
soruna, TBKP yöneticilerinden Kürt kökenli Şeref Yıldız'ın bakışını
yansıtan açılımı ilginçtir. Yıldız, bu soruna Kürtlerin yaşadığı
bölgenin sömürge olmadığı tespiti ile açılım getirmeye başlıyor. Devam
ederek ikinci tespitinin Türkiye'nin emperyalist bir ülke olmadığını
belirtiyor. Böylece, Türkiye'de "sömürge -sömürgeci" ilişkilerinin
değil, "ulusal hakları tanımayan bir topluluğun ilişkileri"nin söz
konusu olduğunu vaaz ediyor. Yıldız sömürge saptaması yapılırsa ayrı,
yapılmazsa apayrı bir yol izleneceği izlenimi veriyor ama hangi
saptamanın peşine takılınırsa takılınsın, sonuçta ve pratikte aynı
çizgi izleniyor. Ve Yıldız devamla, "bu tezin( sömürge) Kürt sorununa
yanıt vermediğini; çünkü tezin, ezilen ulus sorununa anti-emperyalist
bir görev yüklediğini ve soruna bağımsız bir karakter kazandırdığını;
bunun sonucu olarak da bütünden ( hangi bütünden o net değil)
koptuğunu ve de, ayrı bir yol arayışını gündeme getirdiğini ileri
sürüyor.

Bunları söyledikten sonra sorunun adını koyuyor, sorun,Yıldız'a
göre,Türkiye'nin demokratikleşmesi sorunudur ve bu karakteri ile
Türkiye'nin diğer toplumsal sorunlarının bir parçasıdır ve Kürt
sorununun anti-emperyalist bir karakteri olamaz,diyor. Daha da açarak,
Ana karakterini demokratik olmanın belirlediğini; Mücadelenin
emperyalist bir güce karşı değil, adil ve demokratik olmayan bir
rejime karşı ulusal hak eşitliği mücadelesi olduğunu söylüyor. Böylece
açılım boylu boyunca ortaya çıkıyor; iki halkın kurtuluş yolu tektir
ve bu yol, Türkiye'deki rejimi demokrasi ile yer değiştirmek için
mücadele yoludur.

Evet, ortada bir adil olmayan ve demokratik olmayan rejim ile bu
rejimi demokratikleştirme mücadelesi var ve böylece de Kürt sorununun,
ulusal hak eşitliği sağlanarak, çözüleceği öngörülüyor. Bu, Yıldız'ın
sözünü ettiği demokratikleşmenin, burjuva demokrasisi çerçevesinde
olması bir yana, kapitalizm içinde ki, bu kapitalizm içinde,
tekellerin egemen olduğu bir kapitalizmdir, bazılarının diline
doladığı,"doğrudan demokrasi" mücadelesiyle "saf demokrasi"ye geçiş
hayalleri ile uyumludur.
Şimdi soruyorum, Kürt sorununda anti-emperyalist bir karakter aramak
için, Türkiye'nin emperyalist olması mı gerekiyor? Türkiye dünya
tekelci sistemi içinde yer alan, emperyalizmin, siyasi, askersel ve
ekonomik örgütlenmelerine bağlı, ABD nin bölgedeki güvenilir karakolu
ve temsilcisi bir ülke değil midir? Öyleyse, Kürt sorununun çözümünde
anti-emperyalist bir görev çıkarmaktan kaçınmak, Yıldız'ın özel bir
gayretinin ifadesi değil midir?

Çağımızda, kendi ulusal sınırlarına kapanmış bir ulusal sorun
düşünülebilir mi? Her ulusal başkaldırı, karşısında emperyalizmi
bulmaz mı?

Diğer yandan, burjuva demokrasisi ile savaşma, onun sahteliğini, iki
yüzlülüğünü açığa vurma temel görevine uygun olarak komünistler,
burjuva boyunduruğunu kırmak yolunda işçi sınıfı mücadelesinin baş
savunucusu sıfatıyla politikasını ulusal sorunda da soyut ve biçimsel
ilkelere değil, ilkin özgül tarihi durumun ve en başta ekonomik
koşulların kesin bir değerlendirmesine; ikincisi, ezilen sınıfların,
sömürülen emekçi halkın çıkarlarıyla, hakim sınıfın çıkarını içeren
genel ulusal çıkarlar kavramı arasında açık seçik bir ayrıma; üçüncüsü
dünya nüfusunun muazzam çoğunluğunun bir avuç en zengin ve ileri
kapitalist ülke elinde sömürge ve finans esareti altına alınmış olduğu
gerçeğini, emperyalizm çağının bu karakteristik özelliğini hasır altı
eden burjuva demokratik yalanlar karşısında ezilen, bağımlı ve uyruk
uluslarla ezen, sömüren ve egemen uluslar arasında yine aynı ölçüde
açık ve seçik bir ayırım yapılmasına dayandırmalı değil midir?

Buraya döneceğim, ancak tam burada, hayalperest mi desem, yoksa zorla
kavramları tepetaklak edip, kafamıza kakmaya çalışan mı desem, yazarın
özetini çıkardığı görüşlerini parantezi kapatmadan ele almak
gerektiğini düşünüyorum.

Yazar,"demokratik özerkliğin, Kapitalist sistemi, yani burjuva ulus
devletini parçalama ve halkın, hatta halkların kendi kaderini kendi
ellerine alma projesi olduğunu" vaaz ediyor. Ama açık sözlü, hakkını
yememek lazım, "Sözünü ettiğim, 'ulusların kendi kaderini tayin etme
hakkı' değil " diye ekliyor ( ki gerçekte UKKTH ile ilgilenmediğini
itiraf etmiş oluyor ama UKKTH nın desteklenmediği yollu
eleştirilerinden ise vazgeçilmeyerek iki yüzlülüklerine başka bir
boyut kazandırmış olunuyor)."Bu projenin, sadece Ortadoğu'da
demokratik konfederalizm diye adlandırılan bir bölge projesi
olmadığını" da ekliyor. "Hemen tüm dünyada uygulanabilecek bir proje"
imiş.

Bu kadarla yetinmiyor,"Burjuva ulus devletleri nasıl imparatorluklar
parçalanarak kurulduysa, sınıfsız topluma giden yolun da burjuva ulus
devletlerin parçalanması ile mümkün olacağını" düşünüyormuş. Dahası,
bunun," klasik partilerle (daha önceki yazılarımda da değinmiştim)
ulus devletleri ele geçirerek, ele geçirilen devletlerde iktidarı
alarak sınıfsız toplum kuruculuğunda başarı elde edilemeyeceği" demek
olduğunu da eklemeyi ihmal etmiyor.
Burada, genel olarak eşitliğin, özel olarak ulusal eşitliğin biçimsel
bir konuluşunun, burjuva demokrasisi niteliği taşıdığını hatırlamak
yerindedir. Ferdin genel olarak eşitliği kılıfı altında burjuva
demokrasisi, mülk sahibinin ve proleterin, sömürenle sömürülenin,
hukuksal ya da biçimsel eşitliğini ilan eder ve böylelikle ezilen
sınıfları göz göre göre aldattığını da hatırlıyoruzdur. Ama böyle
hayalperest yazarları ve sorun çözücülerinin vaazlarını dinledikçe,
Eşitlik dileğinin gerçek anlamının, sınıfların ortadan kaldırılması
dileği olduğunu kimsenin hatırlamaz olduğunu düşünüyorum. Ve bunu
hatırlatmayı görev biliyorum. Yani, ulusların kapitalist düzende barış
içinde ve eşit olarak bir arada yaşayabileceği hayalinin, ham olmaktan
öte bir çürümüşlüğün ifadesi olması bir yana, bir küçük burjuva hayali
olduğunu ve çoktan iflas ettiğini hatırlatıyorum.

Başka yönden de hayalperest yazarın bu özete sığdırdığı ifadelerinin
dikkat çekici bir yanı olduğunu göstermek istiyorum. Şöyle: Bu gün
Arap coğrafyasında, kurulu düzenlere, yani ulus devletlere karşı, her
ne nedenle ortaya çıkarsa çıksın ve her ne amaca yönelik olursa olsun,
ortaya çıkan halk hareketinin hepsi, Emperyalist ABD-AB nin
kozmopolitizmi çerçevesinde ulus devletlerin çözülmesine, yıkılarak
parçalanmasına yönelik olmaya doğru manipule edilmekte ve bu yönde
devasa paralar harcanmakta, emperyalizmin direkt ya da dolaylı
müdahalesi ile hızlandırılmaktadır. Yazarımızın hayali ile ne kadar da
örtüşüyor.

Yazar, ulus devletlerin parçalanması ile neredeyse hemen gerçekleşecek
bir hedefmiş gibi gösterdiği sınıfsız toplumun temel mekanizmasının
doğrudan demokrasi mücadelesi olduğunu vaaz ederken, demokrasinin,
ister burjuva olsun, ister saf demokrasi olsun, bir devlet durumu
olduğunu, bir ileti önce ve her zaman tekrarladıklarımı teyit
edercesine, görmezden geliyor ve ulus devletlerin parçalanmasının
klasik siyasi partilerle (ki burada da proletaryanın partisini,
burjuva partilerle aynı kefeye koyduğunu itiraf etmiş oluyor) ulus
devletlerin ele geçirilip, iktidarın alınması ile sınıfsız toplum
kuruculuğunda başarı elde edilemeyeceğini eklemeyi ihmal etmeyerek,
aslında şunu demek istiyor, sosyalist iktidara gerek yok, hatta
iktidara bile gerek yok, kapitalizm sınırlarında doğrudan demokrasi
mücadelesi ile sosyalist iktidara gerek olmadan sınıfsız topluma
geçilir. Ne ütopya ama ! !

Bu hayal karşısında, zamanın "komünist"lerinin ve "sosyalist" lerinin
"ortak programı" nın mucidleri dahi eminim, sağ olsa idiler, biz bunu
neden düşünemedik diye hayıflanarak şapka çıkartırlardı. Ama biz
çıkartmıyoruz, daha önce hatırlattım, gene hatırlatacağım, neredeyse
her söylediğime limon sıkarken, böylesine zırva düşünceler karşısında,
geçmişteki versiyonlarının iflasının son derece turnusol yarattığı bir
zamanda, böylesi düşünceler karşısında, sukut altındır diye
düşünenlerin kulağını çınlatmaya devam edeceğim, bu düşüncelerin
kaynağının burjuva ideolojisi olduğunu, altını çizerek vurguluyoruz.
Böylece, şimdi yazarımızın ve kaldığım yere dönerek, TBKP çevresinin
ki, TBKP yöneticisi Şeref Yıldız'ın görüşlerinin bu çerçeveden ayrı
olmayacağı açıktır, proletarya diktatörlüğünden neden bu kadar nefret
ettiğini göstermiş olacağıma inanıyorum.

Ve okuyunca, acı acı kahkaha atmadan duramadığım ifadeye bakın
ki,"Burjuva ulus devletleri nasıl imparatorluklar parçalanarak
kurulduysa, sınıfsız topluma giden yolun da burjuva ulus devletlerin
parçalanması ile mümkün olacağını" düşündüğünü beyan ediyor,
neresinden tutarsanız tutun, lime lime dökülüyor. Bu ifade, bütün
dünyada uygulanabilecek bir demokratik konfederalizmle (Kürt
coğrafyasında federalizmdir) birlikte kullanılınca, garabet bir kat
daha artıyor. Federasyonun ayrı ayrı ulusların emekçi halklarının
( birbirlerinden uzaklaşmalarının değil) tam birliğine doğru bir geçiş
olduğu ile de ilgilenmiyor, ilgilendiği, sadece ve sadece ulus devlet
dinamiğinin ve bununla birlikte devlet dinamiğinin parçalanmasıdır.
Ama yanına bir devlet durumu veya biçimi olan demokrasiyi koymaktan
geri durmuyor. Hadi çözelim bakalım bu denklemi, pek sayın sükutu
altın belleyen kamuoyumuz.

Ancak burada, federasyon veya konfederasyon lafzı ile bir gerçekliğin
üzerinin örtülmeye çalışıldığını da vurgulamalıyım. Federasyon tam
birliğe doğru bir geçişin ifadesi olduğu halde, ulus devletlerin
parçalanmasına aşırı vurgu ile (bunu sınıfsız topluma geçişin yegane
köprüsü olarak temelleştirmekle beraber) federasyona vurgunun aynı
anda yapılması, bu vurgumuza haklılık kazandırırken, emperyalizmin
kozmopolit emelleri ile son derece uyumlu bir ideolojik yakınlaşma ile
karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Üzeri örtülmek istenen budur.

Yazarın zırvalarından olası etkilenip de hayal kuracaklara
diyeceklerim budur.

Şimdi kaldığım yere dönmek üzere, parantez içinde başka bir parantez
açıp,biraz emperyalist gerçeklere dikkat çekmek istiyorum.

Bu gün emperyalizm ve küreselleşmeyi yan yana koyduğumuzda, ki buna
kimi sivri akıllılar, dünya vatandaşlığının ön baharı gözüyle bakıyor
ki, şaşılık değilse, sınıfı geçtik, insanlığa karşı ihanetin ifadesi
olan bir bakıştır, bizim bakışımızla, refahtan çok yoksulluk, gerçek
kalkınmadan çok spekülatif zenginlik ve umutlardan çok daha büyük bir
hınç üreten bir cani sistemin acı üretmesini ve insanlığın dörtte
üçünü ortaçağın yaşam düzeyinde tuttuğunu görürüz.

Bu, emperyalist kapitalizmin, tarihin gerisine dönerek, ortaçağın
karanlığında, dünyayı topyekün sömürgeleştirmesinin düzenidir.

Yani emperyalizmin yeni dünya düzeni, liberal şakşakçıların
dünyasallaşma rüyası, ahmak solcuların dünya vatandaşlığı ütopyaları
tam da budur.

Merkezinde yeryüzüne ve üzerindeki insanlığa yaptığı onca zulmün ve
cinayetlerin yanına kâr kalması bir yana, buna rağmen, müflis olmaktan
kurtulamayan ABD-AB emperyalizmi vardır. O nedenle, Şeref Yıldız'ın
Anti-emperyalizmden kaçması ile Owenlerin bile gerisine düşen
hayalperest yazarımızın emperyalizmin kozmopolitizmine koşması son
derece uyumlu ve emperyalist ideoloji ile son derece yakındır.

