DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM
DEVLETİN KÖKENİ
DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.
DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ
ZORA DAYALI DEVRİM
SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET
HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE
YENİ TOPLUM ÜTOPYADAN MI TOPLUMUN TARİHSEL GELİŞİMİNİN BİR ÜRÜNÜ
OLARAK MI ORTAYA ÇIKAR?
DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK Mİ FEDERALİZM Mİ?
ANARŞİSTLERLE POLEMİK VE MERKEZİYETÇİ DEMOKRATİK- CUMHURİYET Mİ,
FEDERATİF CUMHURİYET Mİ?
DİN VE DEVLET
DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİNİN EKONOMİK KOŞULLARI
"Gelinen aşamada baktığımızda Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve
yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeği ortadadır. Bugün dar
sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte ve kapitalizm-emperyalizm
karşısında güncelliğini yitirmiştir."
"Marksizm bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiştir.
Temel etkenlerin başında sosyalizmin 'devlet odaklı' olmasıdır."
"Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp 'proleter devrim'
yapmasını beklemek akıntıya karşı kürek çekmeye benzer."
"Sorun devlet-sosyalist devlet mantığı ile yakından bağlantılıdır.
Marksizm'in bu koşullarda eski argüman ve taktiklerle, daha önemlisi
'işçi devleti' stratejisiyle yaklaşması, amacın odağına devlet ve
iktidarı koyarak 'yapısal krizi' derinleştirmektedir."
"Bakunin; 'proleter devlet yeni bir kızıl burjuvaziyi yaratır' derken
devletli sosyalizmin öncekinden farksız olduğunu söylerken haklıydı."
"Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle 'devletin
kendiliğinden sinümleneceğini' öngörmek kaba-determinist bir
durumdur."
"Devlet iktidarını ele geçiren ideoloji ne formda olursa olsun bir
öncekinden daha otoriter olmaktan kurtulamaz. Burada sorun 'yönetme'
de değil veya 'yönetende' değil, devlet olgusunun götüreceği doğal
sonuçtur. Gelinen aşama bunu bize göstermiştir. Marksist paradigmanın
'bunalımı' geçici bir 'tıkanma' süreci olarak izah edilemez, yaşanan
durum 'yapısal ve özsel' krizdir."
" 'Devlet toplumun iradesini teslim alan' bir sistemdir, ister
sosyalist ister kapitalist-emperyalist devlet fark etmiyor. Devlete
(ve iktidara) 'teslim' edilen iradenin, bireyi kendi özünden
(doğallığından) uzaklaştırdığı bir gerçekliktir."
Bu ifadelere yansıtılan çıkarımların her biri, oportünizmin,
burjuvazinin ve küçük- burjuvazinin ideologlarının, tekellerin
ideolojik silahı olarak Marxizm'i tahrif etmek için, daha çok da,
Marxizm'in toplum üzerindeki etkisini yitirdiğini, bunun nedeninin de
Marxist teorinin yanlışlığının anlaşılması olduğunu kanıtlamak için,
sürekli öne sürmek zorunda oldukları çoktan iflas etmiş çıkarımlar
olduğunu tekraren ifade etmek beni sevindirmiyor. Aksine üzüyor.
Ancak, bu, tarihte kalmış olması gereken ve çoktan hem tarihsel
gelişmenin ortaya serdiği nesnellik ile, hem de bu nesnelliğin
üzerinden geliştirilen teorileri, bu nesnelliklerin karşılığı olarak
reel yaşanmışlığın doğrulamasıyla çürütülmüş olan düşüncelerin, ölü
bir düşünce olarak hükmü kesinleşmiş olması gerekirken, hâlâ yer yer
kaba, yer yer ince yöntemlerle ve daha çok da emperyalist kapitalizmin
laboratuarlarında üretilen teoriler olarak önümüze çıkartılması,
üstelik de, "Marxizm'in toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunun"
en çok iddia edildiği bir süreçte, Marxizm'i tahrif etmek ve Marxizm'i
gözden düşürmek çabalarının çok fazla artmış olması, bize bu
tekrarların ve Marxizm'i savunma modundan çıkarmak ve hücum moduna
geçirmek için, Marxizm'i enine boyuna irdeleyerek netleşmenin ve
elbette bütün bu saldırılara karşı ideolojik mücadele yürütmenin en
devrimci iş olduğunu göstermektedir.
Ayrıca, bir gerçeklik ve tarihin taşıdığı bir ders daha var ki, bize
oportünizmin, toplumsal hareketliliklerin arttığı, doğru teorilerin
sıçratmalı gücünün kendini gösterdiği ve egemen sınıfların
çaresizliğinin arttığı ve tabii onunla birlikte egemen ideolojinin
nesnelliklerin üzerini örtmekte zorluk çektiği dönemlerde mutlaka ve
artan hızla işbaşına geçtiğini göstermektedir.
Bugün,"Marksizm'in bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini
yitirmiş olduğunu" kabul ettirmeye çalışan Marxizm düşmanlarının,
"etkisini yitirmiş" olarak gösterdikleri bir öğreti üzerinde
Marxistlerden çok daha fazla laf üretmekte olmaları, öğrenmeye tutkulu
olanlar için son derece öğreticidir.
Bu "etkisini yitirme" olgusuna temel olarak etki edenlerin başına,
Marxizm'in düşmanları, sosyalizmin "devlet odaklı" olmasını
koymaktadırlar.
Demek ki, emperyalist kapitalizmin ideolojik ve politik saldırıları
ile bir korelasyon var. Bu gün, hepimiz biliyor ve görüyoruz ki,
emperyalizm, yeni dünya düzeni yönelimindeki ideolojik-politik
mücadelesinin merkezine ulus-devleti baş düşman olarak
yerleştirmiştir; dolayısıyla emperyalist kapitalizme ideolojik silah
olarak uşaklık peşinde koşan sahte Marxistler ile Marxizme cepheden
saldıranların iş başında olmasına şaşırmıyoruz.
Bu iş başında olanların işlerinin başında, Marxizmin kurucularının
devlet öğretisini çarpıtmak ve hatta Marxizmi iflasına sebep olan bir
teori olarak göstermek var.
"Gelinen aşamada, Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir
çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeğinin mutlak bir biçimde ortada
olduğunu" göstermeye çalışan ve bu nedenle bugün "Marxizm'in, dar
sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte olduğunu", bu nedenle de,
"kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiş olduğunu" tam
bir mutlaklık içinde öne çıkartan Marxizm düşmanlarının, iktidar
perspektifine hücum yanında, sınıftan kaçışın haklılığını da
gerekçelendirme çabalarının temel politikaları olduğunu görüyoruz.
Bu, "tarihin sonu" teorisinin mucidinin bile acz içinde kaldığı
tarihsel nesnellik karşısındaki çaresizliğin tartışmasız görünümünün
yansıması olan bir korkaklığın ifadesidir ve bu korkaklığın iktidar ve
sınıf olgusuna vurması şaşırtıcı değildir.
Kautsky'den beri, Marxizmden uzaklaşırken, bunu Marx'a mal edenler
yanında, Marxizme cepheden saldıranların saldırılarının odak noktası,
hep proleter devrimin özsel içeriği, yani proletarya diktatörlüğü
olmuştur.
Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp 'proleter devrim'
yapmasını beklemenin akıntıya karşı kürek çekmeye benzediğini vaaz
eden bu Marxizm düşmanları, "sorun"u devlet-sosyalist devlet mantığı
ile bağlayarak,Marksizm'in (hâlâ) 'işçi devleti' stratejisiyle
yaklaşmasının, amacın odağına (hâlâ) devlet ve iktidarı koymasının,
Marxizmin 'yapısal krizi' ni derinleştirdiğini iddia etmektedirler.
Bu iddialarını doğrulattıkları kişi ise, Bakunindir ki, bozacının
şahidi şıracıdır diyoruz.
Bakunin'in; 'proleter devlet yeni bir kızıl burjuvaziyi yaratır'
dediğini, yani devletli sosyalizmin öncekinden farksız olduğunu
söylediğini ve bunda haklı olduğunu söylüyorlar.
"Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle 'devletin
kendiliğinden sönümleneceğini' öngörmek kaba-determinist bir durum"muş
Marxizm'in düşmanlarına, bir o kadar da ondan hâlâ korktukları
anlaşılanlara göre.
Devlet ve iktidar sorununun çözümünün, kocakarı ilaçları misli safsata
düşüncelerle sağlanacağına inandırmaya çalışan ve "Devletsiz
demokrasi" vaaz eden,"demokratik özerklik ve özyönetim" üzerine de
nutuklar sıralayan Marxizm'in düşmanlarının, bütün korkularının,
Marxizm rüzgârının, şiddetli bir biçimde esme eğilimi göstermeye
başladığı bir tarihsel sürece girdiğini görmelerinden olduğunu anlamak
zor değil. Ancak bunu, Marxizm'i tahrif etme çabalarına, zorlama
teoriler ve tespitler koymaları bir yana, Marxizm karşısındaki
çaresizliklerinin ifadelerindeki çelişkilere de yansıdığını görerek
anlamak mümkün.
Bir yerde, "Marksist paradigma 1840'dan beri insanlığa, toplumsal
mücadelelere birçok şey kattı kuşkusuz. Kapitalizmin kurumsallaşarak
yerleşmeye çalıştığı bir dönemde, böylesi ciddi bir paradigmanın açığa
çıkıp alternatif oluşturması önemliydi. Dönemin koşullarında Marks'ın
ortaya koyduğu ekonomi politiğin tahlili, toplumun ihtiyaçlarını belli
boyutlarda karşılıyordu fakat gelinen aşamada baktığımızda Marksist
öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu
gerçeği ortadadır. Bugün dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte
ve kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiştir.
Marksizm bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiştir."
denilirken,başka bir yerde "Marksist paradigmanın yaşadığı 'yapısal
sorunlar' ancak yeni bir paradigmatik yaklaşımla aşılabilir."
denilmekte ve Marksizmin yaşadığını söyledikleri yapısal bunalımının
nedenlerinin başında sosyalizmin 'devlet odaklı' olması
gösterilmektedir. Böylece, Marxizm'in en çok korktukları öğretisine,
devlet ve zora dayalı devrim öğretisine, Marxizm'i tahrif ederek savaş
açmanın kılıfını hazırlamaya çalışmışlardır.
Daha dikkatlice incelendiğinde, bütün bu Marxizm'i tahrif etme
çabalarının, onca zahmete girerek Devlete ve otoriteye ve elbette işçi
sınıfına açtıkları savaşın, emperyalist kapitalizme, işbirlikçilerine,
tekellere, yaranmak için olduğunu gizleme çabalarına rağmen, Kürt
coğrafyasındaki sorunların, emperyalizmin ve bu coğrafyadaki
işbirlikçilerinin ve elbette 12 Eylül rejimini emperyalizmin öngördüğü
sınıra götürmenin politikalarını izleyenlerin çıkarına çözmek için
çırpınışları olduğu görülmektedir.
Öyleyse bize de hodri meydan demek kaldı ve Marxizmin kurucularının,
devlet ve zora dayalı devrim öğretilerini, Lenin'in de katkılarıyla
ortaya koymak suretiyle, bu, Marxizm karşısında acz içinde olan
bayların, Marksist öğretinin karşısına koydukları çoktan çürütülmüş
düşünceleri ile son otuz yılda emperyalist kapitalizmin ideolojik ve
psikolojik saldırılarına maruz kalarak sıradanlaşmış ama özünü
kaybetmemiş insanların akıllarını bozma çabalarını püskürtmeyi görev
bildik.
DEVLETİN KÖKENİ
Bu çıkarımların kaynağını düşünmek gerekirse, Hegel'in idealizmini
hatırlamak yerindedir. Öyle olmasaydı, devletin, topluma dışarıdan
dayatılmış bir güç olmadığı gerçekliğinden hareket edilerek, Hegel'in,
devleti tek tek insanların, toplumsal örgütlerin ya da sınıfların
çıkarlarının aleti olarak gösteren öğretisinin esiri olunmazdı. Önce,
Hegel'den önce yaşamış olan Rousseau'nun bile görebildiği, devletin
insanlar tarafından yaratıldığı, yine insanlar tarafından
değiştirilebileceği gerçeğini hatırlayarak, bir çözümlemeye
girişilirdi.
Bunlar bir yana, devlet öğretisi, artık idealistlerin hegemonyasından
çoktan çıkmıştır. Dolayısıyla devletin ne olduğu üzerine felsefi
süslemelere gerek yoktur, hele ki, söze Marxizm'le başlanılan bir
alanda ve çözümlemede bu tamamen gereksizdir.
Devletin, daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir
ürünü olduğunu; bunun, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki
içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara
bölündüğünün ifadesi olduğunu; Fakat bu karşıtlıkların, yani karşıt
ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir
mücadele içinde eritip bitmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde
duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması,'düzen'
sınırları içinde tutması gereken bir gücün gerekli hale gelmiş
olduğunu; ve işte toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran
ve topluma gitgide yabancılaşan bu gücün devlet olduğunu,
burjuvazinin, idealizme sarılan ideologları da, Marxizmi evirip
çevirmeye çalışan oportünistler de pekala bilir ve tersini kanıtlamak
için bin dereden su getirir.
Ama Marxist'likleri bir sahteliğin ifadesi olmayanların,yani gerçekten
Marxist olanların, bunu çok daha derinlemesine ve özellikle de, hem
burjuva ideologlarının ve hem de kendini Marxist göstermekten
vazgeçmeyen oportünistlerin tahrifatlarına karşı mücadele edebilecek
kıvamda bilmeleri ve bu konuda net olmaları gerekir.
Yani sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürü olan
devlet'in, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılmadığı
yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıktığını, dolayısıyla devlet'in
varlığının, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtladığını net
olarak bilmesi, bilincine kazıması gerekir.
Çünkü oportünizmin müzmin tahrifatçılarının saldırı noktaları
buradadır. Çünkü bu kadarını, yani devletin ancak sınıf çelişkilerinin
ve sınıf mücadelesinin olduğu yerde var olduğunu kabul eder görünen,
daha doğrusu kabul etmek zorunda kalan bu, burjuvazinin ve özellikle
küçük-burjuvazinin ideologları, Marx'ın, devleti, sınıfların uzlaşma
organı olarak gösterdiği yalanına başvurarak "Marksist" olmaktan
vazgeçmeden Marxizm'in kurucularının devlet öğretisini tahrif ederler.
Halbuki, Marx'a göre devlet, sınıfların çatışmasına gem vurmak
suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip, pekiştiren bir
"düzen" in yaratılmasıdır.
Küçük - burjuva politikacıların görüşüne göre ise,"düzen", tam da
sınıfların uzlaşmasıdır, yoksa bir sınıfın bir başka sınıf tarafından
ezilmesi değildir; çatışmaya gem vurmak demek, uzlaştırmak demektir;
yoksa ezilen sınıfların elinden, ezenleri devirmek için belli mücadele
araçlarını ve yöntemlerini çekip almak değildir!
Dün de, bu gün de, sınıfların "devlet" aracılığıyla "uzlaştırılması "
biçimindeki, küçük-burjuva teorisine kayma çabalarının varlığını
koruması, hep Marxizm'in devlet öğretisinin tahrifinin, bu öğretinin
yeterince derinlemesine öğrenilmemesi nedeniyle kolaylaşmış
olmasındandır.
Öyleyse, Marxist devlet öğretisinin tahrifini zorlaştırmak veya
püskürtmek için, Marxizm'in devlet öğretisini enine boyuna irdeleyerek
bu konuda netleşmek gerekmektedir.
Eğer sınıfların uzlaşması olanaklı olsaydı devlet, ne ortaya
çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi. Bu temel gerçeği görmezden
gelirsek; devletin, küçük- burjuva ve dar kafalı profesörlerle
yazarların, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet ettiği görüşünü
benimsemek elbette kolay olurdu. Ve olduğunu görüyoruz. Bu aynı
zamanda, Marxist görünüp, Marx'ta devletin, sınıf egemenliğinin bir
organı, bir sınıfın, başka bir sınıf tarafından ezilmesinin organı
olduğunu görmezden gelerek, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet
ettiği yalanını Marx'a dayandırmak demektir.
Diğer yandan devlet, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar,
aynı anlama gelen, özel silahlı örgüt yanında, hapishaneleri ve her
türlü zor kurumları da içeren bir kamu gücünün ifadesidir.
Başka ifadeyle, ezen ve ezilen sınıflar olarak parçalanmış bir
toplumda, ezenlerin sınıf egemenliği olarak devletle birlikte, eski
ilkel komünal toplumdaki " kendi kendine hareket eden silahlı örgüt"
yerine, ezen sınıfların egemenliğinin korunmasının ve ezilen
sınıfların baskı altında tutulmasının aracı olarak "silahlı
insanlardan oluşan özel kuvvetler", sürekli ordu, polis vs. meydana
çıkar.
Engels,"Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni " adlı
çalışmasında, devleti tarihsel olarak ortaya koyarken, eski Gens
örgütlenmesinde, yani ilkel komünal Gens toplumlarında, devletin
olmadığını dolayısıyla toplumun üstünde duran ve ona yabancılaşan
silahlı insanlardan oluşan özel formasyonların, yani ordu, polis vs.
nin olmadığını; silah taşıyabilen bütün Gens üyelerinin silahlanmasını
anlatan bir "halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü"
olduğunu vurgulamaya ve dikkatleri bu noktaya çekmeye özen
göstermiştir.
Uygar toplum, bunlar arasında bir silahlı mücadeleye yol açabilecek
olan düşman ve hem de uzlaşmaz düşman sınıflara bölünmüştür. Bunun
sonucunda devlet oluşur, özel bir güç yaratılır, silahlı insanlardan
oluşan özel formasyonlar ortaya çıkar. Ve bu devlet aygıtını yıkan her
büyük devrim bize, hem egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı
insanlardan oluşan özel formasyonları yenilemeye çabaladığını ve hem
de ezilen sınıfın sömürenlere değil, aksine sömürülenlere hizmet
edecek bu türden yeni bir örgüt yaratmaya çalıştığını açıkça
gösterir.
Demek ki, Engels'in bilinçli işçiler için işaret ettiği nokta, her
büyük devrimin pratik, anlaşılır ölçüde sorduğu sorunun, silahlı
insanlardan oluşan "özel" formasyonlar ile "halkın kendi kendine
hareket eden silahlı örgütü" arasındaki karşılıklı ilişki sorusu
olduğudur.
Şimdi, bu altı çizilenler ışığında devlete başka bir açıdan daha
bakalım.
Toplumun üstünde duran özel bir kamu gücünün ayakta tutulması için
vergilerin ve devlet borçlarının gerekli olduğunu hepimiz biliyoruz.
Buradan hareketle en sefil polis memurunun, Gens toplumunun tüm
organlarının toplamından daha çok 'otorite'ye sahip olduğunu, fakat en
güçlü prensin ve uygarlığın en büyük devlet adamının, ya da
generalinin, ona gösterilen içten ve tartışmasız saygıdan dolayı en
küçük Gens'in başkanını kıskanabileceğine işaret eden Engels'in, kamu
gücünün ayakta tutulması için gerekli olan otoritenin, toplumun
saygısından uzak olduğunu vurguladığını hatırlatmak isterim.
Böylece devlet erkinin organları olarak memurların ayrıcalıklı konumu
sorunu ortaya konulmakta, dolayısıyla onları toplumun üstüne çıkaranın
ne olduğu sorusu öne çıkarılmaktadır.
Engels bu sorunun cevabını, "Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme
gereksiniminden doğduğu için, ama aynı zamanda bu sınıfların
çatışmasının tam ortasında doğduğu için, kural olarak en güçlü,
ekonomik olarak egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten
de egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve
sömürmek için yeni araçlar elde eder..." diyerek öne çıkartmaya
çalışıyordu. Yani memurların kutsallığı ve dokunulmazlığı üzerine özel
yasalar çıkarılmasına işaret etmekteydi.
DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.
Şüphesiz, yalnızca antik ve feodal devlet, köleleri ve serfleri
sömürmenin organı değillerdi, hepimiz biliyoruz ki, modern devlet de
ücretli emeği sömürmenin aracıdır. Bununla birlikte, istisnai olarak,
savaşan sınıfların birbirlerini öylesine yakın dengeledikleri dönemler
olur ki, devlet erki, görünüşte aracı olarak o an için her ikisine
karşı belli bir bağımsızlık kazanır.
Fransa'da
17.ve 18.yy mutlak monarşisi, Büyük Fransız Devrimi'nden
kısa bir süre önce hüküm sürmüştü ve feodalizmle burjuva düzeni
arasındaki geçiş döneminin devletiydi. Mutlak monarşi, devlet
iktidarının, birbirleriyle mücadele eden sınıfların adeta üzerinde
durduğu ve bu mücadeleye ancak, bu sınıfları barıştırmak için müdahale
ettiği şeklindeki düşünceler için, dışsal bir neden sunmuştu. Fakat
gerçekte mutlak monarşi, çözülmekte olan feodal beyler sınıfının
devletiydi. Burjuvazi, yeterli güce ulaştığı gibi, mutlak monarşiyi
yıkarak kendi sınıf devletini kurdu.
Modern temsili devletin de, sermayenin ücretli emeği sömürmesinin
aracı olduğunu ve istisnai olarak, böyle bir devlet erkinin, görünüşte
birbiriyle savaşan sınıflara karşı belli bir bağımsızlık
kazanabileceğini ifade eden Engels, "demokratik cumhuriyette
zenginliğin, iktidarını, Amerika'da olduğu gibi, memurları doğrudan
rüşvetle satın alarak veya hem Fransa'da, hem de Amerika'da olduğu
gibi, hükümet ve borsanın ittifakı sayesinde dolaylı olarak, fakat bir
o kadar da güvenli olarak icra ettiğini" ekler.
Lenin ise,
Engels'in ortaya koyduklarına ilave olarak, Zenginlik'in mutlak
gücünün demokratik cumhuriyette daha güvenli olmasının bir başka
nedeninin, bu mutlak gücün, kapitalizmin kötü bir politik kılıfına
bağımlı olmaması olduğunu ve demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek
en iyi politik kılıf olduğunu ve sermayenin bu en iyi kılıfı ele
geçirdikten sonra, burjuva demokratik cumhuriyetin ne kişilerindeki,
ne kurumlarındaki, ne de partilerindeki hiçbir değişikliğin bu
iktidarı sarsamayacağını vurgular.
Demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi kılıf olmasının
anlamını ise, Engels'in, genel oy hakkını, burjuvazinin egemenliğinin
aracı olarak nitelemesinden çıkartabiliriz. Engels,"genel oy hakkının,
işçi sınıfının olgunluğunun ölçeği olduğunu ve demokratik cumhuriyeti
kastederek, bu günkü devlette asla daha fazlası olamaz ve
olmayacaktır." derken, Lenin'in ilaveten söylediğini doğrulamış
olmaktadır.
Dün sosyal-devrimcilerin, Menşeviklerin, küçük burjuva demokratlarının
ve Lenin'in deyimiyle onların öz kardeşleri olan sosyal-şovenistlerin
ve oportünistlerin beklediği gibi, bu gün de onların ardılları olan,
adlarına özgürlükçü, eşitlikçi veya demokratik ön eki koyan sözde
sosyalist, gerçekte küçük burjuva olan bilumum oportünistler,
Engels'in sözünü ettiği,"daha fazla" yı, tam da bu "genel oy
hakkı"ndan beklerler ve "genel oy hakkı"nın, bu günkü tekellerin
devletinde emekçilerin çoğunluğunun iradesini gerçekten yansıttığını
halka kabul ettirmeye çalışırlar.
Engels'in kaleminden devletin ne menem bir şey olduğunu daha da
netleştirmek için, onun en popüler eserinde dile getirdiği sözlerini
aktarmaya uzunca bir alıntı ile devam etmek istiyorum.
"O halde" diyerek devam eder Engels "devlet ezelden beri var olan bir
şey değildir. Onsuz yapabilen, devlet ve devlet iktidarı hakkında
hiçbir fikri olmayan toplumlar olmuştur. Ekonomik gelişmenin, toplumun
sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlı olan belirli bir
aşamasında, bu bölünme yüzünden devlet bir zorunluluk haline geldi.
Şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk
olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda üretimin pozitif bir engeli
haline geldiği bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu
sınıflar, daha önceki bir aşamada ortaya çıkışlarındaki aynı
kaçınılmazlıkla batacaklardır.
Onlarla birlikte kaçınılmaz olarak devlet de batar. Üretimi,
üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen
toplum, tüm devlet mekanizmasını, o zaman ait olacağı yere; eski
eserler müzesine, çıkrığın ve bronz baltanın yanına kaldıracaktır."
Evet, Engels'in bu uzun alıntı ile aktardığım sözleri yeterince
açıktır ama hâlâ göremeyenler ve daha fazlasıyla bu açıklığın
görülmesini engellemek için, türlü hilelerle üzerini örtmeye
çalışanlar cirit atmaya devam etmektedir. Bu zehirli ciritlerin
panzehiri, elbette ki, Marxist devlet öğretisinin derinlemesine
öğrenilmiş olmasıdır.
DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ
Gelelim, Marxizm'in oportünist tahrifinin en yaygın biçimde yapıldığı
noktaya; Devletin "sönüp gitmesi" konusuna.
Sönüp gidenin burjuva devlet olduğundan hareketle devletin "sönüp
gitmesi "ne alkış tutmak, bunu Marxizme mal ederek, hem Marxist
görünüp, hem de devrimin örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına
gelir. Yani Marxizm'in en ince tahrifidir.
Devletin "sönüp gitmesi" üzerine Engels'in sözleri oportünistlerce de
çok sık aktarılır. Amaç Marxizm'in tahrifini Marxizm'e dayandırmaktır.
Bu şekilde daha inandırıcı ve daha kabul edilebilir olmaktadır.
Bu nedenle, bu konu özel önem taşımaktadır ve yine bu nedenle
Engels'in bu konu ile birlikte devletin kapsamlı bir şekilde
açıklamasını yapan sözlerini aktarmak için uzun bir parantez daha
açmamız gerekecektir.
"Proletarya, devlet erkini ele geçirir ve üretim araçlarını önce
devlet mülkiyetine dönüştürür. Fakat bununla proletarya olarak bizzat
kendini ortadan kaldırır, bununla tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf
karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.
Sınıf karşıtlıkları içinde hareket eden şimdiye kadarki toplumun
devlete ihtiyacı vardır, yani her defasındaki sömürücü sınıfın kendi
dış üretim koşullarını sürdürmek, yani özellikle sömürülen sınıfı
mevcut üretim tarzının verili baskı koşulları (kölelik, serflik veya
bağımlılık, ücretli emek) içinde tutmak için kurduğu bir örgüte
gereksinimi vardı.
Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görünür bir organ
içinde toplanmasıydı, fakat sadece, kendi döneminde bizzat tüm toplumu
temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyleydi; ilk çağlarda köle
sahibi yurttaşların, ortaçağda feodal soyluların, çağımızda
burjuvazinin devleti.
Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi haline gelerek, kendi
kendisini gereksiz hale getirir. Baskı altında tutulacak hiç bir
toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve - bugüne kadar ki
üretim anarşisinde yatan - bireysel var olma mücadelesi ile birlikte,
bundan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık özel
bir baskı erkini, bir devleti gerekli kılan baskı altında tutulacak
hiç bir şey yoktur.
Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak ortaya çıktığı ilk
eylem, - üretim araçlarına toplum adına el konması - aynı zamanda onun
devlet olarak son bağımsız eylemidir.
Toplumsal ilişkilere bir devlet erkinin müdahalesi,çeşitli alanlarda
birbiri ardına gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider.
Kişiler üzerinde hükümet etmenin yerine şeylerin idaresi ve üretim
süreçlerinin yönetimi geçer. Devlet 'ortadan kaldırılmaz', sönüp
gider.
'Özgür halk devleti' safsatası, gerek ajitasyon açısından geçici
haklılığı, gerekse nihai bilimsel yetersizliği itibarıyla bununla
ölçülmelidir; Aynı şekilde, sözüm ona anarşistlerin, bu günden yarına
devletin ortadan kaldırılması talebi de" bununla ölçülmelidir.
Engels'in bu zengin değerlendirmesinden sadece, anarşist öğretisinin
tersine, yani devletin "ortadan kaldırılması" öğretisinin tersine,
Marx'a göre devletin "sönüp gideceği" düşüncesi, sadece bu düşünce,
dün olduğu gibi, bu gün de, sosyalist geçinen düşüncelerin ortak malı
olması çabaları devam etmektedir.
Bunun anlamının, Marxizmin budanması demek olduğunu, budayarak,
oportünizme indirgemek demek olduğunu Lenin çok önce net olarak ortaya
koymuştur. Ancak, bu anarşist düşüncenin, devletin "ortadan
kaldırılması" düşüncesinin, yerine konulan, başka bir tarihsel sürecin
nesnelliğini anlatan "devletin sönüp gideceği" düşüncesinin, sosyalist
düşünceye bulaştırılmak istenmesinin devam etmesi, bu düşüncenin ne
anlama geldiğinin üzerinde durmayı gerektirmektedir.
Böyle bir yorumdan, Lenin'in ifadesiyle, geriye sadece sıçramaların ve
fırtınaların olmadığı, devrimin olmadığı yavaş, yeknesak, tedrici bir
değişim muğlâk düşüncesi kalır. Devletin "sönüp gitmesi", devrimin
örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına gelir.
Oysa Engels'ten aktardığım ve dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacak
olan, Paris Komünü deneyiminin ifadesi olan bu değerlendirmenin en
başında, Proletaryanın devlet erkini ele geçirdiği ve üretim
araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürdüğü ve bununla, proletarya
olarak bizzat kendini ortadan kaldırdığı ve bununla da, tüm sınıf
farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak
devleti de ortadan kaldırdığı, ortaya konulmaktadır.
Bunun ne anlama geldiğini düşünmeden, bunu tamamen görmezden gelip,
sadece "devletin sönümlenmesi " üzerinde ve üstelik muğlâk bir biçimde
takılı kalmak, tam da Lenin'in ifade ettiği gibi, devrimin
yadsınmasına kadar götürür ve bu sapma, kolaylıkla Marxizm'e
bağlanabilir. Bağlanmıştır da.
Ama dikkatli bir biçimde incelendiğinde ve elbette Marxizmde kalarak
incelendiğinde görülecektir ki Engels, proletaryanın, burjuvazinin
baskı aracı olan devlet erkini ele geçirdikten sonra, devlet olarak
devleti de ortadan kaldırdığını ortaya koyduğunu görür. Yani
burjuvazinin devletinin proleter devrim yoluyla ortadan
kaldırıldığından söz ettiğini görür. "sönüp gitme " üzerine sözlerinin
ise, sosyalist devrimden sonraki proleter devletin kalıntıları ile
ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Demek ki, burjuva devlet değildir Engels'e göre sönüp giden, aksine
proletarya tarafından devrimle ortadan kaldırılandır burjuva devlet.
Sönüp giden ise, proleter devlettir.
İkinci önemli noktaya geliyoruz; Engels'in, "özel bir baskı erki"
olarak tanımladığı devletin yerine, yani milyonlarca emekçiyi ezmek
için var olan bir avuç zenginin "özel baskı erki" nin yerine,
burjuvaziyi ezmek için var olan proletaryanın "özel baskı erki" nin,
yani proletarya diktatörlüğünün geçirilmesi gerektiği sonucuna
varıyoruz ve toplum adına üretim araçlarına el konması
eyleminin,"devlet" olarak devletin ortadan kaldırılması olduğu
sonucuna varıyoruz ve buradan da, burjuvazinin "özel baskı erki" nin
yerine, proletaryanın "özel baskı erki" nin geçmesinin hiçbir koşulda
"sönüp gitme " yoluyla gerçekleşmeyeceği gerçekliğine varıyoruz.
Engels, toplum adına, bizzat tüm toplumu temsil eden sınıf olan
proletaryanın üretim araçlarına el koymasından sonraki, yani sosyalist
devrimden sonraki dönemle ilgili olarak, Lenin'in ifadesiyle, çok açık
ve kesin bir biçimde "sönüp gitmekten" ve hatta daha canlı ve renkli
biçimde " uykuya dalmak" tan söz ediyor.
Lenin, bu dönemde,"devlet"in politik biçiminin en tam demokrasi
olduğunu vurgulamakta ve Engels'in devletin "sönüp gitmesi"nden veya
"uykuya dalması"ndan söz ederken, aynı zamanda demokrasinin de "sönüp
gitmesi"nden veya "uykuya dalması"ndan söz ettiğini de
hatırlatmaktadır.
Önceki yazılarımdan demokrasinin bir devlet durumu olduğunu ve devlet
ortadan kalktığında, demokrasinin de ortadan kalkacağını vurguladığım
hatırlanacaktır. Bu vurguyu elbette Marx'ın da, Engels'in de,
açıklıkla ortaya koymuş olmasına borçlu olarak yapıyordum. Böylece,
burjuva devletin, dolayısıyla burjuva demokrasisinin, ancak devrimle
ortadan kaldırılabilir olduğunu ve genel olarak devletin, yani en tam
demokrasinin, sadece "sönüp giderek" ortadan kalkacağını bir kez daha
ve Marxizm'in kurucularının ifadeleri ile hatırlatmış oluyorum.
Demokrasinin bir devlet durumu olması karakteri, bize demokrasi ile
diktatörlüğün bir ve aynı kategoride olduğunu da düşünmemizi
gerektirir. Bu, diktatörlükle demokrasi arasında bir nitelik farkı
olmadığı, nicelik farkı olduğu anlamındadır.
Son derece dikkatlice ve derinlemesine anlaşılması gereken, Marxizm'in
kurucularının "devlet sönüp gider" tezinin bir başka açıdan önemi, bu
tezin hem oportünistlere hem de anarşistlere karşı yöneltilmiş
olmasındadır.
Burada hatırlanması gereken, Alman sosyal-demokratlarının devlet ile
ilgili oportünist önyargıları ve anarşistlere karşı mücadelelerindeki
zayıflık olmalıdır.
Alman sosyal-demokratlarının nezdinde Oportünistler ,"Özgür halk
devleti" şiarını pek sevmişlerdi. Demokrasi kavramının küçük-
burjuvaca tumturaklı bir biçimde yeniden yazılması dışında, bu şiarın
herhangi bir politik içeriği olmadığını vurgulayan Lenin, Engels'in bu
şiarın haklılığını, demokratik cumhuriyete legal bir imada bulunduğu
ölçüde, ajitatif nedenlerden ötürü geçici olarak geçerli saymaya hazır
olduğunu fakat bunun oportünist bir şiar olduğunu, yalnızca burjuva
demokrasisini şirin göstermekle kalmadığını, genelde her türlü
devletin sosyalist eleştirisinin tanınmamasını da ifade ettiğini
belirtiyordu.
"Biz-diyordu Lenin- kapitalizm koşulları altında proletarya için en
iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız. Ama en
demokratik burjuva cumhuriyette bile, ücretli köleliğin halkın kaderi
olduğunu unutmamalıyız."
Lenin, bunu, Engels'in ve Marx'ın 19. YY ın yetmişli yıllarında
partili yoldaşlarına tekrar tekrar açıkladıklarını hatırlatarak devam
eder ve her devletin, ezilen sınıfa karşı bir "özel baskı erki"
olduğunu ve bu yüzden her devletin ne özgür olduğunun, ne de halk
devleti olduğunun altını çizer.
Bu konuya daha sonra yeniden dönmek umuduyla şimdilik bu hatırlatma
ile yetinerek ve bu konu ile doğrudan ilintili olduğuna inandığım
Engels'in, "devletin sönüp gitmesi" üzerine yaptığı değerlendirmeleri
içeren eserinden, "devletin sönüp gitmesi" ile uyumlu bir bütünlük
oluşturan "zora dayalı devrim" in önemi hakkındaki açıklamalarının
üzerinde durmak istiyorum.
ZORA DAYALI DEVRİM
Engels'in dediği şudur, "...fakat zorun tarihte başka bir rol
( şeytani bir gücünkünden başka bir rol) oynadığı, devrimci bir rol
oynadığı, Marx'ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe her eski toplumun
ebesi olduğu, toplumsal hareketin kendisini kabul ettirmekte ve donuk,
ölü politik biçimleri kırmakta kullandığı araç olduğundan -Bay
Dühring'te hiç söz edilmiyor. Sadece oflayıp, puflayarak, sömürü
ekonomisini devirmek için belki de zorun - ne yazık ki !- gerekli
olabileceği ihtimalini kabul ediyor, çünkü her zor kullanımı, onu
kullananı demoralize edermiş. Ve bu, her muzaffer devrimin sonucu
olmuş olan yüksek ahlak ve atılım karşısında ileri sürülüyor! Ve bu,
halka zorla kabul ettirilebilecek zorlu bir çatışmanın, hiç değilse
Otuz Yıl Savaşları'nın aşağılayıcılığından ulusal bilincine işlemiş
bulunan kölelik ruhunu silme üstünlüğüne sahip olduğu Almanya'da ileri
sürülüyor ve bu bitkin, yavan, mecalsiz vaiz anlayışı, kendisini
tarihin gördüğü en devrimci partiye ( Alman sosyal -demokrat parti)
zorla kabul ettirme sevdasında."
Buradan da görülmektedir ki, Engelsin Sosyal-demokratlara sunduğu
"zor"a dayalı devrimle, "devletin sönüp gitmesi" teorisi farklı
süreçleri anlattıkları için birbirinin yerine geçemez. Ancak sık sık
birbirine karıştırılıp bağdaştırıldığını biliyoruz ve hâlâ
bağdaştırılmaktadır.
Burada öne çıkan, Lenin'in deyimiyle, diyalektiğin yerine, eklektizmin
konmasıdır. Lenin, eklektizmin görünürde sürecin bütün yönlerini,
gelişim eğilimlerini, çelişik etkilerini hesaba kattığını ama gerçekte
ise, toplumsal gelişme sürecine ilişkin bütünlüklü ve devrimci bir
anlayış sunmadığını belirtmektedir.
Marxizmin kurucularının "zora dayalı devrim" in kaçınılmazlığı
öğretisinin burjuva devletle ilgili olduğu açıktır. Burjuva devletin,
yerini proleter devlete ( proletarya diktatörlüğü) "sönüp gitme "
yoluyla değil, genel kural olarak, ancak "zora dayalı devrim" le
bırakabileceğini Engels'ten alıntıladığımız değerlendirmelerden
anlamak zor değil. Ancak, dün olduğu gibi, bu gün de, hem de tarihsel
gelişmenin de ortaya koyduğu tüm nesnel açıklıklara rağmen, bu
gerçeklik ısrarla görmezden geliniyor.
"Engels'in 'zora dayalı devrim'e yaptığı ve Marx'ın birçok açıklaması
ile uyum içinde olan övgü -der Lenin, Felsefenin Sefaleti ile Komünist
Manifestoyu ve Gotha Programının Eleştirisini hatırlatarak- bu övgü,
kesinlikle bir "meftuniyet", bir hitabet, bir polemik, bir taşkınlık
değildir."
Gerçekten de ve Lenin'in de işaret ettiği gibi, Marxizm'in
kurucularının tüm öğretisinin temelinde, kitleleri " zora dayalı
devrim"e dair bu tür düşüncelerle sistemli olarak eğitmek zorunluluğu
yatar.
Burjuva devletin yerine proleter devleti geçirmek, "zora dayalı
devrim" olmadan kesinlikle olanaksızdır. Proleter devletin ortadan
kaldırılması ,yani her türlü devletin ortadan kaldırılması " sönüp
gitme" dışında başka bir yoldan imkansızdır.
İşte öğretinin özü budur. Ve bu öz, Marx ve Engels'in, her devrimci
durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini
çözümleyerek ortaya koydukları görüşlerinin billurlaşmış özetini
verir.
Ancak şimdi bile bu öğretinin özüne oldukça uzak mesafeden bakılmakta
ve bunun sonucu olarak da, tümüyle safsata olarak nitelenebilecek
zorlama ve tıpkı başta vurgu yaptığım gibi, Hegelvari idealist
hayaller pompalanabilmektedir.
Burada oportünistlerin ve Hegelvari düşler gören küçük-burjuva
reformistlerin görmezden geldiği, ya da unuttuğu, proletaryanın
devletinin, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya olması, yani
proletarya diktatörlüğü olması şeklindeki tanımdır. Bu tanım,
reformizmle kesinlikle bağdaşmayacağı için,"demokrasinin barışçıl
gelişimi" ne dair bildik oportünist önyargıları ve küçük-burjuva
hayalleri tuzla buz eder.
Buna karşın, oportünistler, devrim ve demokrasi ile ilgili olarak
emekçi kitlelere, küçük burjuva hayalleri pompalamaktan vazgeçmemişler
ve bu gün bile devam eden ardılları ile Marxizm'in devlet öğretisini
tahrif etmeyi sürdürmektedirler.
Sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü,küçük-burjuva hayalci
dünyalarında tasarlayarak, bunu, sömüren sınıfların egemenliğinin,
şiddete dayalı devrimle yıkılması olarak değil de, Lenin'in eleştirel
ifadesiyle, azınlığın, görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa
barışçıl biçimde boyun eğmesi olarak tasarlıyorlardı.
Yani burjuvazinin her daim sevdiği, sınıflar üstü bir devlet kabulü
ile sıkı sıkıya bağlı olan bu küçük-burjuva hayalci yaklaşım, küçük-
burjuva sosyalistlerini, pratikte işçi sınıfının çıkarlarına ihanet
etmeye götürmüştür.
Buna en çarpıcı ve akıllarda kalan örnek, gerçekte küçük-burjuva
demokratlarından olan, sözde sosyalist Louis Blanc ve
taraftarlarıdır.
Keza Blanc, 1848 Şubat devriminden sonra, burjuva hükümete katıldığı
gibi, ParisKomünü'nün ilan edildiği 1871 yılında da, Versailles'da,
Komün'ün cellâdı olarak anılan Thiers Hükümetinde kalmış, Burjuvazi
Komüncüleri ezerken, Blanc, burjuvazi ile proletarya arasında çıkar
birliğini vaaz ederek ve elbette üzerinde sosyalist gömlek olduğu
için, burjuvaziye hizmet ettiğini göremeyen Fransız halkının,
Komünarların ezilmesinde tarafsız kalmasını sağlayarak burjuvaziye
yardım etmiştir.
SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET
Marx, sınıf mücadelesi öğretisini, politik iktidar öğretisine, devlet
öğretisine kadar geliştirerek, bu küçük-burjuva hayalci sosyalizme
karşı mücadelede, bilinçli işçilere ve elbette komünistlere son derece
tutarlı bir teorik mücadele kanalı açmıştır. Bilinçli işçiler ve
komünistler, bu kanaldan geçerek, Marx'ın devlet ve sosyalist devrim
sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak,
proletaryanın politik egemenliğinin, onun diktatörlüğünün, yani hiç
kimse ile paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna
dayanan bir iktidarın tanınmasına varır.
Proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor
örgütüne, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse
sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam
kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek
için gereksinim duyar.
Devlet öğretisi,yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya
öğretisi, Marx'ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm
öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci
rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın
politik egemenliğinin oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir.
Bu öğreti,aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet
mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın
egemenlik aracı olan örgütün,yani proletarya diktatörlüğünün
yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.
Diğer yandan, hatırlanması gerekir ki, Marx'ın öğretisi çoğu kez ve
daha çok Marxizm'i tahrif etmek için sınıf mücadelesine indirgenir.
Oysa Marx'ın kendi ifadesiyle ve Lenin'in aktarımı ile sınıf
mücadelesi öğretisi Marx'tan çok önce ve burjuvazi tarafından
yaratılmıştır.
Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri, henüz burjuva
düşüncesinin ve politikasının sınırları içinden çıkamamış demektir.
Böyle biri, Marxist değildir. Marxizm'i sınıf mücadelesi öğretisine
indirgemek, Marxizmi budamak, onu tahrif etmek, burjuvazi için kabul
edilebilir sınıra indirmek demektir. Sadece, sınıf mücadelesinin
kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar genişleten kişi
Marxist'tir. Marxizm'i gerçekten anlamış ve kabul etmiş olmanın denek
taşı budur.
Avrupa tarihine bakıldığında, tüm reformistler ve oportünistler
yanında, Kautskycilerin de proletarya diktatörlüğünü reddeden zavallı
darkafalılar ve küçük-burjuva demokratları oldukları gözden kaçmaz.
Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir ama özleri birdir.
Tüm bu devletler, şu, ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka
burjuvazinin bir diktatörlüğüdür. Kapitalizmden komünizme geçiş de,
muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliğini gösterecektir,
fakat özü mutlaka aynı kalacaktır; Proletarya diktatörlüğü.
Marx'ın Paris Komünü'nden kısa bir süre önce, 1870'in son aylarında,
Parisli işçileri uyararak, hükümeti devirme girişiminin umutsuz bir
budalalık olacağını ifade ettiği bilinir. Lenin, "Ve bu söylediği,
Komün'ün sonucu itibarıyla kanıtlanmıştır. Ancak 1871 Mart'ında
işçilere savaştan başka bir seçenek bırakılmadığında, işçiler
burjuvazinin savaş dayatmasını kabul edip, ayaklanma bir olgu haline
geldiğinde, uğursuz işaretlere rağmen Marx, Kasım 1905'de işçi ve
köylüleri mücadeleye teşvik ruhuyla yazan ve Aralık 1905'ten sonra
liberal örneğe uygun olarak, "silaha sarılmamak gerekirdi" diye
yaygara koparan Marxizm'in Rus döneği Plehanov gibi yapmadı ve
proleter devrimi, en büyük coşkuyla selamladı" derken, son derece
somut ve önemli bir gerçekliğe dikkat çekiyordu.
Buna karşın Marx, kendi ifadesiyle "gökyüzünü fethetmeye " kalkan
Komünarların kahramanlığına hayran olmakla yetinmedi, aynı zamanda
ayaklanma hedefine ulaşmamış olmasına rağmen, devrimci kitle
hareketinde muazzam önemde bir tarihsel girişim, proleter dünya
devriminde ileriye doğru belli bir adım olarak görüyordu. Ve bu
girişimi tahlil etmeyi bir görev olarak önüne koydu.
HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE
Marx ve Engels birlikte imzaladıkları Komünist Manifesto'nun 24
Haziran 1872 tarihli son önsözünde Manifestonun yer yer eskidiğini
açıklıyorlardı.
"Özellikle Komün,'işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını basitçe
ele geçirip, onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceğini'
kanıtlamıştır."
Böylece Marx ve Engels, Paris Komünü'nün asıl ve temel dersine tek
başına öylesine büyük bir önem biçtiler ki, onu özsel bir düzeltme
olarak Komünist Manifestoya eklediler.
Ancak bu düzeltme ile kaydettikleri sonucun anlamı tam olarak
anlaşılamamıştı. Hâlâ da anlaşıldığını sanmıyorum. Üstelik Marx ve
Engels'in burada iktidarı ele geçirmenin tersine, tedrici gelişim
düşüncesini vurguladıkları sonucu çıkarıldı.
Oysa Marx'ın düşüncesi, proletaryanın "hazır devlet mekanizmasını"
parçalamak, yok etmek zorunda olduğu ve kendisini sadece onu ele
geçirmekle sınırlayamayacağı yönünde idi.
Kugelmann'a 12 Nisan 1871 de yani tam Komün sırasında yazdığı bir
mektupta Marx şöyle yazıyordu; " 18. Brumaire'imin son bölümüne
bakarsan, Fransız devriminin bir girişimi olarak, artık şimdiye kadar
olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi
değil, bilakis onu paramparça etmeyi ifade ettiğimi göreceksin ve bu
kıtadaki her gerçek halk devriminin ön koşuludur. Kahraman Parisli
parti yoldaşlarımızın girişimi de budur."
İşte anlamak istenmeyen ve Marx'ın tahrifinde kullanılan düzeltmenin
anlamı budur. " Hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesi, her
gerçek halk devriminin ön koşuludur."
Diğer yandan, Lenin'in ifadesiyle Marx'ın ağzında tuhaf kaçan "halk"
devrimi kavramı var ve bu, Plehanovcuların, Menşeviklerin yanında,
onların şimdiki ardıllarının Marx'izmi karikatür haline getirmelerine
olanak vermiş olabilir.
Ancak Marx'ın bu olağanüstü derin ifadesi özel bir dikkatle
incelendiğinde ortada pek de Plehanovcuları sevindirecek bir tuhaflık
olmadığı görülüyor.
İnceleme Lenin'den geliyor; "Gerek Portekiz devriminin gerekse Türk
devriminin burjuva devrimler olarak kabul edilmesi gerektiğini
vurgulayan Lenin, her ikisinin de bir "halk" devrimi olmadığını ifade
ediyordu. Buna karşılık 1905 ve 1917 burjuva devrimlerinin gerçek bir
halk devrimi olduğunu söylüyordu. "Çünkü - diyordu - halk kitlesi,
onun çoğunluğu, toplumun köleleştirilmiş ve sömürülen en alt
katmanları bağımsız olarak ayaklandılar, devrimin tüm seyrine kendi
taleplerinin, yıkılacak olan eskinin yerine kendi tarzlarında yeni bir
toplum kurma yönünde kendi girişimlerinin damgasını vurdular." diyen
Lenin, şöyle devam ediyordu,"1871 yılı Avrupa'sında kıta üzerinde
proletarya hiçbir ülkede halkın çoğunluğunu oluşturmadı" Lenin bunu
hatırlatıyor ve "halkın çoğunluğunu hareketin içine çeken bir 'halk'
devriminin ancak, hem proletaryayı hem de köylülüğü kapsadığında böyle
bir 'halk' devrimi olabileceğini" belirtiyordu. Lenin'e göre, bu iki
sınıf o zaman 'halk' ı oluşturuyordu. Lenin, "Her iki sınıfın ortak
yanı, 'bürokratik-askeri devlet mekanizması' tarafından
köleleştirilmeleri, ezilmeleri ve sömürülmeleridir." diyordu.
"Bu mekanizmayı paramparça etmek ; 'halk'ın, onun çoğunluğunun,
işçilerin ve köylülüğün büyük bölümünün gerçek çıkarı burada yatar"
diyen Lenin ,"en yoksul köylülerin proletaryayla özgür ittifakının 'ön
koşulu'nun bu olduğunu ve böyle bir ittifak olmadan demokrasinin
kalıcı olmayacağını ve sosyalist dönüşümün olanaksız olduğunu"
vurguluyordu.
Devlet mekanizmasının "parçalanması"nın, hem işçilerin hem de
köylülerin çıkarları doğrultusunda zorunlu olduğunu, onları
birleştirdiğini, onların önüne "parazitleri" bertaraf etme ve yerine
yeni bir şey koyma ortak görevini saptayan Marx, 1847 de Komünist
Manifesto'da, burjuva devletin yerine "egemen sınıf olarak
proletaryanın örgütünü" , "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesini "
koyarken, bunun hangi somut biçimler alacağını, bu örgütün mümkün
olduğunca tam ve tutarlı "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesi"yle
hangi tarzda birleşeceği sorusuna yanıtı, kitle hareketinin
deneyimlerine bırakıyordu.
Bu deneyimlerin, Marx'ın "Fransa'da İç Savaş" eserinde titizlikle
tahlil ettiği Komün'ün deneyimleri olduğunu hepimiz biliyoruz .
Bu eserinde,19. yüzyılda gelişen, "her yerde hazır ve nazır organları;
daimi ordu, polis, bürokrasi, din adamları, hakimleri ile
merkezileşmiş devlet iktidarı"ndan söz eden Marx, "devlet erkinin,
gittikçe daha fazla, işçi sınıfını ezmek için bir kamu erki, bir sınıf
egemenliği mekanizması karakterini aldığını " vurguluyor ve "Sınıf
mücadelesinde bir ilerlemeyi gösteren her devrimden sonra, devlet
iktidarının salt baskıcı karakterinin gittikçe daha açık ortaya
çıktığını" ekliyordu.
Tahliline devam eden Marx, " Komün'ü imparatorluğun tam karşısına"
koyuyor ve "Komün, sınıf egemenliğinin sadece monarşist biçimini
değil, aynı zamanda bizzat sınıf egemenliğini ortadan kaldıracak olan
cumhuriyetin, özgül biçimiydi..." diyordu.
Marx, sınıf egemenliğinin bu özgül biçiminin ilk işaretlerini ,
"...Komün'ün ilk kararnamesinin, daimi ordunun bastırılması ve yerine
silahlı bir halkın konması olduğunu " ifade ederek veriyordu.
" Komün- diyordu Marx - Paris'in çeşitli semtlerinde genel oy hakkıyla
seçilmiş belediye meclislerinden oluşuyordu. Çoğunluğu doğal olarak
işçilerden ya da işçi sınıfının herkesçe tanınan temsilcilerinden
oluşan bu meclisler, sorumlu idiler ve her an görevden
alınabilirlerdi. O zamana kadar hükümetin aleti olan polis, tüm
politik niteliklerinden arındırıldı ve bütün diğer yönetim
dallarındaki memurların olduğu gibi, Komün'ün sorumlu ve her an
görevden alınabilir aletine dönüştürüldü. "
Lenin bunu, "parçalanan devlet mekanizmasının yerine Komün tarafından
görünürde 'sadece' daha tam bir demokrasi geçirilmesi; daimi ordunun
ortadan kaldırılması, istisnasız tüm memurların seçilebilirliği ve
görevden alınabilirliği" olarak açıklıyordu. "Ne var ki -diyordu -
gerçekte bu 'sadece', belli kurumlarla, prensip itibarıyla başka
kurumların dev ölçekte bir yer değiştirmesi anlamına gelir.
