Marx'ın yaptığı, kendi ifadesiyle, SOMUTUN ZENGİNLİĞİNDE SOYUTA
ULAŞMAKtır. Ve gerçekten soyutlama yapmadan somuta varmak mümkün
olmuyor. Bunun anlamı yüzeydekilere bakarak derindekileri yani
gerçekliği bulmaktır. Ve laf lafı kovalıyor ki, diyalektik işte ne
yapayım, burada da Marx, öz ile görünen aynı olsaydı bilim olmazdı
der. Ve Marxizm işçi sınıfının ideolojisidir ki, sosyalizmin
ideolojisi oluyor ve sosyalizm henüz reel olarak yaşanmıyor iken
Marxizm'in kurucuları Sosyalizmin işçi düzeni olduğunu teorik olarak
göstermişler ve gösterirken de, tarihin motorunun sınıf mücadelesi
olduğunu; belirleyici olanın emek süreci olduğunu temellendiren
yapıtlar bırakmışlardır. Şimdi, Sovyet sosyalizminin yıkılmış olduğu
günümüzde Marx ve Engels'in önermelerinin doğru olduğu ve hâlâ
geçerliğini koruduğu bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Ne var ki,
Marxizm'in kurucuları, bütün bu gerçeklikleri somutun zenginliğinden
bulup çıkarmışken, bizler maalesef gözümüzün içine girecek denli
açıklıkla önümüzde duran bu gerçeklikleri göremiyor ve başka reçeteler
aramak için bin bir bahane öne sürüyoruz. Bahanelerden biri de yakın
zamana kadar Nietzsche idi ve sık sık bu duvarlarda asar dururduk
dediklerini, oysa Marxizm hâlâ en ileri, en devrimci ve en bilimsel
bir teori olmaya ve üzerine tuğla konmamasının üzerinden çok uzun
yıllar geçmesine karşın, bu tuğlaları koymaya çalışacağımıza,
Nietzscheden veya başka yerlerden kelamları asmakla kendimizi
oyalıyoruz.
Marxizm bize, işçi sınıfının tarihsel görevinin, dünyanın komünist
yeniden inşasını gerçekleştirmek olduğunu, dolayısıyla dünyayı
değiştirecek ve yalnızca ekonomide ve politikada değil, kültürde de
daha ileri gitmeyi sağlayacak toplumsal gücün, insanlığın eksiksiz
daha yüksek ahlaki ve estetik değerlere ulaşması için gerekli
koşulları yaratan gücün, işçi sınıfında bulunduğunu görmüşler ve
göstermişlerdir.
Ve ne yazık ki, bunu emperyalist kapitalistler bütün çıplaklığı ile
görüyor ve duyumsuyor dolayısıyla da en sinsi önlemleri, en karmaşık
saldırı metotlarını kullanırken, her kelâmı Marxizm adına
söylediğinden hareketle konuşanlar bu gerçekliklere gözünü kulağını
kapatmakta ve haliyle dilini de sükûtun altın değerine
hapsetmektedirler. Kimse, ABD nin 500 bin paralı askerini Arap
çöllerine ve Kafkasya'ya ve Kuzey Afrika'nın çöllerine neden
yığdığını, bütün kapitalist yönetimlerde kavga ve telaşın neden hâlâ
emek sürecinde yaşandığını, bu sürecin yükselttiği çelişkileri
bastırmak, üzerini örtmek için çabalandığını görmek istememektedir.
Öyleyse, KORKANLAR KORKUTMAK İSTER,
ÖYLEYSE KORKANLAR KORKUTMAK İÇİN EN KORKTUĞU YERİ VURMAK İSTER,
ÖYLEYSE KORKANLARIN EN KORKTUĞU YER HÂLÂ EMEK SÜRECİDİR, SINIF
MÜCADELESİDİR VE HÂLÂ İŞÇİ SINIFININ DÜZENİDİR.
İşte bu gerçeklik Nietzsche hatim ederek yüzeye çıkartılamaz, hatta
yüzeye çıkmışken bile görülemez. Nietzsche Nietzsche demek bir yana
ama insana en çok yakışan düzenin kurulmasını çabuklaştırmak için bize
Marxizm hâlâ yeter diyoruz.
Son olarak, dün olduğu gibi, bu gün de iki felsefenin karşıtlığını
yaşamakta olduğumuzu vurgulamak isterim. İdealist felsefe ve
materyalist felsefe. Dünya hâlâ bunun etrafında dönmekte ve sınıf
mücadelesine de bu felsefi karşıtlığın mücadelesi damgasını vurmaya
devam etmektedir. İşte dananın kuyruğunun kopartılmak istendiği nokta
tam da burasıdır, yani idealist felsefeyi insanlığın kafasına kakarak
yerleştirmeye çalışmaktadırlar, çünkü idealist felsefe geriye dönüşü
veya geride kalmışı savunmanın felsefesidir ki merkezinde din var.
İşte bu nedenle sınıf mücadelesi bu gün ideolojik planda
şiddetlenmektedir, çünkü idealizmin cenderesine hapsedilmiş kitleler,
Tekellerin, emperyalist kapitalizmin ideolojik hegemonyasına
bağlanarak edilgenleştirilmişlerdir. Bu nedenle de en devrimci işin en
sert ideolojik mücadele ile hücuma geçmek olduğunu vurgulamaktayız.
Ama kendimizi, elimizde hâlâ en ileri ve devrimci ve de bilimsel teori
olduğunu kanıtlayan Marxizm varken, Nietzschelere hapsedersek, bu
ideolojik mücadeleyi veremeyiz ve tekellerin ideolojik hegemonyasını
kıramayız, bu da idealizmin dünyayı daha da saracağına işaret olur.
Demek ki, şimdi dünyanın bir aydınlanmaya daha ihtiyacı vardır ki,
aydınlanma demek despotik aydınlanmacılara ihtiyaç var demektir, o da
işçi sınıfının tarihsel görevini ve bu görevini sonuna kadar götürmek
ve tamamlamak için ihtiyacı olan iradeyi öne çıkarmaktadır.
Demek ki, ihtiyaç despot aydınlanmacıda ise ama bu gün despotlardan
aydınlanmacı olmalarını beklemek ham hayal ise, kilise ve camilerden
böyle aydınlıkçıların çıkması da pek zor ise, öyleyse iş gene işçi
sınıfına kalmakta ve Marxizm'in kurucuları bunu da bizim önümüze
teorik olarak koymuş, Lenin ve Sovyet komünistleri bunu reel hale
getirerek olmazsa olmazını bütün dünyaya göstermiştir.
İlknur hocam şimdi bana ne alaka diyebilir ama her şey bir bütündür ve
elbette bütünün zenginliğini soyutlayarak somutlamak mümkündür öyleyse
benim yaptığım da bir anlamda soyutlamadır ve burada Marx ve
Engels'in, aydınlanmanın yalnızca toplumsal düşüncedeki bir hareket
olmadığını, büyük Fransız Devriminin öngünlerinde, feodal
mutlakıyetçiliğe karşı savaşmak için ayaklanan ilerici burjuvazinin
çıkarlarının ideolojik bir ifadesi olduğunu gösterdiklerini
hatırlatarak, Değerli İlknur hocanın dediklerini düzeltmek anlamında
değil ama bir katkı daha sunarak teşekkür borcumu ödemek isterim,
"Bütün inançların inanç erklerine bakın, en çok kimden nefret
ediyorlar? Kendi değer levhalârını parçalayandan, bozandan, yasa
bozandan: - oysa o, yaratıcıdır." "yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler
değil ve sürüler inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı,
yeni levhalara yeni değerler kazıyanları" diyor Nietzsche, Böyle
Buyurdu Zerdüşt'de.
Felsefenin temel konusu, doğru bilgi edinmedir ancak Nietzsche'nin
ilgisi bu alanda değildir, onun ağırlığı insan üzerine düşünmektedir.
Ancak en çok insan üzerine düşünen ve belki de sadece insan üzerine
düşünen Nietzsche'nin insana güvenmediğini görüyoruz. Dolayısıyla
ilerlemeye de inanmamaktadır. Çünkü insana güvenmek ilerlemeye
güvenmektir.
"İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da
daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. 'İlerleme' modern
bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce." Nietzsche-Deccal
"Bir canlıya, bir türe, bir bireye, içgüdülerini yitirmişse, kendisine
zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa, yozlaşmış derim." Nietzsche-Deccal
Kısaca şöyle anlamak mümkündür, Nietzsche Tekellerin egemenlik kurmaya
başladığı bir dönemde yaşıyor ( 1844-1900) tekellerin bireyleri sürüye
çevirmeye başladığını görebiliyor; ancak tekellere cephe almak yerine,
sürüye dönüşen kitlelere cephe almaya yelteniyordu, sıradan insana
cephe almaya yelteniyor, bu onu insana karşı bir ahlak geliştirmeye
itiyor.
Nietzsche, sıradan insanı hep zayıf duygusal, kolay kandırılabilir
sürü olarak görüyor ve Süperman, üst insan ya da "insanüstü insan "
arıyor. Nietzsche, Parmanides'in (*) karşıtı, Herakleitos'a
hayranlığını öne çıkarmaktadır.
Şöyle diyor,"Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun
yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep.
Yok, oluşun, yok edişin olumlaması ki, Dion-yosca bir felsefenin can
alıcı noktasıdır,- karşıtlıklara, savaşa ve 'varlık' kavramını
kökünden yadsıyarak - oluşa evet deyiş: Şimdiye dek düşünenler içinde
bana en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. 'Bengi dönüş'
öğretisi, yanı sınır tanımadan, sonsuza dek her şeyin durmadan yok
olup yeniden doğması, Zerdüştün bu öğretisi daha o zamanda
Herakleitos'ça öğretilmiş olabilirdi." Nietzsche-Ecce Homo
Kundera'da bir Nietzsche takipçisidir ve "bengi hafiflik" öğretisini
savunmaktadır. İnsanlara bitkisel hayatı öneriyor.
Ancak Engels, 'İngiltere'de işçi sınıfının durumu'nu anlatırken,
bitkisel yaşamın resmini şöyle çiziyordu, "Ancak, entelektüel olarak
ölü idiler; basit, özel çıkarları için, tezgâh ve bahçeleri için
yaşıyorlardı ve ufuklarının üstünden insanlığı kaydıran güçlü
hareketten haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahattılar ve
sanayi devrimi olmasa, bu rahat, romantik olmakla birlikte insanoğluna
yakışmayan varlıklarından hiç çıkmayacaklardı. Gerçekte insani varlık
değillerdi, o zamana kadar tarihi sürüklemiş olan bir avuç
aristokratın hizmetinde emek makineleriydiler"
İlginç mi gelir, şaşırmaz mısınız bilemem ama kadını aşağılayan
Kundera'nın kaynağını Nietzsche'den aldığını görmekteyiz.
" Öç ve hınç duyguları zayıflıktan nasıl ayrılamazsa, saldırganlık
tutkusu da öyle ayrılmaz güçten. Örneğin kadın öç gücüdür; başkasının
acısına duyarlığı gibi bu da zayıflığından gelir." Nietzsche-Ecce
Homo
Yaşlı kadın hızla geçen Zerdüşt'e sesleniyor; 'kadınlara mı
gidiyorsun? Kırbacını unutma !' Böyle Buyurdu Zerdüşt.
Engels, Anti-Dühring adlı yapıtında şöyle diyor "iyi ve kötü
kavramları, ulustan ulusa ve dönemden döneme o kadar çok değişiyor ki,
genellikle birbiriyle tümden çelişir duruma geliyor. İnsanlar ahlak
düşüncelerini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en sonunda sınıfsal
konumlarının dayandığı pratik ilişkilerden, üretimi ve değişimi
sürdürdükleri ekonomik ilişkilerden türetirler."
Marx ise, "...Stirner hep yapıyor, hâlbuki komünistler hiç ahlak vaaz
etmezler. İnsanların önüne 'birbirinizi sevin' , 'egoist olmayın'
türünden ahlaki talep koymazlar. Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey
yoktur."
Nietzsche'yi Faşist ideoloji ile yakınlaştıranlar ve Hitlerin üstün
ırk yaklaşımını, Nietzsche'nin 'üst insan' düşüncesinden aldığını
söyleyenler de vardır, o kadar detayına inmek gerekmiyor ama Macar
Marksist düşünür G. Lukacs'ın şu ifadeleri kayda değerdir. "Tam
gelişimini faşizmde bulan emperyalist felsefe, merkezi kategorisi
olarak, paradoksal bir şekilde 'yaşam' denilen ama yaşama karşı olan
her türlü ilkenin bir bileşimi olan bir anlayışı kabul eder. Bu yaşam
anlayışı, insan yaşamına, insan ruhuna, binlerce yıllık insani
evriminin doğurduğu değerlere karşı bir savaş ilanıdır."
Yani İlknur hocam, hâlâ ısrar ediyorum, bize Nietzsche'ler değil, Marx
ve Engels'ler gerekiyor ve yetiyor. Marx ve Engels'in kurduğu
Marxizm'e tuğla koyacak olanlara da razıyız ama Nietzsche'leri
beklemiyoruz, takipçileri Kundera gibilerdir ki, "büyük yürüyüş"
olarak tabir ettiği sosyalizm mücadelesini Kitsch (**) yapan, büyük
anayurt savunmasında Hitler faşizminin işkencelerinde öldürülen
Stalin'in oğlunun cesedini kitsch ile tartıp, kitschin daha ağır
geldiğini ifade eden ve bir süre önce kısa bir eleştirisini yaptığım
(***)Çekoslavakya kaçkını Çekoslavaktır, onları hiç istemiyoruz.
Fikret Uzun
20 Kasım 2011
(*) "varlık nedir?" sorusunu soran ve felsefi olarak cevap arayan ilk
filozoftur. Ona göre varlığı, varlıktaki değişimi ve hakikati yalnızca
akılla kavrayabiliriz. Varlığın bilinebilir olduğu görüşündedir.
(**) Kitsch= bok demek oluyor.
(***) http://fikretuzunn.azbuz.com/readArticle.jsp?objectID=5000000013633436