Tarihte hiçbir kırım ve kıyım, düzen içinde kalınarak ortaya çıkan
başkaldırılara karşı yönelmemiştir, en sivri ucu hep, sınıfsal
nitelikteki başkaldırılara yönelik olmuştur. Her kırım ve kıyım, hep
egemen sınıfın egemenliğini pekiştirmesinin yansıması olmuştur. Söz
konusu kapitalizm ise, burjuvazinin, burjuva devriminin zafere
ulaşması ile birlikte, kapitalistlerin hep işçi sınıfının ayağa
kalkmasını önlemek, ayağa kalkanlarından öç almak ve bir ibretlik
yaratarak korkuyu kalıcı kılmak üzere en zalimce ve canice önlemler
aldığını, insanlık dışı saldırılar gerçekleştirdiğini hatırlamak
gerekmektedir. Hikâyesi uzundur, benim uzunluğumdaki anlatımlara bile
sığmayacağı aşikardır ama yine de birkaç hatırlatma yapmak, hafızamızı
tazelemek için gerekebilir.
Her zaman, en güzel güzelleme ile birlikte kutsamasının da arkasından
geldiği Paris Komünü, bir modeldir, kimileri Proletarya
Diktatörlüğünün kaynağını bulur, kimileri, işçi sınıfının 72 günlük de
olsa kendi iktidarını kurduğu için şanla anılmasını dillendirir,
kimileri burjuvazinin ihanetini öne çıkartır ama hiç kimse,
burjuvazinin iktidarını korumak için ne denli acımasız olacağını ve
bunu bilinçlice yaptığını gösterdiğini görmez, görenlerse hatırlamaz.

Burjuvaların şu haykırışındaki nefret, aslında her şeyi anlatır,
gerisi detaydır ama biz yine de hatırlamalıyız, burjuvazi ve hayalleri
varken, onun egemenliğinde, onun soluduğu havayı solurken, yani
iktidarı da, havayı da, suyu da o elinde tutarken, iktidara tü kaka
diyerek, onun arkasından dolanıp, doğrudan demokrasi üreterek,
doğrudan sınıfsız topluma geçmek, yani burjuvazinin egemenliği
sürerken sınıfsız topluma kapı açmak ve buna onu da katmak mümkün
değildir.
Evet," ATEŞ EDİN, İŞÇİ PARÇASI ONLAR' "diye haykırıyordu, öfkeli
general. Sonuç, 9323 infaz yani mahkum edilerek öldürme, 30 bin
yargısız öldürme,14000 zindana mahkumiyet ve dillerden düşmeyen
burjuva şarkısı ,"artık sosyalizmden kurtulmuş bulunuyoruz"
çığırılıyor. İşçiler ise, bunca kana, bunca zulme karşın,"...çok güçlü
sanıyordu kendini yağlı cellat sürüsü, durduramaz bunlar ama
Nicolas'ı,KOMÜN ölmedi daha !" diye haykırabiliyordu. Ama ne yazık ki,
o koşullarda yürekten seslendirilen bu şarkı, epeydir, cellat
sürülerine alan açmak üzere dillendiriliyor. Komün diye diye,
sosyalizmden uzaklaştırmanın manevralarına hazırlanılıyor.

Hatırlayalım, bu ihtimal belirdiğinde, yani işçilerin iktidara
gelmeleri ihtimali belirdiğinde, neler yapıldığını ki, bu bile, bunun
yani burjuvazinin bahçesinde ezilenlerin ve sömürülenlerin kendi
cennet bahçelerini inşa etmelerinin, neden mümkün olmadığını görmemize
yeter.

Evet, Paris Komününden bu yana, burjuvazi hep, iktidarını korumak,
sağlamlaştırmak için çabalamış ve iktidarına karşı yönelebileceğini
hiç aklından çıkarmadan, işçi sınıfının gazabından korkusunu yenmek
için, işçi sınıfını hep korkuyla beslemiştir ve hep, Komünü
bastırırken gösterdiği acımasızlığı artırarak ve sinsileştirerek devam
ettirmiştir. Örnek olsun, Fransa'da, halk cephesinin yükselen azameti
karşısında daha çok telaşa düşerek, burjuvazi, "halk cephesi olacaksa,
Hitler olsun daha iyi" demiştir.

Diğerleri bir yana, Vietnam'daki sömürge savaşında, Vietnam halkına
karşı, ABD emperyalizmi neredeyse bir soykırım saldırısı uygularken,
dünyanın geri kalan kapitalistlerinin ağzını bıçak açmıyor, sonuçtan
nasıl kârlı çıkacaklarının hesabını yapıyorlardı. 1964-1973 arasında
Kuzey Vietnam'da öldürülen insan sayısı 720 bindir. Bu ölümler
gerçekleşirken Vietnam ordusu da, polisi de CIA nın emrinde idi. ABD
bu ölümleri gerçekleştirirken hep, demokrasiden,Vietnam halkının
kalkındırılmasından söz etmekte idi ve buna en güzel kılıfı AID
( uluslar arası kalkınma ajansı) ile sağlamıştı. AID ise, bu kılıf
altında, cinayetlerin gerçekleşmesinin finansmanını ve propaganda
giderlerinin karşılanmasını sağlıyordu. Öyle ki hazırladıkları
broşürlerde "sosyal devrim" lafızlarından geçilmiyordu. ve ardından,
arkasında CIA nın olduğu PRD ( Program of Revolutionary
development)"devrimci kalkınma programı" nı açıklamakta
gecikmiyorlardı. Hepsinin başında, daha sonra Türkiye'ye elçi olacak
olan ve üniversitenin devrimci gençlerince arabası yakılacak olan
"kasap" lakaplı Komer vardı. Kapitalizmin hizmetindeki onca gizli
kuruluşun, çeşitli maskelerle ortalıkta dolaşıp, paralar dağıtması,
mihmandarlıklar yapması, onca insanlık dışı, sinsi yönteme karşın,
onca işkence yöntemlerine karşın, onca yargısız infaza karşın, onca
sahte yargılama tiyatrolarına, uyduruk mahkemelere, ısmarlama
kanunlara karşın, onca kayıp insana karşın, yüz binlerce balık istifi
zindanda tutulan mahpusa, kaplan kafeslerinde aylarca askıda bırakılan
yüzlerce insanın akıbetine karşın, Amerika'nın harcadığı milyonlarca
dolara, kullandığı binlerce paralı askere, ağır silahlara karşın, ABD
emperyalizmi yine de amacına ulaşamamıştır.

Bu gün, Kürt coğrafyasında yaptığı ile Libya'da, Suriye'de yaptığının
bundan farklı ve ayrı olduğunu düşünenler varsa ve saflığından değil
ise, bu, burjuva hayaller görmelerindendir. Saf olanlara önerim,
Endonezya'yı da unutmamalarıdır, Cezayir'i de unutmasınlar,
unuttularsa hatırlamalarının tam zamanıdır. Bizi 12 Eylüle
hazırlarlarken, İran'da olanları da unutmamalıyız, Irak da var, Afrika
var, şimdi insanları açlıktan ölüyor diye timsah gözyaşları dökülen,
beyaz azınlığın pençesinde inleyen kara Afrika halkları var, Latin
Amerika halklarının çektiği çileler var, onları da hatırlamalıyız,
Küba'ya ambargo hâlâ devam ediyor, hepsi bu kadar değil elbet,
emperyalistlerin cinayetlerinin, insanlık dışı uygulamalarının, geride
bıraktığı acıların listesi alabildiğine uzundur. Ama akıl taşıyanların
kapitalistlere rağmen, kapitalizmin bahçesinde, sosyalizmin cennetinin
rüyasını dahi görmenin mümkün olmadığını anlamasına yeter.
Öte yandan ABD emperyalizminin ünlü "seçmeli caydırıcılığı" ve "düşük
yoğunluklu savaşı" var. Bunlara rağmen, bunları aşarak, doğrudan
demokrasi mücadelesinin yürüyüşünü biriktirerek ve sosyalist iktidara
gerek duymadan sınıfsız topluma geçme hayalleri körüklemek, bir ruh
hastalığının belirtisinin işareti değilse, dediğim gibi, burjuva
hayaller görmenin ifadesidir.

Bu liste yanında, Ekim devrimi ile iktidarı ele alan ve burjuva
sınıfının zulmünü, sömürüsünü tamamen ortadan kaldırmak için, işçi
sınıfının, ezilenlerin, sömürülenlerin, ezmeyen, sömürmeyen ama ezmeye
de, sömürmeye de izin vermeyen düzenini inşa etmeye çalışmalarını
engellemek için pusuda bekleyen karşı devrimcilerin, kapitalistlerin
desteği ile dayattıkları iç savaşın da unutulmaması gerekir.

Rus devrimcilerin kurmak istedikleri yeni düzene karşı çıkan
kapitalistlerle çatışmaları bir yana, kendilerine karşı içerden açılan
beyaz teröre karşı, kızıl terörle cevap verene kadar, savaş nedeniyle
Rusya'da iki buçuk milyon insan ölmüştü, iç savaşın ve dış müdahalenin
bilançosunda ise, bir buçuk milyon insanın çatışmada, dokuz milyonunu
ise açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle ölümü vardı. Sanayi üretimi
ise, devrimden dört yıl sonra, 1913ünkünden % 85 daha düşük kalmıştı.
Buğday üretimi ise yarı yarıya düşmüştü.

Bütün günahları Stalin'in boynunda görenler, inandırmaları kolay olsa,
Lenin'in adına yazılan Ekim devrimini bile suçlu gösterecek olanlar,
bu sonuçlarda kabahat kapitalistin değilse kimin sorusuna, hiç
çekinmeden Stalin diye cevap vermeden önce, kapitalistlerin dünyaya
armağan ettikleri kara günlerin toplam listesini hatırlamalıdırlar.

Ancak daha önce, Sovyet rejiminin demokrasiden uzaklaştığı, barışçı
yaklaşımlara kapandığı için, beyaz teröre karşı kızıl terör
uyguladıkları için yıkıldığını söylemeden önce, Lenin'in barışçı
gelişimine inandığını ve bu yönde çok çaba sarf ettiğini ama karşı
devrimin ve içerdeki kapitalizmden umudunu kesmeyenlerle, dışarıdaki
kapitalistlerin saldırılarının Lenin'in yanıldığını çok çabuk
göstermiş olduğunu hatırlamalıdırlar.

Kışlık sarayın alınması sırasında sadece 6 kişi ölmesine, ayaklanan
Aurora kruvazörüne ise kurusıkı ateş edilmesine karşılık, sonrasında
karşı devrimci çetelerin saldırıları, dayatılan iç savaş ve yukarda
bilançosunu verdiğim, binlerce insanın ölümüne neden olması oldukça
öğreticidir.

Ekim devriminin hemen arkasından ölüm cezasının kaldırılması,
ayaklanan subay okulu öğrencilerinin sakin olacakları sözünü vermeleri
üzerine serbest bırakılmaları, ama sözlerini tutmayıp, beyaz
isyancılara katılmaları, general Krasnov'un, artık Bolşeviklere karşı
savaşmayacağına yemin etmesine karşın, daha sonra karşı devrimci bir
kazak ordusunun başına geçmesi, barışçı yolun, demokratik yaklaşımın
karşı devrimin elini kuvvetlendirmekten başka bir sonucu sağlamadığını
çok çabuk göstermiştir.

Rus kapitalistlerin hayalinde hep, Bolşevikleri halkın sahte dostları
olduğu gerekçesiyle yakalayıp asmak vardı. Dışarıdaki kapitalistlerin
sözcülerinin dilinde ise hep, Kolçak'ın veya Kornilov'un yönetiminde
kurulacak bir diktatörlükle Bolşeviklerin ezilmesi vardı. Ve öyle de
oldu, Kornilov Petrograd'a yürüdü ama yenildi. Kısa süre sonra, Sovyet
hükümeti Moskova'ya yirlikleri Vladivostak'a çıkarma yaparlar. Ataman
Seminovski ise, Baykal ötesinde bir ayaklanmayı yönetir. Aynı
tarihlerde Almanlar, Ukrayna'da Skorapanski diktatörlüğünü
yerleştirir. Sibirya ötesi boyunca bir Çekoslavak kolordusu
dalgalanır, Volga üzerinde, Ural'da,Sibirya'da ve Don bölgesinde
Denikin, Kornilov, Alekseyev terörist ayaklanmalar başlatırlar;
İngilizler ise Beyaz Kazak birlikleri ile İran'dan Bakü'ye saldırıya
hazırlanır. Aynı bölgede Türkiye'nin de tehdidi vardır. 1918
HAZİRANINA GELİRKEN, SOVYET ÜLKESİNİN DÖRTTE ÜÇÜ KARŞI DEVRİMCİLERLE
MÜDAHALECİLERİN ELİNE GEÇMİŞTİR.

1918 Ağustosunda Lenin, uğradığı bir suikastte ağır yaralanır. Eylül
başında, Sovyetlerin merkez yürütme komitesi, karşı devrime karşı
KIZIL TERÖR ü ilan eder. Bütün cephelerde Sovyet karşı saldırısı
başlar, karşılık olarak, Beyazlar, İngilizlerin emirleriyle Bakülü 26
komiseri öldürürler. Ekimde devrimciler, kendilerini gerçek bir ordu
ile donatır.

1919 Martına gelindiğinde, karşı devrimciler bir taraftan daha azgın
saldırırken, diğer yandan denetimlerinde tuttukları yerleri boşaltmaya
başlar. Denikin, Kolçak birer birer yenilir.

Rusya'yı elektrik ağıyla donatmak için gerekli nefesin yakalandığı
sanılırken, Fransa'nın desteklediği Wrangelin birliklerinin yardımı
ile Polonyalılar Kızıl Orduya saldırır. Kasım ayına kadar süren bir
mücadele ile Wrangel ve Polonyalılar yenilir. Ama yabancı
müdahalesinin ve saldırısının kalmaması ancak 1922 Ekiminde mümkün
olur. Geride binlerce ölü ve yaralı son derece kötü ekonomik koşullar
kalmıştır. Ve karşı devrim heveslilerinin hevesleri kursaklarından
başka yere gitmemiş, her gün aynı özlemin rüyasını, kapitalizme dönme
rüyasını görmeye devam etmişlerdir.

Stalin'i mahkum ederek, demokrasiye aşırı vurgu yaparak, tarihin
öznesi olarak işçi sınıfı yerine insanı, tarihin motoru olarak sınıf
mücadelesi yerine demokrasiyi koyarak, kapitalistlerin Fransız
devriminin hemen arkasından başladıkları cinayetlerinden, insanlık
dışı yöntemlerinden, emekçi halklara yönelttikleri zulümlerinden, işçi
sınıfını köleleştirerek sömürmekten vazgeçmesinin sağlanmasının ve
kendi bahçesine, sınıfsız toplumun cennet bahçesinin inşa edilmesine
izin vermesinin sağlanmasının mümkün olmaması bir yana, kapitalizmin
bu güne kadar insanlık için bıraktığının zorbalık, zulüm ve kölelik
olduğunun, bundan sonra da bundan farklı olmayacağının üzerini örtmek
de mümkün değildir.

Artık, kapitalizmin geride bıraktığı ve daha sinsi yöntemlerle
sürdürdüğü kara günlerini hatırlatan parantezimizi kapatarak, "sorun"
u irdelemeye devam edebiliriz, daha doğrusu "sorunu" burjuvazinin
gözlüğü ile irdeleyenleri irdelemeye devam edebiliriz.


Ama hemen parantezin sonuna, bu günün tarihsel koşullarının ve politik
durumunun hâlâ Proletarya Diktatörlüğünü gündemde tuttuğunu, bütün
demokrasi çığırtkanlığının bu nedenle zirvede olduğunu ama gündemdeki
PD nin dayanaklarının nesnel olması nedeniyle de, doku uyuşmazlığı
yaşadığını vurgulayarak, bu konuda birkaç açılım yapmak istiyorum;


Öncelikle işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin, onun burjuvaziye
karşı yürüttüğü sınıf mücadelesine son vermediğini hatırlatmak
istiyorum. Tam tersine, bu mücadeleyi özellikle geniş, şiddetli ve
amansız kıldığının apaçık ortada olduğunu vurgulamak istiyorum.
Bu süreçte, işçi sınıfının içinde olsun, dışında olsun, reformizmin
bakış açısında duran bütün kişi ve gruplar, tüm partiler, savaşın
şiddetlenmesi sonucunda, ya burjuvazinin safına ya da yalpalayanların
yanına geçer. Ya da işçi sınıfının güvenilmez dostları arasına
katılırlar. En tehlikelisi de budur.
Bu nedenle Proletarya Diktatörlüğünü hazırlamak sadece bu reformist
eğilimlere karşı mücadeleyi güçlendirmeyi değil, aynı zamanda bu
mücadelenin niteliğini değiştirmeyi de gerektirir. Bu mücadelede
sadece bu eğilimlerin yanlışlığını göz önüne sermekle yetinmemek, aynı
zamanda işçi sınıfı içinde faaliyet yürütürken bu eğilimleri gösteren
herkesi durmadan ve amansızca teşhir etmek gerekir. Başka türlü işçi
sınıfı, burjuvaziye karşı tayin edici savaşta kiminle birlikte
yürüyeceğini saptayamaz. Dün olduğu gibi, bu gün hâlâ, öngörüsü
dumura uğramış kişilere sadece bir teorik görüş ayrılığı gibi görünen,
reformistlerin teşhirindeki her tutarsızlık ya da zaaf, yarın bundan
karşı devrim için yararlanacak olan burjuvazinin proleter iktidarı
devirme tehlikesini doğrudan büyütmek demektir. Bu tehlike ile
yüzleşildiğinde proletaryanın bir şey yapamadığını Sovyet düzeninin
yıkılışı ile hepimiz gördük ve artık buna gözlerimizi kapatamayız.

Üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyet korunurken,"özgürlük" ve
"eşitlik"in basit savunusu, özel mülkiyeti hiçbir zaman bir hamlede
tamamen ortadan kaldıracak durumda olmayacak olan proletaryanın
diktatörlüğü altında, işçi sınıfının iktidarını doğrudan doğruya
sarsan burjuvazi ile bir işbirliğine dönüşür. Çünkü proletarya
diktatörlüğü, sömürücüler için ezme ve sömürme hakkını sürdürme
"özgürlüksüzlüğü"nün ve mülk sahipleriyle mülksüzler arasındaki
"eşitliğin" devlet tarafından güvencelenip savunulması demektir.
Proletaryanın zaferinden önce, yani sosyalist iktidarın
kazanılmasından önce,"demokrasi" sorunu üzerine sadece bir görüş
ayrılığı imiş gibi görünen şey, yarın, zaferden sonra, kaçınılmaz
olarak silah zoruyla çözülecek bir sorun haline gelecektir.
Dolayısıyla reformistlere ve "demokrasi savunucularına" karşı
mücadelenin tüm niteliğini radikal bir şekilde değiştirmeden,
kitleleri proletarya diktatörlüğüne geçici bir şekilde dahi hazırlamak
olanaksızdır.
Onlar da biliyorlar ki, hiç kazanmadıkları bir "demokrasinin "
mücadelesinin şampiyonluğundan vazgeçmiyorlar, proletarya
diktatörlüğü, proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin en
keskin ve en devrimci biçimidir. Bu mücadele ancak, proletaryanın en
bilinçli unsurlarının yer aldığı, devrimci öncüsünün, işçi sınıfının
ezici çoğunluğunu arkasına aldığında başarılı olabilir.

Bu nedenle proletarya diktatörlüğüne hazırlık sadece üretim araçları
üzerinde özel mülkiyetin sürdüğü bir dönemde reformizmin, her türlü
demokrasi savunuculuğunun burjuva karakterini aydınlatmayı değil;
sadece gerçekte işçi hareketi içinde burjuvazinin savunmasını yapmak
anlamına gelen bu eğilimlerin tezahürlerini teşhir etmeyi değil; aynı
zamanda ve kesinlikle her türden proleter örgütte, sadece siyasi
örgütlerde değil, sendikal örgütlerde, diğer kitle örgütlerinde de
eski liderlerin yerine işçi sınıfın en bilinçli unsurları ile işçi
sınıfı ideolojisi ile donatılmış devrimcilerin getirilmesini
gerektirir.
Buralardan işçi sınıfı içindeki aristokratların, ya da burjuvalaşmış
işçilerin temsilcilerinin kovulmasını gerektirir. Diğer yandan,
kapitalizmden umudunu kesmediklerini, sosyalizmden uzaklaştırmayı
görev bildiklerini gizlemelerinin ifadesi olarak demokrasi
şampiyonluğu yapanları da, gerçek yüzlerinin burjuva burjuva baktığını
net olarak göstererek, bu örgütlerden uzaklaştırmak gerekmektedir.

Diğer yandan, Proletarya Diktatörlüğünün bir azınlığın, azınlığa
dayanan bir partinin diktatörlüğü olduğunun söylenmesi yeni değildir
ve hâlâ onca tarihsel turnusola rağmen, bunda ısrar edilmesi ise,
trajediden çok, komikliktir ama bu komiklik, işçi sınıfını ve emekçi
kitleleri güldürmüyor, daha çok, emperyalist kapitalist düzen
tarafından köleleştirilirken kafalarını karıştırıyor ve
köleleştirilmelerine karşı kiminle birlikte yürüyeceğini tayin
etmesini engelliyor.
Oysa, işçi kitlelerinin sürekli sömürüldüğü, yeteneklerini
geliştirecek durumda olmadıkları emperyalist kapitalizm çağında,
işçilerin siyasi partileri için en karakteristik şey tam da
sınıflarının ancak azınlığını kapsayabilmesidir. Bunda şaşırılacak bir
yan yoktur. Siyasi parti ancak sınıfının azınlığını kapsayabilir.
Tıpkı her kapitalist toplumda gerçekten sınıf bilincine sahip
işçilerin bütün işçilerin azınlığını oluşturmaları gibi. O nedenle
sadece bu sınıf bilinçli azınlığın geniş işçi ve emekçi kitlelerini
yönetip yönlendireceğini kabul etmek gerekir. Bu azınlık, gerçekten
sınıf bilinçli ise, kitlelere önderlik etmeyi biliyorsa, her güncel
sorunu çözmede maharetli ise, o hem bir partidir ve hem de onun bir
azınlık olmasından, dayandığı çoğunluğa diktatörlük yapması sonucu
çıkmaz. Diktatörlüğü, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin içinde
reformist eğilimleri körüklemeye çalışan burjuva artıklarına ve
burjuva görüşünden kurtulamamakta direnenlere karşıdır ve olmak
zorundadır. İşte bir yanıyla, bu başarılamadığı için Sovyet düzeni
yıkılmış ve kapitalist restorasyonla sonuçlanmıştır.

Böylece parantez içindeki parantez kapanmıştır.

Sırada "sorun " sorunu var; Sorunun, Kürt sorununun hangi bakışla ele
alındığı ile bağlı olduğunu hemen söylemek istiyorum. Ardından Şeref
Yıldız'ın ifade ettiklerinden sorunun çözümüne emperyalizmin bakış
açısıyla dolayısıyla emperyalizmin çıkarları çerçevesinde baktığını
görmenin zor olmadığını eklemek istiyorum.
"Sorun" konusunda ne dersem diyeyim,"sorun"u sosyalizme mi
erteleyeceğiz diyerek asıl konunun üzerinden atlandığı çok olmuştur, o
nedenle "sorun" u sosyalizm pratiğine bağlamak istemiyorum. Asıl
sorunun ulus -devlet ve sınıf -devlet ilişkisi ele alındığı zaman
ortaya çıkacağına inandığımı belirtmek istiyorum. Ulus -devlet ve
sınıf-devlet, ulusların ve sınıfların ilk gelişme zamanlarında ortaya
çıkıyor. Burada şu soru akla gelmektedir, daha önce de sordum, henüz
gelişmesinin başındaki ulus ya da sınıf, gelişmesini hızlandırmak ve
yapılanmasını tamamlamak için değilse, ne için devlete ihtiyaç
duymaktadır?
Diğer yandan, ulusu oluşturan en güçlü bağlardan biri dil bağıdır. Bu
biliniyor. 1789 devriminden önce Fransa'da, 25 milyondan sadece 7
milyonunun Paris Fransızca'sını anladığını hatırlamak öğreticidir.
Büyük çoğunluğun ayrı lehçelerle konuştuğu da biliniyor. Ortak Fransız
dilini yaratan, devrimin geliştirdiği ulus-devlettir. Türkiye'de de
olan bundan farklı değildir.

İnsanlar her zaman bir bağ aramaktadır, şimdi bile, dolayısıyla ulus
da önemli bir bağdır. Kapitalizm de insanlar arasında başka bir bağ
oluşturmaktadır. Kapitalistlerin kontrolünde insanlar, aynı üretim
süreci içinde, kaderlerinin birbirine bağlı olduğunu düşünmeye
başlıyor. Bu diğer bağları geri plana itme gücü ve özelliği taşıyor.
Ancak yine de, örnekleri var, işçi sınıfının büyük çoğunluğu, ulus
bağından kolay kurtulamıyor. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerin
işçileri üretimdeki süreçlerden doğan bağ yerine ulus bağına bağlı
kalmakta ısrar ediyor ve birbirleri ile savaşmaya devam edebiliyor.
Her türlü şaşırtıcı ideolojik saldırı mekanizmasına rağmen, ulus
bağının hâlâ güçlü bir bağ olduğunu söylemeye bile gerek olduğunu
sanmıyorum. Emperyalist kapitalizm, bir yandan bu bağın güçlü
kalmasını sağlamaya çalışırken, diğer yandan ve özellikle ilhak ve
işgal türünden uluslararası ilişkiler kavramlarıyla tarif edilen
durumlarda, temel politikası, ulus bağının doğmasını ne pahasına
olursa olsun önlemeye çalışmak oluyor. Ulusal olmayan bir pazarda bile
dili yasaklamak ve bunun karşısında dili yasaklanan ulusun
zenginlerine ekonomik özgürlükler ve yönetime katılma hakkı tanınıyor.
Buradan, ulusal bir pazarda bile ulus bağını geri plana atabilen
üretim sürecindeki biraradalığın, uluslararası planda da aynı etkiyi
göstermesine geçiyorum. Bu son derece normal olsa da, birinci savaşta
bu gerçeklikten hem liderler cephesinden ve hem de işçi sınıfının
çoğunluğun tarafından sapıldığını hatırlatmak istiyorum.
Burada bir eksiklik var ve bu eksikliğin yeterince tartışılmadığını
dolayısıyla açılmadığını düşünüyorum. Öyleyse, işçi sınıfı
enternasyonalizminin bir dünya düzeni kurma projesi ile bağlı
olduğunu hatırlatarak, bu projenin etkinliğini yitirmiş olması
nedeniyle, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfının
enternasyonalist davranmaktan uzaklaşmasının kaçınılmaz olmasa bile
normal sayılması gerektiğini vurgulamak istiyorum. Tartışma ve açılım
hâlâ ortada ve sonuçlandırmayı beklemektedir.
Buradan sosyalizmin de ulus ve kapitalizm türünden bir bağ olduğu
gerçeğine gelmek istiyorum. Sosyalizm, sermayenin kontrolünden çıkmış,
giderek kendi baskısı azalan bir üretim sürecinde, bütün diğer
bağların üstüne gelen bir bağ oluyor. Sovyet düzeninin yıkılmasında,
bu bağın da gücünün azalmasının payının önemli olduğunu görmek
gerektiğine inanıyorum. Bu anlamda, sosyalizm bağının kopmaya,
sosyalizm yıkılmaya başladığı andan itibaren, birdenbire ön plana ulus
bağının çıktığını hatırlatmak istiyorum. Aynı anda dinsel akımların da
ve güçlenmiş olarak öne çıktığını görmeyi de öğretici buluyorum.
Buradan ulusçuluk ile dinin birlikte devam ettiği sonucuna varmak
kolaylaşıyor. Sosyalizm bağının çözülmesi ile birlikte, bir
güvensizlik psikozu ve bir yeni bağ arayışı içinde, güçlü bir
ulusçuluk akımı yükseliyor.

Bu gün bulunduğumuz nokta, zengin pratiklere sahip olsa da, ulus
alanı, hâlâ ihmal edilmiş bir alan olarak durmaya devam etmektedir.
Ancak önümüzde duran ve daha çok ihmal edilmiş olmaya devam eden ulus
alanının eksiklerinden akan ve bu topraklarda teorilendirme
çalışmalarının zorlaşmasına da neden olan zengin pratik, hepimize
pratikte olduğu kadar, teoride de heyecan verici ve yaratıcılık
gerektiren bir dönemin kapılarını açıyor. Açılan yerden, bizim de
üzerinde olduğumuz geniş coğrafyayı görmek zor olmuyor. Bu, bu "sorun"
un ihmal edilmişlikten kurtarılması için sağlam bir teorik yaklaşıma
gereksinim ve imkan olduğunu gösteriyor.

Sistem içi çözümden vazgeçmeyen Şeref Yıldız ve hâlâ hareket halinde
olan TBKP çevreleri ise, Kürt ulusunun dört parçalı karakterini
görmezden gelemezken, bundan Kürt sorununun bölgede barış ve
güvenliğin bir unsuru olarak göründüğü sonucunu çıkartıyor. Kürt
sorununun geçtiği her yerde "barışçıl " sözcüğünü dilinden
düşürmeyerek, devlet politikalarının gönüllü yandaşı olduklarını ve
hatta akıl vericisi konumlarını ele veriyor.
"bu gün doğru ve gerekli, aynı zamanda da mümkün olan, TC sınırları
içinde Türk, Kürt halkının gönüllü birliğidir." Diyen Yıldız,
"geçmişte paylaşılan, ezilen ve baskı altında tutulan bir halkın
başkaldırısının en doğal hakkı olması fikrinin, bu gün yanlış
olduğunu" savunuyor. "Bu günün görevi (ki, bunları söylediğinde yıl
1990ların başı idi, görünüşe bakılırsa pek bir değişiklik yoktur )
"Kürt yok" politikalarını aşmak, Kürt halkının iradesini Kürt kimliği
ile yasal platformlara çıkartmak, diyalog ve işbirliği temelinde ortak
çözüm için mücadele etmek ve adım adım yürümek, sorunun tek etapta
çözümünün mümkün olmadığını bilen bir politikaya sahip olmaktır."
Diyor.

Dahası var ve daha da önemli, "doğu ve güneydoğu bölgelerinin, dinci
gericiliği ve PKK yı getirdiği fikrinin yanlış olduğunu " belirterek,
"dinci gericiliğin kapitalizmin yıkıcı sonuçlarına direnmenin ifadesi
olduğunu; PKK nın ise, bu yıkıcı sonuçlara ve ulusal baskıya aşırı
tepkinin ürünü olduğunu" söylüyor. Buradan, günümüzde kırsal
kesimlerin öneminin azaldığı, büyük kent merkezlerinin, aydınlanma
merkezleri olarak insiyatifi ele aldığı sonucuna varıyor.
Böylece, Şeref Yıldız, dağlarda, köylerde "aşırı tepkilerin" güçlü
olduğunun , "barışçıl" gelişmenin güvencesinin kentlerde olduğunun
mesajını verirken, kentlerdeki güçlü reformist geleneğe ve bunun
"aşırı tepkicileri" boğabileceğine dikkat çekmiş oluyor.
"Sorunun çözümünün devrime bağlı olmadığı gibi, tek etapta çözümünün
de mümkün görünmediğini" ekleyen, Şeref Yıldız böylece, Kürt varlığını
kabul ettirmekten başka amaç taşımadığını; Misak-ı Milli sınırlarında
özel Doğu kalkınması perspektifinden başka programatik bir
yaklaşımları olmadığını; Özel destek programları, özel vakıflar,
belediyelere mali yardım yönteminden başka bir yöntem bilmediklerini;
yasal ve barışçıl bir mücadele biçimi öngördüklerini; kapitalizm
sınırlarındaki çözümlerden başka çözüm bilmediklerinin işaretini
vermiş oluyor ki, bunların devletin de politikası olduğunu hepimiz
görüyoruz.

Öyleyse, Ütopyacıları bile kıskandıracak denli hayalperest işaretler
veren yazarımızın Kürt sorununun çözümünü, devrime bağlamadan,
kapitalizmin sınırlarında kalarak, doğrudan demokrasi mücadelesine
bağlaması da Şeref Yıldız'ın kapitalizan çözümleri ile uyum içindedir
ve devletin politikası ile çakışmaktadır.
Ama ikisi de ve bağlı oldukları ya da kendilerine bağladıkları çevre
de, Kürt burjuvazisinin, Türkiye tekelci kapitalizmine bin bir bağ ile
bağlı olduğunu, her iki gücün de, ezen ve ezilen ulusun işçilerine
karşı, ekonomik, politik ve toplumsal ilişkiler ağı çerçevesinde, tek
sınıfta bütünleştiğini unutuyorlar ya da unutmak işlerine geliyor.

Dahası, Türkiye'nin Kürt coğrafyasında Kürt burjuvaları arasında bir
Kürt ulusal burjuvazisi mevcut değildir. ( şimdilik ağalığı, beyliği,
aşiretleri, büyük toprak sahiplerini, gerici dinci akımların etkisini
konu etmiyorum) Öyleyse doğal olarak, verilen ve verilecek olan ulusal
kurtuluş mücadelesinin, burjuva karakterli değil, sınıf içerikli bir
mücadele olacağını öngörmek pek de şaşırtıcı gelmemelidir.
Zaten böyle olmasa idi, emperyalist kapitalizmin ideologlarından,
hayata oportünistlikleri ile tutunan sahte sol gömleklilere kadar
herkesin ve aynı anda, sosyalist iktidarın önüne duvar örerken de,
ulusal sorunun çözümüne işaret ederken de hep demokrasiyi kalkan ve
örtü yapmaları, uzun bir geleceğin gerçeğini yansıtan önermelere aşırı
vurgu yaparlarken, sosyalizmi uzun bir geleceğin konusu olarak
dillerine dolayıp, demokrasi ile yatıp, demokrasi ile kalkmaları pek
anlamlı olmazdı.

Şimdi hayalperest yazarımızın "doğrudan demokrasi" rüyasının da
anlamını bu çerçevede bulduğunu görüyoruz ve Proletarya
Diktatörlüğünden neden korktuğunu, onun kapitalist düşüncelere
diktatör olduğunun, iktidarı alan işçilere ve emekçilere karşı yeniden
örgütlenme ve egemenliğini yeniden ele geçirme imkanlarına karşı
diktatörlük olduğunun bilincinde olduğunu ama kendisi de burjuva
rüyalar gördüğü için Proletarya Diktatörlüğüne hınç bilediğini, bunu
gizlemek için de, PD yi, burjuva Diktatörlüğü ile hatta Faşist
diktatörlükle aynı kefeye koyarken, işçilerin iktidar olmasına karşı
olmadığını ama işçi sınıfının hiçbir zaman iktidar olmadığını, iktidar
olanın, işçilere de diktatör olan partinin diktatörlüğü olduğunu döne
döne öncekilerin çığırtkanlıklarını aratmayacak denli haykırdığını
daha bir açıklıkla anlamış oluyoruz.
Böylece uzun yer kaplayan parantezimizi kapatıyorum.

