f.u.
unread,Oct 18, 2011, 7:40:58 AM10/18/11Sign in to reply to author
Sign in to forward
You do not have permission to delete messages in this group
Either email addresses are anonymous for this group or you need the view member email addresses permission to view the original message
to FiKRET UZUN YAZILARI
KONGRE GİRİŞİMCİLERİNİN ÜZERİNDE VİETNAM DEVRİMİNİN HAYALETİ DOLAŞIYOR
"Kürdistan devrimi, tarihler boyunca süren ağa şeyh ve aşiret
reislerinin çıkarlarına darbe indirmeye ve onların etkilerini
sınırlamaya başlamıştır. Bu, bunların sömürgecileri, sömürgecilerin de
bunları yeniden bulmalarına neden olmuştur. Bir düğüm oluşturuyorlar;
ağalar, sömürü ve etkilerini sürdürmek için hem sömürgecilerle ve hem
de tarikat ağalarıyla daha güçlü işbirliğine gidiyorlar. Her kılığa
giriyorlar, Türk yönetenleriyle Türk oluyorlar, Suriyelilere, 'biz
Araplığı temsil ettik' diyorlar. İşbirliği yapmayacakları kötülük
yoktur."
Bu sözler, aşağıdaki sözleri söyleyen, yani
"Benim Kürtlüğüm, Bedirhan'lara, Barzani'lere ( Talabani'lere) hiç
benzemez, arada çok büyük farklar var. Aslında ben Kürtlüğün bittiği
noktada ortaya çıktım. Benim aile koşullarımda Kürtlük artık bitiş
noktasındadır. Ben bu bitişi görüyorum ve o noktadan yani halk olarak
biten Kürdün o noktasından bir çıkış yapıyorum. Bu çok açık bir
gerçekliktir. Çünkü ben Kürmanc kesiminden sayılırım ve Kürmancım da.
Hollandalı yazar, Martin Bruniessen'in dediği gibi, Kürmanc, aşiret
bağlarının çözüldüğü, aynı zamanda güçten kuvvetten düşmüş Kürt
oluyor. Sanırım buna, aşiret ve serflik ilişkilerinden biraz kopmuş,
aile çevresinde de olsa bir emek sürecine girmiş yoksul köylü de
diyebiliriz. İşte benim Kürtlüğüm böyle bir tanıma dayanıyor." Diyen,
Kimine göre "bebek katili", kimine göre "başkan", kimine göre "MİT
ajanı", kimine göre "ABD ajanı" kimine göre "Kürt halkının önderi",
kimine göre ise "Kürt sorununun BOP çerçevesinde çözümü için kilit
isim" olan Abdullah Öcalan'a, yani namı diğer Apo'ya aittir. Tarih
1990lı yılların başıdır.
Buradan hareketle, Kürt sorununun çözümünde, herkesin dâhil olduğu bir
tarafın illaki olduğunu söyleyerek başlayabiliriz. Belki de böylece,
Kürt ulusal hareketi üzerinden her türlü oyun oynanırken gerçek
rengini bulmasından uzaklaşılması veya gerçek renginin bulandırılması
kolay olmaktadır. Deyim yerinde ise, her bir kişinin gönlüne göre bir
Apo düşüyor neredeyse.
Son medyaya yansıyanlara bakılırsa, en çok ilgilenen ise 12 Eylül
rejimini en son noktasına taşımaya çalışan ve ABD nin BOP çerçevesinde
eş başkanı olmaktan gururla söz eden ve dahi, son olarak da, terörle
mücadelede ABD ile eş başkanlık koltuğuna oturmuş olan ve şimdilerde
Deniz Feneri soruşturması ile epey bir sıkıntılı anlar yaşayan hükümet
ve adamlarıdır. Bu ilgi çerçevesinde yine medyanın yansıyanlardan
aktardıkları kadarıyla, görüşme Apo ile yapıldığına göre ve elbette
bir süredir uzun bir zaman saklanan Apo'nun yol haritası internete
bile düştüğüne göre ve elbette orada Apo'nun ortaya koyduğu haritanın
gösterdiklerine göre, Kürt ulusuna bir yol açıldığı muhakkak ama
ulusun hangi tarafına ve nasıl bir yol olduğu ise akıl taşıyanların
bulması gereken bir noktada ve çok kolay görünecek bir noktada.
İşte o nokta, işareti çok önceye dayanan ve denenerek birilerini
ürkütüp, erken davranmaya ve rol çaldırmaya iten Kongre girişimidir.
Bu noktaya, yine Apo, yine 1990lı yıllarda bakın nasıl işaret ediyor.
"...özellikle Körfez Savaşı öncesinde, Körfez savaşı ortaya çıkınca Kürt
politikasının geliştirilmesiyle Barzani-Talabani Kürtçülüğüne el
atıldı. Bu eskiden de vardı ama daha bir öne çıkartıldı. Burada
kalmadı. Bunun Türkiye uzantısı olarak, sahte bir Kürt partisi
yaratılmak istendi. Barzani-Talabani oluşumunu Türkiye'ye aktarmak,
MİT içinde uzun boylu tartışıldı. Buna karşı, hem PKK nin ezici
üstünlüğünün bunu önleyeceği, hem de HEP örneğinde olduğu
gibi,'devrime hizmet' edeceği değerlendirmesi yapıldı. Vazgeçildi.
Vazgeçildi ama bunlar, ideolojik soluklanmalar oldu. Hizbullah, bütün
bunların sonuç vermemesi üzerine varılan duraktır. Yalnız burada, bu
soluklanmalar içinde, Türk soluna da roller verildiğini eklemem
gerekiyor." Evet, böyle diyor ve devam ediyor;
" PKK nin yükselişiyle birlikte, eğer Dev-Yol direnişi de gelişirse, o
zaman devrim olur kaygısıdır ve bunların da, devrimin kendi
devletlerinin çözülüşü anlamına geleceğini gören küçük-burjuvalar
olduğudur. Bunlar kendi devletlerini zarara sokmak istemedikleri için,
eskiden yaptıklarından pişman olarak, yerlerine oturdular. Bu da,
soldan bir soluklanmadır. Bir bloktur. Dev-Yol kitleseldi, devrimci
direnişin birdenbire bu kadar susması ve halen bir takım sahte
arayışlarla kendi kitlesini aldatması düşündürücüdür. Bunu anlamak
zorundayız.
Aydınlar veya Türkiye solu diyelim, devletine zarar vermemek temelinde
anlaşmışlardır. Bunun karşılığında devlet de onları ödüllendiriyor.
Şimdi birçokları da para ve güç sahibidir. Onun için onların ihtiyacı
devrim değildir. Bunlar artık devrim sözcüğünü kirletmesinler. Bu
aydınlar artık devrim, sol, sosyalizm sözcükleri ile oynamamalıdır. Bu
sözcükle oynamaları, devrim kapısını kapama anlamına gelir. Bu ise,
sübjektif niyetleri ne olursa olsun, objektif olarak ajanlık durumunu
kabul etmektir. Eski solcular, bu tür söz oyunlarıyla 'bu iş bizden
sorulur' demek istiyorlar. Devlet bundan memnundur. Bunları yeni
gelişmelerin yolunu kapatmamaları karşılığında bir takım kırıntılara
boğuyor."
Bununla da kalmıyor, şöyle devam ediyor;
"Daha tehlikeli diyebileceğim bazı yansımalardan söz etmek istiyorum.
Görünüşte devlete karşı sert duran bazı örgütlerin ve yine görünüşte
Kürt meselesine aşina bazı çevrelerin, PKK yükselişi üzerine bir
yüksek platformda oynamak durumuyla karşı karşıya geldiklerini
görüyorum.
Bunlara küçük burjuva reformizmi, radikalizmi, bambaşka isimler de
verilebilir. Bunlar ayrı, ancak şu açık; kesinlikle PKK ye dürüst
yaklaşmadılar. Yaklaşmamaktadırlar.
Dev- Yol örneği ya da yolu, PKK devrimciliği karşısında devletin
kabuğuna yapışmaktır. Bir de bunun öbür ucu var. Bunlar bir adım ileri
atarak,'biz PKK den daha iyi eylem yaparız, biz PKK den daha ileri
Kürtçülük yaparız' bakışını temsile diyorlar. Ama dürüst değiller.
Böylece PKK bitecektir ve ortalık yine kendilerine, geri çizgilerine
kalacaktır.; bu hesabı yaptılar.
Bunlar PKKye sağlıklı bakamayanlardır. Bunlar "PKKyi nasıl boşa
çıkartırız, PKK yi nasıl bitiririz" hesabı içindedirler. Bu hesap
devlet hesabıdır. Çünkü PKK yi bitirmek, devletin kapsamı içindedir ve
devletin en belli başlı hedeflerinden birisidir. Solcu görünüyorlar,
ancak PKK yi bitirme yolunda devletin hesaplarıyla birleşiyorlar.
Devlet,'PKK geride kalsın, siyasileşsin' diyor. Bu,'PKK çözülsün,
bitsin' demektir. Bu esas politikadır. Diğerleri bu esas politikaya,
başka yollardan yaklaşıyor.
Cepheden saldıranlar da var, 'PKK nin bütün eylemleri aşırıdır' deyip,
saldırıyorlar.
Soldan hücuma geçenler de var. Bunlar, öncekinin tam tersine, PKK yi
yeteri ölçüde devrimci ya da solcu bulmayanlardır. Bunlar
da,'bizimkiler şöyle devrimcidir,' demek için, PKK yi yetersiz
göstermek için eyleme çıkıyorlar.
Hepsinde bir 'Kürdistan devrimi' ve bir 'PKK değerlendirmesi'
eksiktir. Bunu yapamıyorlar. Bu açıdan ben bunların hepsinde bir bilim
namusu da göremiyorum.
PKK' nin yükselişi ile birlikte, tencere yuvarlandı kapağını buldu.
Eski solcular, tekrar devletin kabuğunun altına çekildiler. Buna
devletin sol kesimi diyelim.
Özellikle 1986 daki 3. kongre ile PKK nin kendini yeniden hem
ideolojik olarak çözümlemeye tabi tutması, hem pratik hazırlıklarla
1987 ye girmesi üzerine, devlet olağanüstü hal yöntemine yöneldi.
Koruculuk daha da pekiştirildi. Aşiretler tekrar silahlandırıldı.
Geleneksel Kemalist ideoloji yerine tarikatlar ideolojisi oldukça
desteklendi. Bunun yanında spor sanat vb. etkinlikler bu amaçla
kullanılmaya çalışıldı. Giderek ideolojik bloklanmayla birlikte bu
"özel tim" benzeri militarist örgütler devreye sokuldu. Bunun en son
aşaması olarak Hizbullah düşünüldü. Hizbullah da bir militarist
örgütlenmedir. Onunla hem ideolojik, hem askeri olarak kontrol altına
alınmak isteniyor. Devletin kuşatmaları, bloklanmaları bu temeldedir.
Fakat bütün bunların da yetmediği ortaya çıkınca, düpedüz işbirlikçi
Kürtçülüğü saldırıya geçirtti. Özellikle bu Güney savaşında çok net
ortaya çıktı. Barzani Kürtçülüğü daha gelişmiş bir koruculuk sistemi
olarak rolünü yerine getirmeye başladı.
Türk devletinin zaten zor durumda olduğu anlaşılıyor. Çok donandığı
zaman rahatlıkla kendisine de yönelebilecek bir Hizbullah'ı şu anda
bir bakıma bize karşı kullanıyor. Kendisi için İran tehlikelidir.
İran'la rahatlıkla anlaşabiliyor. Bu da PKK tehlikesinin kendisi için
ne kadar acil tehlike olduğunu gösteriyor. 'Kürt Federe Devletini'
bize karşı bir saldırı gücü ilan ettirdiler. Şimdi biz, bir 'Kürt
Federe Devletini', Türk devletine doğurtmuş oluyoruz.
Devletin kendisi bir Kürt devleti kurmaya öncülük etti, onu
destekledi!" diyor.
Apo,1990 lı yılların başında başka şeyler de söylüyor; Şöyle diyor:
" ...Yani Doğu cephesi gelişmeden Batı cephesi gelişmez ve doğu cephesi
geliştikçe Batı cephesi de gelişir. Batı cephesinin gelişmesi, devrimi
son derece radikalleştirir ve Kürt gerçekliğini oldukça açığa çıkarır.
Bu da uluslar arası çapta büyük bir genişlemeye yol açabilir. Yani
gerçekten Türkî Cumhuriyetler meselesi, devrimci tarzda, çok daha
köklü bir federasyonlaşma içine gidebilir. Ancak bunun için bu
noktanın aşılması lazım.
Birbirine bağlıdır, iç içedir.
Bunu aştığımız zaman PKK olayı, Kürdistan Federasyonu olayını ve
buradan da Ortadoğu Cumhuriyetler Birliğini önemli oranda teşvik
edebilir ve ana karargâh rolünü oynayabilir.
Eğer Kürdistan, Türkiye'yi Federasyona uğratırsa, diğer Türkî
cumhuriyetleri de federasyonlaştırma ihtimali artar.
Federasyonlaşan Türkî Cumhuriyetler demek, federasyonlaşan Kafkasya
demektir. Federasyonlaşan İran demektir. Federasyonlaşan Arabistan
demektir.
Ve gerçekte büyük bir Ortadoğu federasyonu demektir.
Bir başlangıçtır, Kürdistan Federasyonu, Anadolu Kürt federasyonu
zincirleme olarak gelişecektir. Kafkas federasyonu, Orta Asya
Cumhuriyetleri federasyonu,
İran Federasyonları,-Arap Devletleri zaten federasyon niteliğindedir-
zincirin devamı ve diğer halkalarıdır."
Evet, böyle diyor ve arada şu vurguyu yapıyor:
"Bunlar bana, bizim Botan-Behdinan hükümeti ve ulusal meclisimize
dayatmalar gibi geliyor. Devrimci içerikli olan yerine, işbirlikçi
olanlar ikame edilmek isteniyor. Bu açıdan anlamakta yarar vardır, 40
yıldır bu Güney Kürt hareketi vardır, bunların aklına hiçbir zaman
meclis ve hükümet kurma gelmedi. Hep 'otonomi, otonom' deyip
gidiyorlardı. Ne zaman ki biz, Botan -Behdinan hükümetini veya ulusal
meclis fikrini ortaya attık, bunlar, hızla meclisi de kurdular,
ardından, siyasi-askeri etkimizin oldukça geliştiği bir aşamada,
federe hükümeti de ilan ettirdiler. Bunların gerçekten emperyalizme
bağlı önemli dayanakları var. Öyle anlaşılıyor ki, Kürdistan'daki
devrimsel gelişmenin PKK somutunda partileşmemesi kaçınılmaz gibidir.
Bir tarafta özel savaş politikalarıyla her türlü özel savaş
yöntemleriyle imha planları var, diğer taraftan, bu sahte oluşumlar
devreye sokuluyor. Çekiç Güç de bunun bir parçası oluyor."
Bir de şu dedikleri var, ilginçtir ve bu ilginçliğin bu gün de devam
ettiğini görmekteyiz, medya gösteriyor:
"Hiç şüphesiz PKK ortadan kalkmaz, mesela hâlâ Ferhat için 'Osman
Öcalan esir midir, teslim midir?' tartışması yapılıyor. Hâlâ 'bu
Ferhat işbirlikçiliğe yatabilir mi? Eğer yatarsa, tam olarak Talabani-
Barzani kanalıyla ehilleştirebiliriz.' deniyor. Yine Apo, Suriye'de;
'acaba oranın eliyle etkisizleştirilemez mi?' veya 'Acaba silahlı
direnişten vazgeçirilip ehlileştirilebilir mi?' ya da, 'sadece bazı
siyasi kazanımlarla yetinebilir mi?' tartışmaları geliştirilmek
istendi, hâlâ isteniyor. Halen işte 'PKK çökertildi mi, çökertilmedi
mi?' sorusu soruluyor. 'PKK silahlı mücadele yapabilir mi, yapamaz
mı?' işte 'İç operasyon, iç hareket başarıldı mı?' diye bu konularda
psikolojik bir savaşla sonuca gidilmek isteniyor. Ama gelinen nokta,
aslında beklenmedik biçimde meclisle, Güney Kürdistani Cepheyle, onun
hükümet oluşumuyla bir ilişkiye geçme politikasına yönelmemizdi. Bu
politika halen devam ediyor. Hem çatışma var, hem ilişki var.
Özellikle bunu anlamakta, değerlendirmekte zorlanıyorlar.
Nerden bakılırsa bakılsın, meclisleşme, kongreleşme Kürtler açısından
bir zarurettir, siyasi boşluğun giderilmesidir. Pek öyle ahım şahım
kongre olmayabilir. Fakat gittikçe siyasi planda etkili bir kurum
olacaktır."
Apo'nun dedikleri, şüphesiz bunlarla sınırlı değil, aşağıya aktardığım
uzunca alıntıdakilerle de sınırlı değil ama bu gün olanları
anlamamızda önemli ipuçları vermesi ve bu gün önce Avrupa
parlamentosuna gönderilen ve Kürt halkından da, Türk halkından da
saklanan yol haritasında söyledikleri ve geldiği nokta dolayısıyla
tıpkı çatı partisi girişiminde olduğu gibi onca kıyamete karşın, bir
arpa boyu yol alınamadığı gibi bir kadere yolculuk başlatacak olan
kongre girişiminin kıymetinin veya kıymetsizliğinin harbiyesi
anlaşılabilir.
Ancak şunu da eklemeliyim ki, eğer bu yol haritası emperyalistlere
birebir uygun adım sağlayacak bir yol olsa idi, şimdiye çoktan adım
atacak olmalarının aşikâr olması bir yana, yeni bir duruma işaret
olmadığı ama bu yol haritasına bağlı kalıp, bu haritada çizilen yolu
başka taraftan açmak için şartların olgunlaşmasını bekledikleri veya
olgunlaştırmaya çalıştıklarını anlamak için pek fazla zeki olmaya
gerek yoktur. Yani özetle, daha önce denenenler Apoya rağmen ve ona
dayatılanlar iken, şimdi Apo içinde Apoya dayatılanlar olmaktadır.
Ortaya saçılan MİT- PKK görüşmelerinden anlaşılan da budur.
Aponun yol haritası olarak çizdiği çerçeveye yerleştirdiği ifadeleri,
hem de feylesofça yerleştirdiği ifadeleri, kimi törpülenmesi gereken
noktalar olsa da, ABD nin ve 12 Eylül faşist rejimini başka bir evreye
taşıyan yeni 12 Eylülcülerin, bu, Kurulu düzeni temellerine dokunmadan
aşırılıklarından arındırmak olarak özetleyeceğimiz bir sosyal ve
siyasal reform programı pek çok hoşuna gitmiştir mutlaka.
Öyleyse, Kongre Girişiminin, hüsranla yerinde sayacağı bir yana, tam
da emperyalist emeller doğrultusunda çizilmiş bir yolun inşaatının
karargâhı olacağını söylemek kâhinlik olmayacaktır. Ama artık rüzgârın
emperyalist ABD nin istediği yönde esmediğinin de bilinmesi gerekir.
Bu noktada, Aponun emperyalist ABD-AB ye sunduğu ama hem Kürt
halkından, hem Türk halkından uzun süre saklanarak el konulan ama
üzerinde epey bir çalışıldığı anlaşılan yol haritasının gizemli
yollarında ortaya döktüğü felsefi-politik öngörülerini kısaca da olsa
ele alacağız elbet, ele almak gerektiğine inanıyorum, ancak ele
almadan önce, aşağıya aktardığım Apo'nun 1990 lı yılların başında ve
kendi ifadesiyle "düşmanı ürküten" gelişmeleri dillendiren
ifadelerinden uzunca bir alıntıya, yukarda da dikkat çektiğim
aktarmaları tamamlayıcı olarak incelenmesinin yararlı olacağından
hareketle öncelik vermek istiyorum.
İşte Apo'nun dilinden ve 1990 lı yıllardan Kürt ulusal hareketinin
gerçeğine dair söylenenlerden bir demet daha... İyi incelenmesini ve
ardından devam edeceğimiz yol haritası üzerinde gezinirken nereden
nereye geldiğimizi, kimlerin nereden nerelere geldiğini anlamak üzere
hatırlanılmasını dileyerek aktarıyorum.
"Doğuda yenilen Türk devleti, Batı'da da yenilmiştir. Doğu'da çözülen
Türk devletinin, Batı'da yaşama şansı yok denecek kadar azdır. Bunu
derin tahlillere, kanıtlamaya gerek yoktur. Çok iç içe geçmiş iki halk
söz konusudur. Günde bin bir ilişkiyle birbirlerine bağlı yaşıyorlar.
Doğu'daki PKK devrimi, Batı'ya çok hızlı yansıyor. Bu anlamda
söylüyorum, söylediklerimin aynı şekilde bölge için de benzer aynı
anlamları olacaktır. Çünkü her ülke, Kürdistan'ı kendi malı sayıyor.
Kendi malı saydıkları Kürdistan'ın devrimi, onların da devrimleri
olacaktır.
Ben onun için 'Kürdistan'ı bırakmamaları biraz hoşuma gider' diyorum.
Bırakmasınlar ki, Kürdistan devrimi de onları bırakmasın!
Bu konuda korkacaklar ve bir yanılgıya girecekler. Bu sefer 'PKK bizim
öz malımız olmasın' diye tersinden bir yaklaşıma girerler. Şimdiye
kadar hep 'ayrılıkçı, ayrılıkçı' diye, dıştalama havasındaydılar.
Şimdi de, 'PKK üçümüzün' diyecekler. Bu açıdan ben Kürdistanı
bırakmamalarını çok olumsuz görmüyorum. Varsın hep kendilerinin
saysınlar, o zaman devrimi de kendilerinin sayacaklardır. Kürdistan
devrimini, kendilerinin, kendi halk gerçeğinin içine dâhil etmiş
olacaklardır. Bu da iyi bir gelişmedir. Kürdistan bu anlamda, en yoğun
enternasyonalizmi yaşayacak yer oluyor. Hatta bunu, yalnız komşu
ülkelerin sömürgeciliği için söylemeyelim. Örneğin Almanlar, en az
Türkiye kadar kendisinin olarak görmek ister. Amerikalılar,
İngilizler, Fransızlar en az Türkiye kadar Kürdistan'da ilgi
sahibidirler. Bu ne demektir? Devrime ve onun etkilerine,
dönüşümlerine de açık olsunlar, demektir. O açıdan, İsmail (Beşikçi)
hocanın, 'uluslar arası sömürge' diye bir tabiri vardır. Bu aynı
biçimde,'uluslar arası devrim' diye de değerlendirilebilir. Madem
uluslar arası sömürge, madem insanlığın hem bu kadar unuttuğu, hem de
yüzde yüz kendi malı saydığı bir yerse; devrimi de o kadar uluslar
arası ve o kadar insanlığın malı olacaktır.
Bu kadar malı mülkü olarak gördüklerine göre, gerçekleşecek devrimin
de o kadar kendi devrimleri olduğunu bileceklerdir. Bundan da biz
rahatsızlık duymuyoruz.
Bakıyoruz, ulusal kurtuluş savaşımız en önemli ve sonuç alıcı bir
döneme girerken, birdenbire 'Hizbullah' diye bir oluşum ortaya çıktı.
Tarihin bu gerçekleri ışığında başımıza musallat edilen bu 'Hizbullah'
maskesi altındaki oluşum nedir? Zaten konuyu tarihsel olarak ele
alışımızın nedeni de, buna açıklık getirmek içindir. Günümüzde çok
karmaşık bir durum ortaya çıkmıştır. Reel sosyalizmin çöküşü ile
birlikte komünizm hızla gözden düşürülmeye çalışılıyor. Aslında Rus
deneyiminin, ne kadar komünist olduğu bu gün daha iyi görülüyor,
tartışılıyor. Ne zaman komünizmden uzak düşmüştür? Ne zaman
emperyalistleşmiştir? Veya emperyalist özellikleri nelerdir? Bunlar
tartışılıyor. Ve reel sosyalizm bu gün etkisini yitirmiştir. Özellikle
TKP eliyle yaptığı tahribatlar tehlike olmaktan çıkmıştır. Yine sosyal-
Şovenizme karşı mücadelenin haklılığı da anlaşılmıştır. Ve bu mücadele
başarılmıştır. Dolayısıyla bu kanaldan gelebilecek tehlike artık fazla
söz konusu olamaz. Çünkü bunun mücadelesi iyi verilmiştir ve
başarılmıştır.
Bu ilkel milliyetçilik için geçerlidir. KDP'ler (Kürdistan Demokrat
partisi) biçiminde dayatılan ilkel -milliyetçiliğin MİT ile birleşmiş
KDP'cilik olduğunu biliyoruz. Daha 1970 lerde bazı Kürt dernekleri
eliyle dayatılmak istendi. DDKD, KUK, ÖY vb. bir sürü Kürt grupçuğu
eliyle ilkel milliyetçiliği egemen kılmak istiyor. Fakat Kürdistan
devriminde ilkel milliyetçilik de teşhir ve tecrit edilmiştir. Yirmi
yıldır bunlara karşı çok kapsamlı mücadele verildi. Bunların çok
çeşitli fraksiyonları ortaya çıktı. Ama en temel güçleri yine de
Barzani-Talabani idi.
Evet, Barzani'ye dayalı Özgürlük Yolu da günümüzde kendisine sosyalist
parti diyor. Ekolü o güçlendirdi. Sömürgecilik, Rızgari, Ala Rızgari,
KDP, KUK, KAWA vb. adlar altında etkili olmak istedi. Ama bunun eski
kökü, feodal-aşiretçi güçlerdi. Ve bunlar, bir de Türk milliyetçiliği
ile irtibatlıydılar. Özellikle de Türk MİT'i ile irtibatlıydılar. Tüm
bunlar, tutarlı yurtseverliğin, devrimci yurtseverliğin gelişmesini
elbirliğiyle boğmak istiyorlardı. PKK bunlara karşı da çok tutarlı bir
mücadele verdi. Bunların ağa-şeyh-aşiretçi güruhu teşkil etmeleri, öte
yandan Kürdistan'ın sosyal temelinin emekçi olması gerçeği 1970lerin
ortalarından itibaren bizim halkı kolay aydınlatmamıza ve bunları
tecrit etmemize olanak verdi.
Kısacası, ikili mücadele verildi. Ve bu ikili mücadele hem Türk
milliyetçiliğini ve hem Kürt ilkel milliyetçiliğini, Kürdistan
halkının içinde, teşhir ve tecrit etti. Bilindiği gibi, PKK nin
ideolojik egemenliği bu mücadele sonucunda belirlendi. Aynı zamanda
PKK nin güçlü bir siyasi doğrultuya girmesi de bu ideolojik
mücadelenin başarılması temelinde gerçekleşti. Dolayısıyla 1980
sonrasında gerillaya doğru askeri açılımlara yönelmeye çalıştığımızda,
karşımızdaki ister sosyal şovenizm olsun, ister ilkel milliyetçilik
olsun ve isterse Türk milliyetçiliğinin çok çeşitli biçimleri olsun,
cevabını almıştır. 15 Ağustos atılımı, çizgimizin ideolojik ve siyasi
temelde bu akımlara karşı başarılı olmasıyla gerçekleştirilmiştir. Hiç
şüphesiz, bu tarihi adım, aynı zamanda diğer birçok çabaların ürünüdür
ama bu ideolojik başarı sağlanmadan 15 Ağustos atılım'ına ulaşmamız
düşünülemezdi. Bu temelde, savaş,1992 lere gelindiğinde, yaratıcı
sosyalizmin seçkin bir örneği oldu. Ve bu, tüm karşı güçleri yerle bir
etmiştir.
Egemen burjuva milliyetçiliği, bu temelde Özel Savaş'ı tırmandırıyor.
12 Eylül faşizmi, özellikle onun açık cephesindeki çok yoğun
saldırısını yürüttü. Fakat 12 Eylül rejimi, Kürdistan'daki özel
savaşta sadece askeri araçlarla yürütülen çıplak savaşımın
yetmediğini, ideolojik-siyasi biçimlere ihtiyacı olduğunu fark etti.
Öte yandan PKK nin de özellikle ilkel milliyetçiliği işlemez duruma
getirdiğini anladı. Sosyalizm maskesi altındaki sosyal-şoven grupların
safları bulandırmasının etkisizleştirildiğini gördü. Bu silahlarla
artık PKK ya karşı savaşamayacağını veya Kürdistan UKM 'ne karşı,
bunlara dayanarak mesafe alınamayacağını iyi biliyordu.
Peki, elinde geriye ne kaldı? Tekrar eski silah! Bin yıllık saldırı
silahına tekrar sıra geldi. Kürt toplumunun geri özellikleri,
mezhepler, tarikatlar eliyle çok yönlü parçalanmışlığı sonucu 'din
silahını bir kaz daha kullanalım' dediler. Zaten Özal tarikatçılığı,
Evren'in dinciliği boşuna değildir. Böylelikle yayılmak, Türklüğe
atılım kazandırmak isteniyor. Bu, eski ideolojik silaha sarılma,
anlamına geliyor.
Sonuçta bildiğimiz gibi,12 Eylül döneminde tarikatlara olağanüstü ilgi
gösterildi. Ve mali destek verildi. Bu konuda, özellikle Suudi'nin
desteği alındı. Gördüğümüz gibi, Batman, Diyarbakır, Urfa, Silvan gibi
yerleşim merkezleri, önemli Kürt şehirleri, böyle tarikat yuvaları ile
dolduruldu. O pansiyonlarda,7 yaşındaki çocuklara gece gündüz o
doğmalar ezberletilerek, kendi ulusal, toplumsal gerçeklerini inkâr
ettirmek için ne lazımsa o yapıldı. Bu, tıpkı Osmanlı dönemindeki
Yeniçeri Ocakları'nda Hıristiyan çocuklarının Türkleştirilip,
Müslümanlaştırılması gibidir.
Kemalizm bunu daha önce Dersim'de katıksız Türkleştirmek için
uygulamıştı. Dersim katliamı sonrası, Yeniçeri ocaklarını geride
bırakan bu uygulamayla toplanan çocuklar Türk'ten daha Türkçü olarak
yetiştirildi. Bugün hâlâ bunlardan bazıları bakandır, generaldir. Dört
dörtlük Türkçüdür. İşte bunlar, imha sonrasında okullarda yoğun
asimilasyon sonucu gerçekleştirildi. İşte tarikatlar da bu şekilde
insanları kendi ulusal gerçeklerine ihanet ettirip, bir hain olarak
yetiştiriyor.
Rusya'da bir Karayüzler ırkçılığı vardır. Bunların, Hizbullah'ın da
böylesi Karayüzler ırkçılığını tam ispatlayacağız ve gerçeklerini
ortaya koyacağız. Bu nitelikte olanların Türk ırkçı örgütleri olduğunu
söylemeliyiz. Bunlar dört dörtlük Türkçüdürler. Kürtlüğü ağızlarına
bile almazlar. Kürt denince, 'bu ırkçılıktır' derler. Gözü kara
Türkçüdürler. Kemalist aydınların bazıları bile -örneğin bir İlhan
Selçuk- Kürtleri tam inkâr etme gereği duymazlar.
Demek ki ortada bulunan tarikatlara İslam tarikatı demek yerine, İslam
maskesi altındaki gözü kara, yüzü kara veya kendisi kara kısaca
Karayüzler, Türk şoven örgütleri demek gerekiyor.
Nakşîcilerin, Süleymancıların, Nurcuların hepsinin para kaynağı bu
rejim ve karanlık güçler değil mi? Türkse, Türkler, Arapsa Araplar,
Farssa İran veya solcu ise bilmem hangi güçler bu parayı niçin
veriyor?
Orta yerde işkenceler var, bir ülkenin harabe haline getirilmesi var;
bir halkın dilinden, dininden, kültüründen tutalım, her türlü
değerinin soykırımı var. Niye bu halka yardım yok da, ulusal
inkârcılara, milli gelişmenin hainlerine bu kadar para var?
Meseleye böyle politik bakmak gerekiyor.
12 Eylül rejimini çok iyi değerlendirmek gerekir; tarikatçılık ve
tekkecilik yapmıştır. Evren ve Özal tarikatçılık ve tekkecilik
politikasına öncülük ettiler.
Sadece Sünni kolunda değil, Alevilik cephesinde de yaptılar. Bir sürü
sahte Alevi dedesi çıkardılar. Derneğini kurdurdular. Evren ve Özal,
hem Alevicilik yaptılar, hem de Nakşî tarikatını desteklediler.
Yaydılar. Hepsini hem yurt içinde hem de yurt dışında örgütlediler.
Açıkça niyet şuydu; Kuzeyde Aleviliği, güneyde tarikatçılığı
örgütleyerek mücadelemizin önüne geçmek istediler. Bu konuda özel
bakan bile buldular. Özal döneminin içişleri bakanı Abdükadir Aksu,
Kürdistan'daki en büyük Nakşîciydi. Bu gün de emekçilerin saflarındaki
Alevi etkinliğini istismar etmek için, sosyal demokratlardan aslen
Dersimli olan M. Moğultay'ı bakan yaptılar. En üst düzeyden en alt
düzeye kadar buna benzer bir yığın çıkar şebekesi harekete geçirildi.
Aleviliğin eğer bir devrimci özü varsa, onu en iyi biz temsil
ediyoruz. Eğer İslam'ın bir devrimci özü varsa, onu da en iyi biz
temsil ediyoruz. Hiçbir tarikatın, mezhebin, bu alanda söyleyeceği iki
kelime bile yoktur. Çünkü onlar, Kürt halkını yüzüstü ve yalnız
bırakmışlardır. Baştan beri iddiamız buydu ve bu temelde sözü fazla
uzatmadım, onların üzerine gidiyorduk. Bu nedenle de her tarikattan,
her mezhepten insanı, saptırılmamış, düzene bağlanmamış her insanı,
hızla saflarımıza çekebildik ve ciddi hiçbir zorlukla karşılaşmadık.
Özellikle 1990'lardan itibaren serhildanlarla ve gerillanın daha da
gelişim göstermesiyle Kürdistan topyekûn PKK nin egemenlik sahası
olmaya doğru gitti.
Bunlar şunu gördüler; yüzyıllardan beri halkı aldatarak, mezhep adına,
sultanlık, cumhuriyet, tarikat adına muazzam çıkar sağlayabilirler
öyle bir yapı oluşturmuşlar ki, yüz bin üyeye sahip olduklarını
söylüyorlar. Evet, Nakşî şeyhlerinin bazıları buralara geldiler. Her
üyeden alacakları paraları milyarlar yapıyor. Beş-on milletvekilleri,
bir-kaç bakanları var. Onlara karşı tavır alınması durumunda, bunlar
elden gidiyormuş ve bu nedenle dehşete kapılmışlar.
Öte yandan Alevicilik de Avrupa'yı sarıyor. Bir sürü seyidin, dedenin,
pirin bazı çıkarları, karşı tavırdan dolayı sarsılıyor. Bu akım, ta
oralara kadar devletin de yardımıyla taşırılıyor. Daha bir sürü başka
tarikatlar da vardır. Her bölge, her vilayet bir tarikatın etkisi
altına çekiliyor. İnsanları tanınmaz hale getiriyorlar. Bir çocuk dahi
bırakmadılar. Tümünü böyle kör edercesine, onlardan en fanatik
kişilikleri ortaya çıkardılar.
Kürdistan devrimi, tarihler boyunca süren ağa şeyh ve aşiret
reislerinin çıkarlarına darbe indirmeye ve onların etkilerini
sınırlamaya başlamıştır. Bu, bunların sömürgecileri, sömürgecilerin de
bunları yeniden bulmalarına neden olmuştur. Bir düğüm oluşturuyorlar;
ağalar, sömürü ve etkilerini sürdürmek için hem sömürgecilerle ve hem
de tarikat ağalarıyla daha güçlü işbirliğine gidiyorlar. Her kılığa
giriyorlar, Türk yönetenleriyle Türk oluyorlar, Suriyelilere, 'biz
Araplığı temsil ettik' diyorlar. İşbirliği yapmayacakları kötülük
yoktur. Yalnız burada bir nokta var. Kürt ağaları Sünnidir. İran ise
Şiidir. Bu nedenle arada böyle bir olumsuzluk var. Türk milliyetçiliği
bu olumsuzluktan yararlanmak istiyor. Hizbullahçılığın bir koluyla
İran'a dayanmak istiyor.
Hizbullah boşluk doldurmak için çıkartılan bir oluşumdur.
Türk milliyetçiliği, bunun maskeli biçimi olan sosyal-şovenizm
etkisini yitirince, Kemalizm Kürdistan'dan kovulunca, bu boşlukta,
yeni bir ideolojik saldırı silahı olarak, PKK ye karşı vurucu temelde
yaratılan Kürdistan'daki eski tarikatçılık, mezhepçilik temelinde
oturtulan işbirlikçi bir düzenlemedir. Sonlarının geldiğini gören Kürt
işbirlikçileri, Hizbullah'ın yardımcılarıdır. İran devriminin
oluşumundan yararlanmak isteyen bir oluşumdur. Her örgütte inanmış
insanlar olur ve azınlıktadır. TKP içinde bile inanmış komünistler
olmuştur."
Evet, Apo bunları söylüyordu ve yıl 1992 veya 1993
idi.
Şimdi yıl 2011'i üççeyrek geçmiş ve hızla 2012 ye, kimilerinin
kıyametin geleceğini ve insanlığın kurtuluşu için gökten Mesihin
ineceğini söylediği, kimilerinin ABD emperyalizminin iflasının ilan
edileceğini söylediği, kimilerinin ise YDD yi gerçekleştirerek
Amerika'nın bütün dünyaya demokrasi getirerek insanlığı kurtaracağı
yılın geri dönüşümsüz hızlanacağı yıl olacağını söylediği ama bir de
emek sürecinin söyledikleri var, onun ise es geçilmeye devam edeceği
yıla girilmeye başlanmıştır.
Bu yılın en belirgin fotoğrafının ise, Emperyalist ülkelerin ve
kuyruğuna takılarak kurtulacağı hayaline kapılmış olan ülkelerin
üçüncü ve tehlikeli bir kasırganın etkilerine maruz kalmış olarak ve
bu etkilerin yaratacağı tahribatı, ezilen ve sömürülen kategorisindeki
kitlelerin oldukça bükük duran sırtına her ne pahasına olursa olsun
yüklemenin çarelerini hazırladıkları bir koşturmaca içinde oynadıkları
en sinsi ve Apo'nun sık sık ve hâlâ söylediği misli, onurlu olmayan
yöntemlerle kitleleri kendisi ile barışa mahkûm etmeye dayalı bir
tiyatral hüner sergilediği, ezip sömürmeyi sürdüreceği herkesi, ama
öyle ama böyle, cellâdının marifetlerini izleyen seyircilere
döndürdüğünü yansıtan fotoğraf olacağını hepimiz bilmekteyiz. Ancak
yine de, sadece emperyalist ABD-AB nin ve işbirlikçilerinin oynadığı
oyunda, görmemiz istenilenleri görmeye ama asıl görülmesi gerekenleri
görmemek için ise üç maymun tiyatrosunu oynamaya mahkûm edilmiş
gibiyiz.
Ve hep bir ağızdan ve en yüksek sesle bağırmalıyız ki, yani hepimiz,
Emek, Barış, Demokrasi ve Özgürlük diye bağırarak bütün gerçeklikleri
öyle bir soyutlamalıyız ki, ABD-AB ve elbette her iki taraftaki hazır
bekleyen işbirlikçileri rahat rahat krizini aşsın, ilk nereden
başlayacaksa, krizin yıkıcı etkilerini oraya boşaltmaya başlasın ve
biz de, böylece krizden kurtulacak olan ki MHP nin bile diline düşerek
ayağa düşmüş olan emperyalist kapitalizmin ayağa kalkmasından
dökülecek kırıntıları gönül rahatlığı ile paylaşalım.
Evet, fotoğraf bunu gösteriyor ama üç maymun tiyatrosunda körü
oynayanlar bunu görmediği gibi, görenlere kızarak, herkesi en yüksek
sesle Kürt ağalarının, beylerinin, gerici dinci aşiret reislerinin,
Barzanilerin, yine Apo'nun dediği gibi, Kürt ulusal hareketinin önünü
kesmek isteyen ilkel Kürt milliyetçilerinin mandater kurtuluşu için
sesini yükseltmeye ABD-AB emperyalizminin onurlu olmayan barışına
destek vermeye çağırıyorlar.
Daha özcesi, kökü 16.yüzyıla dayanan, Kürt aydını İdris-i Bitlisi'nin
Kürt prensliklerini bir üst Osmanlı egemenliği altında toplanmaya ikna
ettiği gibi, bilumum Kürt feodallerinin ve işbirlikçi burjuvazisinin
ABD-AB gözetimi ve denetiminde ve elbette dayatmasında, yeni Osmanlı -
Türk rejimini kabul etmeye ikna ( dünden razılar da, lafın gelişi)
edilmelerini Kürt ulusal kurtuluşu olarak ve Kürt halkının kurtuluşu
olarak kabul etmemizi ve destek vermemizi istiyorlar.
Bunun için her şeyi düşünmüşler, BDP yetmezse, kongre girişimi ile
tamamlarız diyorlar, o da mı yetmedi, sol renk mi istiyorsunuz alın
size üç tane kapı gibi 'sosyalist' daha ne istiyorsunuz diyorlar.
Birisi, Kürkçü, Kürt ulusal hareketinin yüksek olduğu zamanlarda
yanına bile uğramayan Kürkçü, Murat Belgenin rahle-i tedrisatını daha
güvenli bulan ve Soros rengi taşıyan BİANET üzerinden Sivil
Toplumculuk oynayarak, devlet ile toplumun "yönetişim"ine katkıda
bulunan Kürkçü, "Bu mücadelenin yönetici sınıfı kadınlar olacak"
diyor; bir diğeri, S.S.Önder, Nurcu olduğunu kendi ifadeleri ile
tescilleyen Önder, Romanlara, "Buçuk millet" dendiğini belirterek,
"Onlar bu dünyanın sahibidir, o buçukları selamlıyoruz" diyor; EMEP in
sosyalist milletvekili Levent Tüzel ise, "Hükümetin işçiyi, emekçiyi,
halkları birbirine karşı kışkırtan politikalarına karşı, dilimize,
kültürümüze sahip çıkan bir Kongre Girişimi'ni bir birlik hareketi
olarak görüyoruz." Diyor ve kongre girişimcilerinin doldurduğu salon,
13 dilde "Birleşiyoruz" yazan pankartlar, "Halklara ve inançlara
eşitlik, özgürlük için birleşiyoruz", "Emperyalist saldırılara ve
işgallere karşı birleşiyoruz", "homofobiye, transfobiye karşı
birleşiyoruz", "Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözüm için
birleşiyoruz" ve "erkek egemenliği ve cinsiyet ayrımcılığına ve
eşitsizliğe karşı birleşiyoruz" yazılı pankartların da bulunduğu çok
sayıda pankartlarla donatılıyor.
"Kürt, Laz, Süryani, Mahalmi, Pomak, Roman, Ermeni, Rum, Çerkez,
Gürcü, Alevi ile Afrika halklarından delegeler" salondakileri ana
dilleri ile selamlarken,"Yaşasın halkların kardeşliği" sloganları
yükseliyor.
Daha ne istiyorsunuz, işte her şey var, Kürkçü de ekliyor, Kürtlerin
yanında olmayana sosyalist denmez" diyor. Tek eksik hâlâ Kürt halkının
büyük çoğunluğu ve akıl taşıyan solcular bu girişimlere yeterince
destek vermemesi. Sosyalistler, hem gülerek hem de kuşkuyla baktığı
için, destek vermeyerek sosyalistliklerine sanki halel getirmiş
oluyor. Bakarken de, sanırsınız ki, sosyalist devrim oldu, Türkiye'nin
milletler hapishanesi boşaldı, ortalığa saçılarak, her yere
sosyalizmin nurunu yayıyor.
Peki, soru şudur, daha önce Kürtlerin ulusal kurtuluş hareketi
yeterince devrimci renk taşımıyor muydu da, uzun zamandır, Kürt
sorununun kenarında, kıyısında dolaşan veya reformist renklerle önüne
dikilen bu üç sol renk verilmiş aktör, şimdi bir taraftan kadınlara,
bir taraftan Çingenelere, diğer taraftan soyut bir "emek" lafzı ile,
sözde emekçilere yöneltilen baskılar yanında, sömürü politikalarına
gönderme yaparak, hemencecik Kürt halkının veya Kürt ulusal
hareketinin yanında oluverdiği için mi bu renge inanacağız ve
hemencecik Biji kongre girişimi diye yollara mı döküleceğiz.
Benim öteden beri tekrarladığım ve çok yaygın olan deyimim var, "siz
kimi kandırıyorsunuz beyler!" sözü aslında her şeyi anlatan bir
sözdür ama, onca cümle sarf ederek anlatılanları bile anlamamak için,
kör, sağır ve dilsizi oynayanlar, bu sözle eminim Allah diyerek,
tiyatrolarına devam edeceklerdi, o nedenle yine uzun uzun yazmayı ve
belki de hiç okunmamayı göze alarak, yukardan aşağıya onca cümleyi
sıralamaktan vazgeçmedim.
Apo'nun 1990lı yılların başında dediklerini ve Kongre girişimi
üzerine, (sosyalist veya komünist olması gerekmiyor,) akıl taşıması
yeterli olanların baktığı yerden gördüklerini ve bunun üzerinden
düşündüklerini aktarmış oldum ve "ben böyle görmüyorum ve böyle
düşünmüyorum" diyecek bir akıl taşıyanın çıkacağını da sanmıyorum.
Kongre girişimine mesaj çeken Komünist particilik oynayanlara gelince,
onları çok önce zaten mahkûm etmiştim, başka söze gerek duymuyorum,
kuyruğuna yapıştıkları Barzani ile danslarında ve dolaylı olarak AB
emperyalistlerine göz kırpmalarında sonlarının hayırlı olmasını
dileyerek geçiyorum. Ancak, yüzünü bu burjuva treninde komünistçilik
oynayanlara dönmüş olanlara (yine Apo'nun dediği gibi, bu
komünistçilik oynayanların içinde bile, gerçekten inanmış kişiler
olabilir) hiçbir şey yapamıyorlarsa, bari bir Ho Şi Min kitabı
alsınlar, her yerde bulabilirler, okusunlar ve oynanan tiyatroların,
kurulan oyunların, kimi, kimleri hangi nesnel gerçekliklerden
uzaklaştırmak için olduğunu anlamaya çalışsınlar diyorum.
Şimdi, Yol haritasının pembe pembe güller açan yollarında gezinmeye
geçiyorum.
"Bu koşullar altında dışta ABD ve AB'nin de oligarşik dayatmalara
eskisi gibi başvurmaktan uzak durmaları ve kendi çıkarlarını da
zorlayan gelişmeler nedeniyle demokratik çözümlere açık olmaları,
Türkiye politik ortamında ilk defa demokratik çözüm şansını
arttırmaktadır. Bu meyanda yeni ve toplumsal konsensüse dayalı bir
sivil anayasa ihtiyacı çözüm için başta gelen şart olmaktadır. Bu
temelde tüm toplumsal kesimlerin konsensüsüyle garanti altına alınacak
temel bireysel ve toplumsal haklarla ifade özgürlüğü ve demokratik
örgütlenme hakları belirleyici önem kazanmaktadır. Bireysel ve
toplumsal özgürlükler ve haklar üzerinde yükselecek bir anayasa,
Cumhuriyet'in demokratik, sosyal, laik ve hukuki niteliğini gerçek
anlamda işlerliğe ve güvenceye kavuşturacaktır."
Aponun, bu bir ilaç misli, haritasının yollarına serptiği felsefi-
politik ifadeler, ancak tekellerin ve onlarla her türlü işbirliğini
meşru sayan ve Kürt ulusal sorununa bir holding sorunu temelinde
yaklaşan bilumum Kürt işbirlikçilerinin gül bahçelerini süsleyecek
olan güller için merhem olacak bir ilaçtır.
"Hayır, Kürt halkına Türkiye'nin diğer emekçi halklarına merhem
olacaktır" diyen var mıdır? Vardır elbet ve var tabii. Hepsini aynı
kefeye koymuyorum ama yine Apo'nun yıllar önce dediğini hatırlatarak,
her yerde illaki çok az da olsa inanarak bu tekellerin gül
bahçelerinde açacak olan güllerin, Kürt halkının olmayan tarlasında,
bağında, bahçesinde açacağına inanan da vardır elbet ama bu ham hayal
ile yanıp tutuşanlar varsa S.S.Önder veya Kürkçü mislidir ki, Tüzel de
buna dâhildir, ama aslında ham hayalleri yutturma göreviyle
inanıyormuş gibi yaptıklarına inandığımızı belirtmeyi borç
biliyorum.
Çünkü "...ABD ve AB'nin de oligarşik dayatmalara eskisi gibi
başvurmaktan uzak durup ve kendi çıkarlarını da zorlayan gelişmeler
nedeniyle demokratik çözümlere açık olmalarını" beklemek, Aponun
profiline uymadığı gibi, hayatın gerçekliğine de uymadığını görmek
için çok zeki olmaya gerek yoktur.
Ve aslında, bu, herkesin kafasının içinde güller açtırma çabasının
içindeki en püf diyen noktanın "demokratik" anayasa olduğu apaçık
ortadadır. Kongre girişimi denemesinin de, bu anayasanın en geniş ve
demokratik görünümlü konsensüsünün hazırlanmasının, hazırlanamasa bile
görüntüsünü vermenin bir denemesi olduğunu da şimdiden göstermektedir.
Biz yeni görüyoruz belki ama yol haritası AB ye gittiği anda bunun
görüldüğü apaçık ortadadır.
Bu noktadaki açtırılan güllerin kıymetinin ya da kıymetsizliğinin
harbiyesi budur.
"Örneğin Kürt sorunu, Cumhuriyet içinde çözümlenebilir, ama
Cumhuriyeti inkâr anlamına gelen ulus-devlet içinde çözülemez" diyor
Apo. Ve ekleyerek, "Farklı kültürlerden halkların aynı coğrafyayı
ortak vatan olarak kabul etmeleri gayet mümkündür" diyor. Tarihte
örneği olduğunu vurgulayarak, "...eskiden Anadolu ve Mezopotamya
denilen ve bugün genel olarak Türkiye ve Kürdistan olarak adlandırılan
coğrafyalar, birçok halkın -Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin,
Asurîlerin, Arapların, Yahudilerin, Hıristiyanların, Rumların, birçok
Kafkas kökenli grubun- ortak vatanı" olduğunu hatırlatıyor.
Böylece, hem Kürt sorununun Cumhuriyet içinde çözülebileceğine işaret
ediyor ama hem de, Kürt sorununu çözecek olan Cumhuriyetin nasıl bir
cumhuriyet olacağının ipuçlarını veriyor bu işaret ile. Bu işaret
Apo'nun kafasından çıktı ise, elbette bir federasyonun düşünüldüğünü
göz ardı edemeyiz.
Peki, Apo, federasyonun, ayrı ayrı ulusların emekçi halkının tam
birliğine doğru bir geçiş olduğunu unutmuş mudur? Anadolu'ya ve
Mezopotamya'ya gönderme yapmasına ve ABD-AB emperyalizminden ve
haliyle onlarla işbirliği içindeki bilumum işbirlikçilerden
beklentisine bakarsak unutmuş görünüyor. Dahası, daha önce, Federasyon
olayının, emperyalizmin bir dayatması olduğunu söylediğini de unutmuş
görünüyor.
Apo, bu sorunu daha da açıyor, mesela şunu da söylüyor, "...Nasıl
'Türkiye Cumhuriyeti', 'Türkiye Büyük Millet Meclisi' diyorsak,
'Türkiye Milleti' demek de demokratikleşme açısından daha çözümleyici
bir kavram olacaktır." Ama ipucu açısından bu kadarı yeterli
görünüyor. Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasa yaklaşımının da aynı
perspektifi taşıdığını görmeye yetiyor. Apo hangi amaç veya öngörü ile
yol haritasında "demokratik" güller açtırmaya çalışırsa çalışsın,
devletin politikası ile aynı yere bastığı görülüyor.
Apo'nun "Ulus-devlet kuramı ile demokratik ulus kuramı arasında açık
seçik bir ayrım yapması" var ki, ulus -devlet yıkılmadan demokratik
devlet olmayacağına, başka ifadeyle, demokratik devlet olmak için ulus-
devletin çözülmesinin yeteceğine götürüyor. Tümüyle zorlama bir
yaklaşım olduğu açıkça görülse de, ne demek istediğini daha net
anlamak için, dediklerini ilerletmek gerekiyor.
Şöyle diyor, "... Ulus-devlet tek dilli, tek etnisiteli vatandaş
homojenliğini esas alır. Ayrıca bu vatandaşı aynı resmi inanca
bağlayarak aynı ritüelleri gerçekleştirmeye koşullandırır. Bahsedilen
inanç vatanseverlik değil, şoven milliyetçilik ve dinciliktir. Ulus-
devlet ilişki ve çelişkileri içinde toplumsal farklılıkları kabul
etmez. Her grubun diğerleriyle özdeşliğini esas alır. Bunun faşist
ideolojiye uygun bir ulus kuramına denk düştüğü açıktır."
Evet, böyle diyor ve kaba bir mutlakçılıkla, ulus-devletin mutlak
faşizmle özdeş olduğunu vurguluyor. Sırf, demokratik ya da
demokratikleştirme çerçevesinden uzaklaşmamak için, dolayısıyla
sınıfsal çerçevesinden uzaklaşarak, Kürt sorununa emperyalist
pencereden bir çözüm üretmek için, yine Apo'nun daha önce Sovyet
sosyalizmi için kendisinin dile getirdiği gibi, ilkeleri taktiğe feda
ediyor. Ulus-devleti faşizmle özdeşleştirirken, var olan 12 Eylül
faşizmini ve bunun 12 Eylül faşist rejiminin en son versiyonu olarak
bütün ağırlığı ile yerleştiğini görmezden geliyor.
Böylece, "Çok dilli, dinli, etnisiteli, uluslu, kültürlü, çıkarları
farklı gruplar ve bireylerden oluşan bir ulus tanımını" mutlak
demokratik bir ulus tanımı olarak ve faşizmin önüne duvar olarak kabul
ettirmeye çalışıyor. Bu da, Apo'nun öncelikle ABD ve AB emperyalizmine
dürbünün tersinden baktığını göstermeye yetiyor.
Bu bakış, Apo'yu, dolaylı da olsa,19.Yüzyıldaki milliyetin ve
ulusların artık modasının geçtiğini söyleyenlerin yanına götürüyor ki,
Marks'ın zamanında onlarla alay ettiğini biliyoruz.
Böylece, ulusların tarihsel karakterinden de uzaklaştığını anlamak
zorundayız. Ayrıca, tekellerin egemen olduğu çağda, ulusun ikili
karakter taşıdığı gerçeğini de taktik felsefi-politik çıkarsamalarına
feda ettiğini anlıyoruz.
Burjuvazi ve ona bağlı olan orta katmanlar, milliyetçilik ve gericilik
bayrağı altında toplanırken, işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar
enternasyonalizm ve demokrasi ilkeleri çevresinde toplanır. İşte bunu
yok sayan Apo, ulusun sınıfsal karakteri yanında kültürel bakımdan da
ikili karakter taşıdığını görmezden gelmektedir.
Dahası, daha önceki yıllarda, Sovyetlerdeki çözülmeyi kaba
materyalizme bağlayan Apo, Marksizm'in kurucularına ve Lenin'e ait,
birçok temel öngörüyü ve ilkeyi altüst ederek, örneğin, Ulusal ezginin
ve eşitsizliğin, özel mülkiyetin egemenliğinden, kapitalist sistemden
ve bu sistemin sınıfsal yapısından ileri geldiği gerçeğini hiç dikkate
almıyor olduğu görünmektedir. Dolayısıyla, ulusal ezgiye ve
eşitsizliğe karşı verilen savaşımın, özel mülkiyetten ve sömürüden
kurtulmak için verilen genel savaşımdan ayrı tutulamayacağı gerçeğini
de unutmuş görünmektedir
Oysa bir ulusal harekete rengini veren yani devrimci bir çizgide
yükselmesine perspektif açan ulusal ezgiye ve eşitsizliğe karşı
verilen savaşımın, özel mülkiyetten ve sömürüden kurtulmak için
verilen genel savaşımdan ayrı tutulamayacağı temel gerçeğidir. Yani,
bu renk Ne S.S. Önderlerle, Ne Kürkçü ile ne de, rengârenk
pankartlarla bezenmiş bir salonda toplanan kongre girişimcilerinin
bilmem kaç dilden verilen selamları Kürtçe alması ile verilebilir.
Daha önemlisi de var, bu Apo'nun güller açtıran yol haritasından
dökülenler, öncelikle Kürt halkının ve aydınının kafasında güller
açtırmayacağı gibi, tarihsel gerçeklerin yanında, bu günün taşıdığı
gerçeklikle de uyuşmamakta olduğundan, tekellerin gül bahçesinde de
pek fazla tomurcuk açabileceğine inanmamak gerektiği bir yana, bu
bakış, işçi sınıfının düzenine de uygulandığında anti-demokratik bir
yapıya ulaştıracaktır ki, Apo'nun geçmişte de, yer yer bu yönde
Lenin'i ayrı tutarak, Stalin üzerinden yaptığı vurguları olduğu
bilinmektedir.
Bu yaklaşımda gizli olan bir başka yan da, ulusal kurtuluş hareketinin
kendi halkına dayanması yerine, halkı buna bağlamaya çalışarak
kestirmeden çözüme varmak şeklinde kendini göstermektedir ki, bu ister
istemez, ulusal soruna ilişkin emperyalizmin özünü görmezden gelmeye,
bunun uzantısı olarak da, emperyalist kapitalizmin sözde demokratik
çözümcülüğünün, kuzey Afrika örneklerine rağmen, emperyalist
kapitalizmden demokratik çözümlere yaklaşım beklentisine
savurmaktadır. Dolayısıyla da ulusal ezgiden ve eşitsizlikten bunalmış
bir halkı, onların beklentilerinin dışındaki çözümlere yaklaşım
göstermeye zorlamak veya bir ucuyla emperyalist kapitalizmin çözümü
olan çözümleri demokratikleştirme sosu ile halka dayatmak şeklindeki
zorlama politikalara savurmaktadır.
Oysa ulus-devleti çözmekle kapitalizmi de, devleti de çözmenin mümkün
olmadığını, bu anlamda, özel mülkiyetin ve sömürünün devam etmesi
koşullarında, ulusal ezgiden ve eşitsizlikten kurtulmayı mümkün
kılacak bir demokratikleşmenin sağlanamayacağını anlamak o kadar da
zor değildir. Öte yandan ve kaldı ki, emperyalist dönemde, tekellerin
egemen olduğu bir çağda, ulusal sorun elbette ki dünya sorunudur ve bu
anlamda da, antiemperyalist bir karakter taşır.
Ve emperyalizmin ulusal devletlerin temelini sarstığı gerçeği ile ilk
bu gün karşılaşmıyoruz, yani emperyalizm döneminde kapitalizm,
ekonomik ve politik içeriğinden ötürü, ulusal devlet çerçevesini
parçalayarak aşmakta kozmopolit bir yapı kazanmaktadır ve buna bağlı
olarak da, ekonomik ve askeri gücüne dayanarak daha çok ülkeyi
boyunduruk altına alabilmektedir. Ama bu ulus-devlet gerçeğinin
bittiği anlamına gelmemektedir.
Ulusal hareketlerin, bu tür ülkelerde, mesela İngiltere, Fransa ve
Almanya gibi ülkelerde tarihe karıştığı gerçeği ile daha 20.Yüzyılın
başında karşı karşıya gelinmişti. Bunun anlamı ise, apaçıktır ki,
oralarda, Lenin'in deyişiyle, ölü bir sözden başka şey olmayan
"anavatan"ın, tarihsel rolünü yani, ulusal hareketin yığınları yeni
bir ekonomik ve politik yaşam tarzına ulaştıracak olan ilerici
herhangi bir kımıldanma sağlayacak rolünü yitirdi demektir.
Ama bu, özel mülkiyetin ve sömürünün merkezileşerek, katmerleşmesinin
de duracağını göstermez.
Ulusal sorunun toplumun kapitalist yoldan gelişimini artırmaya devam
ettiği gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Ayrıca ve daha da önemli
olarak, ulusal sorundaki çözümde sonucu belirleyecek olanın işçi
sınıfının rolü olduğu gerçeği de ortadan kalkmaz.
Demek ki, zorlama teori ve politik yaklaşımlarla, ne kadar yüksek
sesle bağırsak da, halkların kardeşliği kalıcı olarak sağlanamaz.
Dahası, bırakalım tekelci düzenleri, burjuva demokrasisinin bile, her
zaman bunu vaat etse de, halkların eşitlik, kardeşlik ve özgürlük
içinde yaşamalarını kapitalist egemenlik nedeniyle hiçbir zaman
sağlayamamıştır.
Ancak, böyledir diye, bunu sağlamak üzere, kapitalist çerçevede ulusal
sorunun çözümü için mücadele etmekten kaçınmak söz konusu değildir.
Ama bu çözümün kalıcı olabilmesinin, (mecburen tekrar olacak), ancak
ve ancak, özel mülkiyetin ve sömürünün ortadan kaldırılması için
verilen mücadeleye bağlı olarak ya da daha demokratik sözcükle,
karşılıklı etkileşimi ile mümkün olabileceğini hatta başarıya ulaşmak
üzere gerekli atılımı ve gücü biriktirmesinin de buna bağlı olduğunu
hatırlamakta da yarar vardır.
İşçi sınıfının genel olarak yürüttüğü mücadelesinin ana hatlarını
biçimlendirdiği programı ulusal ezgiye ve eşitsizliğe son vermeyi ve
bu temeldeki görevleri tasnif etmeyi de içermektedir. Dolayısıyla,
proletaryanın sosyalist devrim için mücadelesinde, demokratik
kazanımlar için de, ulusal ezgiden ve eşitsizlikten kurtulmak için de
mücadele etmenin izleri ve hem de yerine ve zamanına göre görevlerin
tasnif edilmesi temelinde her zaman vardır.
İşte bu nedenle Vietnam deneyiminin dayandığı gerçeklik önemlidir ve
bu nedenle Kürt ulusal hareketini bu deneyimi perspektif alarak
tarihsel ve güncel yaşamın gerçekleri ile bütünleşebilmiştir. Şimdi
olması gereken, bu deneyimin canlılığını koruyamamasındaki, bu nedenle
de emperyalist reçetelerden medet umarak, ilkelerin taktiklere feda
edilmesinin nedenleri üzerinde düşünmektir. Bunun tarihsel koşulların
pratiğinin bir dayatması mı olduğu, yoksa tarihsel koşulların
dayatmasına başka çözümler üzerinde düşünmeden, kolaycılık içersinde
teslim olmanın ifadesi mi olduğu üzerinde düşünülmelidir.
Oysa Apo, felsefi tonda, Kürt halkına, onların ulusal ezgiden ve
eşitsizlikten kurtulması mücadelesini, bir demokratikleşmenin
kuyruğuna takacak şekildeki, muhtemelen taktik olarak gördüğü,
politikalarını hem ulusal kurtuluş mücadelesinin ve hem de onun
ayrılmaması gereken genel sınıfsal mücadelenin ilkelerinden vazgeçerek
dayatmaya çalışmaktadır.
Apo devlet ve demokrasi üzerinde o kadar hassas terazi ile durmuş ki,
sonunda ikisini birbirinden ayırmaktan başka çare bulamamış. Oysa Apo
da bilir ki, devlet, hiçbir şekilde topluma dışarıdan dayatılan bir
güç değildir. Yani gökten, toplumun ilişkilerini düzenlemek üzere,
gökten leyleklerin getirdiği toplumdan ve onun gelişiminden bağımsız
bir araç değildir. Devlet, toplumun belirli bir aşamasının ürünüdür.
Başka ifadeyle, toplumun içinden çıkan, ona gittikçe yabancılaşan bir
güçtür. Yani yaygın ifadesi ile devlet, sınıf karşıtlıklarının
uzlaşmazlığının ürünüdür. Nerede, ne zaman ve ne ölçüde sınıf
karşıtlıkları nesnel olarak uzlaştırılamazsa, orada o zaman ve o
ölçüde devlet ortaya çıkar. Ve tersinden de doğrudur ki, devletin
varlığı, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmaz olduğunu kanıtlar. Ancak
buradan, devletin sınıfların uzlaştırılmasının bir organı olarak gören
kaba, küçük-burjuvaca yaklaşıma savrulmamak gerekir. Ama görünen o ki,
Apo, tam da bu noktaya savrulmuştur, oysa çok basit bir akıl
yürütmeyle bile, eğer antagonist sınıfların uzlaşması mümkün olsaydı,
devletin ortaya çıkmayacağı, çıksa bile varlığını koruyamayacağı
görülebilirdi.
İşte bunu görmekten uzaklaşmanın savurduğu nokta, kapitalizmde takılı
kalmayı ve her çözümü kapitalizm sınırında çözmeyi politik hüner sayan
noktadır ki, yol haritası da, kongre girişimini dolduran renkler de bu
noktayı vermektedir.
İşin ilginci, bu savrulunan noktada, bu yaklaşımın simetriğinin de
izleri vardır. Yani Kautskyciliğin izleri. Şöyle, mademki devlet,
sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının ürünüdür öyleyse o sınıflar
üstünde duran ve onlara yabancılaşan bir güçtür ve ezilen sınıfın
kurtuluşu, devlet aygıtını imha etmeden mümkün değildir. İşte bu
yaklaşıma kendini kaptırdığı anlaşılan Apo, ulus-devleti ortadan
kaldırarak, neredeyse kapitalizmi ortadan kaldıracağı izlenimini veren
ve yine neredeyse saf demokrasi ve ancak böyle gelecekmiş izlenimi
veren felsefi çıkarsamalarını ABD-AB emperyalistlerinin dört gözle
beklediği ve uzunca bir süre incelediği anlaşılan yol haritasına
döktürmüştür.
Malumu tekrar ederek, malum olandan haberdar olanları sıkmamak için
özetleyerek devleti geçmek gerekirse, Engels'in dilinden, devletin
ezelden beri var olmadığına; onsuz eden, devlet ve devlet gücünden
bihaber olan toplumların var olmuş olduğuna; ekonomik gelişmenin,
toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı olan belirli bir
aşamasında, bu bölünmeyle devletin bir zorunluluk haline geldiğine;
şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının bir zorunluluk olmaktan
çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel haline geldiği bir
gelişme aşamasına doğru hızlı adımlarla yaklaşıyor olduğumuzu;
onların, sınıfların, tıpkı bir zamanlar kaçınılmaz olarak ortaya
çıktıkları gibi, aynı şekilde kaçınılmaz olarak düşeceklerini; üretimi
üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen
toplumun, tüm devlet makinesini o zaman layık olduğu yere; eski
eserler müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına atacağını
hatırlatmamızın yerinde olacağını düşünüyorum.
Demokrasi konusuna gelince, bu konuda daha önce çok şey söylemiş
olmakla birlikte, oldukça uzun bir yere daha ihtiyaç olduğundan,
uzatmadan, özet bir tekrar ile demokrasinin devletten ayrı
düşünülemeyeceğini, sınıfsal bir karakteri olduğunu, bir devlet durumu
olduğunu ve bu anlamda demokrasinin mutlaka özel mülkiyetle ve zor
uygulamasıyla birlikte olmasını gerektirdiğini, bunun da ister saf
olsun, ister burjuva demokrasisi olsun, diktatörlükle aynı kategori
içinde olduğunu, başka ifadeyle demokrasi ile diktatörlük arasında bir
nitelik farkı olmadığını, sadece bir nicelik farkı olduğunu, yani
Apo'nun yapmaya çalıştığı gibi, devlet ile demokrasiyi birbirinden
ayıramayacağımızı, devletin varlığı antagonist sınıfların varlığını
içeriyorsa, demokrasinin varlığının da bu sınıfları içerdiğini,
devletin ve sınıfların ortadan kalkmasıyla demokrasinin de ortadan
kalkacağını, dolayısıyla Apo'nun gereksiz felsefi çıkarımlarla ulusal
sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirdiğini, yani Apo'nun iddia
ettiği gibi, devlet ile demokrasinin iki farklı alan olmadığını,
hatırlatarak geçmek istiyorum.
Apo, yol haritasında din konusunu da unutmamış, hiç boşluk bırakmamış
yani. Belli ki, yıllar önce, "12 Eylül rejiminin, tarikatçılık ve
tekkecilik yaptığını; Evren ve Özal'ın tarikatçılık ve tekkecilik
politikasına öncülük ettiklerini söylediğini, dahası, Özal döneminin
içişleri bakanı Abdükadir Aksu'nun, Diyarbakır'daki en büyük Nakşîci
olduğunu, En üst düzeyden en alt düzeye kadar buna benzer bir yığın
çıkar şebekesinin harekete geçirildiğini, 12 Eylül döneminde
tarikatlara olağanüstü ilgi gösterildiğini ve mali destek verildi 12
Eylül döneminde tarikatlara olağanüstü ilgi gösterildiğini ve mali
destek verildiğini, bu konuda, özellikle Suudi'nin desteğinin
alındığını, Batman, Diyarbakır, Urfa, Silvan gibi yerleşim merkezleri
gibi, önemli Kürt şehirlerinin, böyle tarikat yuvaları ile
doldurulduğunu, O pansiyonlarda, 7 yaşındaki çocuklara gece gündüz o
doğmalar ezberletilerek, kendi ulusal, toplumsal gerçeklerini inkâr
ettirmek için ne lazımsa onun yapıldığını "söylediğini unutmuş
görünüyor. O unutabilir ama biz unutmuyoruz ve en gerekli zamanda
hatırlatıyoruz.
Apo, daha önce dediklerini unutarak şöyle devam ediyor: "Bireysel
haklardan bahsedip kolektif haklardan bahsetmemek, hatta daha da ileri
gidip kolektif hakları reddetmek faşist yaklaşımla ilgilidir. Bireyin
mensup olduğu kolektiviteye hak ve özgürlük tanınmadan, bireysel hak
ve özgürlük tanımanın hiçbir kıymeti yoktur. ...'Birey olarak İslam'ı
yaşayabilirsin, ama toplumsal olarak yaşayamazsın' demek hem bir
faşist demagoji, hem de bir eliyle verip diğer eliyle alma
kurnazlığıdır. ... . Bireysel ve kolektif haklar ve özgürlükler etle
tırnak gibi birbirini bütünleyen haklar ve özgürlüklerdir. Elbette bu
konuda bireyi inkâr eden her tür aşırı cemaatçilik ve
kolektivistçilikle toplumu inkâr eden her tür aşırı bireyciliği
reddetmek, bireysel ve kolektif haklar ve özgürlükler kuramının en
temel kriterleridir."
Net olarak görülüyor, Apo, çok şeyi unutmuştur,12 Eylül rejiminin
Tekrar eski silaha,bin yıllık saldırı silahına sarıldığını; Kürt
toplumunun geri özellikleri, mezhepler, tarikatlar eliyle çok yönlü
parçalanmışlığı sonucu 'din silahını bir kez daha kullanalım'
dediklerini ve bu çözümlemeyi de yıllar önce bizzat kendisinin
yaptığını unutmuş görünüyor.Bu çabada baş aktörlerin Evren ve Özal
olduğunu ve bunu da kendisinin vurgulamış olduğunu unutmuş görünüyor.
Oysa devam eden 12 Eylül rejimi, Evren'i ve Özal'ı aratmıyor ki,
Apo'nun bunu da görmezden geldiği anlaşılıyor.
Evet, yukarda aktardıklarımı söyledikten ve bir dolu felsefi
çözümlemeler yaptıktan sonra Apo," Pozitivist felsefenin en önemli
sonuçlarından biri, iddia ettiğinin aksine dogmatizmin en katı
biçimine yol açan niteliğidir. Bilimsellik adı altında modernite
dogmatizmini meşrulaştırmış, dinden daha katı bir inanç fanatizmine
yol açmıştır. Örneğin ulus, ülke, devlet, sınıf, toplum vb. kavramlara
yüklenen anlam Allah kavramına yüklenenden daha kesin niteliktedir. Bu
kavramlar tanrıdan da güçlü tanrısallıklar halinde yüceltilmiş
oluyorlar. Dolayısıyla hem bu kavramlar gerçek içeriklerini
yitiriyorlar, hem de genelleştirilerek hakikat kapsamını yok
ediyorlar." Diyor.
Bunu derken, tam da, Yahudi sorununda başlıca konuyu devlet-din
çelişkisine oturtan, İdealist Bauer'leri hatırlatmaktadır. Bauer'e
göre, din devlete feda edilmiştir ki bu çok kötü bir şeydir, yani
devlet, "eleştiri"nin düşmanı olan eleştirel olmayan din ve
tanrıbilimi öldürme aracından başka bir şey değildir. Şimdi Aponun
dediklerinin de bu temelde olması, Aponun nerelere kadar savrulduğunu
görmemizi sağlıyor.
Böylece, yıllar önce, "Devlet,'PKK geride kalsın, siyasileşsin' diyor.
Bu,'PKK çözülsün, bitsin' demektir. Bu esas politikadır. " Diyen
Aponun, gittiğini ve yerine "bazı siyasi kazanımların" peşine düşen
Apo'nun geldiğini görmemiz hiç de zor olmuyor.
Dahası da var, "Ben onun için 'Kürdistan'ı bırakmamaları biraz hoşuma
gider' diyorum. Bırakmasınlar ki, Kürdistan devrimi de onları
bırakmasın!" diyen Apo'nun, devrimden hiç söz etmediği ama Batıdan
gelecek demokrasi ile Kürtlerin kurtulacağını, demokrasiye ve
demokratikleşmeye yaptığı aşırı vurgu ile sık sık tekrarladığı açıkça
görülüyor.
Apo, demokrasinin- demokratik devletin ve elbette dinin erdemlerini
anlatmakla bitiremiyor, Şöyle devam ediyor,"Kuramsal çerçeveye ilişkin
son bir katkıyı din ve ahlâk eksenli düşünce ve pratiklerde aramak
gerekir. Demokratikleşmeyi sadece bir siyasal kuram çerçevesinde
çözmek ne adil ne de vicdanidir. Toplum sadece siyasi bir gerçeklik
değildir, ahlâki ve dini bir gerçekliktir. Din ve ahlâk birlikte
binlerce yıl mensup oldukları toplumların sorunları üzerinde en fazla
durmuş ve çözüm üretmiş olan kurumlardır. Bu tarihsel, vazgeçilmez
kurumları göz ardı ederek, sadece ekonomik ve siyasal gerçeklerle
analiz yapmak ve çözüm üretmek kaçınılmaz olarak eksik kalacak,
dolayısıyla yanlışlıklara açık olacaktır." Ve böylece yine Marksın,
Bauer'i Yahudi sorunu çerçevesinde eleştirisini hatırlıyoruz;
Marks,"Özgürlük !" diyor, söz konusu olan siyasal özgürlüktü,
Yahudi'nin dinden vazgeçmek istemeksizin özgürlük isteyerek 'siyaset
yaptığı ' ve siyasi özgürlüğe karşıt koşul koymadığı Bay Bauer'e
gösterilmişti." Yani, İnsanın dinsel olmayan yurttaş ve dinsel özel
kişi olarak ayrışmasının siyasal kurtuluş ile çelişmediğinin
gösterildiğini ifade eden Marks,"eğer devlet, dinden, dini uygar
toplum çerçevesinde kendi kendine bırakarak, kendini devlet dininden
kurtararak kurtuluyorsa, bireyin de dinden ona karşı artık bir kamu
işi karşısındaymış gibi davranarak değil, ona, Bauer'e, onu kendi özel
işi sayarak kurtulduğu gösterilmişti" diye bitiriyor.
Apo, demokratik devlete o kadar aşırı ve felsefi tonda vurgu yapıyor
ki, Apo, nun bu çırpınışının Kürt sorununun yasalar yoluyla, tepeden,
anayasal yolla çözülmesinden olsa olsa kültürel özerklik çıkacağının
üzerini örtmeye çalıştığı ama bununla birlikte, Marks ve Engelsin
Yüzelli yıl önce eleştirdiği İdealistlere yaklaştığı apaçık
görülüyor.
Şöyle diyor;" Demokratikleşme kuramında esas alınması gereken anayasa
kuramı, açık ki, bireysel ve kolektif hakları ve özgürlükleri devlete
karşı koruma anlayışına dayanır. Azami örgütlenmiş iktidar olarak
devletin korunmaya ihtiyacı yoktur. Zaten varlığı korunmayı ifade
eder. İşleyişini temel kurallara bağlamak demokratik anayasa kuramına
ters düşmez." Bunu söyledikten sonra da, " Demokratik çözüm kuramı
sorunların sahibinin devlet değil toplum olduğunu, dolayısıyla
çözümünün de ilgili toplumdan gelmesi gerektiğini esas alır. İlgili
toplum birimi kendini ne kadar özgür ifadeye ve örgütlenmeye
kavuşturursa, bunun kendi çözümüne de o kadar yol açacağını idea eder.
Devletçi kuram ilgili topluma hep kural dayatırken, demokratik kuram
ilgili toplumun kendi inisiyatifinin önem taşıdığını ve kendisini
belirleme ve inşa etme hakkına sahip olduğunu söyler. Devletle
ilişkinin birbirini ya tamamen reddetmesini veya tersini içermez.
İlişki ve çelişki içinde gerginlikler yaşasalar da, uzlaşma ve barış
içinde bir arada yaşamalarını öngörür." Diyerek, demokratik devleti,
sorunların asıl sahibi olduğunu söylediği toplumun eline teslim edip,
devlet ile toplumlun uzlaşarak ve barış içinde yaşayabileceklerinin
hayalini kurdururken, Marks ve Engelsin, alay ederek eleştirdikleri
"özel türde bir devlet... Felsefi bir ülkü olan devlet" tasarlayan ve
Marksın ifadesi ile devleti insanlıkla, insan haklarını insanla,
siyasal kurtuluşu insanal kurtuluşla karıştıran Bauer ve yandaşları
ile aynı yere düşüyor.
Söz açılmışken, Marks ve Engels'in, "özgür insan niteliğinin"
tanınmasının ne anlama geldiğine dair söylediklerini hatırlatarak;
Apo'nun, yol haritasını süslediği çözümlemeleri ile sanki Bauer'in
ağzından konuşuyor olduğunu, ona göre, ulus-devlet ortadan kalkarsa,
demokratik devletin geleceğinin ve çözümlemesine göre, devlete dinden
fazla yapılan vurgu ortadan kalkarak, hatta devlet klasik biçimiyle
ortadan kalktığı için, bu anlamda devlet olmaktan çıkacağını
düşündüğünü, böylece dinin özgür olacağının felsefesini yaptığını
görmeyi daha da kolaylaştırmak istiyorum.
Aponun, bu çözümlemeleri ile daha önce bin yıllık saldırı silahı
olarak gösterdiği dine özgürlüğü "demokratik" devletin sağlayacağını
öne çıkartırken, yine daha önce 7.yaşındaki çocuklara gece gündüz
doğmalar ezberletilerek, kendi ulusal, toplumsal gerçeklerini inkâr
ettirmek için ne lazımsa yapan tarikatların, Kürt ulusal hareketinin
olduğu kadar Türkiye için de büyük tehlike olduğunu ve 12 Eylül faşist
darbesinin bunun için yapıldığını ve 12 Eylül Rejiminin bu dinamiği
güçlendirdiğini, Evren'in imamın oğlu ve Özal'ın Nakşîci olduğunu
vurguladığını unutarak adeta tarikatlarla ittifaka yeşil ışık yaktığı
göstermiş olacağını umuyorum.
Bunlar görülünce de, daha önce Sovyetlerin yıkılışını kaba Marksizm'e
bağlarken, Marksizm-Leninizm'den sapılırsa gidilecek yolun kaçınılmaz
olarak kapitalizm olacağına vurgu yapan Apo'nun, Marksizmin
kurucularının buraya aktardım yukarıdaki ve aşağıdaki dediklerini de
unutmuş görünmekte olduğunu ve daha önemlisi çıkmaz bir sokağa yol
almış olduğunu görmenin daha da kolaylaşacağını işaret etmek
istiyorum.
"Özgür insan niteliğinin" klasik tanınmasının evrensel insan hakları
adı verilen şey içinde bulmuş olduğu şeyden başka bir şey olmadığını
ifade eden Marks ve Engels, "özgür insan niteliği" ile bunun
"tanınması" nın, bencil burjuva bireyin ve onun toplumsal durumunun
içeriğini oluşturan tinsel ve maddi öğelerin gemsiz hareketinin
tanınmasından başka bir şey olmadıklarını; öyleyse İnsan haklarının,
insanı dinden kurtarmadığını ama ona din özgürlüğü sağladıklarını; onu
mülkiyetten kurtarmadıklarını ama ona mülkiyet özgürlüğü
sağladıklarını; onu yaşamını az çok temiz biçimde kazanma
zorunluluğundan kurtarmadıklarının ama tersine ona girişim özgürlüğü
sağladıklarını vurgulamışlardır.
Bu anlamı daha da açan, Marks ve Engels'in, Modern devlet tarafından
insan haklarının tanınmasının ilkçağ devleti tarafından köleliğin
tanınmasından başka bir anlamına gelmediğinin tanıtladıklarını da
hatırlatarak, böylece, İlkçağ devletinin doğal temelinin kölelik
olduğunun; modern devletin doğal temelinin ise burjuva toplumu
olduğunun; burjuva toplum insanının, yani ötekine özel çıkar ve
bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağ ile bağlanmış
bulunmayan bağımsız insanın, çıkara dönük emeğin, kendi öz bencil
gereksinmesi ile ötekinin bencil gereksinmesine köleliği olduğunun
oldukça uzunca bir zaman önce açıklanmış olduğunun hatırlanması
gerektiğine işaret etmek istiyorum.
Marks ve Engels, bu tanıtlamayı," Doğal temeli işte bu olan modern
devletin, evrensel insan hakları bildirisinde onu, insan haklarını,
işte böyle tanımış olduğunu ve bu hakları modern devletin yaratmamış
olduğunu; kendi öz evrimi ile eski siyasal engelleri aşmaya götürülen
burjuva toplumun ürünü olan modern devletin, kendi başına insan
haklarını ilan ederek, kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan
başka bir şey yapmadığını da vurgulayarak netliğini artırmışlardır.
Apo'nun çizdiği haritadaki yol, emperyalist ABD-AB nin ve
işbirlikçilerinin yoludur ama onlar bile yeterince inanmadıklarını, bu
haritayı iki yıl gibi bir zaman laboratuar incelemesinde bekleterek,
göstermişlerdir. Bu yol, Kürt ve Türk emekçi halklarının pek fazla
itibar edecekleri, heyecan duyacakları bir yol da değildir.
Demek ki, Marksizm-Leninizm'den ve kendi gücünden sapan halkların
kurtuluşu hayaldir ve daha fazla ezgiye ve sömürüye hazır
olmalıdırlar. Saparak yöneldikleri yerde sadece bunu bulacaklardır.
Böylece ve bu vesileyle, her ne sorun olursa olsun, Marksizm-
Leninizm'in aydınlatıcı, ufuk açıcı, ilerletici ve devrimcileştiren
bilimsel teorisinden uzaklaşarak çözmeye kalktığımızda, sorunu çözmek
şöyle dursun, daha da çözümsüzlüğe düşüldüğünün de apaçık görülmesini
sağlamış olduk.
Şimdi sıra, bütün buraya kadar yapmaya çalıştığım çözümlemelerden,
tespitlerden ve eleştirilerden sonra, sonuç bölümü niyetine, özetin de
özeti kısa birkaç vurgu yaparak, tartışılması üzere ifadelerimi
bitirmeye geldi.
Evet, birinci vurgum, komünist particilik oynayanların vurgu ve
gönderme yaptığı gibi, bu kongre girişiminde o Kürt ulusal hareketinin
çıkışında elden ele dolaşan Vietnam deneyiminin ruhunun ifadesi olan
tek bir ruhun yer almadığına, tersine Kürtlerin ulusal kurtuluş
hareketinin tasfiyesi için can atan ne kadar ruhsuz varsa hepsinin
orada olduğuna inandığımın ifadesidir.
İkincisi, Ho Şi Min gibi, ( Ho, şiirlerini Çin dilinde yazarmış)
Apo'nun ise ilkel milliyetçi dediği Kürtlerden farklı olarak, Türkçe
yazmayı ve konuşmayı hiçbir zaman sorun yapmadığı biliniyor.
Üçüncüsü, birçok yeri ve zaferleri, yenilgileri, umutları,
umutsuzlukların üzerinde uçup, bir alçalıp, bir yükselerek indiği
Küba'nın hemen arkasından, bu günlerde devrim çiçeklerini bu
coğrafyaya ve bu bölgenin dağlık, kayalık, sulak topraklarına
bırakacağını ümit ettiğimiz devrim kelebekleri, Vietnam'ı ziyaret
ediyor. Yiğit Vietnam halkı, tarihinin en zalim canavarı olan ABD
emperyalizmine "dur" diyor. Kelebekler tam yerine konuyor ve
çiçeklerini bırakıp uçuyor. Vietnamlılar, kelebeklerin arkasından bile
bakmıyor, Amerikalılara diz çöktürüyor. İnsanlık Vietnam'dan
fışkırıyor. Arada, beklenmedik yenilgiler oluyor. İnsanlığın
fışkıracağı ve insanlığa önder olacağı beklenen coğrafyalarda,
insanlık bekleneni vermiyor. Ama insanlık tüm durduran dinamiklere
karşın, tükenmiyor, insanını da tüketmiyor.
Ve Türkiye'nin güzel insanlarının, bir faşist canavar tarafından
bastırıldığı ve kelebeklerinin başka diyarlara uçtuğu bir zamanda,
umut başka bir coğrafyadan fışkırıyor, devrim kelebekleri oradadır,
burası, bu gün bütün emperyalistlerin üşüştüğü, Kürt coğrafyasıdır.
Daha önce de orada idiler, ama şimdi bir başkadır orada olmaları. Kürt
halkını, ortakçı düzene kavuşturmadan, tüm zenginliklerine ortak olmak
için oradadır ve aslan payı kendilerinedir. Ve kelebekler hâlâ
oradadır, henüz havalanmadılar ama yüklerini de boşaltmadılar. Yükleri
devrimin umudunu taşıyan rengârenk çiçeklerdir. Engeller bitmiyor ama
insanlık durmuyor. Nasıl ki, en geri topraklardan, en ileri devrimi
fışkırttılarsa, nasıl ki, dört bin yıllık tarihi olan ve
sömürgecilerle nasıl savaşılacağını bilmeden onlarca yıl savaşarak
mücadele geleneği kazanan Vietnam halkı, Amerikan emperyalistlerine
korku içinde diz çöktürerek, bütün dünyaya Amerika'nın daha güçsüz
olduğunu gösterdilerse, engeller, bu coğrafyada da bitecek ve
kelebekler, gönül rahatlığı ile yüklerini boşaltıp, başka diyarlara
uçacaklardır. Buna yürekten inanıyoruz.
Dördüncüsü, yüklerini boşaltmadan dolaşan kelebekler, önce bu
toprakların üzerinde uçmuşlar, bir oraya, bir buraya mekik
dokumuşlardır. Ancak, bu kelebekleri bu toprakların üzerinde uçarken
de görmezden gelenler, Kürt coğrafyasına uçtuklarında ise onları hiç
görmemişler ve adeta bu topraklara geri dönmemeleri için dua
etmişlerdir. Oysa kelebekler, Bu topraklarda bastırılanın, öteki
coğrafyada fışkırdığının müjdesiyle, bu toprakların devrimcilerine
devrimi büyütmeleri mesajını veriyordu. Şimdi her iki coğrafyada da
kelebeklerin uçuşmasına seyirci kalanların, emperyalistlerin harekete
geçmesiyle, çiçeklerin uygun zamanda, uygun yere dökülmesini önlemek
üzere yeniden harekete geçmiş olduklarını görüyoruz.
Beşincisi, Türkiye devleti, 1920den bu yana, Kürt ve Türk
emekçilerinin kanını emerek büyümüş ve yine de kapitalizminin hiçbir
sorununu çözememiş, gele gele 12 Eylül faşizmine gelmiş, orada
yerleşmiş ve uzun zamandır, demokrasi diye yuttura yuttura emperyal
niyetlerle ilerlemiş ama bir türlü umduğunu bulamamıştır. Çünkü
Amerika'ya ve Avrupa'ya rağmen umduğunu bulması mümkün değildir. 12
Eylül geldiği gibi Türkiye solunu hiç beklemediği bir dirençsizlikle
karşılaştığı halde acımasızca ezdi ve Kürtlere sınıf kini yanında,
ırkçı kinini de kusarak acımasızlık gösterdi. Tam gücünün sınırsız
olduğunu düşünmeye başladığı bir noktada, buna dur diyen Kürt
devrimciliği oldu. Bunu da unutmadık.
Altıncısı, şimdi, bu gösterilen acımasızlığı ve çekilen acıları her
iki taraf da unutmuş görünerek, Kürtlere bir kültürel özerklik
verilmesi pahasına ve Türkiye'nin, Kürt halkı dâhil, bütün emekçi
halklarına 12 Eylül rejiminin yeni versiyonu olan dinci-faşist-feodal
diktatörlüğünün reva görülmesine seyirci kalarak, 12 Eylül rejimi ile
pazarlıklar yapmakta, bu çerçevede oyun kuran ABD-AB
emperyalistlerinin oyunlarına yer yer figüran olarak, yer yer ortak
olarak katılmakta ve bu arada emperyalizme veryansın etmekten uzak
durmamaktadırlar. Şimdi Kürt halkının devrimci ruhu köreltilmeye
çalışılmaktadır. Bunu da aklımızla ve net olarak görüyoruz.
Yedincisi, bu yapılırken, hep "savaş bitsin barış gelsin", "kardeşlik
olsun" diyorlar. Oysa savaşı bitirelim demekle olmuyor, çünkü savaşlar
bizim dışımızdadır; bizim irademizin dışında ve bize hiç sormadan
gelişiyor. Savaş bizim bile değildir, bizi kendi savaşımızdan koparıp,
kendi savaşlarına sokarak, barışlarına mahkûm etmek istiyorlar.
Öyleyse, tekrarı gerek, savaş bizim dışımızdadır ama kardeşlik
içimizden hiç çıkmadı, çıkmıyor, çıkmayacak. Savaşın bitmesi bizim
elimizde değildir, öyleyse savaşa rağmen kardeşlik devam etmelidir.
Savaş bitecekse, kardeşliğe sımsıkı sarılarak bitecektir. Kardeşlik
kardeşle kardeş arasındadır. Kalleşle kalleş arasında kardeşlik olmaz.
Emperyalizm en kalleş ise, ondan daha kalleş işbirlikçileridir.
Onlarla kardeşlik, kardeşliğin arasına kalleşlik sokmaktır. Buna da
yürekten inanıyoruz.
Sekizincisi, Kürt ulusal sorununun çözümü ancak devrimci yoldan ve
emekçi halkına dayanarak çözülebilir. Emperyalist reçeteler, kel ve
merhemin birlikteliğini hatırlatmalıdır. Kalleşin reçetesi, ancak
kardeşliği bozar ve kalleşin hükümdarlığını tazeler, bütün kardeşleri
kendine köle yapmasına kapı açar.
Dokuzuncusu, Kürt ulusal hareketinin devriminin karşılığı, Türkiye'nin
emekçi halklarının, işçi sınıfının devrimidir. Kürt halkının devrimi,
Türk halkının devrimidir. Birlikte bölge devrimidir. Kelebekler o
nedenle oyalanıyor. Daha fazla çiçek biriktiriyor, çünkü bölge devrimi
dünya devrimidir ve zalime karşı verilecek son kavgadır. Rüzgâr o
taraftan esiyor. Bunlar hamaset midir? Hamaset ise, Kürt devriminden
de, Türk devriminden de kaçanlar, neden şimdi kongreci olmak için
birbirini yiyorlar gene de salonları dolduramıyorlar? Neden ABD,
kendi askeri ve parası yetmediği halde, tüm dünyada yarım milyar
askerine ilave olarak işbirlikçisi ve müttefiki devletlerden asker
toplayarak hem bu coğrafyaya yığıyor? Neden Füzeler ve kalkanları hep
bu coğrafyada konuşlandırılıyor?
Son olarak, kongre girişimi ile Türkiye'de son derece açıklık yaratan
turnusollere doğru ilerlenildiğinin, kongre girişiminin, yaşanmış
benzerleri gibi, ancak ve ancak hem sıradanlaşmış, hem de özünü
kaybetmiş eski solcuları çekip, bir anlık soluk verebileceğinin ama
sonunda tam soluksuz bırakacağının, bu günün tarihinin de, talihinin
de emek sürecinin belirlediği şartlar üzerinden yükseldiği gerçeğini
Kürt ve Türk emekçilerin ellerine alacağının, kongre girişimi adı
altında biriken bütün reformist hayallere, sıradanlaşmış ama özünü
kaybetmemiş hiçbir sosyalistin, komünistin kapılmayacağının, bu
sıraladıklarımdaki eleştirileri ve mahkûmiyetleri hak etmeyenleri
ayırdığımın bilinmesini istiyorum.
Ve bitiriyorum, bitirirken, Marksizm'in bir son söz olduğunu
düşünenlere sesleniyorum; Marksizm bir başlangıçtır, yaşadığı tarih
dilimindeki ve o zamana kadar biriken insanlığın düşüncesini eleştirel
gözle incelemiş ve sonrakiler için dosyalamıştır. Marks ve Engels,
tarihe en uzun ve en eleştirel notu kaydedip bu dünyadan dönülmeze
göçmüştür. Onu takip eden Lenin olmuştur, Marksizm'i hem
zenginleştirmiş hem de devrimcileştirmiştir. Asıl zenginliği
politikadadır. Lenin, Marks'ın ve Engels'in, teorik olarak bulup
çıkardıkları ve ortaya koydukları gerçekliklerinin, Ekim devrimi ile
reel pratiğine kapı açmıştır. Kapıyı kapatmak isteyenlere cevap
Stalin'den gelmiş ve böylece sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu
reel olarak kanıtlanmıştır. İkinci olarak, belirleyici olanın emek
süreci olduğu ve üçüncü olarak, sınıf mücadelesinin tarihin itici gücü
olduğu, Ekim devrimi ile başlayıp, kapitalist restorasyonla sona eren
Sovyet sosyalizminin bütün doğruları ve yanlışları ile birlikte ve
özellikle yanlışlarının yol göstericiliğinde net olarak
kanıtlanmıştır. Eğer kanıtlanmış olmasaydı, bir; dünyanın en çok
hareketli olduğu bölgelerinde yarım milyar paralı Amerikan askerini
beslediği, onlarca füze rampası ve kalkanı ile kendini garantiye
almasına rağmen, hâlâ Ortadoğunun, Kuzey Afrika'nın çöllerine asker
yığmak için, ucuz asker aranıyor ilanı vermezdi. İki; Sovyet
sosyalizminin yıkılmasının, Stalin'in ölümünün üzerinden onca zaman
geçmesine ve tarihin sonu âmin duasının okunması ile tüm sosyalizm
düşmanlarına bayram havası estirmiş olmalarına rağmen, Troçkizm ve
Anti-Stalinizm'in canlı tutulmasından vazgeçilmediği gibi hâlâ canlı
ve saldırgan tutulmaya devam edilmezdi. Üç; yıkılmış bir sosyalizme ve
sonu gelen bir tarihe rağmen, kulağa hoş gelen şirin mi, şirin eklerle
sosyalizm bayrakları imal edilmez, bu bayrağın altına,
kapitalistlerden daha yalancı, küçük-burjuvaziden bile kaypak, ateşi
görünce hemen eriyen, en küçük bir fırtınada içine girecek oyuk
arayanlarla; yani bir parça hümanizm, bir parça insan hakları, bir
parça edebiyat eğilimi taşıyan ve insan olsun da çamurdan olsun demeyi
en önemli sosyalist pusula belleyen kişicikleri toplayarak sosyalizm
olabileceği inancı yayılmaya çalışılmazdı.
Bu gün hâlâ en çok korkulan ve saldırılan yalnızca ve yalnızca
Marksizm'i devrimcileştiren ve yaşayabilir olduğunu, insana en yakışan
düzen olduğunu reel olarak gösteren Sovyet Marksizm'i ve Sovyet
sosyalizmidir ve en çok, Marksizm'in son ve dünyayı değiştirmeye
yetmeyen teori olduğunu kanıtlamak üzere emperyalizmin bütün ideolojik
laboratuarlarında sahre teoriler üretilmektedir ve hepsinin önünde
şirin gösteren kulağa hoş gelen ve hemen hepsinde "demokrasi" olan
ekler vardır Sosyalizmden korkanlar, korktuklarını kendi
sosyalizmlerine hapsetmek için her yöntemi, her aracı
kullanmaktadırlar.
Gerçek sosyalistler, güvenli yollardan ayrılmak istemeyen
kişiciklerden ayrıdır ve tarihin ilerleme çizgisindeki tüm
nesnellikleri doğru okumaları nedeniyle tarihin akışının hangi yöne
gittiğini gördükleri için, kendilerinden emin ve gelecekten
umutludurlar; bu umut ve güven ile insanlığa en çok yakışacak olan
sosyalist düzeni kurmalarının engellenemeyeceğinden emindirler. Bu
anlamda tarihin son sayfasının olmadığının bilinciyle tarihe
kaydederek sosyalistlere bırakılan dosyalar yeniden açılmış ve en
fazla deneyimin yanlışlıkların işaretlendiği ve Sovyet sosyalizminden
akan yanlışlıklarda olduğu görülmüştür. Şimdi insanlığın hâlâ en
bilimsel, en devrimci teorisi olmaya devam eden Marksizm-Leninizm
dosyası, dünyayı insana yakışır biçimde değiştirmeye and içmiş
sosyalistlerin elinde, en ileri seviyeden sosyalist iktidar
mücadelesine başlangıç olacak şekilde geliştirilmeye devam ederek asıl
kavganın daha yeni başladığını bütün dünyaya gösteren sayfaları da
içine katacaktır. Ondan sonrası, yeniden fışkıran insanlığın elinde
büyüyecektir. Sosyalistler bunu biliyor ve buna inanmaktan hiç
vazgeçmiyorlar.
"Kongre girişimcileri" mi? Onlara tarihin hızlandığı dönemlerde
kitlelerin nasıl tarih yazdığını, sahte kongre dinamikleri ile
kitleleri şaşırtanları nasıl tarihin çöplüğüne attıklarını bekleyip
görmelerini ve sahte çırpınışlarının bu hızlanmayı daha da
artıracağını kulaklarına küpe yapmalarını öneriyorum. İyi niyetle ve
sıradanlaştığı için özünün sıcaklığını göremeyip, yanlış yerlere
yüzünü dönenleri "kongre girişimcileri"nden ayırıyorum ve onlara da
çok fazla bu yönde ilerlerlerse orada kalmalarının kendileri için en
iyisi olacağını, çünkü dediğim gibi, tarihin akışının hızlanmış
olduğunu ve hiçbir nazlanmaya tahammülü kalmamış olduğunu
hatırlatıyorum.
Ve böylece tarihe düştüğüm bu uzun notlarla kelebeklerin taşıdığı
çiçeklerin "demokrasi" çiçekleri değil, sosyalist iktidar
mücadelesinin çiçekleri olduğunu, ezgi ve sömürü altındaki halkların
kurtuluş devriminin de rengini taşıdığını asıl ve tarihe uyan rengin
bu olduğunu,bu asıl rengi soldurmak için ne fırıldaklar döndüğünü
göstermiş olduğuma inanıyorum.
Fikret Uzun
16.Ekim 2011