Düşünülebilecek en büyük tamlık ve tutarlılıkla uygulanan böyle bir
demokrasi, burjuva demokrasisinden proleter demokrasiye dönüşür.
Devletten aslında artık devlet olmayan bir şeye dönüşür."
Ancak burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğuna
dikkat çeken Lenin, Komün için bunun özellikle gerekli olduğunu ama
tam da bu nedenle, yani bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu
için yenildiğinin altını çizerek, burada "ezen organ"ın artık, azınlık
değil, halkın çoğunluğu olduğunu ve bizzat halkın çoğunluğu, kendisini
ezenleri ezmeye başladıysa, o zaman artık ' özel bir baskı erki'nin
gerekli olmadığını; bu anlamda devletin sönüp gitmeye başladığını
ekliyordu.
Ayrıcalıklı bir azınlığın özel kurumları yerine, çoğunluk bunu bizzat
kendisi doğrudan yapabilirdi ve tüm halk, devlet iktidarının
fonksiyonlarının uygulanmasına ne kadar çok katılırsa, bu iktidara
gereksinimi de o kadar azalırdı.
Komün'ü tahlil etmeyi sürdüren Marx, "Komün, parlamenter değil, aksine
aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı
olacaktı..." diyerek, şöyle devam ediyordu, " Üç ya da altı yılda bir,
hâkim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve
ezeceğine karar vermek yerine, genel oy hakkı, Komünlerde kurumlaşan
halka hizmet edecekti, tıpkı bireysel seçim hakkının, tüm diğer
işverenlere, kendi işyerinde işçi, ustabaşı ve muhasebeci seçmesine
hizmet etmesi gibi."
Marx'ın, Buradaki parlamentarizmi eleştirisine dikkat çeken Lenin,
oportünistlerin, işadamı sosyalistlerin, parlamentarizmin eleştirisini
tümüyle anarşistlere bıraktıklarını ve bu kurnazlıkla,
parlamentarizmin her türlü eleştirisine ,"anarşizm" diyerek karşı
çıktıklarını hatırlatır.
Diyalektiğin, Marx için oportünistlerin boş bir moda sözcük haline
getirdiği bir şey olmadığını vurgulayan Lenin, Marx'ın, özellikle
devrimci durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentarizminin
'ahırı'ndan dahi yararlanmayı bilmeyen anarşizmle ilişkiyi acımasızca
koparmayı bildiğini ama aynı zamanda parlamentarizmin gerçekten
devrimci-proleter bir eleştirisini yapmayı da bildiğini hatırlatıyor
ve ekleyerek, birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin
halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermenin,
sadece parlamenter - meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik
cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü olduğunu
söylüyordu.
Lenin, diğer yandan parlamentarizmden çıkış yolu nerede kalır ve onsuz
nasıl yapılabilir? sorusunu ortaya atarak, bunun, yani
parlamentarizmden çıkış yolunun, temsili organların ve
seçilebilirliğin ortadan kaldırılmasında olmadığını, aksine temsili
organların laklakhanelerden "çalışma" organlarına dönüşütürülmesinde
olduğunu belirtiyor ve böylece Komün'ün parlamenter değil, aksine aynı
zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olmasına
vurgu yapıyordu.
"Burjuva toplumun satılık ve çürük parlamentarizminin yerine, Komün,
yargı ve tartışma özgürlüğünün bir aldatmacayla yozlaşmadığı organlar
koyar, çünkü parlamenterler, kendileri çalışmak, yasaları kendileri
uygulamak, uygulama sonucunda ortaya ne çıktığını kendileri kontrol
etmek, seçmenleri önünde sorumluluğu kendileri taşımak zorundadırlar.
Temsili organlar kalır, fakat özel bir sistem olarak, yasama ve
yürütme faaliyetinin ayrılması olarak, milletvekilleri için
ayrıcalıklı bir konum olarak parlamentarizm burada yoktur.
Temsili organlar olmadan bir demokrasiyi düşünemeyiz; eğer burjuva
toplumun eleştirisi bizim için boş bir laf olmayacaksa, burjuvazinin
egemenliğini devirme çabası, Menşeviklerde ve sosyal-devrimcilerde söz
konusu olduğu gibi, işçi oylarını kapmak için bir "seçim" lafı değil
de, içten ve ciddi olacaksa, demokrasiyi parlamentarizm olmadan
düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız."
Böyle diyordu Lenin ve açıktır ki, Lenin'in, Marx'ın Komün
deneyiminden çıkardığı ve devlet teorisine içerdiği derslerle, bu
dersleri derinlemesine inceleyip, çıkardığı sonuçları Ekim devrimine
uygulaması sırasında ortaya koyduğu çözümlemeler son derece zengin
derslerle yüklüdür.
Ancak dün de, bu gün de, ne Marx'ın, ne de Lenin'in ve ne de Devlet
öğretisi ile ilgili Engels'in çözümlemeleri yeterince dikkatlice ve
derinlemesine ele alınmıştır. Aksine ve bu ele alınmadaki yetersizlik
nedeniyle, hem ne kadar küçük-burjuva reformist, işçi sınıfının
içindeki hain oportünist varsa Marxizm'i tahrif etmesi kolaylaşmış,
hem de Marxizm'in kurucularının çözümlemeleri yerine, bu sahte
Marxist'lerin çarpıtmalarına inandırmak kolaylaştırılmıştır.
Marxizm'e içerden savaş açanlar yanında, cepheden saldıranların da
amacı, öncelikle sermayenin en gözde ideolojik silahları olmaktır.
Bu temelde, içerden saldıran Marxizm düşmanları ile cepheden saldıran
Marxizm düşmanlarının ortak noktası, bir taraftan Marxizmi gözden
düşürerek ve geçerliliğini yitirdiğini, hatta baştan beri yanlış
temelde teori ürettiğini göstermeye çalışırlarken, diğer taraftan,
Marxizmde sermaye için kabul edilebilir olanları alıp, kabul
edilemezleri de, sermaye için kabul edilebilir forma sokmak için
çalışmaktır.
YENİ TOPLUM ÜTOPYADAN MI TOPLUMUN TARİHSEL GELİŞİMİNİN BİR ÜRÜNÜ
OLARAK MI ORTAYA ÇIKAR?
Marx'ta, yeni toplumu kafadan uydurmak, yoktan var etmek anlamında bir
ütopik yaklaşım yoktur. Aksine Marx, eski toplumun bağrından yeni
toplumun doğuşunu, bir doğa tarihi süreci gibi, birincisinden
ikincisine geçiş biçimlerini inceler.Bu incelemeler sırasında,
proleter kitle hareketlerinin gerçek deneyimlerine bağlı kalan Marx,
ondan dersler çıkartır.
Bürokrasiyi her yerde aniden ve tamamen ortadan kaldırmak mümkün
değildir. Bu, bir ütopyadır. Fakat eski bürokratik mekanizmayı derhal
parçalamak ve derhal, yavaş yavaş her türlü bürokrasiyi gereksiz hale
getiren ve ortadan kaldıran yeni bir mekanizmanın inşasına başlamak
ütopya değildir. Bu, Komün'ün deneyimidir ve bu, devrimci
proletaryanın doğrudan, dolaysız görevidir.
Sosyalizm,"devlet" yönetiminin fonksiyonlarını basitleştirir.
"Buyrukçuluğu" ortadan kaldırmayı ve tüm meseleyi, tüm toplum adına "
işçi, ustabaşı, muhasebeciyi" egemen sınıf olarak işe alan
proleterlerin örgütüne indirgemeyi mümkün kılar.
Marx gibi, bizim de ütopyacı olmadığımızı söylememe gerek yok ama
Lenin'in ifadesiyle aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir
tâbiyet olmadan devletin "sönüp gideceği" düşü görmediğimizi
hatırlatmak görevimizdir.
Proletarya diktatörlüğünün yadsınmasına götüren öylesi düşler,
anarşizmin düşleridir ve Marxizm'in özüne yabancıdır. Bu düş,
sosyalizmi, insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye
hizmet eder. Oysa sosyalistlerin böyle bir ertelemeye niyetleri de,
izinleri de yoktur. Sosyalist devrim, şimdiki insanlarla, tâbiyet
olmadan, denetim olmadan, ustabaşı ve muhasebeciler olmadan
yapamayacak insanlarla gerçekleştirilecektir.
Ancak burada tâbi olunması gerekenin, tüm sömürülenlerin ve
emekçilerin silahlı öncüsü olduğunu, proletarya olduğunu hatırlatmam
gerekmektedir. Bunun pratikteki anlamı ise, devlet memurlarının özgül
"buyrukçuluğu"nun yerine derhal, bugünden yarına, "ustabaşı ve
muhasebecilerin" basit fonksiyonları, genelde bu günkü düzeylerle bile
kesinlikle başa çıkılabilecek ve bir işçi ücreti karşılığında yerine
getirilebilecek olan fonksiyonların konulmasıdır.
Lenin, "Biz işçiler, kapitalizmin hâlihazırda yaratmış olduğu
şeylerden yola çıkarak, silahlı işçilerin devlet erki tarafından
korunacak olan katı, demirden bir disiplin yaratarak, kendi iş
deneyimimize dayanarak, büyük üretimi kendimiz örgütleyelim" diyordu
ve devam ederek, devlet memurlarını bizim verdiğimiz görevlerin basit
birer uygulayıcısı, sorumlu, görevden alınabilir, mütevâzi bir ücret
alan "ustabaşı ve muhasebeci" haline getirelim diye ekliyordu. "Bunun
proleter bir görev olduğunu, proleter devrimi uygulamaya bununla
başlanabileceğini ve başlanmalı olduğunu" vurgulayan Lenin, "büyük
çaplı üretim temelinde böyle bir başlangıç, kendiliğinden her türlü
bürokrasinin tedricen 'sönüp gitmesi'ne, yavaş yavaş, ücretli
kölelikle hiç ilgisi bulunmayan, tırnak içinde olmayan bir düzenin
yaratılmasına, gittikçe basitleşen gözetim ve muhasebe
fonksiyonlarının sırayla herkes tarafından yapıldığı, sonra alışkanlık
haline geldiği ve sonunda özel bir insan kategorisinin özel
fonksiyonları olarak ortadan kalktığı bir düzenin yaratılmasına
götürür" diyor ve 19.yüzyılın yetmişli yıllarından zeki bir Alman
sosyal-demokratının, "posta"yı, sosyalist bir ekonominin örneği olarak
nitelemesini örnek olarak öne çıkartarak, "posta"nın, devlet
kapitalisti tekel tipi üzere örgütlenmiş bir işletme olduğunu
vurguluyor ve emperyalizmin tüm tröstleri bu tipte örgütlere
dönüştürüldüğüne işaret ediyordu.
İşte burada, aç "sıradan" emekçiler üzerinde duran aynı bürokrasinin
varlığı öne çıkar, yani toplumsal iktisadın sevk ve idare
mekanizmasının hazır ve nazır olarak varlığı öne çıkar. Kapitalistler
devrildiğinde, proletarya tarafından kapitalistlerin direnişi
kırıldığında, modern devletin bürokratik mekanizması parçalandığında,
önümüzde asalaklardan kurtarılmış, teknik açıdan mükemmel bir
mekanizma vardır.
Proletarya bu mekanizmayı, teknisyenleri, denetçileri, muhasebecileri
işe alarak ve onların hepsine işlerini genelde tüm devlet memurları
gibi, işçi ücreti karşılığında yaptırarak pekâlâ işletebilir.
Emekçileri sömürüden kurtaran ve Komün'ün pratikte, özellikle de
devletin inşası alanında, artık edinmeye başlamış olduğu deneyimleri
değerlendiren, tüm tröstler karşısında somut, pratik, derhal
uygulanabilir görev budur.
Bu görevin bir adım sonrasındaki hedef ise, tüm ulusal ekonomiyi,
posta örneğindeki gibi örgütlemektir; yani iktidarı ele alan
proletaryanın denetimi ve yönetimi altında bulunan teknisyen,
gözetmen, muhasebeci ve tüm memurların, işçi ücretini geçmeyen bir
ücretle çalıştıkları biçimde örgütlemektir.
Gereksinim duyulan devlet, devletin ekonomik temeli budur. Bu,
parlamentarizmin ortadan kaldırılmasını ve temsili organların
korunmasını sağlayacaktır. Bu, çalışan sınıfları, bu kurumların
burjuvazi tarafından fahişeleştirilmesinden kurtaracaktır.
Bu ifadelerin hepsi Lenin'e aittir ve Marx ve Engels'in devlet
öğretisine dayandırarak ortaya koyduğu sözleridir ama Marx'ın ve
Engels'in olduğu gibi, Lenin'in bu sözleri de oportünistlerin,
Marxizm'in düşmanlarının hiç aklına gelmez. Marx ve Engels'in ve
elbette onları izleyen Lenin'in, Marxizm'in kurucularının yaşadığı
Fransız büyük devriminden çıkardıkları sonuçların ifadesi olan on
yıllarca önce söylenmiş sözlerinin, tıpkı Ekim devrimi öncesi
unutulduğu gibi, bu gün de hatırlanmaması ve hatırlanmasının
engellenmesi için özel çaba harcanması dikkat çekicidir. Öyleyse,
Lenin'in deyişiyle arkeolojik kazı yapar misli bu ifadeleri bulup,
geniş kitlelerin bilincine çıkarmak, hatırlamaktan ölümüne korkanlara
bile hatırlatmak da en devrimci işlerimiz arasındadır.
DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK Mİ FEDERALİZM Mİ?
Marx'ın, merkezi bir hükümet için hâlâ geride kalan az sayıdaki fakat
önemli fonksiyonun, kasıtlı olarak tahrif edildiği gibi, ortadan
kaldırılmayacağını, aksine bu fonksiyonların Komün memurlarına, yani
kesin sorumlu memurlara devredileceğini vurgulayan ve ulusal birliğin
parçalanmayacak olduğuna, tam tersine Komün yönetimi tarafından
örgütlenecek olduğuna; kendisini bu örgütlenmenin cisimleşmesi imiş
gibi gösteren, fakat bedeninde asalak bir kamburdan başka bir şey
olmadığı ulus karşısında bağımsız ve üstün olmak isteyen devlet
erkinin yok edilmesiyle ulusal birliğin bir gerçeklik haline gelecek
olduğuna ve eski hükümet erkinin salt baskıcı organlarını budamak
gerekirken, onun meşru fonksiyonlarının, toplumun üstünde olma hakkı
talep eden erkin elinden alınıp, toplumun sorumlu hizmetçilerine geri
verilecek olduğuna işaret eden sözleri de oportünsitler tarafından hiç
anlaşılmamıştır.
Ünlü revizyonist Bernstein, Marx'ın bu sözlerine dayanarak,
Proudhon'un federalizmi ile büyük benzerlikler gösteren bir programın
geliştirildiğini yazıyordu.
"Demokrasinin birinci işinin - diyordu Bernstein- modern devleti
dağıtmak ve dolayısıyla böylece, onun örgütlenmesini, Marx'la
Proudhon'un tarif ettiği gibi ( komün delegelerinden bileşecek olan il
veya bölge meclisleri delegelerinden ulusal meclisin oluşumu) ulusal
temsilin şimdiye kadar ki biçimleri ortadan kalkacak biçimde tamamen
değiştirmek olması gerektiği bana elbette kuşkulu görünüyor."
Oysa Marx'ın buradaki , "devlet iktidarını yok etmeye" dair görüşü
ile, merkeziyetçiliğe karşı federalizmden değil, aksine eski, burjuva
ülkelerde var olan devlet mekanizmasının parçalanmasından söz ettiği
apaçık ortadadır ama bu, oportünistlerce görülmediği gibi, bay
Bernstein'in de görüş alanında değildir. Çünkü böylece, Marx'ın,
asalak-ur olarak nitelendirdiği devlet iktidarını yok etmeye dair
görüşlerini Proudhon'un federalizmi ile aynı kefeye koyması
kolaylaşacaktır.
Sadece Bernstein mi? Kautsky de, Plehanov da, Bernstein'i birçok
konuda çürüttüğü halde, Marx'ın bu şekildeki tahrifi konusunda sessiz
kalarak, Bernstein ile aynı yerde buluşmuştur.
Oportünistlerin Marx'ın dediklerini görmezden gelip, ona federalizm
atfetmelerine ve anarşizmin kurucusu Proudhon ile aynı kefeye
koymalarına karşın, Marx'ın Komün'ün deneyimleri üzerine aktarılan
anlatımlarında federalizmin izi bile yoktur. Tam tersine Marx,
Proudhon ile de, Bakunin ile de, proletarya diktatörlüğü bir yana,
federalizm sorununda ayrılır. Oysa anarşizmin küçük-burjuva
görüşlerinden prensip olarak federalizm doğar. Marx ise
merkeziyetçidir. Ve Marx'ın, Bernstein'in Proudhon'un federalizmi ile
benzeştirdiği sözlerinde merkeziyetçilikten hiçbir sapma yoktur.
Lenin, "Yalnızca devlete küçük-burjuva ' batıl inanç'la dolu olan
kişiler burjuva devlet mekanizmasının yok edilmesini merkeziyetçiliğin
yok edilmesi sayabilirler" dedikten sonra,"Peki, proletarya ve en
yoksul köylülük devlet erkini eline alıp, tamamen özgür bir şekilde
komünlerde örgütlenir ve bu komünlerin faaliyetini sermayeye karşı
ortak darbeler için, kapitalistlerin direnişini kırmak için,
demiryolları, fabrikalar ve toprakta özel mülkiyetin tüm ulusa, tüm
topluma geçirilmesi için birleştirirlerse, bu merkeziyetçilik
olmayacak mıdır.? Üstelik hem de proleter merkeziyetçilik ?" sorusunu
sorarak, oportünistlerin küçük-burjuva dar kafalılığını ortaya koymuş
oluyordu. Oportünistlere göre merkeziyetçilik, yalnızca yukarıdan,
yalnızca memurlar ve askerler tarafından zorla kabul ettirilebilecek
ve korunabilecek bir şeydir.
Marx, Komün'ün ulusun birliğini bozmak, merkezi hükümeti ortadan
kaldırmak istediği suçlamasına karşı merkeziyetçiliği, yani hedef
bilinçli, demokratik, proleter merkeziyetçiliği, burjuva, askeri,
bürokratik merkeziyetçiliğin karşısına koymak için kasten "ulusun
birliğini örgütlemek" ten söz ediyordu.
Marx'ın Proudhon'la çakıştığı nokta ise, Proudhon her ne kadar
tarihini şaşırmış olsa da, her ikisinin de burjuva devlet
mekanizmasının parçalanmasından yana olmalarıdır. Oportünistler ise
tam da bu noktada Marx'tan uzaklaşmışlardır ve bu çakışmayı görmek
istemezler.
"Yeni tarihsel oluşumların, bir ölçüde benzerlik gösterdikleri daha
eski ve hatta ölü biçimlerin eşi olarak görülmelerinin, genellikle
yazgıları" olduğunu hatırlatan Marx, "Böylece" der "modern devlet
iktidarını parçalayan bu yeni Komün, ortaçağ İtalya'sındaki ve
Fransa'sındaki vatandaşların kendi kendilerini yönetme hakkına sahip
belediyeleri olan komünlerinin yeniden canlandırılması
olarak...Montesquieu'nun ve Jirondenler'in düşlediği gibi, küçük
devletlerin bir birliği olarak...Aşırı merkezileşmeye karşı eski
mücadelenin abartılı bir biçimi olarak görüldü."
Marx'a göre " Komünal yapılanma, tersine, toplumdan beslenen ve onun
özgür hareketini engelleyen asalak-ur 'devlet'in yiyip bitirdiği tüm
güçleri toplumsal bünyeye geri vermiş olurdu. Bu, bir tek eylemle
Fransa'nın yeniden doğuşunu başlatmış olurdu..."
İşte oportünistlerin devlet öğretisine saldırılarına karşı, bir
arkeolog titizliğinde bulup bilince çıkartmamız gereken ve
oportünistlerin hatırlamaktan uzak olduğu ve hatırlanmasını istemediği
ifadeler bunlardır.
Oportünistler, dün de, bu gün de, parlamenter -demokratik devletin
burjuva politik biçimlerini aşılamayacak sınır olarak almakta ve bu
biçimleri parçalama yönündeki her türlü girişimi anarşizm olarak
göstermektedirler.
Marx, devletin nasıl ki, verili zamanda ortaya çıkması bir zorunluluk
idiyse, ortadan kalkmasının da bir zorunluluk olduğunu ve ortadan
kalkmasının geçiş biçiminin "egemen sınıf olarak örgütlenmiş
proletarya" olacağı sonucunu, sosyalizmin ve politik mücadelenin tüm
tarihinden çıkarmıştı.
Marx'ın devlet öğretisi, son derece kapsamlı ve uzun tarihsel sürecin
incelenmesi ile ortaya çıkmış ve Lenin'in adına yazılan Ekim devrimi
ve Sovyet sosyalizmi deneyimlerinin Marx'ın öğretisini doğrulayan
katkısı ile daha bir vücut bulmuştur.
Paris Komün'ü, Marx'ın devlet öğretisinde bir kilometre taşıdır.
Komün, proleter devrimin burjuva devlet mekanizmasını ilk parçalama
girişimi olarak ve parçalananın yerine konabilecek ve konmak zorunda
olan, Lenin'in ifadesiyle, "nihayet keşfedilmiş" bir politik biçimdir.
ANARŞİSTLERLE POLEMİK VE MERKEZİYETÇİ DEMOKRATİK- CUMHURİYET Mİ,
FEDERATİF CUMHURİYET Mİ?
Marx ve Engels, devlet sorununda anarşistlerle de polemiğe girmişler
ve onları çürütmüşlerdir.
"İşçi sınıfının politk mücadelesinin devrimci biçimler almasıyla
işçiler, burjuvazinin diktatörlüğü yerine kendi devrimci
diktatörlüklerini koyarlarsa, o zaman ilkelere hakaret korkunç suçunu
işlemiş olurlar,çünkü sefil dünyevi günlük gereksinimlerini karşılamak
için ,burjuvazinin direnişini kırmak için silahları bırakıp,
devletiortadan kaldırmak yerine, devlete devrimci ve geçici bir biçim
verirler ."
derken Marx, anarşistlerle, onların politikayı yadsıması ile alay
ederek, onların, işçilerin örgütlü zordan, yani burjuvazinin
direnişini kırmaya hizmet edecek olan devletten vazgeçmeleri gerektiği
yollu görüşlerini çürütüyor ve devletin, sınıfların ortadan
kaybolmasıyla kaybolacağına veya sınıfların ortadan kaldırılmasıyla
ortadan kalkacağına işaret etmiş oluyordu.
Marx'a göre, hedef olarak devletin ortadan kaldırılması sorununda
anarşistlerden ayrılınmıyordu. Marx'a göre, bu hedefe ulaşmak için,
sömürücülere karşı devlet erkinin organlarından, araçlarından,
yöntemlerinden geçici olarak yararlanmak gerekli idi. İşte
anarşistlerden ayrılan nokta burasıdır.
Marx, anarşistlerle polemiğe giriştiğinde, sorunu en açık biçimde
ortaya koyuyor ve işçiler kapitalist boyunduruğundan kurtulduklarında,
"silahları bırakmalı mıdır yoksa kapitalistlerin direnişinikırmakiçin
bu silahları onlara karşı mı kullanmalıdır? diye soruyodu. Bunun ise
devletin "geçici biçimi"nden başka bir şey olmadığını vurguluyordu.
Engels de aynı düşünceleri açımlarken, kendilerine anti-otoriterler
diyen Proudhoncu lardaki düşünce karışıklığı ile alay ederek; bir
fabrikanın, bir demiryolunun, açık denizdeki bir geminin ele
alınmasını istiyor ve belli bir tâbiyet olmadan, yani belli bir
otorite ya da iktidar olmadan, makinelerin kullanımına ve birçok
kişinin planlı işbirliğine dayanan bu karmaşık teknik işletmelerin
hiçbirinin işlemesinin mümkün olmadığını ortaya koyuyordu. Ve bu
gerekçeleri en hiddetli anti-otoriterlerin önüne koyduğunda, yalnızca
şu yanıtı verdiklerini; " Ah! bu doğru ama burada söz konusu olan
delegelere verdiğimiz otorite değil, aksine bir görevdir." dediklerini
ve "bu insanların, adını değiştirerek bir şeyi değiştirebileceklerine
inandıklarını " hatırlatıyordu.
Böylece otorite ve otonominin göreceli kavramlar olduğunu ve etki
alanlarının toplumsal gelişimin çeşitli aşamalarıyla birlikte
değiştiğini, onları mutlak saymanın saçma olduğunu ortaya koyduktan
sonra, devlet sorununa geçerek, "Eğer" diyor Engels "otonomistler,
geleceğin sosyal örgütünün otoriteye yalnızca, üretim ilişkilerinin
kaçınılmaz olarak çizdiği sınır dahilinde izin vereceğini söylemekle
yetinselerdi, onlarla anlaşılabilirdi; fakat onlar, otoriteyi gerekli
kılan tüm gerçekler karşısında kördürler ve bu sözcüğe karşı tutkuyla
mücadele ederler."
Engels, daha sonra, anti-otoriterlerin seslerini politik otoriteye
karşı, devlete karşı yükseltmekle neden yetinmediklerini sorarak; Tüm
sosyalistlerin, devletin ve onunla birlikte politik otoritenin
gelecekteki sosyal devrimin sonucunda ortadan kaybolacağında; yani
kamu işlevlerinin politik karakterlerini yitireceği ve sosyal
çıkarları denetleyen basit yönetsel işlevlere dönüşeceğinde
anlaştıklarını hatırlatarak; Anti-otoriterlerin, politik devletin, onu
üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir
vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk
eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep
ettiklerini belirtiyordu.
Engels, bu baylar hiç devrim gördüler mi acaba? diye sonraki bir
devrimin, hiç kuşkusuz, olabilecek en otoriter şey olduğunu ve nüfuzun
bir kesiminin iradesini diğer kesime tüfek, süngü ve toplarla
dayattığı bir eylem olduğunu ve bunların hepsinin pek otoriter araçlar
olduğunu vurguluyor; zafer kazanan partinin, egemenliğini,
silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla savunmak zorunda
olduğunu söylüyordu. Burada Paris Komününe gönderme yaparak, eğer
Komün, burjuvaziye karşı silahlı bir halkın otoritesini kullanmamış
olsaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi diye ve tersine onu bu
otoriteden çok az yararlandığı için kınayamaz mıyız diye soruyordu.
Buradan hareketle de, anti-otoriterlerin sadece gericiliğe hizmet
ettiklerine işaret ediyordu.
Engels, anarşistlerin devletin ortadan kaldırılması konusundaki
düşüncelerinin karışık ve devrimci olmadığını ifade ederken,
anarşistlerin devrimi, doğuşu ve gelişimi içinde, zorla, otoriteyle,
erkle, devletle bağıntılı özgül görevleri içinde görmek
istemediklerini gösteriyordu.
Komün deneyimi, yani Komünün kanlı bir biçimde bastırılmasındaki
nedenler boylu boyunca ortada dururken, Komünün, devletin devrimci
erkinden, yani silahlı, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadan
daha fazla yararlanması gerekmez miydi? sorusuna anarşistlerin somut
cevap veremeyip, hâlâ her türlü otoriteye karşı olmaları bir yana,
politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan
kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını
istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan
kaldırılması olması gerektiğini talep etmelerini anlamak zordur.
Engels, Bebel'e yazdığı bir mektubunda, Gotha Programı taslağında
yazılı olan "özgür devlet"e değinerek,"özgür halkçı devletin, özgür
devlet şeklini aldığını" vurgulayarak ; "bu terimlerin gramer anlamına
göre, özgür bir devlet, kendi vatandaşlarına kaşı özgür olan
devlettir, yani despotik bir hükümeti olan devlettir. " diyor ve
"devlet üzerine bu tür gevezeliklerden, özellikle tam bir devlet
olamamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra, vaz geçilmesi
gerektiğini" söylüyordu.
Böylece, Komün'ün artık nüfusun çoğunluğunu değil, azınlığını, yani
sömürücüleri, baskı altında tutması gerektiği ölçüde, bir devlet
olmaktan çıktığını; burjuva devlet mekanizmasının onun tarafından
parçalandığını; özel bir baskı erki yerine, halkın bizzat kendisinin
sahneye çıktığını anlatıyordu. Bütün bunların asıl anlamları ile
devletten sapmayı anlattığı açıktır.
Burada sorular şöyledir, Eğer Komün sağlamlaşsaydı, içindeki devlet
izleri kendiliğinden sönüp gider miydi? Kendi kurumlarını ortadan
kaldırmasına gerek kalır mıydı? Yoksa artık yapacakları bir şey
kalmadığı ölçüde işlevlerini yitirirler miydi?
Ve bu soruların cevabı net olduğu ölçüde, anarşistlerin kafasındaki
karışıklığın kalıcı ve artıyor olması oldukça öğreticidir.
Aynı mektupta Engels,"daha Marx'ın Proudhon'a karşı yazdığı,
Felsefenin Sefaleti adlı kitabından beri ve sonra da Komünist Parti
Manifestosunda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin
kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına
rağmen, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış
durmuşlardır." derken, Bakunin'in Alman sosyal-demokratlarına
saldırılarına ve bunu, halkçı devletin aynı özgür halk devleti gibi
bir saçmalık ve sosyalizmden bir sapma anlamına geldiği ölçüde haklı
bulduğuna işaret ediyordu.
Aynı mektubun ilerleyen satırlarında,"Devlet, mücadelede, devrimde
devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz
geçici bir müesseseden başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir
devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete ihtiyacı olduğu
sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için
kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet,
devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz devlet
kelimesinin yerine, her yerde, topluluk (gemeinwesen-kamu kuruluşu )
gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel bir eski Alman
kelimesinin kullanılmasını teklif etmekteyiz." diyen Engels, bunları
aslında Bebel üzerinden Alman sosyal-demokratlarına, anarşistlere
karşı mücadelelerini iyileştirilmelerine yardımcı olmak üzere, daha
doğrusu, onları devlet ile ilgili oportünist önyargılardan arındırmak
amacıyla yazıyordu.
Ancak Bebel, Engels'in yargısına tümüyle katıldığını belirtmesine
rağmen, daha sonra, "devlet, sınıf egemenliğine dayanan bir devletten,
bir halk devletine dönüştürülecektir " diyecekti.
Diğer yandan, aynı mektupta Engels, "bütün sınıf farklarının ortadan
kaldırılması" yerine, "her türlü sosyal ve siyasi eşitsizliğin
yıkılması" deyimi yersizdir dedikten sonra; Sosyalist toplumu
eşitliğin imparatorluğu olarak düşünmenin dar bir Fransız anlayışı
olduğunu ve eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganına dayandığını ve
bu anlayışın evrimin bir aşamasına denk geldiği için zamanında ve
yerinde bir varlık nedeninin olduğunu ama aşılmaya mahkûm olduğunu ve
gerçeklere daha uygun olan daha tam ve doğru kavramlara yerlerini terk
etmiş olduklarını da vurguluyordu.
Yine Engels, başka bir yerde, Erfurt programı taslağının
eleştirisinde, " ...Günün anlık çıkarları üzerinden bu ana bakış
açılarının unutuluşu, sonraki sonuçları göz önünde bulundurmaksızın bu
anlık başarılar elde etme arzusu ve dalaşı, hareketin geleceğinin,
hareketin bu gününe feda edilmesi 'dürüst ' niyetli olabilir ama bu
oportünizmdir ve öyle kalacaktır.Ve ' dürüst' oportünizm belki de tüm
oportünizmlerin en tehlikelisidir..." dedikten sonra, "Kesin olan
birşey varsa, - diyordu - o da,partimizin ve işçi sınıfının sadece
demokratik cumhuriyet biçimi altında egemenliğe ulaşabileceğidir.
Hatta bu, Büyük Fransız Devrimi'nin de göstermiş olduğu gibi,
proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir..."
Bunu söylerken Engels, demokratik cumhuriyetin proletarya
diktatörlüğüne en yakın giriş olduğunu vurgulamış oluyordu.
Engels, demokratik cumhuriyette devletin monarşide olduğundan daha az
olmamak üzere, bir sınıfın başka bir sınıfı ezme mekanizması olarak
kaldığını söylediğinde, bu kesinlikle bazı anarşistlerin öğrettiği
gibi, ezilme biçiminin proletarya için fark etmediği anlamına
gelmiyordu. Demokratik cumhuriyet, sınıf mücadelesinin ve sınıf
baskısının daha geniş, daha özgür, daha açık biçimi, proletarya için,
sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinde genel olarak büyük bir
kolaylık anlamına geliyordu.
"Çünkü" diyordu Lenin de, tüm II. Enternasyonal için Marx'ın
yukarıdaki sözlerinin de unutulmuş sözler olduğunu hatırlatarak
"hiçbir biçimde sermayenin egemenliğini ve böylece kitlelerin
ezilmesini ve sınıf mücadelesini ortadan kaldırmayan bu cumhuriyet,
kaçınılmaz olarak bu mücadelenin öylesine genişlemesine, gelişmesine,
daha belirgin olarak ortaya çıkmasına, keskinleşmesine yol açar ki,
bir kez ezilen kitlelerin temel çıkarlarını karşılama olanağı doğar
doğmaz, bu olanak, kaçınılmaz olarak ve yalnızca proletarya
diktatörlüğünde, bu kitlelerin proletarya tarafından yönetilmesinde
gerçekleşir."
"(Özgül Prusyacılığı, bir bütün olarak Almanya içinde eritmek yerine,
onu ebedileştiren, gerici monarşist anayasa ile ve aynı şekilde gerici
küçük devlet ayrılıkçılığı ile şimdiki Almanya'nın ) yerine ne
geçmelidir ?" diye soran Engels, "Görüşümce, proletaryanın sadece bir
ve bölünmez cumhuriyet biçimine ihtiyacı olabilir " diyordu.
Devam ederek Engels, "Federatif cumhuriyet- diyordu-Doğu'da artık bir
engel haline gelirken, Birleşik Devletler'in dev toprakları üzerinde
bir bütün olarak hâlâ gerekliliktir. İki adada dört ulusun yaşadığı ve
bir parlamentoya rağmen daha şimdiden yan yana üç farklı yasa
sisteminin bulunduğu İngiltere'de bu bir ilerleme olurdu. Küçük
İsviçre'de çoktan bir engel haline gelmiştir, bu sadece, İsviçre,
Avrupa devletler sisteminin salt pasif bir üyesi olmakla yetindiği
için katlanılabilir bir durumdur. Almanya için federalist bir
İsviçre'leştirme büyük bir gerileme olurdu. "
Engels, aynı yerde, "Federal devleti üniter devletten iki noktanın
ayırt ettiğine" vurgu yaparak; "her üye devlet, her kanton kendi
medeni yasasına ve ceza yasasına ve de hukuk sistemine sahiptir. Ve
sonra, halk meclisinin yanı sıra, küçük ya da büyük her kantonun,
kanton olarak oy kullandığı devletler meclisi vardır." diye
tamamlıyordu.
Engels'in bu ifadelerinden, Lenin'in ifadesiyle onun, devlet biçimleri
sorunu karşısında kayıtsız kalmadığı bir yana, her tekil durumun somut-
tarihsel özelliklerine göre, ilgili geçiş biçiminin "ne" den,"ne"ye,
hangi geçişi temsil ettiğini saptamak için, olağanüstü bir özenle
geçiş biçimlerini tahlil ettiğini anlıyoruz. Bununla birlikte, açıkça
görülmektedir ki, Engels de, Marx gibi, proletaryanın ve proleter
devrimin bakış açısından hareketle demokratik merkeziyetçiliği, bir ve
bölünmez cumhuriyeti savunmaktadır. Federatif cumhuriyeti ise ya
istisna ve gelişmenin engeli olarak, ya da ama monarşiden merkeziyetçi
cumhuriyete geçiş olarak, belirli özel koşullar altında bir ilerleme
olarak görür ve bu özel koşullar altında milliyetler sorunu ön plana
çıkar.
Gerek coğrafi koşulların gerekse, dil birliğinin ve yüzlerce yıllık
tarihin tek tek küçük parçalarda milliyetler sorununu "halletmiş "
olması gerekir diye düşünülebilecek İngiltere'de bile Engels,
milliyetler sorununun henüz aşılmadığı gerçeğini hesaba katarak,
federatif cumhuriyette bir ilerleme görüyor. Ancak burada da federatif
cumhuriyetin eksikliklerini eleştirmekten ve yekpare, merkeziyetçi-
demokratik bir cumhuriyet için mücadeleden vazgeçmiyordu.
Lenin bu konuda," Gündemde Almanya'nın birleşmesi sorunu vardı.
Birleşme o günkü sınıfsal ilişkiler göz önüne alındığında iki biçimde
gerçekleşebilirdi; ya proletarya tarafından yönetilen ve bir Alman
Cumhuriyeti yaratacak olan bir devrimle, ya da Prusyalı toprak
sahiplerinin birleşmiş Almanya'da egemenliklerini sağlamlaştıracak
olan Prusya'nın hanedanlık savaşlarıyla. Proleter ve demokratik yolun
şansının fazla olmadığını gören Lassalleciler, yalpalayan bir taktik
izliyorlardı ve Junker Bismarck'ın hegemonyasına ayak uyduruyorlardı.
Hataları, işçi partisinin Bonapatist-devlet sosyalisti bir yola
sapmasına kadar varıyordu. Buna karşılık Bebel ve Liebknecht
kararlılıkla proleter ve demokratik yolu temsil ediyorlar, Junkerlere,
Bismarck'ın politikasına ve milliyetçiliğe verilen en küçük tavize
karşı mücadele ediyorlardı. Almanya Birsmarckçı yoldan birleşmiş
olmasına rağmen tarih Bebel ve Liebknecht'i haklı çıkarmıştır"
diyordu.
Engels, demokratik-merkeziyetçiliği, anarşistler ve küçük-burjuva
ideologlar gibi, bürokratik anlamda kullanmıyor. Engels için
merkeziyetçilik, komünler ve bölgeler tarafından devletin birliğinin
gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratizmin ve her türlü
yukarıdan buyurmanın kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş kapsamlı
yerel öz yönetimi dışlamıyordu.
Marxizm'in devlet üzerine programatik görüşlerini geliştiren Engels
Sosyal -demokratların program taslağının eleştirisinde şöyle devam
ediyordu; "1866 da ve 1870 de yukardan yapılmış olan devrimi
geriletmek bize düşmez; tam tersine, biz buna, aşağıdan bir hareketle
gerekli tamamlamayı ve ıslahı sağlamalıyız. Demek ki tek bir
cumhuriyet. Ama imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan
Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792 den,1798 e dek her Fransız
vilayeti, her komün Amerikan modeline uygun olarak, tam öz yönetime
sahipti ve bize de böyle bir şey gerekir. Böyle bir özerklik nasıl
örgütlendirilebilir ve bürokrasisiz nasıl edilebilir, bize bunu
Amerika ve birinci Fransız Cumhuriyeti gösterdi. Avustralya, Kanada ve
diğer İngiliz sömürgeleri de bugün bize bunu göstermektedir. Böyle bir
eyalet ve komün, örneğin kantonun konfederasyonuna göre pek bağımsız
bulunduğu ama bu bağımsızlığın bölgeye ve komüne karşı da olabildiği
İsviçre federalizminden çok daha özgürdür."
Kantonal hükümetlerin, bölge valileri ve valiler atadığını, oysa
İngilizce konuşulan ülkelerde böyle bir şey olmadığını hatırlatarak,
biz de, gelecekte bunlardan Prusyalı valilerden ve hükümet
görevlilerinden kurtulduğumuz gibi kurtulmalıyız diyen Engels, bütün
bu sözünü ettiklerinin, böyle şeylerin söylenmesine izin olmayan
Almanya'da durumun karakterini belirtmek için ve aynı zamanda böyle
bir durumu komünist toplum şekline kanuni yoldan sokmak isteyenlerin
ne ölçüde hayale kapıldıklarını göstermek için olduğunu ekliyordu.
Buna uygun olarak Engels, sosyal-demokrat program tasarısındaki
özyönetim maddesini şöyle formüle ediyordu: "vilayetin, bölgenin ve
komünün halkın genel oyu ile seçilmiş görevliler tarafından tam özerk
olarak yönetimi. Devlet tarafından tayin olunan bütün yerel memurların
ve valilerin ortadan kaldırılması."
Küçük burjuva demokratları içinde çok yaygın olan federatif
cumhuriyetin, merkeziyetçi cumhuriyetten daha büyük özgürlük anlamına
geldiği önyargısını Engels'in 1792-1798 yıllarının merkeziyetçi
Fransa'sı ve Federalist İsviçre cumhuriyeti ile ilgili aktardığı
olgularla çürütmüş olması son derece önemlidir.
DİN VE DEVLET
Devlet sorunu üzerine konuşurken, bu sorun ile bağlantılı olan din
konusuna değinmemek olmaz.
Lenin, Engelsin, devlet sorunu ile bağlantılı olarak değindiği din ile
ilgili düşüncesine işaret ederken,"Alman sosyal-demokrasisinin
yozlaştığı ve gittikçe oportünistleştiği ölçüde, kendin, ünlü 'din
kişinin özel sorunudur' formülünün dar kafalı yanlış yorumuna gittikçe
daha fazla kaptırdığı bilinir" diye hatırlatıyor ve şöyle devam
ediyordu,"bu formül, din sanki devrimci proletaryanın partisi için de
kişinin özel sorunu imiş gibi yorumlanıyordu. Engels, proletaryanın
devrimci programına bu tam ihanete karşı cephe aldı."
Engels, Paris Komünü'nde hemen hemen yalnızca işçilerin ya da
işçilerin ünlü temsilcilerinin yer alması gibi, onun kararlarının da
kesin proleter bir karakter taşıdığını vurgulayarak; Komünün, ya
devlete karşı dinin kişinin özel sorunundan başka bir şey olmadığı
ilkesinin gerçekleşmesi gibi, cumhuriyetçi burjuvazinin düpedüz
korkaklıktan savsakladığı ama işçi sınıfının özgür eylemi için zorunlu
bir temel oluşturan reformları kararlaştırdığını; ya da doğrudan
doğruya işçi sınıfının yararına ve eski toplumsal düzende derin
çatlaklar açan kararlar aldığını açıklarken, 1891 de partisi içinde
gözlemlediği, ancak gayet güçsüz oportünizm tohumları olarak gördüğü
ve proletarya partisini halkı alıklaştıran din afyonu ile savaşma
görevinden el çektirmeyi düşünen küçük-burjuva düşünceli alman sosyal-
demokratlarına büyük bir darbe vuruyordu.
DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİNİN EKONOMİK KOŞULLARI
Devleti ortadan kaldırmak için, devlet hizmetleri işlevlerinin,
nüfusun büyük çoğunluğu tarafından daha sonra ise istisnasız tüm nüfus
tarafından yerine getirilebilecek basitlikte denetim ve kayıt
işlemlerine dönüşmesi gerekir. Ve ikbalperestliğin tümüyle ortadan
kaldırılması, bir "fahri görev" in, bir şey kazandırmasa da, en özgürü
de dâhil tüm kapitalist ülkelerde her zaman söz konusu olduğu gibi,
devlet hizmetinden bankalarda ve anonim şirketlerde yüksek ücretli
görevlere geçmenin sıçrama tahtası hizmeti görmemesi gerekir.
Genellikle devlet üzerine değerlendirmelerde, devletin ortadan
kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği,
devletin sönüp gitmesinin, demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu hep
unutulmaktadır.
Bunun nedeni, demokrasinin azınlığın çoğunluğa tabi olması şeklindeki
anlayıştır. Oysa bu yanlıştır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi
olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı,
nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması
için gerekli bir örgütlenme biçimidir.
Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak
önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun,
insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan
kaldırılmasını koyuyoruz. Azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine
uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemiyoruz.
Ancak sosyalizme ulaşmak için mücadele ederken, onun komünizme doğru
gelişeceğinden ve bununla bağıntılı olarak genelde insanlara karşı zor
kullanımının, bir insanın diğerlerine, nüfusun bir kısmının diğerine
tâbi olmasının her türlü gerekliliğinin ortadan kalkacağına eminiz,
çünkü insanlar toplumsal ortak yaşamın elamanter kurallarına zor ve
tâbiyet olmaksızın uymaya alışacaklardır.
İşte Engels, bu alışma unsurunu vurgulamak için, "yeni özgür toplumsal
koşullar içinde yetişerek, tüm devlet pılıpırtısından, demokratik
cumhuriyet de dâhil, her türlü devlet pılıpırtısından kurtulacak olan
yeni bir kuşaktan" söz ediyordu.
Marx'ın bu sorunu en ayrıntılı biçimde Gotha Programı'nın
Eleştirisi'nde incelediğini biliyoruz.
Marx, Bracke'ye yazdığı 5 Mayıs 1875 tarihli mektupta, hasımlarının
Engels'ten çok daha "devletçi" gösterilmesine neden olan ifadelerin
yer aldığı mektubunda şöyle yazıyordu;
"Bu günkü toplum, ortaçağ unsurlarından az çok arınmış, her memlekete
özgü tarihi evrim tarafından az çok değişikliğe uğratılmış, az çok
gelişmiş uygar ülkelerde mevcut olan kapitalist toplumdur. Bu günkü
devlet ise, tersine sınırlar aşıldıkça değişir. Devlet Prusya-Almanya
imparatorluğunda başka türlüdür, İsviçre'de başka, İngiltere'de başka
türlüdür, Amerika Birleşik Devletlerinde başka.
Demek ki, bu günkü devlet, bir hayalden başka bir şey değildir.
Bununla birlikte ayrı ayrı uygar ülkelerin ayrı ayrı devletlerinin,
hepsinin, şekillerinin çeşitliliğine rağmen, şu ortak yanları vardır
ki bu da, kapitalist anlamda az çok gelişmiş çağdaş burjuva toplumunun
alanı üzerinde kurulu olmalarıdır. Bu yüzden bunların bazı ortak temel
nitelikleri vardır. Bu anlamda devlete, şu anda kökenlik eden burjuva
toplumu artık kalkacağı gelecekle karşılaştırmak için "bu günkü
devlet"ten söz edilebilir. Bu durumda şu soruyla karşı karşıya
geliyoruz; komünist bir toplumda devlet hangi şekli alacaktır? Başka
bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bu günkü fonksiyonlarına
benzer hangi sosyal fonksiyonlar bulunacaktır? Bu soruya ancak bilim
cevap verebilir ve halk kelimesini devlet kelimesi ile bin bir şekilde
çiftleştirerek bu mesele bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz.
Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim
yoluyla geçiş dönemi girer. Buna bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder
ki, burada devlet, proletaryanın devrimci iktidarından başka bir şey
olamaz.
Programın, şimdilik, ne bu iktidarla, ne de komünist toplumdaki
geleceğin devletiyle ilgilenmesinin gereği vardır."
Evet, böyle diyordu Marx ve bu sözlerinin, ilk bakışta Engels'in
sözleri ile çelişki taşıdığı izlenimine kapılmak mümkün oluyordu.
Ancak ilk bakıştaki şaşkınlık geçtikten sonra, ortada bir çelişki
olmadığı Marx'ın Engels ile bütünüyle örtüştüğü anlaşılıyordu.
Marx, proletaryanın iktidarına "bir siyasi geçiş dönemi " diyor.
Birinden (kapitalist toplum) ötekine (komünist toplum) devrim yoluyla
geçiş dönemi... Engels ise, bu geçiş döneminin devletinin, asıl
anlamda bir devlet olmadığını söylüyor ki, Marx'ın dediği de tam
budur.
Gelecekteki, "sönüp gitme"nin zamanını belirlemenin, hele ki doğal
olarak uzun bir süreç söz konusu olduğuna göre, bunu belirlemenin
mümkün olamayacağı açıktır, diyen Lenin, Marx ile Engels arasında
görünürdeki fark, önlerine koydukları görevlerin farklılığıyla
açıklanabilir diye devam ediyordu.
Lenin'e göre Engels, önüne Bebel'e, devlete ilişkin alışılmış
önyargıların tüm saçmalığını açık ve çarpıcı bir biçimde, ana
hatlarıyla kanıtlama görevini koymuştu. Marx'ı ilgilendiren ise,
komünist toplumun gelişimi idi.
Marx, komünist toplumu alt ve üst olmak üzere iki aşamaya bölüyor. Alt
aşama sosyalizmdir ve burada üretim araçları artık tüm topluma aittir.
Toplumun her üyesi, toplumsal olarak gerekli emeğin bir bölümünü yapar
ve toplumdan şu kadar emek sunmuş olduğunu gösteren bir belge alır. Bu
belge karşılığında tüketim maddelerinden uygun düşen miktarda ürün
almaya hak kazanır. Yani, toplumsal fon için ayrılan emek miktarı
çıkarıldıktan sonra her işçi, toplumdan, ona verdiği kadarını geri
alır.
Marx, bunu kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist
toplum olarak niteliyor ve burada bir eşitlik vardır ve Marx bunun
eşit hak eşitsizliği olduğunu ve bunun burjuva hukuku olduğunu
vurgulayarak, eşit hakkın, eşitliğin çiğnenmesi ve bir adaletsizlik
olduğunu ifade eder. Ancak bu tür kusurların, komünist toplumun alt
aşamasında kaçınılmaz olduğunu da ifade ederek, Hukukun, hiçbir zaman
toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden
daha yüksek olamayacağını vurgular.
Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında ise, bireylerin iş
bölümüne ve onunla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki kölece boyun
eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil ama
birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli
biçimde gelişmeleriyle üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif
zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman,
burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum,
bayraklarının üstüne, 'herkesten yeteneğine göre, herkese
ihtiyaçlarına göre' yazabilecektir.
Bu son derece yüksek seviyede bir özgürlük değilse nedir. Geçim için
çalışmak zorunluğu yok, kafa ile kol emeği arasındaki karşıtlık
ortadan kalkıyor. Öyleyse çalışma zamanı da, boş zaman da bireylerin
yeteneği ve isteği ölçüsünde kendini gösteriyor.
Öyleyse, özgürlük ve devlet sözcüklerinin bir araya getirilmesindeki
saçmalığa dikkat çeken Engels ile çakışan bir durum söz konusu değil
mi? Devlet var olduğu sürece özgürlük yoktur. Özgürlük olacağı zaman
devlet olmayacaktır.
Demek ki, devletin tam olarak sönüp gitmesinin ekonomik temelinin,
komünizmin, kol ve kafa emeği arasındaki karşıtlığın ortadan kalkacağı
kadar yüksek bir gelişmesi aşamasıdır.
Ancak bu yüksek gelişme aşamasına ne kadar hızla varılacağını
bilemiyoruz. Bilemeyiz de. Bu nedenle yalnızca, bu sürecin uzun
mesafeli olduğunu, komünizmin üst aşamasının, gelişimin hızına bağlı
olduğunu vurgulayarak, devletin sönüp gitmesinin kaçınılmazlığından
söz etme hakkına sahibiz. Ama sönüp gitmenin zamanı ya da somut
biçimleri konusundaki sorular tamamen açıkta kalır, çünkü henüz bu
sorunların çözümü için veriler yoktur.
Marx'ın deyimiyle bu sorulara cevabı bilim verecektir.
Ancak Marx'ın komünist toplumun gelişimi ile ilgili ortaya koydukları
da bir veridir ve önemli ipuçları taşıyor ki, toplum, herkesten
yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre ilkesini gerçekleştirdiği
zaman, yani insanlar toplumsal ortak yaşamın kurallarına uymaya
alıştıklarında ve emekleri onların yeteneklerine göre gönüllü olarak
faaliyet gösterebilecekleri kadar verimli olduğunda, devletin tamamen
sönüp gideceği anlaşılmaktadır. Diğer yandan, başkasından yarım saat
bile fazla çalışmamak için ve daha az ücret almamak için diretmeye yol
açan "burjuva hukukunun dar ufku" da o zaman aşılmış olacaktır. İşte o
zaman, ürünlerin paylaşımı, herkese düşen miktarın toplum tarafından
saptanmasını gerektirmeyecek ve herkes "ihtiyaçlarına göre" özgürce
alacaktır.
Bu bize, devletin ancak burjuva devletin zora dayalı bir devrimle
parçalanarak ortadan kaldırılmasından sonra, kaçınılmazlıkla sönüp
gitmesinin maddi temelini vermeye yeterse, bunun ne zaman
gerçekleşeceği üzerine tahmin yürütmenin, bu yönde vaatler vermenin,
proletaryanın partisinin programına koymanın bir anlamı ve gereği
olmadığı açık değil midir?
Böylece, devlet ve zora dayalı devrim üzerine Marxizm'in kurucularının
ortaya koyduklarını ve Lenin'in katkılarını, bugün de taşıdığı önemi
ile birlikte aktarmış bulunmaktayım.
Gerisi, bu sorunun çözümünde kolaycılığa kaçıp, Marxizm'in bu
öğretisinin karşısına kocakarı ilacı misli, çoktan çürümüş safsata
düşünceler koyanların oyunlarına teslim olmak istemeyenlerin, Marxist
öğretiye 21.yüzyılın penceresinden bakarak, öğretinin içinde kalarak
yeniden gözden geçirilmesi demek olan bu uzun metrajlı anlatımımdaki
ifadelerin dikkatlice ve eleştirel gözle incelenmesine kalıyor.
Ancak böyle, bu Marxizm düşmanlarının, tekellerin ideolojik silahı
olarak, akıl dinamiklerinin üzerine attıkları ideolojik bombaları
etkisizleştirecek en doğru ideolojik-politik mücadele, işçi sınıfının
devrimci örgütünün yokluğundan doğan eksikliği giderebilecek şekilde
ortaya konulabilir.
Fikret Uzun
7 Ocak 2012