Her ne kadar ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı diye
temellendirilen bir teori varsa da, bu sorun hep pratik olarak
çözülmüştür, anlık, bölgesel, milliyetlerin karakteri bağlamında.
Bunun bir reçetesi yoktur yani. Kaderini tayin hakkı da bir reçete
değildir. Ve şimdiye kadar pratik olarak çözülen bu sorunun çözümü
için daha geliştirici ve çözümü kolaylaştırıcı bir teori ortaya
konulamaz diyemeyiz. Ayrıca, ancak at gözlüğü ile bakanlar göremez ki,
bölgede sınıfsal temelde gelişecek bir çözümün sosyalizmle bağlı
olması, ulusal sorunu çözmekle kalmaz, aynı zamanda yok edebilir. Ve
eğer bu sorun emperyalizmin güdümünde, emperyalizm lehine çözülmek
isteniyorsa, öyleyse karşısına, dünya devrimini koyamayacağımıza göre,
bölge devrimini koymak çok mu ulaşılamaz görünüyor.
Ve nerden biliyoruz ki, emperyalistlerin programları gecikince açık
ettikleri telaşın, zaten anti-emperyalist ve anti-siyonist bir öfkenin
yükseldiği bölgede sosyalizm çanları çalacağından korkmadıklarını.

Ama kolaycılığa alışmışız ve veren ele müthiş bir kutsallık veriyoruz.
Bunu Kürtlere söylüyorum. Artık feodal tonlu veren el - alan el
ilişkisinden kurtulmak gerekiyor ve Kürt halkı son 25 yılda bundan
önemli oranda kurtulmuştur diye düşünüyorum. Şimdi veren ellerin
verdiklerinin önünde eğilmiyorlar. Kendi elleri ile aldıklarına da
sıkı sıkı sahip çıkacaklardır.
Bunları yazarken, Lenin'in bir makalesinin başlığı aklıma geldi; "
GERİ AVRUPA, İLERİ ASYA " şimdi, Türkiye geri, Kürtler ileri
konumdadır. Kürt insanı daha da yükseliyor. Acı gerçek mi isteniyor
işte acı gerçek. Ama bu acı gerçek atlanıp, bizi sosyalizmle filan
uğraştırma, zorsuz zahmetsiz, büyük devletlerin yardımıyla minik
devletimizi kuracağız diyorlar. Kim diyor, Kürt halkının iradesine
rağmen, onları Barzanilerin kucağına atmak isteyenler diyor. Kürt
halkı bunu demekten çoktan vazgeçti.
Daha önemli konuyu atlıyordum, değinmeden olmaz. Ulusların kaderinin
tayinini eğer Marksist- Leninist açıdan inceleyeceksek, bunu hukukla
bağlı olarak mı yoksa ulusal hareketlerin tarihi-ekonomik temellerini
inceleyerek mi yapacağız karar vermeliyiz. Lenin'le, Rosa arasındaki
polemiğin özü buradadır. Kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili
işkembei kübradan konuşmamak gerekir. Örneğin Polonya'nın bağımsızlığı
Marks'la beraber savunulurken, Lenin bunun geçerliliği olmadığını
savunmuş ve artık Polonya'da kapitalizm egemenlik kurmuştur diyerek
bunu neden savunulamayacağını ifade etmiştir.

Lenin, büyük Rusların milli gururuna gönderme yaparak, sermayenin
bütün tarihinin bir vahşet ve çapul, kan ve yolsuzluk olduğuna dikkat
çekerken, biz küçük milletlerin her ne pahasına olursa olsun, ayakta
kalmasını savunmuyoruz der. Küçük burjuva federal ilişkiler ülküsüne
karşı olduğunu söyler.

Bunu şunun için dile getirdim, gerçi yukarda Kürt halkının bu
onursuzluğu göstermeyeceğine olan inancımı belirttim ama yine de açmak
gerekiyor. O da şudur; bugünlerde, öncekini pekiştirmek üzere, sivil
anayasa adı altında ve Kürt sorununun çözümüne de bağlanarak,12 Eylül
rejiminin gitmesi gereken en son noktanın yolları döşenmeye devam
ediliyor.
Ancak, Kürt halkının, her ne pahasına olursa olsun, sermayenin bütün
kan ve vahşet taşıyan karakterine rağmen, onlardan gelecek bir
özgürlük sevdası ile Türkiye halkının sermayenin en azgın vahşeti ve
kan emiciliğinde köle olmasına göz yummaması gerekiyor.
Diğer yandan, ezen ulusun egemenlerinin kendi sıkışıklığının çözümü
içersinde, ezen devletin anayasasındaki bir değişiklikle ve tümüyle
emperyalizme dayanılarak elde edilecek bir devletçik kimseye fayda
getirmez. Ancak Barzanileri, Kürt feodal beylerini güçlendirir,
zenginleştirir, Türkiye'deki Kürt holdinglerinin anayurtlarında da
palazlanmasının yanı sıra, tekellerin, oligarkların, Türk halkının da,
Kürt halkının da tepesine daha katmerli binmesini getirir.

O nedenle, Kürt emekçi halkının kurtuluşunun, Türk emekçi halkı ile
beraber olacağına yürekten inananların uyanık olmaları gerekmektedir.
Şimdilik bu kadar, bitirirken, Kürt halkının üzerinde uçuşan
kelebeklerin, her şeyi gördüğünü, Kürt halkı ile Türk halkı arasında
bir sorun olmadığını hatırlatıyorum.

Ama Kürt egemenleri ile Türk egemenleri arasında da sorun yoktur. Tek
sorun, aralarına girenler vardır. En başta Kürt halkı. Pek yakında
Türk halkının da gireceği kesindir. Kürtlerin üzerinde uçuşan
kelebekler Kürt devriminin çiçeklerini saçarken, Türk devriminin de
çiçeklerini hazırlıyor. Çiçekler hem Kürtler, hem de Türkler içindir.
Halkı kastediyorum tabii. Barzan aşiretlerini de, Kürtlüğünden utanan
aydınları da, Kürt halkından uzak Kürt parlamenterleri de saymıyorum.
Sahte sol gömlekli Kürt aşkına yakalananları da saymıyorum. Onlara
çiçek taşımıyor kelebekler.

Devamı var, o kadar kolay kurtulamazsınız, daha açılım yapacağız,
herkesin açılımı varsa, Şeref Yıldız da açılım yapıyorsa, hatta Sezen
Aksu bile yapıyorsa, Zülfü'yü de unutmayalım, benim de açılımım olması
gayet doğal değil mi. Hatta cezaevinin müze olması yönünde imza ile
açılım yapan arkadaşlarımız da var. Onlara seslendim ama moderatöre
takıldım, sesimi duyuramadım.

Lenin'le, Lenin'in ulusal soruna bakışı ile ve Rusya'nın milletler
hapishanesinden kurtarılması ile hafızaları harmanlayacağım. Ya
Lenin'e sataşmamak ya da, Lenin'in ulusların kaderini tayin hakkına
yalan yanlış sarılmamak gerekiyor. Türkiye'nin Kürtlerine sahip
çıkacak olanlar emperyalistler değildir, onlar köleleştirmek için
sahip çıkmaktadırlar, Kürt halkının kardeşi olan Türk halkı ise,
onların kaderinin kendi kaderi olduğunun bilinciyle birlikte, onların
kaderine, kendi kurtuluşları için de sahip çıkmalıdırlar.
Çıkacaklardır.

Fikret Uzun
Eylül 20011

http://fikretuzunn.azbuz.com/blog/yazi/oku/5000000013137421/ORTADOGUDA--ULUS-DEVLETLERIN-KIMISINI-YIKIP-KIMISINI-KURMA--EMPERYALIST-PLANLAR


Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages