Kulaklar doydu, gözler aç

126 views
Skip to first unread message

**safir***

unread,
Nov 12, 2008, 2:39:58 PM11/12/08
to edep dairesi
Kulaklar doydu, gözler aç

Günümüzde insafsızlığın boy atıp geliştiği ve müthiş bir maraz halini
aldığı en büyük saha, garaz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkit
sahasıdır. Aslında, bir kimsenin ya da bir şeyin iyi veya kötü
taraflarını, menfi veya müsbet yanlarını bulup meydana çıkarmak,
ortada olanla olması gereken arasında mukayese yapmak demek olan
"tenkit", ideale yürümede önemli bir yoldur.



Müsbet manada tenkit etmek ve tenkide açık olmak ilmî esaslardan
birisidir. Ne var ki, onun da bir üslûbu ve uygun bir şekli vardır.
Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı davranmalı,
söyleyeceklerini kendi egoları hesabına değil, Hak rızası adına
söylemeli ve hayır mülâhazasından başka bir niyeti bulunmamalıdır.
Tenkidin çıkış noktası, Hak aşkı ve hakikati tenzih arzusu olmalıdır;
insaflı bir münekkid sadece hak ve hakikatin inkişafını maksat
yapmalıdır. Aksi halde, gurur ve cerbezeyle (diyalektik) birleşen
insafsız tenkit, hakikati tahrip eder ve haksızlıklara sebebiyet
verir.

Bildiğiniz gibi, herhangi bir hakikatin vuzuha kavuşması adına fikir
teâtîsinde bulunma, belli kural ve kaideler çerçevesinde beyin
fırtınası yaşama, müşterek düşünme, karşılıklı konuşma ve insaflı
ifade sayesinde ferdî mülahazaları ortak akla havale etme ameliyesine
"münazara" diyoruz. Maalesef, günümüzde münazara adına cereyan eden
hemen bütün tartışmalarda da insafsızlığın tenkit rengine bürünmüşüne
şahit oluyoruz.

Bugün, fikir düellosu da diyebileceğimiz cidal, mugâlata ve demagoji
platformlarındaki atışmalara iştirak eden hemen herkesin bir kısım ön
kabulleri oluyor ve tartışmacılar, genellikle herhangi bir hakikatin
ortaya çıkmasından daha ziyade ne yapıp edip kendi mülâhazalarını
karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini veriyorlar. Öyle ki, bu
hususta ölesiye gayret sarf ediyor; yer yer kelime ve mantık
oyunlarına giriyor; hasımlarını kışkırtma, ilzam etme ve mahcup
düşürme gibi yakışıksız şeylere başvuruyor ve hakikate karşı hep
kapalı duruyorlar. Hakikatlerin ortaya çıkmasından daha çok, karşı
tarafın düşünce, ifade ve felsefesine zıt şeyler üreterek konuşmaları
diyalektiğe çeviriyorlar ve artık münazırlar satranç oynuyormuşçasına
birbirini mat etme, küçük düşürme ve devre dışı bırakma mülâhazasıyla
hareket ediyorlar. Aslında, bu türlü tartışmalara kat'iyen münazara
denmez; dense dense zihnî ve fikrî özürlülerin atışması denir. Heyhat
ki, şimdilerde münazara meclisleri diyalektik meydanlarına dönüşmüş
bir haldedir.

Bu hastalığın yegâne çaresi; insafın elden bırakılmaması, Hakk'ın
hatırının her zaman âlî tutulması ve hiçbir hatıra feda edilmemesidir.
Her münazırın kendi kendini itham etmesi ve nefsine değil daima
muhatabına taraftar olmasıdır. Birbirini utandırmak bir yana, haklı
çıkanın hasmını mahcup etmesinin dahi insanî değerlere saygısızlık
sayılmasıdır.

Biz insaflı mıyız?!.

Nur Müellifi'nin nazara verdiği üzere; ilm-i münazara âlimleri
arasında hakperestlik ve insaf düsturu şöyledir: Eğer insan, bir
meselenin münazarasında kendi sözünün haklılığına taraftar olup kendi
haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğundan dolayı
memnun olsa, insafsızdır. Çünkü önemli olan haklı çıkmak değil hakkın
ortaya çıkmasıdır. Hem kendi haklılığına ve hasmının yanlışlığına
sevinen insan zarar eder. Zira haklı çıktığı vakit, o münazarada
bilmediği bir şeyi öğrenemez; dahası, belki gurura kapılıp ziyade
zarara girer. Fakat eğer hak hasmının elinde çıksa, hiçbir zarar
ihtimali olmadan, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur ve
nefsi de gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı
için kendi nefsinin hatırını kırar; hakkı hasmının elinde de görse,
yine rıza ile kabul edip onun tarafını tutar.

Müslümanlar olarak belki dünyanın pek çok ülkesine gittik; bazı
yerlerde hatırı sayılır bir nüfusa da ulaştık. Fakat o nüfusa denk bir
nüfuza sahip olamadık. Çünkü ekseriyetle dünyevî maksatlara bağlı
olarak, bazılarının kapılarında halayık gibi çalıştık. Efendilerin
kapıkullarını dinlemedikleri gibi, onlar da bizim sözlerimize kulak
vermediler. Müslümanları genellikle birer köle gibi kullandılar ve
işleri bitince de halayıklarını kapı dışarı etmenin yollarını
araştırdılar. Bu itibarla da, Müslümanlar pek çok beldeye gitmiş olsa
bile, İslam'ın mesajı o beldelerin insanlarına ulaşmış sayılmaz. Hele
materyalizm ve naturalizmin hâkim olduğu bir dönemde, eşya ve
hadiselere maddeci bir nazarla bakmaya alışmış insanların Din-i Mübin
ve Kur'an mantığı ile tanışmış oldukları söylenemez. Dolayısıyla,
bugün (yeryüzünü kana bulayan ve mazlumlara kan kusturan zâlimler
güruhu istisna edilecek olursa) insaf beklediğimiz kimselerin çoğu bir
yönüyle fetret devrinin insanları gibidirler.

Öyleyse, önce biz insaf etmeli değil miyiz? Dünyanın dört bir yanına
doğru dürüst gidemediğimiz, inandırıcı bir hal, tavır ve keyfiyet
sergileyemediğimiz ve nazarî yönüyle çok güzel olan Kur'an
hakikatlerini aynı güzellikte temsil edemediğimiz için evvela
kendimizi sorgulamamız gerekmez mi? Şayet muhataplarımız,
"Anlatılanlar çok güzel, fakat o hakikatleri hayata hayat kılan
insanları göremedik. O yüce ahlaka sahip güzide insanlara şahit
olamadık. Kılı kırk yararcasına yaşayan fazilet âbidelerine
rastlayamadık. Nerede günaha sonuna kadar kapalı ve kapanmaya hâhişkar
insanlar? Hani mü'mince yaşamanın canlı mümessilleri? Böylelerini
görmeden biz inanamayız!.." diyorlarsa ve ötede bu mazeretlerini dile
getirirlerse, Allah huzurunda biz ne yaparız? Evet, artık kulaklar
anlatılanlara doydu. Gözler ise temsil açlığı çekiyor. Anlatma değil,
temsil zamanı. Bu açıdan, "insaf" diyerek başkalarını hakperest olmaya
çağırırken, karşı tarafta o insaf duygusunu tetikleyecek bir görüntüye
ihtiyacımız olduğu da unutulmamalıdır.

ÖZETLE

1- Müsbet manada tenkit etmek ve tenkide açık olmak ilmî esaslardan
birisidir. Tenkit eden kimse insaflı olmalı, söyleyeceklerini Hak
rızası adına söylemelidir.

2- Bugün, tartışmacılar, bir hakikatin ortaya çıkmasından daha ziyade
kendi mülâhazalarını karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini
veriyorlar.

3- Bu hastalığın çaresi; insafın elden bırakılmaması ve Hakk'ın
hatırının âlî tutulmasıdır. Her münazırın kendine değil daima
muhatabına taraftar olmasıdır.
fethullah gülen

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages