"Devlet Sırrı Kurulu” na hoş geldiniz..

124 views
Skip to first unread message

mollaoglu

unread,
Jan 14, 2012, 2:19:53 PM1/14/12
to lis...@yahoogroups.com

Artık içim sızlıyor!!!



ATATURK 'U SILME OPERASYONLARINA DEVAM .
"Devlet Sırrı Kurulu”, yani iktidarın emrindeki bürokratlar. Bu kurulun vereceği karara itiraz mümkün. Nereye mi? Başbakan ve 4 bakandan oluşan “Devlet Sırrı Üst Kurulu”na!
 

Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize , görecekleri  tahsilin  hududu  ne olursa olsun , en önce  ve herşeyden önce ,Türkiye’nin istiklaline , kendi benliğine ,milli ananelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek luzumu  öğretilmelidir .

                                                                                                                                 ATATURK ( 1922)


29 EKIM DEN SONRA 19 MAYIS DA GITTI
SIRADA 23 NISAN VE 30 AGUSTOS KALDI
AKP RESMEN CUMHURIYET TARIHINE SALDIRI BASLATTI .
SES CIKMIYOR
HAK EDILIYOR
YAKINDA COK YAKINDA AKP'NIN TAM TOTALITER POLIS DEVLETI
HIZMETIMIZE GIRMIS OLACAK

'' İleri demokrasi”mizi daha da ileriye götürecek! yeni bir kanun daha girmek üzere hayatımıza. Halen komisyonlarda görüşülen, yakında Genel Kurul’a gelmesi beklenen, topu topu 13 maddelik kanun tasarısının adı: Devlet Sırrı Kanun Tasarısı.

Tasarıda devlet sırrı şu şekilde tanımlanıyor:
“Açıklanması veya öğrenilmesi, devletin dış ilişkilerinde, milli savunmasında ve milli güvenliğine zarar verebilecek; anayasal düzeni ve dış ilişkilerinde tehlike yaratabilecek, bu nedenlerle niteliği itibariyle gizli kalması gereken bilgi ve belgeler.”
Bu haliyle ortada bir sorun yok gibi. Ancak işin içyüzünü CHP Milletvekili Oğuz Oyan anlatıyor:
- Tasarı ayrıntılarıyla incelendiğinde “devlet sırrı” olarak tanımlanan şeyin aslında bir “hükümet veya yürütme sırları”ndan ibaret olduğu ve devlet sırrı kapsamının inanılmaz derecede geniş tutulduğu görülür. Örneğin tasarı sadece devlet sırrı olan bilgi ve belgeleri değil, aynı zamanda “devlet sırrı niteliği taşımayan bilgi ve belgeleri” de kapsıyor. Bu durumda iktidarı rahatsız edecek her türlü bilgi ve belge rahatlıkla yasaklanabilecektir. Üstelik de öyle birkaç ay veya yıllığına değil, en az 50 yıllığına... Tasarı yasalaşırsa öngörülen cezalar nedeniyle basında yeni bir otosansür başlayacaktır.
- İyi de hangi bilgi ve belgelerin devlet sırrı olduğuna kim karar verecek?
- Aralarında Başbakanlık Müsteşarı’nın da bulunduğu 5 müsteşardan oluşan “Devlet Sırrı Kurulu”, yani iktidarın emrindeki bürokratlar. Bu kurulun vereceği karara itiraz mümkün. Nereye mi? Başbakan ve 4 bakandan oluşan “Devlet Sırrı Üst Kurulu”na!''

YENI KAMU DUZENINDE SONRA BU KANUN
ARTIK SIVIL DARBENIN PEKISMESI VE YERLESMESI OLARAK GORULMELIDIR .
BOYLE YAVSAK VE EMPERYALIZM TARAFINDAN YONETILEN BIR MUHALEFET ILE BUNLARIN OLACAGI MALUMDU .

TAYYIP DOGRU SOYLEDI
'' SHOW YAPIYOR BUNLAR '' DEDI
MUHALEFET SHOWMANLARDEN OLUSUYOR ......
ASKERIN IKI AYAGINDA DA POSTAL VARDI SIMDI BIRINDE TAKUNYE VAR .





* Yildiz arayip gökte nice turfa müneccim
   Gaflet ile görmez kuyuyu rehgüzerinde

http://www.isteataturk.com/         

metin atamer

unread,
Jan 15, 2012, 3:10:04 PM1/15/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com

Benim Darbem
Artık benimde özel bir darbe planım olması gerekir. Darbe denince  hep orkestranın arkasında bulunan iki büyük davul gelir aklıma . Koca tokmakları ile vurulan davul, çalınan eserin belirli yerlerinde ahenkli bir şekilde davula indirilen darbe, melodinin akışını düzenler. Davulun darbesinin zamanında vurulması gerekir, yoksa çalınan eserin anlamı değişir. Bir çok eserde davula vurulan darbe dikkatleri toplamak için şiddetli olabilir yahutta, darbe hafiftir eserin hafif geçişlerini sağlar.
Eseri iyi bilenler için davulun darbesinin nerede ve nasıl gireceği tahmin edilebilir. Bazen bu darbenin arasında zil sesi girer, bu sarı metalden yapılan zillerinde önemli bir darbesi  vardır. Dünyanın en iyi zilleri Türkiye de yapılır. Hele orkestralarda  tencere kapağına benzeyen ziller vardır , iki elle bir birine çarptırılır, işte bu darbe genelde eserin içinde dinleyenleri uyandırmaya yetmektedir.
Birde bu zil sınıfı içinde üçgen zil vardır. Bende bu çalgıya bayılırım. Çok kibar bir çalgı olan üçgen zil eserin içinde bütün enstrumanların sustuğu bir anda kibar bir darbe ile insanın kulağını okşar. Benim en sevdiğim darbeli enstruman bu üçgen zildir.
Başka orkestralarda bateri diye adlandırılan vurmalı bir kaç davuldan ve zillerden meydana gelen entruman topluluğu vardır. Eserin tamamı bu darbeli enstrumanların ritmi ile parça çalınır. Bütün tempo bu darbeli gurubun ritmi içinde ahenk bulur.
‘’İhtilal‘’ kelimesi dilimize arapçadan ithal edildiğini düşünmekteyim. Hatta ithal kelimeside arapçadan olsa gerek.  Kelime ‘’ içeri almak ‘’ anlamında kullanılır. İhtilal ise ‘’kargaşalık, düzensizlik ve karışıklık’’ anlamındadır. Biz ise bu kelimeyi kendimize uyum sağlaması için ‘’ Yönetim Değiştirmek, Müdahale ’’ anlamında kullanmaktayız. Eğer ‘’Askeri’’ kelimesini fiilin başına koyarsak birde ‘’sivil ihtilal’’ kelimesi üretmemiz gerekir. Bu tabir belki askeri idare ile yönetilen ülkelerdeki halk hareketi ile mevcut düzene karşı  yapılan direnişe  verilen ad olabilir.
Bazı ülkelerde ise  Diktatörlere veya İmparatorlara  karşı halkın verdiği mücadeleye aynı isim verilir. Halk İhtilali dediğimizde halkın yarattığı kargaşayı mı ifade etmekteyiz, yoksa toplumda meydana gelen kargaşalıkmı ihtilal, bunun henüz tarif edilmediğini düşünmekteyim.   Hatta daha ileri götürerek ‘’ Dini İhtilal’’ diye başka bir tabir yaratmamız mümkün. Roma İmparatoru Neron’a karşı halkın isyan ederek hiristiyan dininin serbest kılınmasını sağlamak amacı ile yapılan ‘’ Dini İhtilal’’e  karşı Neron’un Roma’yı yakması gibi tepkiye karşı verilen mücadele olsa gerek.    
Darbe kelimesi başka anlamlardada kullanılmasını doğru bulmamaktayım. Hele ’’Askeri Darbe’’ veyahut ‘’ Askeri İhtilal ‘’ sözcükleri anlam olarak ne kadar yakışıksız  olduğunun farkında değiliz. Sanki Darbe ve İhtilal Askerlere özgü bir fiil gibi tanıtılır.  Ne olduğunu anlamakla birlikte, tarif ederken  başka kelimeleri yakıştırmaktayız. Sanki ‘’ Sivil Darbe ‘’ başka bir anlatımla ‘’ Dine Dayalı İhtilal ‘’ veya ‘’Tarikat Darbesi‘’ gibi anlatımlar olmazmış gibi kendimizi kandırmaktayız.
İktidar sahipleri mevcut düzeni kendi görüşleri doğrultusunda hem yasaları hemde ana yasayı değiştirmeye kalkarsa bu sivil Darbe olmaz, diye kimse iddia etmemesi gerekir. İktidar sahipleri mevcut düzeni tarikat baskısı altında, aldıkları direktifler doğrultusunda kanunları değiştirirse, bu ‘’Cebri İhtilal’’ konusunu nasıl tarif ederiz diye düşünmekteyim. Bununda literatür içinde bir tarifi olsa gerekir.  
Adolph Hitler de iktidara geldikten sonra demokratik bir şekilde kanunları değiştirmiş, sonunda istediği şekilde faşist idareyi ülkeye yerleştirmişti. Oy çokluğu olduğu müddetce kanunlarıda bir zümrenin düşünce doğrultusunda değiştirebilir, hatta Ana Yasayıda değiştirebilirsiniz. Bu davranışa kimse bir cümle söyliyemez, nede olsa rakkamsal oy çokluğu senin elinde . Önce ceza hukuku kanunlarında istediğin değişikliği yap, sonra Gizli Dine dayalı bir idareyi topluma dayatsanda itiraz edenleri alıp ceza evine koymana bir engel kalmaz. 
Bende oturup bir ihtilal yapmak adına varsayımda bulunsam, nasıl bir darbe yaparım diye düşünsem, belki düşünce suçundan bende alınıp sorgulanırmıyım bilmem. Basılmamış bir kitap tutuklanırsa, kanıtsız şüphe adına insanlar senelerce tutuklu kalabiliyorsa, benide düşüncemden dolayı sorgulamıyacaklarını kimse garanti edemez. Okyanus ötesinden gelen direktifle Hayali suikast planı iddia edilerek  sahte komplo ile Genel Kurmayın Kozmik odasına el atabiliyorsanız, bu ülkemin okyanus ötesi tarafından idare edilmediğini kimse savunmaması gerekir.
1959-60 senelerini ve bilhassa 1979-80 senelerini yaşamamış insanların, medya marifeti ile ekranlarda çıkıp ileri geri konuşmalarını, hatta ilk okul çocuklarının okula başlarken ‘’ Türküm Doğruyum ‘’ diye başlayan andı okumalarını vicdansızca eleştirmelerini yakışıksız bulmaktayım. Konuya Osmanlı Devleti zamanında kaybolmuş bir kimliğin tekrar kazanılması olarak bakılması gerekir. Mevcut 1980 Anayasası Prof. Orhan Aldıkaçtı’nın başkanlığında, 15 kişilik hukuk adamlarının hazırladığı, referandumda %91.37 oy alan bir anayasa . Bende bu referandumda kabul oyu verdim. Şimdi bu Anayasa kuşa döndü, yapılan değişikliklerle kevgir gibi delik deşik oldu.        
Zaman içinde bazı kutuları yan yana koyup düşünmekteyim. Bulent Ecevit , Süleyman Demirel, Erdal İnönü, ve Fetullah Gülen isimlerinin ortak bir paydası bulunmakta. Ülkemin üzerinde etkin olan bu insanların eksik olan ortak paydası nedir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına. 
Metin Atamer         
Benim Darbem.doc

yüksel kaplan

unread,
Jan 15, 2012, 3:13:46 PM1/15/12
to e-tu...@googlegroups.com
size göre öncelikle bu iktidar komple hain anlaşılan.şahsen bilmiyorum ama dünyada delet sırrı konusunda ki düzenlemeler nelerdir? Çoğunlukla yetkili kurul askerlermidir? Bu güne değin askeri ve adli vesayet altındaki ülkemizde devlet sırrı olarak yerinde kararlar verilmişmidir? özellikle MGK varken.<sizee göre sivil iktidarı koalisyon vesayet iktidarından dah iyi değilmidir.Hiç olmazsa adı üzerinde sivil.Halk beğenmezse en fazla 4 yıl katlanır.Sonra yenisi gelir.Atanmışların ise süresi hiç bitmez değilmi?Eğer hatalı düzenleme olursa 4 yhıl sonra değiştirilebilir en azından. ne dersiniz

14 Ocak 2012 21:19 tarihinde mollaoglu <omol...@yahoo.com> yazdı:
--
E-TÜRKİYE GRUP KURALLARI
* Yayınlanan mesajlardan mesajın göndericisi sorumludur.
* İçeriği ne olursa olsun KONU kısmı boş olan yada içerikle uyuşmayan epostalar yayınlanmaz.
* Daha önce yayınlanmış epostalar yayınlanmaz.
* Aşırı dini / siyasi / politik veya tartışma çıkaracak içerikteki epostalar yayınlanmaz.
* Futbol takımlarıyla ilgili atışma / tartışma / kışkırtma yayınlanmaz.
* Erotizm içerikli Sanatsal foto / karikatür / fıkra için konu kısmına +18 veya XXX yazınız ki, bu tur maillerden hoşlanmayan açmadan silebilsin.
* 10-20 vs. kişiye gönderirsen dileğin gerçekleşir gibi saçma epostalar yayınlanmaz...
Grupla ilgili sorunlarınız için = yon...@e-turkiye.gen.tr
Gruba mesaj atmak için = e-tu...@googlegroups.com
Gruptan ayrılmak için = e-turkiye-...@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için = http://groups.google.com.tr/group/e-turkiye adresinde
bu grubu ziyaret ediniz.
Arkadaşlarınızın da bu gruba üye olmaları için = http://www.e-turkiye.gen.tr

metin atamer

unread,
Jan 17, 2012, 2:55:10 AM1/17/12
to e-tu...@googlegroups.com
Degerli dostlar,
Ulkemizde demokrasi oldugunu iddia edenler bir adim one ciksin desem saflarda kimseden kimildama olmaz, nedenmi,
ullemizde bir kisinin sectigi, vatandasin mecburen oy attigi 550 kuklalik bir yonetime eger demokrasi dersek 
konu hakkinda yalan soylemis oluruz. 
Halkin gercekte temsil edilmedigi bir meclisin demokrasi adina hareket etmesi, hatta bir yeni anayasa yapmasi ne kadar gercekcidir 
bana cevap vermeden kendiniz inaniniz. 
Sevgiler,
Metin Atamer 


From: yüksel kaplan <yk1...@gmail.com>
To: e-tu...@googlegroups.com
Sent: Sunday, January 15, 2012 10:13 PM
Subject: Re: e-turkiye.gen.tr 29905 "Devlet Sırrı Kurulu" na hoş geldiniz..

metin atamer

unread,
Jan 28, 2012, 9:22:09 AM1/28/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com
Çevre
Yaşam süreci içinde bir çok konuya duyarlı davranırız amma, konu hakkında detaylı bilgimiz olmadığından her konuda olur olmaz fikir beyan ederiz. Geçtiğimiz aylarda gittiğim iş seyahatlerimde  bilhassa Istanbul şehrinde araç kullanmamaya gayret etmekteyim. Bu nedenle trafik içinde yaya olarak kat ettiğim yollarda şehrin çarpıklıkları gözüme hatta kulağıma takılmakta. Şehirde siz yürürken neye dikkat edersiniz bilmiyorum, amma benim yolda yürürken karşı yönden gelen taksi ve dolmuşların bana korna çalmalarını kabul edemiyorum. Ters yönde yürümekte olan bir insana, nasıl bir zihniyettir, korna ile yolda yürüyen vatandaşı müşteri arama adına rahatsız edilmesini kabul etmek mümkün değil.
Durumu en üst makam olarak İç İşleri Bakanına , Çevre Bakanına birer dilekçe ile yazıp, derdimi anlatmaya çalıştım. Benim olayları kelimelerle ifade edebilme yeteneğimin olduğunu düşünerek yazmış olduğum dilekçeyi bütün ilgililere gönderdim. Dört ayrı birimden almış olduğum yazıları sizlere aktarmak istemiyorum fakat, ülkemdeki yetki ve görev karmaşası olduğunu anlatan bu yazılardan sizlere bahsetmek istiyorum.
Benim gönderdiğim yazıdaki konu ile ilgilenilmesi için İstanbul Valiliği, İl  Çevre Müdürlüğüne aktarmış. O kadar basit bir yazı ile aktarmışki sanki Sayın Valimiz Istanbul’da yaşamamakta, bir başka kentte ikamet etmekte olduğunu sanırsınız. Sayın Valimize ‘’ Evinizin bir penceresini açıpta Istanbul’u Orhan Veli gibi bir dinleyin’’ diye yüzüne haykırmak geliyor içimden. Hemen Vali yardımcısını aradım Erol beyi. Kendisine durumu izah ettim. ‘’ Bakın siz Istanbul’da yaşamıyorsanız benim söyliyeceğim sözüm yok, amma Istanbul için sorumluluğunuz olması gerekir’’ dedim. ‘’ Gerekli talimatları verdim başka ne istiyorsunuz ‘’ demezmi.
Koskoca bir Istanbul’da bir tek kornanın bile çalınmadığı, hatta kornaların kablolarının çıkartılmış olduğu günleri hatırlarım. Vali yardımcısına Sadece vapurların acı düdüklerinin yırttığı sessizlikler içinde yaşanan Istanbul’u hatırladığımıda söyledim. Bu konu kendisini pek fazla ilgilendirmediğini beyan etti.
Ertesi günü bir mektup aldım Çevre İl Müdürlüğünden tam iki cümlelik. Topu Istanbul İl Emniyet Müdürlüğüne atan bir yazı. İl Müdürü Prof.Dr. Mehmet Emin bey, oda sanki Istanbul’da yaşamamakta olduğunu ifade eden bir yazısını aynen aktarıyorum: ‘’Metin Atamer’in ilgi yazısında Istanbulda çalışan minibüslerin korna çalarak gürültü oluşturdukları bahsedilmekte gerekli denetimlerin yapılması ‘’ denmekte. Istanbulun neresinde yaşadığını bilmediğim bu yetkilinin ‘’Bu Şehri Istanbul’da’’ yaşamadığını düşünmekteyim. Kendisi bu durumdan hiç rahatsız değilde bir tek benmi rahatsızım diye kendimden şüphe etmeye başladım.  
Bir kaç gün sonra Istanbul Emniyet Müdürlüğünden bir mektup aldım. Bu mektup gerçekten ülkemde ne kadar gevşek bir idare olduğunu ortaya koymakta. Emniyet Müdürlüğü 2918  sayılı kanuna dayanarak ‘’Ses , gürültü ve buna benzer hususlarda kanuna aykırı davranışlarda bulunan 4000 kişiye  ceza’’ uyguladıklarını ifade eden bir yazı olmaktan ileriye gitmemekte. Mühim olan kaç adet ceza kesildiğinden ziyade, korna ile gürültü üretilmesinin önüne nasıl geçeceklerini ifade eden bir yazı beklemekteydim.
Umutsuzca Istanbul Emniyet müdürlüğünden yetkili Murat Şengün’ü aradım. ‘’Bizim görevimiz cezayı uygulamak ‘’ diye konuya hiç sahip çıkmadığını üzülerek izledim. Aynı hafta bu sefer Istanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı Çevre Koruma ve Kontrol Dairesinden bir yazı aldım. İşte gelen yazı bu şehirdeki komediyi ortaya koymaktaydı. Yazıda benim mevcut şikayetim ile ilgili  2872 sayılı kanundan bahsetmekteydi. Ya Istanbul Emniyet Müdürlüğü bu kanundan haberi yoktu, yahut  Belediye Çevre Koruma Dairesi 2918 sayılı kanundan haberi yoktu. Her halde her ikiside bir birinden haberi yoktu.
Çevre kanununda 26 ıncı maddesinin c. fıkrasında  araçlarda  egzos susturucuların çıkarılmasını ve aracın mevcut kornasının değiştirilmesini yasaklamakta. ç maddesinde ise  ‘’zorunlu haller dışında korna veya ses çıkaran başka cihaz çalınması yasaktır. ‘’ denilekte. Denetleme Bilgi verme yükümlülüğü konusu madde 12 ile Çevre Bakanlığı yetkili kılınmış, fakat ceza uygulama hükmü bulunmamakta. Yasada ‘’Bu görev Bakanlığın uygun göreceği kurum ve kuruluşlara devredilir ‘’ denilmekte. Yetki devrinde ise Bakanlık hangi şehirde hangi kurumu görevli kıldığından kurum veya kuruluşlar haberdar olmadığını düşünmekteyim. Bu şehirde yukarıdaki kanunun yasakladığı her konuya uymayan  onbinlerce örnek göstermek basit, aramanıza gerek yok. Bir Ülkede Devletin varlığını, böyle kanunlara kaç kişinin uyduğu oranla hissedersiniz.  
Benim anladığım, bir ülke kadar büyük olan Bu Şehri Istanbul’un ne sahibi bulunmakta nede bir kuruluş sahip çıkmakta .  Hani derlerya ‘’ devenin hörgücü neden eğri ‘’ diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer      
Çevre.doc

metin atamer

unread,
Feb 1, 2012, 7:01:29 AM2/1/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
 
Tevfik Kolaylı
Bodrum Rüştiyesini kurmakla görevli Muallim Hasan Fehmi beyin 24 Mart 1879 tarihinde görev yaptığı Bodrum da bir oğlu dünyaya gelir. Eşi Emine hanımla kıvırcık saçlı bu güzel çocuğa Tevfik adını koyarlar. Hasan Fehmi bey aslen Samsun’un kazası Bafra’lıdır. Eşine saygılı, yetiştirdiği talebelerini çok seven bir insan olan Hasan Fehmi bey, Bodrum da bulunmaktan çok keyif alır.
Okul dışında boş zamanını  Bodrum’un  tepecik Kahvehanesinde halkla birlikte geçirir, onlarla sohbet eder. Tevfik okul çağına yakın tarihlerde babası ile gittiği bu kahvehanede bazı insanların ney çalmasını özenerek seyretmesine, babası Hasan bey olumsuz bakmasına aldırmayan Tevfik, kendisine çeşitli düdük yaparak arkadaşlarına dinletir. Daha çok denizin insanı dinlendiren sesini örnek alan Tevfik, İlk okula Bodrum’da başlamış, daha sonra babasının Urla’ya tayini ile 13 yaşında eğitimini Urladaki okulda devam etmiştir.
Urla’da tanıştığı Berber Kazım, Tevfik’in  hayatının dönüm noktasıdır. Urla’da ilk sar’a nöbetini geçirir, anne ve babası onu Izmir’de doktora götürürler. Babasının israrı ile Tevfik, İzmir İdadi’sine yatılı kayıt olur. İzmir’de yakalanan eşkiyaların başlarının kesilmesi ve halka teşhir edilmesi olayından sonra sar’a nöbetleri sıklaşmasından dolayı okulu tamamiyle bırakan Tevfik, İzmir’de önemli kişilerle tanışır. Sürgün yeri olarak bilinen İzmir’de, Ruhi Baba ve Şair Eşref’i tanıma fırsatı bulur. Hiciv sanatını Şair Eşref’ten öğrenir.
İlk şiiri 19 yaşında iken MUKTEBES dergisinde yayınlanır. Ney ile daha fazla zaman geçiren Tevfik’in, Ney’in dinlendirici sesinden olsa gerek, hastalığında iyileşme gözlemleyen babası Hasan Fehmi, onu Istanbul’a Fethiye Medresesine kaydettirir. Tevfik burada diğer arkadaşlarının gittiği Galata ve Yenikapı mevlevihanelerine devam etmeye başlar. Burada Mehmet Akif Ersoy, Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tamburi Cemil,  Udi Nevres ve Tevfik Fikret gibi aydın insanlarla  tanışır.
Bu arada Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri alır. Ney çalışı herkez tarafından takdir edilen Tevfik, bir çok yalı ve konaklara davet edilir ve ney çalması istenir. Zaman zaman gittiği Sirkeci Güneş kahvehanesinde genç arkadaşlarına Abdulhamit’in istibdat idaresi hakkında konuşma yapar. Hafiyelerin kol gezdiği Istanbul’da  İdareye yakın biri olan Şakir bey tarafından şikayet edilince, tutuklanır ve 15 gün sorgulanır. Sütlüce Bektaşi Tekkesi baskısı ile sebest kalır. Bu hadiseden hemen sonra tıpkı Şekerci Ahmet Cemil gibi 13 Ocak 1902 senesinde Şair Eşref ile birlikte Istanbul’u terk ederek Mısır’a gider.  
Mısır da neyzenler kahvehanesi işletir. Istanbul idaresi 27 Nisan 1909 da Abdulhamit’i tahttan indirip Meşrutiyet ilan edince, artık Ney ustası olarak anılan Neyzen Tevfik, İzmir’e döner. Daha sonra Istanbul’a geçen Neyzen Tevfik, Babası Hasan Fehmi beyin karşı çıkmasına rağmen, annesi Emine Hanım’ın israrı üzerine Cemile hanımla evlenir. Bu evlilikten Leman isimli bir kızları olur. İçkiye düşkünlüğü, zamanının büyük bir bölümünü çeşitli yerlerde geçirdiğinden ve düzensiz bir hayattan bıkan eşi Cemile hanım, kızını alarak baba evine geri döner. Tevfik’in evlilik hayatı bu olayla sona erer.
Aslında  Neyzen Tevfik’in 1886 yılında Bodrum’da doğan Ahmet Şefik isimli bir kardeşi bulunmaktadır. Çok iyi tahsil gören Ahmet Şefik, 1907 yılında Mektebi Baytar’ı Aliyesi’ni bitirmiş, hem Veteriner, hemde bakterioloji tahsili yapmıştır. Bir ara  Fransa da Pastör  Enstitüsüne devam eder fakat harp çıkınca geri döner. Neyzen Tevfik, Cumhuriyet yıllarının başında Ankara’da bulunan kardeşinin yanına gider. Ahmet Şefik bey ağabeyini himaye eder. Bu arada ilk kitabını çıkaran Neyzen Tevfik kitaba ‘’ HİÇ’’ ismini koyar.
Aynı dönemlerde Mustafa Kemal ile tanışır. Sıkıntıya gelmiyen sar’a hastalık yapısı nedeniyle Tevfik, Mısır’a, Mehmet Akif ‘in yanına gider.  Bir sene burada kalıp tekrar Genç Türkiye’ye geri döner ve Istanbul’da Vali Muhiddin Üstündağ’ın girişimleri ile Bakırköy Akıl hastanesinde 21 numaralı oda Neyzen Tevfik’e tahsis edilir. İstediği zaman gelir dinlenir, istediği zaman çıkar gider. Bu arada 1934 yılında çıkarılan soyadı kanunu ile baba ocağı olan Bafra kazası Kolaylı köyünün ismini, soyadı olarak alırlar.  
Bir çok şiir yazan Neyzen Tevfik Kolaylı, arkasında kendisini çok seven dostlarını geride bırakarak 28 Ocak 1953 senesinde sessizce ebediyete intikal  etmiştir. Bundan tam 59 sene evvel kaybettiğimiz Neyzen Tevfik’i kendi sesinden ve sazından birer eserle anmak istedim.    
Metin Atamer    
 
Tevfik Kolaylı.doc

metin atamer

unread,
Feb 5, 2012, 6:58:43 AM2/5/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Bütün
Insanın  kültürü doğuştan olmadığı muhakkak. Yani profesör bir baba ve kültürlü bir annenin çocuğu doğuştan kültürlü olmamakta. Küçük yaşta aile kültürü içinde anne ve babasından aldığı terbiye ve gözlemleri kapasitesince  sahip olduğu kültürüne katkı  mayalandığı bir gerçektir. Genlerin yapısı içinde hafıza  fazlalığı, insanın algılama kabiliyeti ve öğrenme merakı düzeyinde kültür yapısının geliştiğine inanırım. Bu yaşamın bir yönüdür.
Birde tabiatta bir dengenin var olduğuna, insanların her yaşta bazı konuları öğrenebildiğine, bazı becerilerinde ömür boyu öğrenilemediğine şahit olduğum bir çok vakalar olmuştur. Eskilerin söylediği ‘’ağaç yaşken eğilir’’ sözüne kalben katılırım. Öğreti çocukken başlar, ve gençlik çağlarında ise ağaca son rötüşler verilir. Bazen insanlar maksadını aşan sözler söyler.  Bir zaman sonra  başına öyle hadiseler gelir ki , hayatı içinde bu sözleri söylediğine pişman olur .  Böyle durumlarla çok şahit olduğumu hatırlarım. Her yaşta hayatta dersler aldığım bir hakikattir.
Bir çok kişi böyle durumlardan ne ders alır nede hayatının her hangi bir döneminde ‘’  Ben burada hata yaptım’’ diyebilme cesaretini gösterebilir. İşte bu durum bir insan için korkutucudur. Çünki kendi icraatının mükemmel olduğuna inanır, bir başkasının fikrine hiç dikkat etmez. İşte bu durum dünya tarihinde bir çok yerde , ülkemizde bazı iktidar dönemlerinde oluştuğunu düşünmekteyim.  
Anne ve babalar evlatları ile konuşurken dikkatli olmalıdır, söyleyeceği bir söz ve bir kelime bir zaman sonra kendilerine çocukları tarafından hatırlatılabilir. Bu nedenle ulu orta bir cümle söylemenin doğru olmadığına inanırım.  Çocuk yetiştirmek çocuk üretmekten çok daha zor olduğu doğrudur.  Türkiyenin doğusunda üreme oranı batısına nazaran 7 kat daha fazla olduğunu, nüfus sayımlarındaki oranlardan öğrenmekteyiz. Mühim olan kaç tane çocuk olduğu değil, kaç tane eğitimli çocuğun yetiştiği önemlidir.
Doğuda aile yapısı içinde çocuk sayısı ortalama 8-9 olduğu bir gerçektir. Gelir düzeyi düşük olan kırsal alanda veya şehirlerde çoğalan bu tür bir aile yapısından en fazla 1 veya 2 çocuğun kültür seviyesi ancak ortalama düzeye erişmekte , geri kalan % 70 kendi halinde yetişmekte. Şehirlerde ve kırsalda bu kesim kendine buyruk yaşamakta, kontrol dışı eylemlerde bulunmakta olduğunu görmekteyiz. Kimileride eşkiya takımına katılmakta, bunların her türlü kanunsuz işlere bulaşması kaçınılmazdır.
İşte insan yaşamı boyunca, çocukluk ve gençlik çağı  süreci içinde manevi duygularını değerlendirir, inandığı veya inanmadığı bir inanca hitab eden bir düşünceye yönelir.  Bu genelde aile içinde başlar, çocukluk ve delikanlılık sırasında gelişir.
Çocukluğumu hatırlarım. Kimse bana sabah ezanda kalkıp camiye git dememişti. Daha okula gitme çağımdan çok evvel her ezanda kalkıp evin karşısında olan camiye namaza giderdim. Camide en ön sırada saf durmama izin verdiklerine çok hoşlanırdım.
Kurtuluş caminin imamı Nusret hocanın hemen arkasında saf dururdum. Yatılı okula gittiğimizde kiliseden bozma bir cami vardı Talas da, kimi zaman oraya giderdim. Bilhassa ramazan surecinde caminin en arkasında oturur namaz kılardık. Talas daki mahalle halkı okuduğumuz okul hakkında pek olumlu düşünmezlerdi. ‘’Dini bütün olmayan çocuklar’’ olduğumuz konusunda fikirleri olduğunu düşünürdük. Bazı ramazanlarda oruç bile tuttuğumuz olmuştu. Fakat hiç bir konuda bir kimsenin telkinine uyarak bu maneviyatımızın yönlenmediği bir hakikattir.
Zaman içinde eşimle evlendiğim ve  ailemin oluştuğu tarihlerde kimi zaman Bahçeli evlerdeki Çarşı camiine Cuma namazına gittiğimde, yatılı okulda Yurtdaşlık Bilgisi öğretmenim Gıyasettin hocamla yan yana namaz kıldığım günler oldu. Oğlum ve kızımın yetişmesinde hiç bir dini telkinde bulunmadığım bir gerçektir.  Oğlum ramazan ayında orucunu tutar, kendi ibadetini kendisi yapar.
Kimse benim maneviyatımın bütün olmadığı konusunda söz söyleme hakkı olmasa gerek. İmanla paranın kimde olduğunu bilmek mümkün değildir. Kimsenin yırtık bezden çıkarcasına ‘’ Bundan sonra dini bütün gençler yetiştireceğiz’’ diye söz sözleme hakkı olmadığına inanmaktayım. Sanki bundan evvel yetişen gençliğin dini bir çeyrekte , bir tek hazretin mi dini bütün diye   bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer    
Bütün.doc

metin atamer

unread,
Feb 11, 2012, 2:12:29 PM2/11/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Traş
Sizde benim gibi her sabah yaşadığımız bu günlerde, çayınızı elinize alıp, oluşan olaylar hakkında düşünceye dalıyormusunuz. Ne günlere kaldık. Meclisteki oynanan kürsü hakkı savaşı, milletin sesinin  duyurulması konusunda verilen meydan muharebesi şeklinde Muhalefetin direnişini ibretle izlemekteyim. Bu tiyatral gösterinin perde arkasından çobanı idare eden sorumsuz  Başefendi. Hiç bir kanun içeriğinde muhalefetin verdiği bir önerge kabul görmemekte ve bu konuda kesin bir bilgim olmamakla beraber, verilen hiç bir değişiklik önergelerinin kabul görmediğini hatırlamaktayım.
Meclis kürsüsünden kendini bilmez insanların saygıya layık Türk Silahlı Kuvvetlerinin Generalleri hakkında ‘’ İki paşayı güdemeyen bir İktidar ‘’ deme cüretinde bulunmakta. Ne kadar tehlikeli bir geçitte olduğumuzu düşünebiliyormusunuz. Doğru yanlış Türk Silahlı Kuvvetlerin çeşitli kademelerini hallaç pamuğu gibi atarsan, birileride çıkar Meclis Kürsüsünde bu sözleri söylemek hakkını kendisinde görür bunu engelleyemesiniz.
Muhalefetin Mecliste bulunması yalnız Demokrasi adına olmasını, fakat ülkeyi bir kişinin isteği doğrultusunda yapılandırılmasını izlerken, bu gülünç kelimenin Türkiye de telaffuz edilmemesi gerekir. ‘’ Demokrasi ’’. Ülkem adına ne kadar anlamsız bir kelime. Oy çokluğu ile Mecliste konuların tartışılmadan yönetildiği idare şekli , bir başka deyişle ‘Cahilin Ahile Hükmettiği Yönetim, Demokrasi Olmaması Gerek ‘.
Meclisin güney doğusunda oturan hazretler RTE marka ve onun parmağı ile işaret edilip seçilen kopyalar olduğunu düşünmekteyim. Diğer kanatta seçilenler de aynı usuller içinde seçilmekte. Bence Meclise 4 kişiyi oturtun, onlar ülke hakkında karar versinler, diğerlerini salıverin ovalara. En azından maaş vermez, mutluluk çubukları gibi ek harcamalar olmaz, ülkenin Meclis bütçesinde önemli bir tasarrufu olur. 
Ülkemin bir çok konusunun vidalarının gevşemiş olduğunu izlemek bile insanı rahatsız etmeye yetmektedir. Başefendiye bağlı bir istihbarat biriminin hangi cevizi kırdığını, onu yöneten Başefendinin bile bilmemesi ne kadar abes.  Birileri bu birimden kalkıp Taa Oslo’ya gidip teahhütlerde bulunuyor, bundan memleket habersiz. Bu birimden kimileri bir yasa dışı örgütün yeni yapılanmasını yaparken kantarın ucu kaçıyor, çeşitli yerlerle telefon trafiği yaşadığını, ülkemde konu ile ilgili bir Bakanın bile dolaylıda olsa ruhu duymuyor.
Nasıl bir ülkede yaşadığımızın farkındamısınız derken bunlardan bahsetmek istedim. Yine aynı Devlet biriminden bazıları Marmara denizindeki bir adaya seyahat ediyor, ülkemin emniyetinin haberi yok. Şuna kesinlikle inanıyorum, her ülkede istihbarat birimleri vardır, kimsenin haberi olmadan bir çok konular bu teşkilatlar tarafından planlanır, çeşitli işler döner, kimsenin haberi bile olmaz.
Mutlaka Ian Lanchester Flemming‘i hatırlarsınız. 1908 yılı 28 Mayıs da Ingiltere’de doğan Ian Flemming, hem gazeteci hem de yazar olarak yarattığı 007 James Bond karakteri ve gizli servis hikayelerini kapsayan çeşitli romanları, beyaz perdeye uyarlanmış ve ünlü olmuştu. İkinci Dünya savaşında İngiliz ordusunda çeşitli görevlerde bulunmuş, bazı gizli görev ve operasyonlara katılmış olduğundan Ian Flemming’in  romanlarındaki konuların, bu operasyonlardan esinlenildiği söylenmektedir. 12 Ağustos 1964 yılında  kalp krizinden vefat ettiği tarihte bitmemiş iki adet kitabı ölümünden iki sene sonra tamamlanmış ve beyaz perdeye uyarlanmıştır. Gerçekte İngiltere’de var olan SIS teşkilatının Başkanı, yaptıkları bir operasyon hakkında savcı tarafından ifade vermeye çağırıldığını hiç duydunuzmu.
Amerika’da iki değişik teşkilat bir biri ile kimi zaman yetki ve selahiyet konusunda anlaşamaz, hatta bu teşkilatı konu alan filmlerde Hollywood tarafından senaryolar yaratılıp, beyaz perdeye uyarlanırlar.  İsrail’de ise Mossad adlı teşkilat dünyanın bir çok ülkesinde faaliyette bulunması sırasında, mutlaka bir çok operasyon yapmış, fakat bizim düştüğümüz komik duruma hiç düşmediklerine inanmaktayım.  Çok sevdiğim bir deyim vardır, aslında bu güne o kadar uymaktadırki ‘’ Böyle Başa Böyle Traş’’ diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer
 
Traş.doc

metin atamer

unread,
Feb 20, 2012, 8:27:45 AM2/20/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Hayatın Gerçeği
Hayatın bir kaç gerçeği olduğunu düşünmekteyim ve hepsini aynı anda yaşamak mecburiyetinde olduğumuzda bir başka gerçek. Geçtiğimiz iki gün içinde üç ana konuyu bir arada yaşamanın verdiği üzüntü ve sevincin etkisinden henüz kurtulamadığımı itiraf edebilirim. Çok sevdiğim bir okul arkadaşımın senelerdir beklediği bir özlemi vardı. Üniversiteye birlikte başlamış, daha sonra Teknik Üniversiteyi bırakıp Tıp tahsiline yönelmişti. Ankara’da saygın bir beyin cerrahı olmuş, yaptığı başarılı amelityatlarla hak ettiği üne kavuşmuştu.
Çok sevilen bir Akademisyen olan Lâle hanımla evlendi, güzel bir çatı katı olan Bahçelievler semtindeki  mütevazi evleri, onların mutluluk yuvasıydı. Her iki evladı da erkek olan bu arkadaşım, çocukları çok sever, bilhassa küçük çocuklara karşı aşırı ilgisi vardı. Benim torunum olduğunda hastahaneye gelip ziyaret etmiş, bebeği severken gayri ihtiyari elini çocuğun bıngıldağına götürüp kafasına hafif temas ederek, kafa yapısının iyi olduğunu söylemişti. Geçtiğimiz sene büyük oğlu evlendi. Senelerdir beklediği ve özlemini çektiği dede olma hayali Cumartesi günü gerçekleşti ve gelini Çigdem bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Zeynep isimli bu yavru Taşkın ailesine bir mutluluk kaynağı oldu.
Aynı gün bir başka haberle sarsıldım,  kapanan okulumuzun 1961 senesi mezunlarından olan Ahmet Sırrı Erol’u kaybetmiştik. Buda hayatın bir başka gerçeği idi. Okulda sınıf arkadaşları kendisini Sırrı olarak tanır, Ahmet ismini kullanmazlardı. Talas Amerikan Orta Okulunu 1961 yılında bitiren ve Tarsus Amerikan Kolejinden 1965 yılında mezun olan Ahmet Sırrı, arkadaşları arasında sevilen bir insandı. Cenaze namazına çok sayıda arkadaşları Ankara’nın dışından gelerek, son yolculuğunda onun yanında olmak için koşmuşlardı. Buda hayatın bir başka gerçeği idi. ‘’İnsan ömrü pamuk ipliğine bağlıdır’’ dedikleri doğru olduğuna inanırım. Bu gün varsın, yarın bir bakmışsın yoksun.
Aynı gün bir başka konuya şahit oldum. Dünürümün oğlu çok sevecen cici bir hanım olan ‘’Gülşah’’la hayatını birleştirmek için nikah masasına oturdu. Bir sevgi odağının bir akitle neticelenmesi, bir başka anlatımla çekirdek bir ailenin kuruluşu, neslin bekaasına yönelik ilk adım olduğuna inanırım. Doğumdan sonraki ilk ciddi merhalenin evlilik olduğu bir gerçektir.
Hayatın başlangıcı olan doğumdan sonra yaşamın sonu olan ebediyete göç etme arasında kalan bölüm  hayatın gerçek yüzüdür. Bunun dışında oluşanlar hakkında bilinmeyen bir çok denklem olduğundan, bence esas hayat burada yaşanan bölümde olsa gerek.  Hani derlerya ‘’ Bir günde üç mevsim yaşadım ‘’ geçtiğimiz hafta aynen onun gibi bir günüm geçti.
Bir çoğumuz mezarlığa kaybettiklerimizi anmak için gideriz ve dua ederiz. Kimi zaman dua ederken ezberimizde kalan bazı ayetleri okur duayı tamamlarız. Fakat yaptığımız duada ellerimizi açarak mırıldandığımız sözleri arapça olarak söylediğimiz için, cümlelerde neyi ifade ettiğimizi büyük bir çoğunluğumuzun bildiğine inanmamaktayım. Sanki tanrı yanlız Arapça bilmekte, başka bir lisanla dua edersek, belki bir tercüme hatası olabileceğini düşünerek mi böyle davranmaktayız, bunu bilmemekteyim.
Mezarlık ziyaretinde burada bulunan ilginç mezar taşları gözümüze ilişir, bir başka edebiyat yatar bu müstesna yerde. Bir çok mezar taşında mefta için güzel sözler yazılır, kimi yerde bir şiir süsler bu mezar taşını. Bazı mezar taşlarında ayet yazılır, bazıları ise geride bıraktığı yakınlarının ne kadar üzüldüklerinden bahseder. Kartal Mezarlığında bir mezar taşı vardır hatırladığım, beyaz mermer taşın üzerinde bir şiiri yazılıdır. Bu şiirin yazılmasını, mezarın içinde yatan değerli Neyzen, ölmeden evvel vesiyet eder. 28 Ocak 1953 tarihinde aramızdan ayrılan Neyzen Tevfik’in mezarında şu dörtlük yazılıdır:
       Sen Surete Bakmakla Hüküm Verme Sakın
      Gel Sireti Gör Hakkı Temaşa Ediyor
Hep Neyzeni Sarhoş Görüyorsan Ne Çıkar
  Meyhanede Bak Kabeyi İnşaa Ediyor          
 
Diye bir sözüm geldi söyledim, kaybettiklerimizi anarken.
 
Metin Atamer 
Hayatın Gerçeği.doc

metin atamer

unread,
Feb 22, 2012, 2:46:26 AM2/22/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Liyakat
Ülkemizin bir hukuk devleti ile yönetildiğini kabul etmemiz gerekir. Her bir adım kanunlar içinde atılır, kanunsuz hiç bir hareket yapılmaz. Bir başka anlatımla her konunun kanun içinde mütalaa edilmesi gerekir. Lise çağımda yaz ayları çalışmak isteğim vardı. Bir aile dostumuz o tarihlerde bir Bakanlık müsteşarı idi. Kendisini ziyaret edip, ‘’ Aziz amca ben  çalışmak istiyorum, uygun bir yerde işe girebilirmiyim‘’ diye kendisinden iş istemiştim. Bu günkü gibi yaz tatillerine gidilecek ne Marmaris vardı nede Bodrum meşhurdu. Denize girmek için Ankara’dan gidilecek bir tek şehir vardı, oda Istanbul, gözde yerlerden biri idi diyemiyecegim, gidilecek tek yerdi.
Maltepe de Süreyya pilajı, Florya Plajı, ve Salacak’ta biraz akıntılıda olsa bir plaj bulunmaktaydı. Caddebostan’da bugün Migros mağazasının bulunduğu yerde plaj ve kayıkhane yöredeki insanlara hizmet vermekteydi. Denize giden insanlar varlıklı insanlardı. Benim mayom bile olmadığını hatırlarım. Annesi Terzi olan bir arkadaşımdan şort dikmeyi öğrendiğimde dünyalar benim olmuştu. Bir kaç değişik şortluk bezden kendime şort diktiğimde validem bile şaşırmıştı. O sene Caddebostan’da yazın, bir sinemada çalışıp kendime harçlık kazanmak, beni sevindirmişti. Hatta bu açık hava sinemasında İnci Manço’nun kardeşi Barış Manço konser vermiş ve ben onunla bu konserde tanışmıştım. Bu iki kardeşle dostluğum uzun seneler devam etti.
Heybeliada ve Büyükada da plaj yerleri hafta sonları Istanbul halkına hizmet vermesinin yanında gayrimüslim Istanbul  esnafı yazları ev kiralayıp tatillerini bu mekanlarda geçirirlerdi. Çoğunluğu Rum ve Ermeni yurttaşlarımızın yoğunlukta bulunduğu bu adalarda, yazın tatil yerlerine azda olsa yöresel halkta katılırdı. Ankara’dan kalkıp Istanbula gelerek bir otelde kalıp, bu tatil yerlerinde dinlenmek, hesaplı ailelerin gideceği yerler değildi. Bu nedenle o sene tatilimi çalışarak geçirmeye karar vermiştim.
Bayındırlık Bakanlığı Müsteşarı Aziz bey Bakanlık bünyesindeki bir kuruma işçi olarak girişimi yaptırdı. Dünyalar benim olmuştu. Müsteşar Aziz bey benim işe başlamam için bir emri yetmişti. Lisan biliyor ve orta okul mezunu olmam, askari şartları yerine getirmekteydi. O gün ne kadar sevinmiştim, bilemessiniz. Ay başı olduğunda maaşımı alıyor, aileme yük olmuyordum. Aile dostumuz Müsteşar Aziz bey o mevkiye gelmek için uzun seneler çalışmış, sırasıyla Müdür, Daire Başkanı, Genel Müdür gibi görevlerde senelerce çalışmış olduğunu hatırlarım. Dört sene  Müsteşar yardımcılığından sonra Müsteşar olarak atanmıştı. Bu grevi kaç sene yaptığını bilmemekle birlikte vefatına kadar bu görevi yürüttüğünü hatırlarım.
Kabul tarihi 14 Temmuz 1965 senesi olan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu  genel hükümleri başında Madde 3 de belirtilen Temel İlkeler, bu kanunun olmassa olmaz maddeleri içinde, en önemli unsuru olduğuna inanırım.  Bu kanunda Madde 3 te ifade edilen üç kelime  kanunun özüdür :
-       ‘’ Sınıflandırma’’  Bu madde Devlet Kamu görevlerini ve bu görevlerde çalışan memurları niteliklerine göre sınıflandırmaktadır. 
-       ‘’Kariyer ‘’ bu madde Devlet Memurlarına yaptıkları hizmet için lüzumlu bilgi ve yetişme şartlarına uygunluğunu anlatmaktadır.
-       ‘’Liyakat’’  Bu madde memurların hizmetlerini sınıflar içinde ilerleme ve yükselmeye bağlı olarak güvene dayandırmak ve bu sistemin eşit imkanlarla uygulanmasında Devlet memuruna liyakat sağlamak olarak algılanır.
Aynı kanunda Madde 7 de belirtilen husus önemli bir şarttır:  Devlet Memuru Siyasi Partiye üye olamazlar, herhangi bir siyasi parti, kişi veya zümrenin yararını veya zararını hedef tutan bir davranışta bulunamazlar. Görevlerini yerine getirirlerken dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep gibi ayırım yapamazlar; hiç bir şekilde siyasi ve ideolojik amaçlı beyanda ve eylemde bulunamazlar ve bu eylemlere katılamazlar. 
Bakınız aynı maddede: Devlet Memurları her durumda Devletin menfaatlerini korumak mecburiyetindedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına ve kanunlarına aykırı olan, memleketin bağımsızlığını ve bütünlüğünü bozan, Türkiye Cumhuriytetinin güvenliğini tehlikeye düşüren herhangi bir faaliyette bulunamazlar. Aynı nitelikte faaliyet gösteren herhangi bir harekete , gruplaşmaya, teşekküle veya derneğe katılamazlar, bunlara yardım edemezler, denmektedir.
Bu günlerde istihbarat teşkilatı hakkında çeşitli  yayın kurumlarında cemaat ve tarikat çatışması olarak dile getirilen husus, vatandaşın aklını karıştırmakta, konuyu içinden çıkılmaz hale dönüştürmektedir. Burada açık ve seçik ifade ile belirtilen hususlar konusunda Bakanlık yapmış bir parti vekiline yöneltilen soruya, zatı muhterem şöyle cevap vermekte: ‘’ Cemaat veya tarikat üyeliği diye yazılı bir belge varsa  koyun ortaya tartışalım’’ demekte. Bu tıpkı ‘’ Rüşvetin Belgesi mi Olur’’ demeye benzemektedir.
Günümüz Türkiye’sinde bir kurum Müsteşarı hakkında savcılık soruşturma açıyorsa, neresinden bakarsanız bakın bir kurumun başındaki zat, yasa dışı iş yapmakta, gizli de olsa, aleni de olsa yaptığı iş yukarıdaki devlet memurunun ilgili Madde 3 ‘e hiç uymamakta olduğunu düşünmekteyim. 
Hele Madde 11 de :  Konusu suç teşkil eden emir, hiç bir surette yerine getirilmez , yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz, demekte.
235 maddeden oluşan 657 sayılı kanunda 38 geçici madde ve 59 ek geçici  madde ilavesine, geçici 40 madde daha zaman içinde ilave edilmiştir. 19 ek geçici madde ilavesi ile son bir kaç sene içinde yamalı bohçaya döndüğü bilinmekte .
Bir kuruma müsteşar atanacaksa ve bilhassa bir Teşkilat‘ın başına geçecekse bu kişi, mutlak Kurmay olması gerekir. Sevk ve idare konusunda eğer yeteneği yoksa yaptığı işi  eline yüzününe bulaştırır diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
Liyakat.doc

metin atamer

unread,
Feb 27, 2012, 8:06:29 AM2/27/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Eğitim İntihali
Çocukluğumda okumaktan ve okula gitmekten nefret etmiştim. Eğitimim sürecinde birkaç konudan çok etkilenmiştim.  Ankara’da Kurtuluş semtinde bir Lise binasının altında, zemin katında, kalorifer dairesinin yanında bir odada eğitimime başlamıştım. Sınıfın penceresi odanın üst tarafında bahçeye bakmaktaydı. Oradan yalnız içeriye ışık girmekte, biz ise kapalı bir mekanda eğitim yapmaya çalışan 6 yaşında çocuklar olarak, bu mekandan pek hoşnut değildik. Ders aralarında teneffüs zili çaldığında  hapishaneden kaçan mahkumlar gibi koridora dağılır, şuursuzca bir oraya, bir buraya saldırırdık.
Ben bu koşturmadan pek hoşlanmazdım. Binada bir derslik ilk okulda eğitim gören   bizler, koridorlarda dolaşan büyük lise çocukları arasında oyun için yer hakkımızı temin edemezdik. Bu sürecin bir kaç ay süreceğini duyar , bir anlam veremezdik. Aslında yolun diğer tarafında İlk Okul inşaatı henüz bitmemişti. Bu nedenle biz Lise binasında okula başlamıştık.  Annemin Milli Eğitim Bakanlığına vaki müracaatı kabul edilmiş, öğretmenlik mesleğine geri dönme iznini almıştı. Ankara’nın dışında bulunan bir köy olan ZİR köyündeki ilk okula tayini çıkmıştı.
Buraya kadar her şey normaldi, amma ben ne olacaktım. Benim okul kaydımında Zir köyündeki ilk okula alınması gerekmekteydi. Benim eğitimim içindeki ilk duraklama bu şekilde gerçekleşti.  Ve rahmetli annemle ben, her sabah arabayla bu köye gitmeye başladık. Her sabah gün doğmadan kalkar, yol boyunca uykuma devam ederdim. Bu yol okula kadar bir saat sürerdi. Akşam eve geri dönüşümüzde okul sonrası bir saat sürmekteydi.   
1-2-3 üncü sınıflar bir derslik odada , 4-5 inci sınıflar bir başka odada ders görürlerdi. Validem 4-5 inci sınıflara öğretmenlik yapar, ben ise 1-2-3 karma sınıfında okumayı sökmek için caba sarf ederdim. Hiç iki derslik böyle bir okulda ders nasıl görülür diye merak ettinizmi bilmem amma, ne öğretmen ne yaptığını bilmekteydi, nede öğrenciler ne okuduklarını bilmekteydiler.
ZİR köyünün tarihsel bir geçmişi olduğunu daha sonraları öğrendim. Timur’un Anadolu’yu istilası döneminde bu köyde ip cambazlarının yetiştiğini öğrenmiş, gösteri yapmaları için  vadinin iki yakasına gerilen ipler üzerinde cambazların hünerlerini sergilemelerini seyrettiği rivayet olunur. Hatta Osmanlı döneminde burada yetişen hünerli cambazların, Istanbul’a gittiklerini de bu hikayeler arasında dinlemiştim.
Kısa bir dönem, bir kaç ay, bu okulda okumaya çalışmam pek  netice vermemişti. Üç ayrı sınıfın bir odada ders yapması, bir karmaşadan öte değildi. Babamın gayretleri ve siyasi etkenlerle üç ay içinde annemin tekrar Ankara’ya, Kurtuluş’taki inşaatı biten ilk okula tayini gerçekleşmişti. Evde bir sevinç vardı amma bende ise bir hüzün.  Çünki eğitimimde ikinci bir değişim, daha doğrusu duraklama yaşayacaktım. Benim okul kaydım ZİR köy ilk okulundan, Ankara Kurtuluş İlk okuluna alınmıştı.
Tekrar başladığım ilk gün okula gitmemek için direnmiştim. Okuldan ve eğitimden  nefret ediyordum. Okula gitmek istemememin  nedeni, eğitimimdeki  duraklamadan kaynaklanmıştı. Benim katılacağım sınıftaki bütün çocuklar okumayı sökmüş, ben ise hala ‘’ Ali Yat Yat Uyu, Uyu Uyu Yat Ali ‘’ yi sökememiştim. Benim hayatımda Ali’nin uyuması ve yatması çok önemliydi. Aslında bu cümle genç nesillerin  beyinlerine işlenmiş, yıllarca uyuyan bir nesil olarak statik bir yapıyı bırakamamıştık. Ülkemde bu gün hala, bu bilinç altında, çocuk haricinde kalan üretmeme davranışımızı, üstümüzden atamamanın verdiği bir ataletten dolayı  gelişememenin ezikliği bulunmaktadır.  
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde talim terbiye üzerinde iktidara gelen her yönetim kadrosu kendi yöneticilerini yerleştirip, yeni bir Eğitim sistemi yaratmaya çalışmalarını geçtiğimiz son 50 sene izledik. Kimi zaman Fransa da uygulanan eğitim sistemini tatbik ettik, kimi zaman bu sisteme ilave ettik. İlkemde fırtınalar koparan 8 Sene kesintisiz eğitim sistemi ile çocukların teknoloji ve ülke bilinci ile yetişmelerine bizler sevinirken, karanlık güçlerin bir tezgah hazırlığı içinde olduklarını üzülerek izledik.
Genç nesilin çağdaş bir düzeyde eğitim almalarını engelliyebilecek anlamda olan bu yeni tasarı düzenleme, genç kızların 12 yaşında para karşılığı satılmasına neden olabilecek , çocuk denecek yaşta erkek çocuklarının çırak olarak atölyelerde ırgat gibi çalıştırılabilecek bir  ortamı yaratacağından toplumun derin endişesi bulunmaktadır. Türkan Saylan’ın genç kızların eğitimi konusunda verdiği mücadeleye karşı,  Cemaat baskısı ile 8 Yıllık kesintisiz eğitimi ortadan kaldıracak 4+4+4 tedrisatın gündeme getirilmesine tavassut eden Zat-ı Muhterem, Milli Eğitimi kendi eğitimi gibi İNTİHAL  gözlüklerinden baktığını düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer  
Eğitim İntihali.doc

metin atamer

unread,
Mar 1, 2012, 5:43:47 AM3/1/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Yaşama Ümidi
Çocukluğumda şiir ve şairlere karşı aşırı merakım vardı. Bir çok şair benim için çok anlam taşımaktaydı. Bazı şairlerin şiirlerini okuduğum zaman şiirin içinde kendi ruh halimden bir  parça bulurdum. Genelde hüzünlü konularda anlaşılmaz duygulara kapılırdım.
Dayım Bursa Erkek Lisesinde beden terbiyesi öğretmeni olmasına rağmen hikayeler ve  şiirler yazardı. Yazdığı bir kaç şiir Radyo Çocuk Programlarında şarkı olarak söylendiğini de hatırlarım. ‘’ Dün Pazara Uğradım, Küfe Küfe Nar Gördüm, Dolaştım Adım Adım, Güzel Elmalar Gördüm, Ah Neler Gördüm Neler,  Demet Demet Naneler, Patlamış Kestaneler, Satan İhtiyar Gördüm.’’ 1906 yılında Kütahya’da  doğan Celal Sıtkı Gürler’in hikaye tekniğini çok severdim. Talihsiz bir apandisit ameliyatı sonrası 1949 senesinde Bursa’da hayata veda ettiği tarihte, arkasında bir çok hikaye ve şiir kitapları bırakmıştı. Celal Sıtkı Gürler okula başladığım tarihlerde Ankara’da bizi ziyaret ettiği günlerde, yeni basılan Okuma Kitabını bana hediye etmişti.  Bende bu kitapla resim bile çektirmiştim.
Yine O tarihlerde ismi yeni parlayan Ümit Yaşar  isimli bir şairden çok övgü ile bahsettiğini hatırlarım. 1926 yılında Tarsus’da doğan Ümit Yaşar Oğuzcan, tahsil hayatının bir bölümünü Tarsus’ta geçirmiştir. Tarsus medeniyetlerin ve dinlerin kesiştiği ender kavşaklardan biridir. Bir başka deyişle Peygamberler diyarı diyede adlandırılabilir.
Kuran-ı Kerim de 18 inci Sure el-Kehf suresidir ve 110 ayetten oluşur. Burada 9uncu ayetten başlayarak 26 ıncı ayete kadar bahsedilen’’Ashab-ı Kehf’’ , Tarsus ilçesinde bulunan bir mağara ile ilgilidir.  Surelerde bahsedilen mağara bu ilçenin bir tarihidir. İşte bu güzel şehirde yaşar Ümit Yaşar. Baba  Lütfi Oğuzcan Güzide hanımla evlendikten sonra doğan ilk çocukları  yaşamadığından, 22 Ağustos 1926 gününde  doğan bebeklerine  yaşamasını ümit ettikleri için ‘’ Ümit Yaşar ‘’ adını koyarlar.
Baba Lütfi’nin şair bir geçmişi olduğundan, Ümit Yaşar bu ortamda  yetişmiş, lise çağında da şiir yazdığı bilinir. Ümit Yaşar ilk okul çağlarında iken  Baba Lütfi ve Anne Güzide hanımın evliliklerinin sona ermesi, genç yaşta Ümit’i olumsuz yönde etkiler.  Ümit Yaşar ilk okula Tarsus’ta başlar, daha sonra Konya’da devam eden eğitimi,  Eskişehir’de 1946 senesinde Ticaret Lisesinde tamamlanır. Lise çağının başında, ‘’Yedigün Şairleri’’ adlı dergide 1940 senesinde şiirleri yayınlanmaya başlar. Liseden mezuniyetinden hemen sonra Türkiye İş Bankasına giren Ümit Yaşar, önce Adana’ya tayin olur, daha sonra Ankara’ya gelir.
Şiirlerinden de anlaşıldığı gibi ruh yapısı dengesiz olan Ümit Yaşar, üç kez intahara teşebbüs etmiş, fakat sevenleri onu kurtarmışlardır. İlk eşi Özhan hanımla 1948 senesinde evlenmiş ve 1949 senesinde ilk oğlu Vedat dünyaya gelmiştir. 1952 senesinde doğan ikinci oğluna babasının adı olan Lütfi, ismini koyarlar. Bu evlilik çok uzun sürmez. Istanbul’a tayininden sonra ilk eşinden ayrılır. 1967 senesinde 25 inci sanat yılını kutlar .
1973 senesinde büyük oğlu Vedat , Galata kulesinden kendini atarak intihar eder. Bu hadise Ümit Yaşar’ın hayatında yıkıntılara yol açar. Eserlerindeki melankoli tema daha belirgin  hale gelir. Oğlunun hatırasının işlendiği ACILAR DENİZİ adlı kitabı 1977 senesinde yayınlanır.
Şiirlerinde aruz veznini çok iyi kullandığı için bir çok şiiri bestelenmiştir.    Biraz Kül Büraz Duman O Benim İşte,  Kerem Misali Yanan O benim İşte, İnanma Gözlerime ; Ben, Ben Değilim, Beni Sevdiğin Zaman O Benim İşte ! Çok sevilen bu dörtlük içindeki hissiyat, dinleyenlere ayrı ifadeler yansıttığından çok sevilen bir besteye dönüşmüştür. Usulü Düyek olan ve Nihavent makamda usta besteci Avni Anıl tarafından bestelenen bu eser, günümüzde de tazeliğini koruyan ender eserler arasındadır.  1978 senesinde Ulufer hanımla ikinci evliliğini yapan Ümit Yaşar Oğuzcan, bu evliliktende aradığı mutluluğu bulamadığını ifade ederler.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirleri hem şair baba Lütfi’yi, hemde Ümit Yaşar Oğuzcan’ı etkilemiştir.  Ümit’in eserlerinde Nafiz Çamlıbel’in havasını hep görmekteyiz. Yaşamı boyunca 33 şiir kitabı, 4 düz yazı kitabı 13 anatoloji ve biografik eser olmak üzere 50 kitap çıkarmıştır. 4 Kasım 1984 senesinde 58 yaşında aramızdan sessizce ebediyete ayrıldığında sevenleri bu sefer onu hayata geri döndürememişlerdir.
Bu gün bu mümtaz insanı güzel bir eseri ile anmak istiyorum .  Usulü  Düyek, Makam Kürdili hicazkar, Güfte Ümit Yaşar Oğuzcan,  Beste Münir Nurettin Selçuk :        
Beni  Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın,
Denizler Ortasında Bak Yelkensiz Bıraktın
Öylesine Yıktınki Bütün İnançlarımı
Beni Bensiz Beni Sensiz Bıraktın.
Bu güzel besteyi yine bir müstesna sesten dinletmek istiyorum anarak her ikisini.
Metin Atamer
 
Yaşama Ümidi.doc

metin atamer

unread,
Mar 7, 2012, 1:05:59 PM3/7/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Bir Zamanlar Mazi
Memeleketin birinde bir adam çıkar, ‘’ Benim bu ülkede ideallerim var, bu nedenle burayı ben yöneteceğim’’ diye konuşur. Bu ideallerinin uğruna katılımda bulunacak kişi ve kurumları, kayıtlı olsun olmasın cihada çağırır. ‘’Bağrımız siper olacak, kubbeler kalkan, alemler mızrak, beni seven benle gelsin’’ diye hutbe okur. Kimseden korkmadığı belli olan bu adamın arkasında malum cemaatler bulunur. 
Adam kalkar doğru Hikmetyan’ın yanına gidip, dizi dibinde şefaat ister.  Oradan aldığı güçle ayrıca ‘’ Gün gelecek bütün kadınlar başlarını örtecek’’ diyecek kadar arkasında kuvvet oluşturduğu söylenir. Kimsenin inanmadığı bu konuşmayı, daha da ileriye götürerek şeriat çağrısı yaptığı gerekçesi ile hakkında dava bile açılır. Sonunda mahkumiyet kararı çıkar.
Türkiye’nin tarihine bakıyorum, Osmanlı tarafından adına idam hükmü çıkarılan bir isim, Türkiye’nin ilk Cumhur Başkanı olmakta, Bir başka Cumhurbaşkanı idam cezası ile yargılanır.  Başbakan olan bir başka isim ise idam olmakta.  Siyasete müdahale edildiği  veyahut bir başka kelime ile ifade edilen İhitlal sonucunda hapise gönderdiğimiz insanlar, mutlaka mahkumiyet sonrası , ya Başbakan olmakta veyahut Cumhurbaşkanı. Çıktıktan sonra Millet vekili olanlarda bu gün bile var. 
Tıpkı Osmanlı döneminde birçok Sadrazamların başına gelen son. Hani kapıkulu korkar,  ‘’ Kelle İsteriz’’ diye Yeniçeri bağırınca, alışmışız , Sadrazamı feda ederiz. Kimleri ipe göndermekki. Bir tarihimize bakalım, elimizde çok örnekler olduğuna inanırım. Osmanlıdan kalma alışkanlıklar içinde muktedir olmadan iktidar olanlar, mutlaka bir hadise sonunda zorla iktidardan uzaklaşırlar. Kimse tatlı, sıcak ve cazip olan koltuğu bırakmak istemez. Hapis yatan siyasilere bakın, sonunda ya milletvekili olurlar, ya Başbakan , yada Cumhurbaşkanı.
Bir resim var internette dolaşan, ibretle seyrederim, grev sözcüsü olarak önlük giyen bir gurup sendika üyelerinin içinde kimler yokki. O karedeki insanlar şimdi nerelerde . Bu gün o karede bulunan bir kişi Başbakan, bir kişi Meclis Başkanı , bir kişi Ankara Belediye Başkanı, diğeri ise Istanbulun Belediye Başkanı.
Yabancı hayranı değilim amma yabancı ülkelerde oluşan siyaseti kıskanmadığımı söyliyemem. Bir ülkede Başbakan ömür boyu siyasette kalmamakta. Edebiyle siyasetten çekilme erdemini göstermekte. Şununda kabul edilmesi gerekir; biz 600 sene tüyü bozuk bir sülalenin iki dudağı arasında verilen kararların yönettiği bir tarihten gelip, Demokrasiye geçişimizin düzgün olamıyacağı gerçektir. Cebi geniş bir Kadı’nın  hukuk dağıttığı asırları, bir kalemde çizip hukuk devletine geçmemizin mucize olduğunuda kabul etmekteyim.
Her on senede bir çalkalanan Cumhuriyetimizin  çorba kıvamına doğru yavaş yavaş kaynadığını da düşünmekteyim. Aslında bu geçiş döneminin yumuşakmı olacağını , yahut kanlımı olacağını bir tarihte bir tekkeli adam dile getirmişti. Bu sözleri duyduğumuzda, olduğumuz yerden sıçrayarak itiraz etmiştik. Yakın tarihimizi iyi incelemediğimizden olacak, burada bile bu günler hakkında bilgi olduğuna inanmaktayım.
Meclis kürsüsünde bir tarihte konuşan bir vekil, Türkiyenin Avrupa Birliğine girmesinin yanlış olduğunu, hiristiyan külübü olan bu birliğe girilmemesi gerektiği üzerinde on dakika konuşma yaptığı, meclis kayıtlarında bulunmakta. Partisinden ayrılıp KORMAN sitesinde bulunan ofisinde yeni parti kurarak, İktidar olan aynı kişi, aylarca Avrupa Birliği kapısında dilendiğini izlemek bana, biraz acılı Urfa kebabı gibi gelmekte.
Aynı kişi şimdi Ankarada Çankaya’da 856 rakımlı tepede oturmakta. Ne kadar ilginç, insanlar inandıkları değil, şartların ortaya çıkardığı düşünce tarzına ayak uydurmakta olduğunu izlemek ‘’Kime ve Niye‘’ inanacağımız konusunda belirsizlik yaşatmaktadır. Bu durumdan sizi bilmem amma  ben rahatsız olmaktayım. İnandığım bir çok konuya artık inanamamaktayım. Yazarın dediği gibi ‘’ öyle bir zaman geçerki ‘’ film gibi, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
Bir Zamanlar Mazi.doc

metin atamer

unread,
Mar 13, 2012, 10:59:08 AM3/13/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Eğitim Bilmecesi
Mutlaka sizde benim gibi Türkiye Büyük Millet Meclisindeki seviyesiz kavgayı izlemişinizdir. Bu kavgayı okul çağına gelmiş genç nesilinde izlediğini biliyorsunuz. Ülkenin yeni kuşaklarının geleceklerini, bir salon içersinde oval bir masa etrafına konulan sandalyelerde oturan vekiller, genç nesiller hakkında ciddi ve kalıcı kararlar almalarını beklerken, vekiller arasında fiili kavgaların yaşanmasını üzülerek seyrettik.
Evlatlarımız hakkında kanun taslağı konuşulurken, bunu dinleyen anne ve babalar bu kanunda müdahil olamaması kahredici bir seyirdir. Fikirleri bile sorulmayan anne, babalar gibi çocuklarında, kendi kaderlerinin bazı insanlar tarafından siyasi bir partinin ideolojisine göre kalıplar düzenlenmesini izlediler. Hatta bu kanun taslağı üzerinde karar verilmesi için el kaldıran bazı vekillerin kendi çocukları bile olmadığından, sonraki nesilleri düşünmeden ahkam kesmelerini ekranlardan izlemek bile insanın kanını dondurmakta.
Dünyada tatbik edilip, yetiştirilen çocukların ülke yararına daha katılımcı, hayırlı vatandaş oldukları kanıtlanmış, örnek ülke bile mevcut olmayan bir eğitim sistemini, cemaatin baskısı ile vekillerin oylaması ve Başefendinin talimatını yerine getirmeye çalışmasını izlemek bile, Demokrasiden ne kadar uzakta olduğumuzu anlatmaya yetmektedir. Bilinmeyen cisimlerin havada uçuştuğu, itişip kakışan vekillerin güruhu, kimin ne dediği anlaşılamıyan bir kargaşanın yaşandığı toplantıda, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini doğrudan ilgilendiren bir kanun taslağının gürültü içinde kabul edilerek bu komüsyondan geçmesini izlemek, sizi üzmedimi.
Hiçmi olay için bir tepkiniz yok. Bu kadar önemli bir kanun taslağı üzerinde bu kadar israr edilmesindeki kapalı niyetin nedenini hiç düşündünüzmü. Ortada ne fol var nede yumurta , fakat civ civ sizin kucağınıza doğacağı muhakkak. Vakit çok geç olmadan bir şeylerin yapılmasını istemek yetmez. Bu kadar kısa zamanda kimsenin haberi olmadan böyle bir kanunun Milli Eğitim gibi çok önemli konunun oldu bittiye getirilmesine seyircimi kalacağız diye düşünmekteyim.
Ne doğru dürüst bir Enerji Politikamız var, ne doğru dürüst bir Eğitim Politikamız bulunmakta, Ne düzgün bir Hukuk sistemimiz bulunmakta, nede hesabını bildiğimiz bir Maliye politikamızın olmadığına inanmaktayım . Eğri veya doğru askeri politikamızında çok derin yaralar aldığı son bir kaç sene içinde, buna dayalı Milli Savunma konusunda bile kalıcı bir politikanmızın bulunmaması üzücüdür. Kozmik odası talan edilmiş bir Askeri teşkilatın kalıcı bir politikası zaten olması mümkün görünmemektedir.
Ülkedeki kararsızlık ve kargaşa içinde yaşayan insanlarında piskolojisi bozulmaktadır. Bakın medya kurumlarının programlarına, haberlerin büyük bir bölümü cinayet, ölümle biten trafik kazaları, polisiye değeri olan genelde uyuşturucu kaçakcılığından yakalanan kilolarca uyuşturucu maddeleri konusunda haberler içermekte. Örgütlü suç teşkilatlarının cirit attığı bir ortamda yaşamaktayız. Dünya uyuşturucu trafiğinin önemli bir bölümü Türkiye üzerinden geçiş bulduğuna şahit olmaktayız.
Yoksa yasa dışı bölücü örgüt bunca parasal kaynağı nereden temin edeceği üzerinde ciddi düşünmekteyim. Yüzlerce insan, yıllardır Kandil dağlarında ne yer ne içer, hadi diyelim bunları yaptı, ya bunları yaptıktan sonra diğer ihtiyaçlarını nasıl giderir. İşte bu nedenle eşkiya topluluğu aralarında dişi eşkiyalarıda barındırmakta. Bu eşkiya konusunda bile kalıcı bir politika yaratamamanın ezikliğini hissetmekteyim.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu kadar zayıf, bu kadar tutarsız, ne iç politikada güçlü, ne dış politikada ayakta duracak mecalde olmadığımız,  bir başka dönem  hatırlamamaktayım.
Ankara 19 Mayıs Stadında Fenerbahçenin bir amigosu vardı, adını kimse bilmezdi. Herkez ona ‘’ Palavra’’ derdi. Palavranın bile bir haysiyeti vardı . Onun bir tek politikası vardı, Fenerbahçe ve onun galibiyeti. Daha sonraları Bayındır sokakta bir meyhane açmıştı, ‘’Palavra nın Meyhanesi’’ adlı. Bu meyhaneyi açmak için bir çok Galatasaylı taraftar kendisine yardım etmiş, hatta sandalyelerini bile bir Galatasaraylı taraftar hediye etmişti. Palavra hiç kıblesini bozmadı, sonuna kadar Fenerbahçeli olarak kalmış, bir kalp krizi sonucunda hayata veda etmişti.
Bir palavra kadar tutarlı davranıştan çok uzaktayız diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer
Eğitim Bilmecesi.doc

metin atamer

unread,
Mar 16, 2012, 3:55:56 PM3/16/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz

Oy Madimak
Şehir meydanından kuzeye doğru bir yol gider Sivas’ta. Bu yol eski halk evinin yanından, Kabakyazı adlı kışlanın nizamiyesinin önünde sona erer. Bu yolun üzerinde bir meslek lisesi, bir hastahane, birde asker ocağında okuma yazma bilmeyen erlerin devam ettiği ALİ OKULU bulunurdu. Askere alındıklarında okuma yazma bilmeyen erlerin bir kaç ay devam ettiği bu okul, iyi donanımlı bir yatılı okulu aratmamaktaydı.
Sivas tarihi itibari ile Selçuklu Devletinin en belirgin özelliklerine sahip bir şehirdir. Şehirdeki mimari yapılar itibari ile Selçuklu hatlarına sahip camiiler 1240 lı senelerde yapılmış mükemmel hatlara sahiptir. Ulu Camii, Selçuklu mimarisinin bir güzel örneğidir. Kale Camii ise III Murat’ın vezirlerinden Mahmut paşa tarafından yaptırılmış güzel bir Osmanlı mimarisi örneğidir.        
Padişah Yavuz Sultan Selim’in doğu seferlerine önem verdiği yıllarda ordunun durak yeri olarak kullandığı  Sivas ta hamamların yaptırılması için verilen fermana dayalı bir çok hamam 1530 lu senelerde yapılmaya başlanmıştır. Bu hamalarda dış ve iç yapı tarz olarak her ne kadar Selçuklu mimarisinin çizgileri olsada, Osmanlı döneminde yapılan hamamların bir kolleksiyonu bu şehirdedir. 
Kuşunlu Hamamı, Meydan Hamamı, Firuz Ağa Hamamı, ve Kale Camii Hamamı bu hamamlara örnek teşkil eder. Şemsi Sivasi sokağında bulunan Tarihi Meydan  hamamının girişi çok geniş bir alandır. Hamam sonrası soğukluk olarak kullanılan yerde bir şadırvan ve geniş bir dinlenme yeri bulunmaktadır. Tamamı siyah damarlı beyaz mermerin kullanıldığı bu hamamların, ilk yapılış döneminde nasıl olduğunu bilmemekle birlikte ziyaret ettiğim 1963 senesinde, hala eski otantik Osmanlı hamamının takunya seslerini kulaklarımızda duyardık. 
 ‘’ On Numaraya iki çay ‘’  diye tellağın sesini dinlemek, insanı asırlar evveline götürmeye yetmekteydi.  Meydan Hamamından çıktığınızda hemen karşıda ufak bir çay ocağı bulunmaktaydı, Hüseyin ağa isimli bir pehlivan işletirdi. Kırk Pınar da yağlı güreş tutmuş olan Hüseyin, Belediye nin verdiği bu yerde çay yapar ve satardı. Çay istemenize gerek yoktu, Hüseyin istemesende çayı getirir eline tutuştururdu.  Çayı demlemeden temiz su ile yıkar, kaynaktan getirilen suyu kullanırdı. Bu nedenle çay çok lezzetli olurdu. Bir demlik bitince diğerine geçer devamlı çay servisi yapardı.
 Kabakyazı Kışlasına giden yoldan ayrılan bir yol ise Temel Tepe diye adlandırılan acemi eratın eğitim gördüğü bir kışlaya gelirdi. Bu yol dere yatağından geçer sol tepeye doğru giden yolun sonunda kışla bulunur, sağa ayrılan yoldan ise, ‘’ Süngü ‘’ isimli Erzurum’da bulunan üçüncü Ordu ile GenelKurmay karagahı arasında telsis linkini sağlamak için kurulan bir Telsis istasyonu bulunmaktaydı. Bu istasyon şehirden yaklaşık 8-10 kilometre uzakta bir gurup asker tarafından çalıştırılmaktaydı.
Her üç ayda bir  erzakları kışladan toplu gönderilen bu askerler, bütün beşeriyetten soyutlanmış olarak yaşarlardı. Her an üstlerine tekmil vermek mecburiyetleri olduğundan, mikrofonun başından pek uzaklara gidemezlerdi.
Bu 1465 rakımlı tepede bulunan aktarma istasyonunun bir yanından dere yatağına dik olarak patikadan inilirdi. Dere yatağının yukarısında Kepenek isimli bir çeşmeden gürül gürül su akardı. Dere yatağında bulunan arazinin üzeribaharda bir kaç yapraklı bitki ile kaplanırdı. Bunun adına yörede ‘’ Madımak Otu’’ derlerdi.
Baharda rölede askerlik görevlerini yapan erler, dere yatağına gider madımak toplarlardı. Madımak onlar için önemli bir sebze idi. Taze olarak tükettikleri gıdaların içinde vazgeçilmez yeri vardı.  
Sivas’ta şehir meydanında Ordu Evi ve Karşısında Merkez Komutanlığı, onunda  karşısında Vilayet, ve Vilayetin yanında Belediye Başkanlığı vardı. Belediyenin hemen arkasında sokak içinde Madımak Otel’i bulunurdu. Bir bakıma Mülki erkân, Askeri erkân ve Sivil yönetimin bir birine olan mesafesi 50 metre içinde bulunan Sivas meydanına bir adım mesafede bulunan MADIMAK OTELİ yakılmasında, bütün iradenin suçlu olduğunu düşünmekteyim.
1993 senesinde Almanya da ırkcılık güden bir gurup NeoNazi insanlar, Solingen kasabasında bir Türk evini kundaklamış, 5 Türk hayatını kaybetmişti. Alman Hükümeti suçluları yakalayarak 1995 senesinde suçlulardan biri 15 yıl, diğerleri ise 10 yıl hapis cezasına çarptırılmışlardı.  
Sivas olaylarında iradesini kullanmayan yetkililer, en az halkı galyana getiren ve oteli ateşe verip 37 yurttaşın hayatını kaybetmesine neden olanlar kadar sorumludurlar. Hepsi müteselsilen suçlu olduklarına inanmaktayım. Davada zaman aşımı konusuna ‘’Memlekete hayırlı olsun’’ diyebilen bir zihniyeti anlamakta zorluk çekmekteyim. O tarihteki ülkemin en üst seviyesinde bulunan Cumhurbaşkanından tutunda, en alt kademeye kadar olan bütün sorumluları kendi vicdanlarına hesap vermelerini dilerim, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer    
Oy Madimak.doc

metin atamer

unread,
Mar 26, 2012, 12:37:52 AM3/26/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz

Mih-ri Mah
Geçtiğimiz Çarşamba günü kendime izin verdim. Istanbulda bir kaç senedir yapmayı planlayıp yapamadiğim iki işi yapacaktım. Birincisi çok sevdiğim 1921 doğumlu bir dostumla sohbeti görüntülü kayıt altına alamak istediğim bir hayat hikayesi vardı. Senelerdir yapmayı düşünüp yapamamıştım. ‘’İşte’’ dedim kendime ‘’bu gün o gün’’. Yine bir dostumun kamerasını ve üç ayaklı sehpasını alarak, doğru Fuat beyin çalıştığı ofisinin yerine, Nışantaşına gittim. Çok heyecanlı olduğunu gözlerinden izledim. Heyecanını yatıştırarak, sistemi kurup, hayat hikayesine başından başladım.
Çok akıcı konuşması ile bir saatte bu 90 senelik hayatının bir özetini çıkarmaya çalıştık. Bu benim için bir belge niteliğindeki  kayıt, çok önem arzetmekteydi. Çeşitli yerlerden emekli olmasına rağmen, emekliliği kabullenmeyen bu ruh yapısına hayran kalmıştım. Bir Galatasaray mezunu olarak Divan üyesi ve en yaşlı Galatasaraylı’nın hayatı enteresan evreleri içermekteydi. Her ne kadar konunun içersinde siyaset olmasada, iş hayatında siyasi iktidarların kararları, hem kendisini, hemde  iş hayatını etkilemiş olduğunu anladım.
Bir çok sosyal oluşuma ön ayak olmuş, kurulma ve gelişme uğraşılarında hep onun katkısı bulunmuş. Ankara’da kurulan Galatasaray’lılar Derneğinin kuruluşunda aktif rol oynamış. Kurucu heyette ve Galatasaray divanında halen aktif rol alan Fuat Diriker ile sohbetin bir CD haline getirilmesi benim için önemli bir vazife olacaktır.
Çarşamba günü 21 Mart tarihli bir gün. Bu gün aynı zamanda Sultan Süleyman Han ‘ın Hürrem Sultan’dan olan Mih-ri Mah Sultanın doğum günüdür. Bilinen kayıtlı tarihte Mih-ri Mah Sultan 17 yaşına geldiğinde dest-i izdivacı için iki talibi çıkar. Birincisi 50 yaşında evli olmasına rağmen Mimar Sinan , diğeri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa bu evlilik için aracılar koyarlar. Sonunda Rüstem Paşa ile evlendirilir. Aynı yıl 1540 senesinde Üsküdar’da Mihrimah Sultan adına bir Cami ve külliyesi yapılmasına icazet çıkarılır ve görev Mimar Sinan’a verilir.
Bu cami, yanında bulunan mederese ve şifahaneleri ile birlikte, büyük bir külliye oluşturmaktaydı. Mimar Sinan’ın 1540 senesinde başladığı bu zarif, bir kadın entarisinin eteklerine  benzer şekilde tasarladığı eserini, sekiz senede ince ince işleyerek bitirir. Mih-ri Mah Sultana olan aşkını yüreğine gömer, fakat onu hiç unutmaz. Mihri Mah Sultan’ın Rüstem Paşa ile evliliği tamamiyle siyasi olup, Paşaların böyle evlilikleri, Hanedana olan sadakatin perçinlemesi amacını güttüğüne inanırım. Koca Sinan’ın evli olupta 50 yaşında MihriMah Sultana aşık olmasında sadece bir sevgimi, yoksa başka konumu olduğu kayıtlarda bulunmamakta.
Istanbul’a hakim  tepelerden biri olan Edirne Kapı tepesinin yüksekliği 76 metredir. Buradan Galata kulesi ve arkasından Üsküdar görünür. Bu hakim tepeye hiç icazet almadan 1562 yılında bir külliye inşaa etmeye başlayan Mimar Sinan, buranın adına Mih-ri Mah külliyesi adını verir. Külliyede çalışanlar içinde bir ibadet yeri yapmaya başlar . Bu Cami Mih-ri Mah Sultan Camii adı ile anılır. Mih-ri Mah,  Ay ve Güneş anlamındadır. Medrese , mektep, türbe, ve hamamları bulunan bu külliyedeki  Cami, Istanbul da görülmesi gereken camilerin arasında önceliği olan bir ibadet yeridir.
Sütunlara dayanmayan 37 metre yüksekliğinde tek kubbe olarak türünün bir eşi  daha  bulunmamaktadır. Duvarları çok kalın olan bu caminin her bir yöne üçer kemere yaslanan kubbesi görülmeye değer bir sanat eseridir. Cami duvarlarında bulunan 61 pencere, bu ibadet hanenin içini ışıl ışıl aydınlatır. Cami yapıma başlandığında Mimar Sinan 61 yaşındadır. Yazılı belgelerde 21 Mart Mih-ri Mah Sultanın doğum günü olup, gece ve gündüzün eşit olduğu bu tarihte, gün batımında Edirne kapı Mührimah Sultan Caminden bakıldığında Üsküdar’daki Mih-ri Mah Sultan Cami minarelerinin arasından ay doğduğu söylenmektedir. İşte bu tarihsel hikayeyi görüntülemek için bu mekana akşama doğru gittim.
Restorasyonu devam eden bu muhteşem camideki görevlilerle yaptığım konuşmalar da, görevli Mimarında aynı konuda merakı olduğunu öğrendim. Birlikte caminin imaret bölümündeki kubbelerin üzerinden, gün batımı izdüşümü doğrultusunda Üsküdarı beraber aradık. Bu arayış içinde tarihi bilgilerden yola çıkıp, teleobjektifle Üsküdar Mih-ri Mah camii minarelerinin yerini tesbit etmeye  çalıştık. Gün batarken birde yeni ay olarak bildiğimiz ince hilali aradık. Tam iki senedir bu günü beklemiştim, çünki her sene 21 Mart’ta Istanbul’a ya yağmur yağar, yada  bulutlu olur. Bu nedenle çok romantik olan bu konuya bir açıklık getirememiştim .
Bu gün hem hava güzel hemde gökyüzünde bir tek bulut dahi bulunmamaktaydı. Fakat bütün hayallerim gördüklerimle yıkılmıştı. 21 Mart ta gözle izlenecek bir hilal ay yoktu ve Üsküdar’daki Mih-ri Mah Sultan Camii minareleri  gün batımı gölge hizasında olmadığını tespit ettik.
Edirnekapı Mih-ri Mah Sultan Cami 1562 senesinde yapılmaya başlanmış ve 1565 senesinde bitirilmişti . Yani  inşaat 3 sene gibi kısa bir zamanda tekamül edilmiş, ve ibadete açılmıştı. 1999 senesinde hasar gören bu camii ve külliyesinin  restorasyonu 12 senedir devam etmekte olduğu bir gerçektir diye bir sözüm geldi söyledim.
Metin Atamer 
Mih ri Mah.doc

metin atamer

unread,
Mar 27, 2012, 6:35:09 AM3/27/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Osman Nihat Efendi
Türk Sanat musikisinde öyle bir kişi vardırki hem babasının hemde dedesinin ismini taşır. Dede, Çorlu’nun köklü ailelerinden Osman bey, baba Osman beyin oğlu Nihat bey. Kıymetli bestekarın babası aslında Osman beyzade Nihat bey diye anılmaktadır, 1905  yılında Bakırköyde dünyaya gelen bu müstesna çocuğa Osman Nihat adını verirler. Annesi Ahmet Rasim beyin Kızı Rasime hanımdır.
Cumhuriyet döneminde soy adı kanunu çıkınca AKIN adını alır Osman Nihat bey . Osman Nihat aynı zamanda Ahmet Rasim’in torunu olmaktadır. Ailede Türk Sanat Musikisine yoğun ilgi olduğundan Osman Nihat’ta bu ilgiden nasibini alır. Çok yaramaz bir çocuk olan Osman Nihat, ailesi tarafından yatılı okula verilir. Okulda muzik öğretmeninin ilgisini çeken genç delikanlı, hocasının kendisine özel piyano dersi vermesine itiraz etmez.
Kendine has usulü bulunan Osman Nihat’ın aynı zamanda şiir yazması da önemli bir başka özelliğidir. Dedesi Ahmet Rasim’in israrı ile önce iktisat tahsilini bitirir. Edindiği tahsilini bir kenara bırakıp, zamanını musikiye adıyarak, çeşitli saz meclislerine devam etmeye başlar . Kadıköy de bulunan Dr. Talha bey ile çeşitli saz meclislerinde hanende olarak devam edip, musiki bilgisini geliştirmeye çalışırken, Leon Hancıyan’la tanışır.
Leon Hancıyan’dan usul dersleri alır ve bu öğretilerle beste yapmaya başlar. Her bestesini hocasına götürür. Hocası onun kabiliyeti karşısında hayretler içinde kalır. Fakat bir çok girişimi netice vermez, hayatını kazanmak için memuriyet son çare olarak görünür. Dedesi Ahmet Rasim, onun musiki ile uğraşmasını istememektedir. Bu nedenle dedesinin israrına hayır demiyerek memuriyete intisab etmeyi kabul eder. Istanbul Maliye Dairesinde tahakkuk memuru olarak işe başlar. 
Bu çalışmalar sırasında ilk bestesini yapar. ‘’Ne müşkilmiş seni sevmek , sana yar olmak ‘’ güfteli SuzNak makamındaki şarkısını ilk defa Leon Hancıyan’a okur. Onun beğenisini aldıktan sonra, Dedesinin de bulunduğu bir mecliste kendisinden bir şarkı okuması istenir. Yapmış olduğu bu ilk bestesini okur. Dedesi kendisini dinler ve bu bestenin kimin olduğunu sorar. Konudan çok utanan Osman Nihat , bestenin Hacı Arif beyin olduğunu söyler. Kendi eseri olduğunu söylemeye cesaret edemez.  Ahmet Rasim ‘’ İşte böyle bir eseri ancak Hacı Arif bey yapabilir ‘’ diye söze noktayı koyar. Bu olumlu yaklaşımı duyunca Osman Nihat, dedesine gerçeği anlatmaya çalışır. Bütün cesaretini toplayarak ‘’ Bu şarkı benim bestelediğim bir  eser ‘’ diyerek gerçeği söyler. Ahmet Rasim yalancılıkla itham ettiği torununu bastonu ile oradan kovalar. Osman Nihat gittikten sonra mecliste bulunanlar gerçeği kendisine kabul ettirirler. Bu olaydan sonra Dede Rasim çok üzülür.
Bir çok sanatcılar gibi Osman Nihat’ta Istanbul hayranıdır. Bilhassa adalara sıklıkla giden bir sanatcı olarak birçok eserinde, adaların mistik esintisini hissetmek mümkündür. Memuriyeti sürecinde çeşitli kademelerde çalışmış, müdürlüğe kadar yükselmiştir. Osman Nihat, etrafında bulunan insanlar tarafından  sevildiği için her bestesinin beğeni kazanması kolay olur.  Sevilen kişiliği eserlerine de yansır. Osman Nihat Akının son görevi olan Istanbul Yüksek Denizcilik okulun ekonomi öğretmenliği yaptığı sırada, 14 Ekim 1959 senesinde akciğer kanserine yenik düşerek sessizce bu dünyaya veda eder.   Arkasında bir çok eser bırakan Osman Nihat Akın’ın her şarkısı ayrı bir güzellikte, doyulmaz bir tatdadır. Hasta olduğunu öğrendiği dönemlerde kaleme aldığı bir eser vardır ki dinlerken çok hüzünlenirim. 
Usulü          :Aksak ,  Makamı      :Hüzzam ,   Güfte           :  Osman Nihat Akın 
Beste          : Osman Nihat Akın 
Seyre Daldık gonca-i handan-ı bir ömür bitti   
Bitmedi O bülbülün efganı bir ömür bitti
Çok Tabipler ilaç verdi dil-i hasta-ı aşka
İnledi ney gibi dil-ü canı bir ömür bitti  
Osman Nihat Akın’ı bu yazı ile anarken, onun hüzün dolu güzel eserini sizlere bir ulu çınar olan Müzeyyen Senar’ dan dinletmek istedim.
Metin Atamer
 
Osman Nihat Efendi.doc

metin atamer

unread,
Apr 2, 2012, 10:56:16 AM4/2/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Ittıla
Çocukluğumdan beri bazı kelimeleri kullanmayı çok severim. Hatta bunların içinde kelimenin manasını bile bilmesem, kulağa hoş geldiğinden mi neden, melodili  kelimeleri hem kullanmayı hemde anlamını öğrenmeye bayılırım.  Bu kelimelerin bir çoğu dilimize başka dillerden gelmiş olduğunu bilir, fakat hangi dilden geldiğini öğrenmek için aşırı bir caba sarf etmem.
Bazı konuları veyahut düşünceyi tarif etmek için kelime bulmakta zorluk çekersem, eş değer bir kelimeyi kullanıp işin içinden çıkmayı da severim. Bazıları bu kullandığım kelimeyi bilmezse işte o zaman durum biraz sıkıntılı olabilir.  ‘’ Bu kelime ile neyi kastetmektesiniz ‘’ diye bir itiraz gelmesi her zaman mümkündür. Türkçe yi tam olarak hiç birimiz kullanamamaktayız, nedeni gayet basit.
Arapça ve Farsça kelimeler geçtiğimiz 600 sene edebiyatımızı, hatta kültürümüzü etkilemiş olduğunu unutmamak gerekir. Son yüz yıl içinde gelişen teknoloji ile terimler ve ifadeler, bu gelişimi yaratan ülkelerin lisanı tarafından esir alındığından,  bu gün çok fazla yozlaşan dilimizi nasıl yönlendiririz diye düşünmekteyim. Türk Dil Kurumu, kuruluş senelerinde ülkemizin lisanına yön vermek için olağanüstü çaba sarf ettiğini, hatta Ata rahmetlinin üzerinde en fazla zaman harcadığı konular içinde en önde geldiğini, kitaplarda okuduğumu hatırlarım.
Türk Dil Kurumunun kuruluşunda ilk Genel Müdür olarak atanan,  aslen ermeni asıllı olan, Agop Martayan Dilaçar’ın çok büyük katkıları olduğu bir gerçektir. 1895 senesinde doğan, ilk önce Osmanlı İmparatorluğunun bir ferdi iken, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet’i Devleti döneminde, Türk Vatandaşı olarak hizmet veren Agop beyin, Türk Dil Kurumundaki hizmet döneminde ‘’ Türk Dili ‘’ konusuna sahip çıkmış olması  çok önemlidir. Türk Diline bir çok kelimenin kazandırılmasında katkıları büyüktür. Robert Kollejindeki öğretmenliği sürecinden, Türk Dil Kurumu Genel Müdürlüğü zamanına kadar geçen hizmetleri içinde,  7 lisanı ana dili gibi bilen, çok geniş kültürlü ve otoriter bir yapıya sahip, çalıştığı müessesede saygı görmüş olması takdir edilmesi gerekir.
Bilim ve teknoloji hiç geriye gitmemekte aksine devamlı yeni geliştirilen teknolojilerle  ileri giden bir yapıya sahip olduğundan, gelişen sistemler ve bunlara ait deyimler, hangi ülkede geliştiyse, o ülkenin deyimlerini almaya mecbur kalmaktadır. Diğer ülkeler ise bu deyimleri kendi lisanlarına çevirmek için kelime üretirler. Burada tenbellik yapan dil uzmanları, yabancı lisanda oluşan kelimeyi olduğu gibi alarak, onu kullanmayı kabul ederek, işin ucuzuna kaçarlar.  Önemli olan Türk dilinin yozlaşmamasıdır. Bunu önlemek basit gibi görünsede, pek o kadar kolay olmasa gerek. Agop beyin genel müdürlüğü döneminde çok yoğun olan bu uğraşının, gelişen Türkiye de nasıl değişime uğradığını izlemekteyiz.  Bu kadar çarpık bir yapıya sahip bir dil kültürümüzü önümüzdeki yıllarda dahada çarpık bir yapıya doğru yöneleceğinin korkusunu yaşamaktayım.
Bir kaç gün evvel toplumun bütün direnmesine karşın, kabul edilen 4+4+4 kekeme eğitim ile ülkeye Arapça ve Kuran konusunda sınıf baskısı ile gencecik beyinlerin bilinç altına nelerin sokulmaya çalışıldığını seyretmek, pek keyifli ve iç açıcı bir gösteri olmasa gerek. Sekiz yıllık kesintisiz eğitim sonrası İmam Hatip okullarındaki eğitimi seçen çocuklarda ciddi ilgi kaybının yaşanmış olması, başefendiye cemaat kanalı ile bunun değiştirilmesi talimatı  verildiğine inanmaktayız.  Bu kanun tekkede yazdırılmış olması layetegayyerdir . Ülkedeki eğitim sistemi kahvehanelerde kullanılan yaz boz tahtasına dönmüş olduğunu düşünmekteyim. Yönetimi ele geçiren her iktidar mutlaka geçmişin öcünü almaya gayret etmekte olduğunu görmek, pek keyifli olmasa gerek.  Hallaç pamuğu gibi atılan ve darmadağan olan bütün değerler gibi Milli Eğitimde nasibini bu talandan aldığı ITTILAĞ olunur diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
Ittıla.doc

metin hasirci

unread,
Apr 3, 2012, 6:40:09 AM4/3/12
to e-tu...@googlegroups.com, atila atila özdür
Say�n Atamer;�u zerafetinizin takdirindeyken dinin de ��renilmesini ama�layan te�ebb�sleri ni�in baltalama�a kalk���yorsunuz.  Bizi 1950'de Sultanahmet Sanat Enstit�s�nde, T�rk�e ve Dilbilgisi dersinde okutan buz gibi m�sl�man Arap Enver Arman Hoca Osmanl�cadan "Filip Nolan'�n Hayat hikayesini okudu�unda,o yaz� Kuleli ve Harp okullar�nda da askeri mektep hocalar� taraf�ndan da, D�z D��me isimli yard�mc� kitap olarak okunmaktayd�. Fillip Nolan,bir i�ki sofras�nda Tanr� Amerikay� kahretsin! Dedi�inden dolay� hapis cezas�na de�il, haya t�n�n sonuna kadar Amerika'ya ayak bast�r�lmayacak Amerika k�tas� sahillerine,k�tan�n ���klar�n� g�remeyece�i mesafeden daha fazla yakla�t�r�lmayacak, Amerika kelimesi i�inden ge�en hi� bir yaz� ve kitab� okumamaya,gemiden gemiye g�� etmek suretiyle vatan�ndan mahrum edilmi�ti. Nolan bu yasaklara katlanm�� ve hayat�n� tamamlam��t�. �ld��� son geminin kamaras�nda kendi elleriyle yapt��� Amerika haritas� �ld��� g�nlerde Amerikan�n devletin tastik etti�i haritas�ndan hi� fark� yoktu. Merhum Enver Arman Hocam�z�n T�rk diline Agop Dila�ardan binlerce defa daha T�rk dilbilgisi ve kelime hazinesine fayda sa�layacak bir ��retmen oldu�unu d���n�yoru. Aksamlar� kald�r�lm�� T�rk�e ifadenin,latin harfli yaz�s� ermeniceye d�n��m��t�r,aksamlar�n kullan�lmamas� y�z�nden.  Bir lisan f�kras�: Bir Rum ile bir Ermeni Osmanl� vatanda�� kendi lisanlar�n� methetmektelerken kavga ederler. Zab�ta bunlar� Karakola g�t�r�r. Oradan Kad� Efendiye g�nderilirler. Kad� sorar: D�v�n�z nedir? �ki taraf da anlat�r. Kad� Ermeniye d�ner: G�l Ermenice de,nas�l s�ylenir? Cevap: Garth. Olur. Ruma d�nen Kad�: G�l Rumca nas�l s�ylenir dedi�inde Rum: Trandaf�lus cevab� verdi�inde h�k�m olarak: Garth nerede, Trandaf�lus nerede demek suratiyle Rum'a hak verir. Martayan'�n yerine ��iri�zam Abd�lhakhamid Tarhan T�rk�esini ikame etseydik,zarif ve �iirsel bir dille hi� de�ilse �stanbul'da konu�ma �ans�m�z olurdu. Fiemanillah.     
 

Date: Mon, 2 Apr 2012 07:56:16 -0700
From: matam...@yahoo.com
Subject: e-turkiye.gen.tr 30105 Ittila
To: e-tu...@googlegroups.com; lis...@yahoogroups.com
CC: omol...@yahoo.com; iy...@aol.com

Itt�la
�ocuklu�umdan beri baz� kelimeleri kullanmay� �ok severim. Hatta bunlar�n i�inde kelimenin manas�n� bile bilmesem, kula�a ho� geldi�inden mi neden, melodili  kelimeleri hem kullanmay� hemde anlam�n� ��renmeye bay�l�r�m.  Bu kelimelerin bir �o�u dilimize ba�ka dillerden gelmi� oldu�unu bilir, fakat hangi dilden geldi�ini ��renmek i�in a��r� bir caba sarf etmem.
Baz� konular� veyahut d���nceyi tarif etmek i�in kelime bulmakta zorluk �ekersem, e� de�er bir kelimeyi kullan�p i�in i�inden ��kmay� da severim. Baz�lar� bu kulland���m kelimeyi bilmezse i�te o zaman durum biraz s�k�nt�l� olabilir.  �� Bu kelime ile neyi kastetmektesiniz �� diye bir itiraz gelmesi her zaman m�mk�nd�r. T�rk�e yi tam olarak hi� birimiz kullanamamaktay�z, nedeni gayet basit.
Arap�a ve Fars�a kelimeler ge�ti�imiz 600 sene edebiyat�m�z�, hatta k�lt�r�m�z� etkilemi� oldu�unu unutmamak gerekir. Son y�z y�l i�inde geli�en teknoloji ile terimler ve ifadeler, bu geli�imi yaratan �lkelerin lisan� taraf�ndan esir al�nd���ndan,  bu g�n �ok fazla yozla�an dilimizi nas�l y�nlendiririz diye d���nmekteyim. T�rk Dil Kurumu, kurulu� senelerinde �lkemizin lisan�na y�n vermek i�in ola�an�st� �aba sarf etti�ini, hatta Ata rahmetlinin �zerinde en fazla zaman harcad��� konular i�inde en �nde geldi�ini, kitaplarda okudu�umu hat�rlar�m.
T�rk Dil Kurumunun kurulu�unda ilk Genel M�d�r olarak atanan,  aslen ermeni as�ll� olan, Agop Martayan Dila�ar��n �ok b�y�k katk�lar� oldu�u bir ger�ektir. 1895 senesinde do�an, ilk �nce Osmanl� �mparatorlu�unun bir ferdi iken, yeni kurulan T�rkiye Cumhuriyet�i Devleti d�neminde, T�rk Vatanda�� olarak hizmet veren Agop beyin, T�rk Dil Kurumundaki hizmet d�neminde �� T�rk Dili �� konusuna sahip ��km�� olmas�  ï¿½ok �nemlidir. T�rk Diline bir �ok kelimenin kazand�r�lmas�nda katk�lar� b�y�kt�r. Robert Kollejindeki ��retmenli�i s�recinden, T�rk Dil Kurumu Genel M�d�rl��� zaman�na kadar ge�en hizmetleri i�inde,  7 lisan� ana dili gibi bilen, �ok geni� k�lt�rl� ve otoriter bir yap�ya sahip, �al��t��� m�essesede sayg� g�rm�� olmas� takdir edilmesi gerekir.
Bilim ve teknoloji hi� geriye gitmemekte aksine devaml� yeni geli�tirilen teknolojilerle  ileri giden bir yap�ya sahip oldu�undan, geli�en sistemler ve bunlara ait deyimler, hangi �lkede geli�tiyse, o �lkenin deyimlerini almaya mecbur kalmaktad�r. Di�er �lkeler ise bu deyimleri kendi lisanlar�na �evirmek i�in kelime �retirler. Burada tenbellik yapan dil uzmanlar�, yabanc� lisanda olu�an kelimeyi oldu�u gibi alarak, onu kullanmay� kabul ederek, i�in ucuzuna ka�arlar.  ï¿½nemli olan T�rk dilinin yozla�mamas�d�r. Bunu �nlemek basit gibi g�r�nsede, pek o kadar kolay olmasa gerek. Agop beyin genel m�d�rl��� d�neminde �ok yo�un olan bu u�ra��n�n, geli�en T�rkiye de nas�l de�i�ime u�rad���n� izlemekteyiz.  Bu kadar �arp�k bir yap�ya sahip bir dil k�lt�r�m�z� �n�m�zdeki y�llarda dahada �arp�k bir yap�ya do�ru y�nelece�inin korkusunu ya�amaktay�m.
Bir ka� g�n evvel toplumun b�t�n direnmesine kar��n, kabul edilen 4+4+4 kekeme e�itim ile �lkeye Arap�a ve Kuran konusunda s�n�f bask�s� ile gencecik beyinlerin bilin� alt�na nelerin sokulmaya �al���ld���n� seyretmek, pek keyifli ve i� a��c� bir g�steri olmasa gerek. Sekiz y�ll�k kesintisiz e�itim sonras� �mam Hatip okullar�ndaki e�itimi se�en �ocuklarda ciddi ilgi kayb�n�n ya�anm�� olmas�, ba�efendiye cemaat kanal� ile bunun de�i�tirilmesi talimat�  verildi�ine inanmaktay�z.  Bu kanun tekkede yazd�r�lm�� olmas� layetegayyerdir . �lkedeki e�itim sistemi kahvehanelerde kullan�lan yaz boz tahtas�na d�nm�� oldu�unu d���nmekteyim. Y�netimi ele ge�iren her iktidar mutlaka ge�mi�in �c�n� almaya gayret etmekte oldu�unu g�rmek, pek keyifli olmasa gerek.  Halla� pamu�u gibi at�lan ve darmada�an olan b�t�n de�erler gibi Milli E�itimde nasibini bu talandan ald��� ITTILA� olunur diye bir s�z�m geldi s�yledim hem nal�na hem m�h�na.
Metin Atamer 

--
E-T�RK�YE GRUP KURALLARI
* Yay�nlanan mesajlardan mesaj�n g�ndericisi sorumludur.
* ��eri�i ne olursa olsun KONU k�sm� bo� olan yada i�erikle uyu�mayan epostalar yay�nlanmaz.
* Daha �nce yay�nlanm�� epostalar yay�nlanmaz.
* A��r� dini / siyasi / politik veya tart��ma ��karacak i�erikteki epostalar yay�nlanmaz.
* Futbol tak�mlar�yla ilgili at��ma / tart��ma / k��k�rtma yay�nlanmaz.
* Erotizm i�erikli Sanatsal foto / karikat�r / f�kra i�in konu k�sm�na +18 veya XXX yaz�n�z ki, bu tur maillerden ho�lanmayan a�madan silebilsin.
* 10-20 vs. ki�iye g�nderirsen dile�in ger�ekle�ir gibi sa�ma epostalar yay�nlanmaz...
Grupla ilgili sorunlar�n�z i�in = yon...@e-turkiye.gen.tr
Gruba mesaj atmak i�in = e-tu...@googlegroups.com
Gruptan ayr�lmak i�in = e-turkiye-...@googlegroups.com
Daha fazla se�enek i�in = http://groups.google.com.tr/group/e-turkiye adresinde
bu grubu ziyaret ediniz.
Arkada�lar�n�z�n da bu gruba �ye olmalar� i�in = http://www.e-turkiye.gen.tr

metin atamer

unread,
Apr 9, 2012, 9:36:22 AM4/9/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Ne Çin’in Sözü
Bir suredir internet ortamında çok anlamsız iletiler almaktayım. Bunların arasında bulunan iletilerde ne yazıldığına bile bakmadan  hepsini silmekteyim. Kimisi sürekli gelmekte, bazılarıda okuyanı rahatsız eden abes konuları içermekte. Gönderenleri bloke etmekteyim, bu sefer başka bir isim altında tekrar ileti göndermeye devam etmekteler. Basri ve Fatoş adlı cizgi kahramanların serüvenlerinde olan, kapıdan kovsanız bacadan giren satıcılar gibi  bir durum.
Adresleri nereden bulurlar, bu adresleri kimler, verir hiç aklım ermemekte. Bir tarihte rüzgar enerji santralları kurabilmek için Türkiye’de bulunan köy ve kasabaların isimlerini İç İşleri Bakanlığından istediğimizde ‘’ Gizlidir veremeyiz ‘’ diye bizi geri çevirmişlerdi. Şimdi ise, bırakın köy kasaba isimlerini, herkezin adresine ulaşılması, hatta telefonlarının da dinlenmesi sıradan bir konudan başka bir şey olmamakta.
Bunları yaşamda görmemiz bir asır veya 50 sene içinde bile olmadı. Geçtiğimiz beş on sene içinde istemesekte, yaşamak zorunda kaldığımız bazı gerçekler. Hakikat yalnız bu da değildir. İnsanoğlu unutkandır yahutta bir başka kelime ile NİSYAN ile malüldür. Türkiye açısından çok önem arz eden bir ülke olan Çin konusunda çok dikkatli davranırım. Bir ülkenin ekonomisini çökertebilecek yapıya sahip olan bu devasa ülkeden, büyük ümitler beslemenin doğru olmadığına inanmaktayım.
Eskilerin bir tabiri vardır ‘’ Çin işi Japon işi bunu yapan iki kişi’’.  Ne Japonların yaptıklarına aklım erer, nede Çin’lilerin verdikleri sözlere inanmam. Kısık gözleri ile nereye baktıkları belli olmayan bu ecüş bücüş insanların, nelere kadir olduklarını bir düşünün. Çin de ekmek yapmaya kalksanız, bütün ülke için  günde tüketilen ekmek sayısı en az bir milyar adet. Ayakkabı giydirmeye çalışsanız, pazar için yılda en az 3 milyar çift ayakkabı üretmeniz gerekir. Bu rakkamı güne indirirseniz, günde 8 milyon çift ayakkabı eder.
Ülkenin insan gücü o kadar fazladırki, bu rakkamı tekamül ettirip dış ülkelere bile satmayı planlamaktalar. Bazı konularda Çin ürünleri bir ülkeye girmeye başladığı andan itibaren, eğer ülkede o konuda bir üretim sektörü varsa, o sektörün iflas etmesi kaçınılmazdır. Bilhassa tekstil ürünleri konusunda ucuz işçiliği olan Çin malları, bir çok fabrikaların kapanmasına neden olduğunu, geçtiğimiz son 10 sene içinde şahit olduk.
Çin’li firmalar yabancı ülkelerde aldıkları teahhüd işlerinde maliyeti düşürmek için işçilerini kendi ülkelerinden getirmekteler. Hatta bu işçiler bütün gıda maddelerini kendi ülkelerinden temin ederek, kaldıkları zaman içinde getirdikleri maddeleri tüketmekteler. Kimi bu yapıda olan Çin’li gurupların kaldıkları yerlerde dört ayaklı hayvanlarında tüketildiği dile getirilmekte. Ben bu konuda her ne kadar gözlerimle görmemekle beraber, ciddi endişelerimin olduğunu ifade edebilirim.
Çin Halk Cumhuriyeti Ukrayna’dan satın aldıkları na-tamam VARYAG  uçak gemisini 2001 senesinde Turistik bir gemi inşaa etmek için  Boğazlardan geçirerek ülkelerine götürmek istemişlerdi. Aslında 1988 senesinde RİGA adı ile kızağa konulan VARYAG uçak gemisi, Rusya nın ikinci uçak gemisi olacaktı. 4 Aralık 1988 senesinde deniz indirildi. 1993 senesinde Ukrayna ile Rusyanın yaptığı bir anlaşma sonucunda bu gemi Ukrayna ya bırakılmıştı.  Ukrayna, bu gemiyi, Amerikada bulunan bir paravan şirket kanalı ile Çin Halk Cumhuriyetine sattı. Turizm şirketi gemiyi Turistik amaçlı olarak kullanacağını teahhüd ederek Boğazlardan geçme izni üzerinde israr etti.
Savaş gemisi olarak kullanılmama şartına ek olarak Çin, yılda 1,000,000 turist göndereceğini teahhüd ederek geçiş iznini almıştı. Gemiyi Boğaz köprüsünün altından geçirebilmek için bir kaç metre batırarak,  1 milyar dolar teminat karşılığında geçişi sağlandı. Sonunda ne olduğunu benim gibi sizde merak ediyorsunuzdur. Bu gemi Çin’in ilk uçak gemisi olarak 10 Ağustos 2011 tarihinde deneme seferine sessizce çıktığında, Çin’den Türkiye’ye teahhüd edilen Turist sayısının on birine ancak 2011 senesinde yaklaşılan değer 100,000 turist olarak ifade edilmekte. Bu sayının içinde Çin’den Türkiye’ye gelen İş adamları sayısınında  dahil edildiği bir gerçektir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin önemini anlamak başka, ülke olarak verdikleri sözleri tutmalarındaki gayri ciddiliği göz önünde tutarak, Nükleer Santral konusunda daha dikkatli olmamız gerektiğini düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına .
Metin Atamer 
Ne Çin’in Sözü.doc

metin atamer

unread,
Apr 15, 2012, 4:29:06 AM4/15/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Yemezler            
Türkçede  bir çok kelime ve deyim kendi öz anlamından başka anlamlarda kullanılmaktadır. Bu anlamları toplum kendisi üretir ve ülkeye mal eder. Bu kelimeleri ve deyimlere hepimiz biliriz ve kullanırız. Kullanırken bile ne anlama geldiğini, cümlenin gelişinden biliriz. Hatta bazı kelimeleri anlamı dışında olumsuz olarak kullanır, olumlu etkisini yansıtırız.
Türkçe orta asyada kullanılan Ural-Altay kökenli olup, ülkemizde yozlaşarak bu güne kadar gelmesine sebep olduğumuzu düşünmekteyim. İslamiyeti kabul edildiğimiz tarihten başlayarak dilimiz önce Arapça dan etkilendiği, bir çok kelimeninde bu lisandan dilimize transfer edildiği bir gerçektir. Dilimizde bir çok kelime arapçadan etkilenerek ve şekil değiştirerek katılmıştır. Osmanlı döneminde arapçanın daha baskın kullanıldığını görmekteyiz. Din’le yozlaşan ana dilimiz, birde  Farsçanın tesirinde kalmış, edebiyat ve buna bağlı akımların dilimize hakim olması ile dilimiz uzun dönem etkilemiştir. Şiirler ve edebi eserler içinde birçok kelime farsçadan intihal edilmiştir.
Osmanlı döneminde bir padişahın fermanı ile Fransa’ya verilen kapütilasyonlar ile Fransızca ülkede hakimiyet kurmaya başlamıştır. 120 okul açma imtiyazını kullanan Fransa, Istanbul’da açtığı okulların etkisi ile günlük konuşma lisanına Fransızca da duhul olmuştur. Fransızcanın etkin olduğunu gören Amerika lılar Osmanlıların zayıf anını kollayarak 400 Amerikan okulu açma imtiyazını koparmış ve ilk olarak Istanbulda Robert College olarak 1863 yılında açılmıştır. Bu aslında 1790 lı senelerde Osmanlı donanmasının Amerikan donanmasından esir alınan 4 savaş gemisi ve müretebatın bir intikamı niteliğindeydi.
Robert College dan sonra sırasıyla açılan okullar Kayseri, Tarsus, ve Elazığ gibi Ermenilerin yoğun olduğu illerde seçilmesi, bir başka ilginç konudur. Genç Türkiye’nin oluşum sürecinde Fransızca ağırlıklı olmasını izleyen senelerde, İngilizce,  Amerikan okullarının açılması ile daha da öne geçtiğini düşünmekteyim. Amerika’nın 200 senelik Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında, Fransızca nın değer yitirmesi, İngilizcenin öne çıkmasına neden olmuştur. Büyük Ortadoğu Projesinin ana maddesi Petrol olduğunu bilmeyen kalmadığına inanmaktayım. Petrole sahip olan, Dünya ya sahip olacağı kaçınılmazdır. Savaşların çıkma nedenlerinin altında bu gerçekler yatmaktadır.
Türkçe konuşan ülkeler içinde teknolojik gelişmeye ayak uyduramayan ülkeler, başka ülkelerin ürettiği teknolojilerde kullanılan kelimeleri hiç bir değişikliğe uğratmadan aldığından, ülke içinde kullanılan dil üzerinde bir başka etken daha ortaya çıkmış olmakta. Arapça, Farsça, Fransızca ve son olarak İngilizce ile etkilenen dilimiz anlaşılmaz bir karmaşa içinde olduğunu görmekteyiz. Benim ülkemde bir başka ülkenin dolaylıda olsa egemen olmasını siz nasıl kabul edersiniz bilmem amma, benim toleransımın olmadığını açıkca söyliyebilirim.
Benim hem içerde hemde dışarda tek düşmanım olduğunu bilmekteyim. Hafızanızı zorlarsanız Yunan birlikleri İzmir’i işgal ettikleri gün vilayet binasında Yunan bayrağının çekildiği bir resim vardır. Karenin içinde mutluluktan uçan, kendi ülkesini temsil eden uzun boylu iri yarı adam Amerika’nın  büyük elçisidir.
1950 senesinde Korede destan yazan bir Türkiye ordusu, Amerika’yı korkutmuş, bu nedenle bu kurumun yıpratılması için 5 kenar binada yapılan uzun vadeli planla, Türk Ordu sisteminin çökertilmesi için hedef kişi ve ona bağlı sistem geliştirilmesi uzun zaman almadığına inanmaktayım. Ilımlı islami bir devlet ve bunu yönetebilecek emir erini Amerika, her zaman bulabilecek alt yapıyı, plan içinde hareketle, sistemi kurması pek problem teşkil etmediğini görmekteyiz. F tipi bir organizasyonla Türkiye’yi kullanarak, orta doğuyu uzaktan kontrol etmek gibi  bir senaryo içinde yürütülen taktiksel sistem.
Orta doğuda doğal gaz ve petrole sahip Suriye’nin yeri önem arzettiğini herkes bilmekte, fakat nasıl çözüleceği konusunda bir yorum yapılamadığını düşünsekte, Okyanus ötesi buna da çareyi  uzaktan kumanda ederek getirdiğini izlemekteyiz. Yanan kor ateşi elle tutmaktansa, bir maşa kullanmayı herzaman bilen Amerika, Suriye’nin arkasında bulunan Çin’in doğrudan değilde dolaylı olarak nabzını ölçmek için bizim başefendiyi kullandığını düşünmekteyim. Nükleer Enerji ve Rüzgar Enerji türbinleri konusunda Türkiye ile ciddi konuşmalara giren Amerika’nın, bu iki konuda başefendinin Çin’e gitmesini kabul edermiydi diye aklımda hep bir soru vardır.     
Matematikte kabul edilmeyecek bir konuyu hatırlar, tanıtımına bayılırım. A eşittir B ye diye başlar yani a=b . Her iki tarafı a ile çarpın. AB olan tarafı eşitliğin öteki tarafına geçirin . a²- ab=0 halinden devam ederseniz a=2a eder.  Geçtiğimiz hafta başefendinin Çin ziyaretinde özellikle Suriye’nin konuşulduğu senaryo, kanımca a=2a denklemindeki  abesle iştigal gibi bir durum olsa gerek diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer          
Yemezler.doc

metin atamer

unread,
Apr 16, 2012, 9:09:36 AM4/16/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
İki Öykü İki Güfte İki Beste
Kayseri’nin Efkere köyünde, tüfekçi ustalarından Mustafa efendiyi, 1908 yılında eşi daha üç aylık hamile iken askere çağırırlar. Savaş o yıl çok çetin geçer ve 1908 yılında Mustafa efendi cephede şehit düşmesinin ardından oğlu dünyaya gelir. Adına Rahmi koyarlar. Köyde yetimler yurduna yerleştirilen Rahmi, ilk okulu üç yılda bitirip Istanbul’a gönderilir. Burada Said Halim Paşa yalısındaki Yetim çocuklar için ayrılmış bölümde kalan Rahmi, 1927 senesinde Istanbul Erkek Lisesini bitirir. 
Aynı sene Istanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde üniversite öğrenimine başlar. 1933 senesinde Tıp Fakültesini aksatmadan iyi derece ile bitiren Dr. Rahmi bey soy adı kanunu çıktığında Duman ismini alarak meslek hayatına Bakırköy Akıl Hastahanesinde ünlü Doktor Mazhar Osman’ın yanında, Başasistan olarak göreve başlar.
Ağır başlı, nüktedan, çevresinde çok sevilen bir insan olarak anılan Dr. Rahmi Duman, bir süre Paris ve Cenevre de mesleki deneyimlerle birlikte Fransızca lisanı  kazanır. 1940 senesinde yurda döndükten sonra Nüroloji Doçenti ünvanını alır.  1951 senesinde yurt dışı deneyimlerinde gördüğü şekilde nüroloji konusunda ilk  olarak özel bir klinik açmak için girişimde bulunur.  Mevcut hastahanenin karşısında bir klinik yaptırmaya başlar. Klinik 9 ay gibi kısa bir zamanda biter ve 1952 senesinde sağlık hizmeti vermeye başlar.
Sağlık konularına kendini fazla kaptıran Dr. Rahmi bey , evlenip yuva kurma konusunu ertelemiş ve çok geç evlenmiştir. Uzun boylu, çok alımlı bir bayan olan Cemile hanımla evlenmek istemesi, çevresinde olumlu karşılanmaz. Cemile hanımla oldukça yaş farkı olmasına rağmen evlenmek istemesine bazı arkadaşları dahil, dostlarıda karşı dururlar. Bütün olumsuzluklara rağmen Cemile hanımla evlenir. Istanbul Erkek Lisesinde başladığı şiir yazma özelliğine, üniversitedede devam eden Dr. Rahmi Duman bazı güftelerini yakın bildiği bestekarlara aktarır.
Cemile hanımla olan bu izdivacı konusunda yazdığı güfteyi, bestekâr Dr. Alaeddin Yavaşça’ya verir.   ‘’Ne günah etse açılmaz iki gönül arası, Ne günah etse kanar dildeki firkat yarası, Dilerim bin beter olsun kim ayıplarsa beni, Arıyor Ruhum onu olsada bir yüz karası.’’   Bu şarkıyı aksak usulde hicaz makamında besteleyen Dr. Alaeddin Yavaşça, Dr. Rahmi beyin evlilik girişimlerinde, çevresine olan isyanını ne kadar güzel dile getirdiğini düşünmekteyim. 
Bu güzel öyküyü anlatan bu güftenin hicaz makamda ölümsüzleşmiş olması, Cemile hanıma olan aşkını ne kadar güzel tarif ettiğini görmekteyiz. Dr. Rahmi beyin Cemile hanımdan 1954 de Rahmi ve 1956 da Hakan adlı iki erkek çocuğu olur. Klinikte çalışan bir hizmetli, 1971 senesinde ülkede yaygınlaşan terör olaylarında Istanbul’da bir çok soygun , fidye için adam kaçırma ve adam öldürme olaylarına karışan örgüte, Dr. Rahmi beyin evinde çok para olduğu bilgisini verir.
15 Nisan 1971 senesinde 5 kişilik terörist gurup, Dr. Rahmi beyin evine girerler. Şehir eşkiyası, kapıyı evdeki hizmetli açtığından, bir zorlukla karşılaşmazlar. Hastahane ile aynı bahçede bulunan Dr. Rahmi beyi evinde bulamıyan teröristler, Avusturya lisesinde okuyan 15 yaşındaki oğlu Hakan’ı kaçırırlar.
Üç gün içinde 250 bin lira fide verilmesi koşulu ile Hakan’ı serbest bırakacaklarını söyleyen teröristlerin, bu isteklerinin yerine gelmemesi halinde Hakan’ı öldüreceklerini söylerler. Bitmeyen ümid ile 3 gün bekleyiş, Dr.Rahmi beye 3 bin yıl gibi gelir. Bu bekleyiş  sürecinde Dr. Rahmi Duman hissiyatını kelimelerle mısralara aktarır. Kimseyi Böyle Perişan Etme Allahım Yeter,  Uyku Tutmaz, Bir Ümid Yok Gelmiyor Hiçbir Haber,  Ağlamaktan gözlerim etrafı artık Görmüyor,  Hazret-i Yakup’a Dönderdi beni Hükm-i Kader  mısraları, bu bekleyiş için kağıda dökülen hissiyatı, Dr. Rahmi Duman yazıp bir kenara koyar. 
Rasim Ferit beyin Yeniköy’deki yalısında toplanan Fehmi Tokay, Cevdet Çağla, Ruşen Eşref , ve Dr.Alaeddin Yavaşça’nın da bulunduğu mecliste, Dr. Rahmi bey  çekinerek Dr. Alaeddin beye, o sıkıntılı günlerinde yazdığı güfteyi çıkarır verir. Usul Aksak , Makam Hicaz, beste Dr. Alaeddin Yavaşça’nın yarattığı bu şarkıyı ilk dinlediklerinde, saz  meclisinde  bulunanlar göz yaşlarını tutamazlar. Bu güfte Dr. Rahmi beyin son olarak yazdığı güftedir. 20 Eylül 1985 senesinde sessizce aramızdan ebediyyen ayrılmış olan Dr. Rahmi beyin Canveren Sultan adlı birde kitabı bulunmaktadır.
Bu gün bu iki öyküye ait iki güftenin bestelendiği iki Hicaz şarkıyı iki değerli sesten dinletmeyi düşündüm. Kimseyi tanrım böyle perişan etmesin dileğim.
Metin Atamer
 
İki Öykü İki Güfte İki Beste.doc

metin atamer

unread,
Apr 28, 2012, 2:25:11 AM4/28/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz

Deyimler Ve Gerçekler
Toplumun kullandığı bir çok kalıplaşmış cümleler vardır, çok güzel manalar ifade etmekteler ki, ben bu cümlelere bayılırım. Mesela bir konu için ak olan gerçeği, kara olarak gösteren insanlar için ‘’ Ya hesap bilmiyor, yada dayak yememiş’’ diye tarif ederler. Hatta bu deyimi başka anlamlarda da kullanıldığına şahit olduğum durumlar mevcuttur. Geçtiğimiz günler içinde katılmış olduğum bir paneldeki konuşmamda, ülkemin bir çok konusu hakkında verilen kararlarda, mantık bulmanın zor olduğunu ifade ettim. Geçtiğimiz son 10 sene içinde enerji üretim sektörünü etkileyen kanun ve kararlarda yapılan anlaşılmaz değişikliğe isyan etmiştim.
Paneldeki konuşmamda günlerce üzerinde yetkililer ve özel sektör olarak müşterek çalışıp mütabakata vardığımız konularda, mevzuatta yapılacak değişiklik, Mecliste Genel Kurulda son dakikada bir vekilin bir cümlesi ile bambaşka karara bağlanmasının, ülkem için zararlı olduğunu düşünmekteyim. Üzerinde tartışılmadan mütabakatın değiştirilmesine yalnız ben isyan etmemekteyim. 6094 sayılı kanun içindeki enerji satışını belirleyen bir madde, 5346 sayılı kanunda Avrupa para birimi iken, bir anda Amerikan para birimine değiştirilmesinin yanlış olduğunu ifade ettim.
Resmi sektörü temsil eden konuşmacı ise durumu izah ederken, kullandığı cümleyi aynen aktarmak isterim ‘’ Meclisten yasa geçerken bir vekil Euro yerine Dolar olarak değişiklik yapılsın diye verdiği önerge kabul edildi ve bunun için Dolar cent olarak değiştirildi’’ . Bakınız bir yasa içinde en önemli bir madde olan olan fiyat belirlenmesi, üzerinde tartışılmaya gerek duyulmadan değişikliğe uğrayabilmekte. ‘’Adamın özürü, kabahatından büyük’’ diye bir deyimi burada kullanmak yerinde olur düşüncesindeyim. Mecliste bu değişikliğe vesile olan vekil için söylenecek bir deyim var, oda yukarıda izah olunan cümle olsa gerek ‘’ Ya hesap bilmiyor, yada dayak yememiş’’ .
‘’Tartışmaya ne gerek var, yasama bensem, yasarım arkadaş’’ diyerek yaşamaya devam etmekteyiz. Bu aslında son derecede tehlike arzeden bir durum. Bu konuşma sonucunda yatırımcı bir Alman konuşmacı ülkem için  çok dokunaklı bir cümle söyledi ‘’Sürdürülebilir bir enerji politikası olmayan Türkiye’de, yatırım yapmaya çekinilir. Bu günden yarına değişen kararlar, proje finans kurumlarını tedirgin eder ve  kaçırır‘’. Bu cümleler, yapılan oturumun kayıtlarında mevcut olduğundan, dilerim yetkililer bu kayıtları ellerine alıp okurlar.
Bu toplantıların yapıldığı yerde, aynı zamanda sergi veya fuar etkinliği gerçekleşmesi, bir bakıma ilgili insanları konu hakkında bir araya getirmesine vesile olduğuna inanmaktayım. Tabiidirki esas gaye, ülke içinde konu ile ilgili yapılan  üretim konularının dış ülkelerden gelenlere pazarlanabilecek bir ortama vesile olsun. Amaçlanan hedef, bu konferanslarda yeni teknolojiler tanıtılsın, resmi kurumlarda gerekli teşvikleri ortaya koysun ve ülkemde sanayi gelişsin. Buna paralel olarak istihdam artsın, refah bunun neticesinde tecelli etsin.
Gelin görünki bu üç günlük etkinliğin yer aldığı Istanbulda ICCI 2012 fuar yerinde, sergiye katılan onlarca firmaların içinde Yerli üreticiler iki elin parmakları kadar az olduğunu görmek için özel gözlük gerekmemekte. Buradan anladığım, hazırlanan senaryoda ülkemdeki sanayinin gelişmesi engellenerek,  yabancı üreticilere pazar yaratıldığını izlemekten, bir vatanperver olarak utanmaktayım.
Üretim yapmak pek kolay olmasa gerek. Ancak sanayinin gelişmesinde Devlet dediğimiz unsurun çok önemli bir rolü olduğuna yürekten inanmaktayım. Alman konuşmacının dediği gibi, ‘’ Bu günden yarına değişen bir politika olduğu müddetce,  bu ülkeye yatırımcı gelmesi çok zor görülmekte.’’ Bir yabancı gözü ile görülen bu ifadeye mutlaka kulak verilmesi gerekir. Keyfe keder, kişiye özel kanun çıkarılması kişileri zengin eder, amma ülkem fakirleşir.  
Yine geçtiğimiz günlerde enerji konusunda tam yetkili bir kurumun emekli olmuş başkanı bir televizyon kanalında  yaptığı söyleşide ‘’ Türkiye de yenilenebilir, temiz enerji kaynaklarının daha radikal teşvik edilmesi gerek ‘’ diyerek  konuşmasını izlerken, gözlerim yuvalarından fırladı, kulaklarımın yanlış duyduğuna hükmettim. Hemen programı aradım, duyduklarımın doğru olup olmadığını teyid ettirdim.  Evet, bu zatı muhterem şahit olduğum cümleleri kullanmış. Şimdi adam adama ‘’ Yahu be adam, sen bu kurumun başında, beş sene başkanlığını yaptın, neden bunu o zaman düşünmedin, aklın nerdeydi ? ’’ demezmi .
Fert başına milli gelirin on kat arttığını söylemek başka, gerçek ise bambaşka olduğu ortada . Hala kişi başına kullandığımız enerji miktarı yaklaşık 3000 kilovat saat ise, pek gelişmediğimizi düşünmekteyim.  Böyle toplantıları tarif eden çok güzel bir deyim bulunmakta ‘’ Körler le Sağırlar Birbirini Ağırlar ‘’  diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer                  
Deyimler Ve Gerçekler.doc

metin atamer

unread,
Apr 30, 2012, 1:33:28 PM4/30/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz

Garip
Çok küçük yaşta bir köy yerinde olan yatılı okulumuz, Talas’ta tepe bir noktada şato gibi durmaktaydı. Okulun ilk günlerinde okuyacağımız derslerin içinde birde ‘’ Atölye ‘’ adinda dersimiz bulunmaktaydı. Daha 13 yaşında olmamıza rağmen elimiz ve gözümüzün becerilerini  deneme yeri olabilecek, yatılı okulda bir atölyemiz vardı. İçinde çeşitli mengeneler, bir çok avadanlıklar, keskiler, eyeler ve insanın aklına gelebilecek her türlü tezgahın hazır oldugu bir mekandı bu atölyemiz.
Taş binanın orta yerinden girişte sol tarafta ince işlerin yapıldığı, sağ tarafta da kaba işçiliğin işlendiği mekan bulunmaktaydı. Atölyenin bir köşesinde cam bölme içinde Atölye şefi ve Atölye hocamız bulunmaktaydı. Bir yıl boyunca bir kaç alet yapma imkanımız oldu. Bir kare  demir bloktan 10 santimetre kesip günlerce eğe yaparak bir çekiç yapmayı öğrenmemiz, bize yalnız çekiç üretmeyi değil, bir emeğin, sabırla bir ürüne dönüşmesini ögretmişti.
Bir demir çubuktan yine el emeği, sabır ve dikkatle, haftalarca uğraşıp tornavida yaptığımızda kendimize olan güvenimiz artmaya başlamıştı. Her iki aletin üretilmesinde verilen emek ve sabır, bize bu yatılı okulda çok değerler kattığına inanırım. Atölye hocamız aynı zamanda okulumuzun vekil harçlığınıda yapmaktaydı. Çevresinde son derecede saygın bir kişiliği vardı. Fazla konuşmayı sevmezdi, az söz eder, fakat bizlere çok büyük değerler kattığına inanırım. Atölye dışında okul için erzak alışlarında  Kayseri deki esnaf kendisini çok severdi. Bazen onun alışveriş yaptığı dükkandan bizde hafta sonlari ekmek içi pastırma alırdık.
Dükkan sahibi bizede  çok ikramda bulunurken ‘’Koleçdensiniz deelmi ‘’ derlerdi. Başımızdaki özel şapkadan bütün Kayseri nerede okuduğumuzu bilirdi . Talas okulu kurulduğu tarihte, bu eğitim yerinde ,  orta okul düzeyinde, Kayseride bulunan Teyyare Fabrikasına metal işleyecek ara sınıf çırak ve kalfa yetiştirme gayeside güdüldüğü söylenirdi. Hatta o senelerden, bizlerde tanışma fırsatı bulduğumuz Sabri beyden, konu hakkında bilgi almıştık. O tarihtede atölyemizin öğretmeni bu dersi vermekte olduğunu söylemişti.
Okulumuzda kendi yaptığımız bir çok aleti senelerce kullanmış, hatta yapmış olduğum çekiçi, ve gözlük kabını hala saklamaktayım. Bu yeteneğimi sağlayan öğretmenimi bu gün hala rahmetle anmaktayım. El becerimi ve hatta daha ileri götürerek yaşamımda kazandığım bir çok beceride kendime öz güvenimi sağlıyan bu zarif insanı hatırlamamak elde değil. Bu kişi Garabet Topakbaş, saygı ve hürmete layık bir insan olarak, o okuldan her mezun Talas’lı anar.
Eğitimden sorumlu en üst düzey bir yetkilinin, Türkiye’nin en saygın ve hala ayakta kalan ender onurlu kurum olan ve 1856 senesinde kurulan Danıştay’ın , alınmış olan 19 Mayıs Gençlik ve Spor bayramının kaldırılması konusunda verilen kararda, yürütmeyi durdurma hükmü vermisini ‘’ Garabet’’ olarak  nitelemesini, Türk vatandaşı olarak esefle karşılamaktayım.
Yetkilinin söylediği tanımlamayı saygı ile andığımız Garabet ustamıza bir hakaret olarakmı algılamamız doğru olur, yoksa saygın bir kurumun verdiği yerinde  karara, bizim saygı duyduğumuz Garabet hocamıza mı atfetmemiz gerekir, tefrik etmekte zorlanmaktayım.  Toplumlar ruh hallerini ve heyecanlarını her daim en üst seviyede tutarak, milli bayramlarına sahip çıktıkca ayakta kalırlar. Toplumların bütünleyici, birleştirici menevi değerleri milli bayramların varlığında hayat bulur. Bu değerlere sahip çıkılması, bizim Garabet Ustamızın saygınlığına sahip çıkmamız gibidir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer  
Garip.doc

metin atamer

unread,
May 11, 2012, 1:45:24 PM5/11/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Paşa Sütü
Dün öğleyin Istanbul’dan  Ankara’ya gelirken arabamın dikiz aynasından seyrettiğim otomobil kazasında, tüylerim diken diken oldu, kanım çekilmişti. Ciddi süratle arkadan gelen bir araç, Gerede’den  sonra uzun bir köprüden geçerken birden sol bariyere çarpıp, yolun diğer tarafındaki sağ bariyerlere çarptı, önü ve arkası paramparça olarak otoyolun ortasında duruverdi. Bu olayın geçtiği süreç yaklaşık bir kaç saniye içinde oluşmuş, benim ise durup geri dönmem mümkün olmayacağı bir uzaklığa gitmiştim.
Hemen 155 numaralı telefona sarılıp yeri ve mevkii telefona çıkan memura bildirdim . Birden düşündüm, araç 50 metre daha ileri gelip bu hadise olmuş olsaydı benimde bu kazaya karışmam işten bile değildi. Nasıl olduda bu düz yolda bu araç bu bariyerlere çarptı, bilmiyorum amma beni ‘’ Süt Korudu’’.  Böyle durumlarda ne yapılır bilmemekle birlikte bundan başka bir girişimde bulunmanın doğru olmadığına inanmaktayım.
Bir tarihte İzmir’e giderken karşımdan gelen kamyon sürücüsünün uyuyup dereye devrilmesini izlemiştim. Olay gözümün önünde oluşmuş, korna çalıp ışıkla ikaz etmeme aldırmadan kamyon dereye uçmuştu. Koşarak gidip yaralı şoförü kamyondan çıkarıp arabama aldım. Doğru Turgutlu Devlet hastahanesine götürdüm.  Acil bakım yerine yaralıyı koyduğum anda başımda emniyetin bir polisi bitivermişti. Memura ben bu şoföre yardım edip hastahaneye getirdiğimi anlatmam pek konuyu çözmedi. Memur ‘’ Seni bırakamam, karakola gelip ifade vermen gerekir ‘’ diye diretti.
Tamam, polis haklıydı amma, benimde İzmir’de yetişmem gereken bir ihalem vardı. Bir oldu bittiye getirip, memurun  boş bulunduğu anda, tek katlı olan hastahanenin yan bir bahçe kapısından kaçarak arabama atlayıp oradan uzaklaşmıştım. Aslında yaralı kamyon sürücüsünün yaraları ve berelerinden başka bir konusu olmadığına inanmaktaydım.
Bu olay bende bir saplantı yarattığından, genelde bu durumlarda ‘’erkek olmanın onda dokuzu olay yerinden uzaklaşmaktır’’ diyen dayımın sözünü hep dinlemiştim. Bu olayda da, tek yönlü otoyolda geri dönmek mümkün olmadığından, olay yerine geri gidemedim. Hani derler ya ‘’ Sütten ağzı yanan Yoğurdu üfliyerek yer ‘’ diye, adlandırılan durum gibi bir olay.
Ne kadar dikkat etsek bazı konulardan kendimizi soyutlamamız mümkün olmamakta. Neresinden bakarsanız bakın, hepimiz böyle durumlarda, hassas olsakda, yüreğimizin sesini dinleyip doğru olduğuna inandığımız hareketleri yaparız. ‘’ Hiç birimiz sütten çıkan ak kaşık değiliz’’ diye düşünmekteyim. 
Hepimizin doğruları ve yanlışları mutlaka vardır. Fakat bazı insanlar vardırki doğuştan veya yaşadığı ortamdan elde ettikleri alışkanlıklarla yaptıkları hatalar, bir birine katlıyarak giderse, bunlara toplum olarak  vereceğimiz fazla bir katkı olmadığına inanırım ki böylelerine ‘’ Bu adamın sütü bozuk ‘’ diye adlandırırız. Bu insanlar, genelde şahsi menfaatlerini, her değerin üzerinde tutarlar. Ne yazık ki yaşamları boyunca olumlu anılmazlar. 
Geçtiğimiz son günlerin olaylarına seyirci kalmaktayım. Çocukların süt içmelerini bir alışkanlık haline getirilme çalışmaları sürecinde, mutlaka bir kaç kişi veyahut müessese, bundan nemalandığı muhakkak. Bir kaç ilde çocukların süt içmesini teşvik eden vekillerimiz de ‘’bedava süt, baldan tatlıdır’’ diye faydalandığı muhakkak.  Ben genelde ne Paşa konusuna, nede Süt konusuna muhalif gibi bakmamaktayım. Süt ve süt mamullerinin tüketilmesi, ülke ekonomisi bakımından önemlidir, fakat bu siyaset malzemesi olmaması gerekir. Seneler önce peder beni bakkala gönderdiğinde ‘’ Kars peyniri al’’  derdi. Kars’ta üretilen kaşar peynir çok değerli idi, hatta  peynirin dış çevresinde oluşan sert kısmını kesip atarlardı, fakat ben bu kısmı çok severdim.
Cumhuriyet gazetesinde ‘’Paşa’’ konusunda yazılan yazı ve buna bağlı değerlendirmeler üzerinde fikir beyan edilmesinin doğru olmadığını düşünmekteyim. Yazı içinde ‘’Paşa’  kelimesinin ne manada kullanıldığını, bir tek onu kullanan yazar ifade edebilir, yarası olan gocunur.  Her okuyan istediği köşeye çeker. Rahmetli Zeki Müren’e de Paşa denirdi. Bizim sitenin kapıda duran güvenlik bekçisinede biz, Paşa diye hitap ederiz. Aylardır ‘’süt dökmüş kediler’’ gibi sessiz durulurken, Paşa konusuna toplumdaki infialin zahiri olduğunu  düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer  
Paşa Sütü.doc

metin atamer

unread,
May 17, 2012, 8:46:41 AM5/17/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Kağıthane
Dünyanın hiç bir ülkesinde bir şehire ve onun semtlerine, Istanbul ve semtlerine yazılmış şiir, öykü ve şarkı kadar yazılmadığına inanmaktayım. ‘’Newyork Newyork’’ adlı şarkı , ‘’Arrivederci Roma’’ isimli şarkı , ve  ‘’I love Paris’’ gibi şarkıların yapıldığı tarihlerde  Eartha Kitt ‘’Üsküdar’’ adlı şarkıyı dünyaya tanıtmıştı.
Istanbul’un güzelliğine yazılan onlarca şiirlerden esinlenen bestekarlar, bütün hünerlerinini göstererek, bu şehirin güzelliğine beste yapmışlar. Önemli bestekarlar bu güfteleri ölümsüzleştirmişler. ‘’Sana Dün Bir Tepeden Baktım Ey Aziz Istanbul;  Görmedim Gezmediğim Sevmediğim Hiçbir Yer; Ömrüm Oldukça Gönül Tahtına Keyfince Kurul; Sade Bir Semtini Sevmek Bile Bir Ömre Değer’’ mısraları kadar içten duyguları aksettiren bir başka tarifi duymadığımı itiraf edebilirim.
Sadece Istanbul’un kendisine değil, bir çok semtine ayrı ayrı şarkıların bestelendiği önemli bir bulgudur. Bizans döneminde Barbisos adı ile anılan dere, surların hemen önünden boğaza giden su yolu olarak bilinir. Istanbul’un fethi sırasında Kasımpaşa sırlarından bu dereye Sultan Mehmet, gemilerini indirerek, Constantinopolis’i alıp bir çağı kapatıp, bir yeni çağa damgasını vurmuştu. Bu dere yatağı kenarlarına,  Osmanlı döneminde inşa edilen kağıt değirmeni, yörenin ismine Osmanlı döneminde  Kağıthane Deresi olarak anımsanmasına neden olmuştur. Bu değirmen ile ilgili Evliya Çelebi’nin ‘’ harabe halinde kağıthane değirmeni ‘’ olduğunu anlatan,  semt konusunda yazıları bulunmaktadır.
Bu gün bizim Haliç diye adlandırdığımız derenin adı ‘’Kağıthane Deresi’nin’’ kenarları, mesire yerleri ile donandığı kayıtlarda bulunmaktadır. Günümüze kadar ulaşan gravürlerde, bu beldenin ne kadar güzel bir mesire yeri olduğunu görmekteyiz. Hatta Kanuni Sultan Süleyman oğulları Mustafa, Mehmet ve Selim için yaptırdığı Muhteşem sünnet düğünü, At Meydanında başlayıp Kağıthane meydanında devam ederek, üç hafta sürdüğü bilinmektedir.  Kağıthane Deresi’nin hikayeleri sadece bu olayla değil bir çok konuya zemin teşkil etmiştir.
Kağıthane Lalesi adı ile bilinen ‘’Lale-i Günegün’’ yetiştirilip, bu mesire yerlerinin bunlarla donatılması, tarihte, sanat ve kültürün Osmanlı Devletinde derin izlerinin kaldığı bir dönem olarak anılır. Kağıthane Deresi kıyılarına 60 kadar kasır ve köşk yapıldığı ve bunların arasında ‘’Bektaşi Tekkesi’’ ve mezarlığınında yer aldığı bir döneme, 28 Mehmet Çelebi adını yazdırmıştır. En meşhur Kasırın adı olan ‘’Sadabat’’ ismi, bu yöreye adını vermiştir. Su yollarında yapılan kanallardan meydana gelen şellaler, mesire yerinde mevcut olduğu kayıtlarda bulunmaktadır.
Sakin gecelerde kağıttan yapılan kayıkların içine mum dikilerek Kağıthane deresine salınan yüzlerce ışıklı kağıt kayıkların yüzdüğü bu mekanda, bir çok umutsuz insanların bunlara dilekler diledikleri, bu dönemde bestelenen şarkılardan, şiirlerden anlamaktayız. Genç kızlar ve genç delikanlıların bir birlerini uzaktan görüp romantik sevdağlandıkları yer olarakta bilinen Kağıthane Deresi’nin mesire yerleri, bu gün hala şarkılarda dinlediğimiz bir çok hikayelerin içinde terennüm edilerek hatırlanmaktadır.
Lale devrinin yarattığı aşırı kültür ve sınıf farklılığından çıkan halk isyanı sonunda, hareketi yöneten Horpeşteli Arnavut Halil ve hamam oğlanları ile çapulcuların, bu mesire yerlerini talan etmeleri sonunda, isyancılar  devrin Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın isyana kurban edilmesi şartını öne sürerler.  Saray tarafından hoş karşılanmasada mecburen bu istek yerine getirilip, öldürülen iki ceset saraydan çıkarılır. Bu vücutların istedikleri kişiler olmadığını iddia eden isyancı Halil, III Ahmed’in tahttan inmesini dayattırması neticesinde, III Ahmed tahttan iner ve I Mahmut Padişah olarak göreve gelir. 1730 senesinde 28 Eylül günü meydana gelen bu kaos, bir dönemin karanlık günlerinin tozlu sayfalar içinde kalmasına neden olur.  
Hoca Mehmet Paşa’nın Kerimesi olan Mahinur, gönlünü Bayazıt ’lı yağız bir delikanlıya kaptırır.  Mesire yerinde, delikanlının önünden geçerken mendilini yere bırakan Mahinur’un dileği, bu harekette açıktır. Genelde Cuma günleri çıkılan bu mesire yerine bir sonraki Cuma günü erken gelen delikanlı ne Mahinur’u görür, nede ondan bir haber getirecek bir nedimeyi. İçine kapanan şair ruhlu bu genç delikanlının yazdığı mısralar bir zaman sonra Lavtacı  Hristaki Kiryazis tarafından bulunur. Civan Ağa  ve Andon Ağa’ın en küçük kardeşi olan Hristaki Kiryazis’in ne zaman doğduğu belli değildir. 1914 senesinde Sultan V Mehmed’in ülkeyi kötü idare etmesine dayanamıyan Lavtacı Hristo efendi, kendini pencereden atarak intihar eder.   Arkadaşları ve musiki sevenler kendisini Lavta çaldığı için Lavtacı Hristo olarak bilirler. Çevresinde çok sevilen ve sayısız beste yapan Lavtacı Hristo, Kağıthane deresini ve anıyı notalara döker .   
Usul        ; Aksak                Makamı       ;  Segah  
Suy-i Kağıthanede Mecnun Misal,            Bekledim Râhın Efendim Bi-mecâl,                        Anladım Teşrifine Yok İhtimal,            Çağlayanlarla Beraber Çağladım,                                Tali-i Nâsaze Küstüm Ağladım
Bu Segah eseri size genç bir sesten dinletmek istedim.
Metin Atamer
             
Kağıthane.doc

metin atamer

unread,
May 26, 2012, 7:17:31 AM5/26/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz

İnce Çizgi
 
Hiç bir  zaman aklımdan silemediğim bir deyim" ince çizgi".  Hayatla ölüm
arasında olduğu söyleyenen  bir çizgi. " İnce çizgi" konusunda zaman zaman araştırma yaparım. İnandığım doğrular içinde aradığım gerçek, mesela Musiki ile gürültü arasında olan çok ince bir çizginin var olduğu gibi.
 
Geçenlerde Istanbul'da Bağdat caddesinde dolaşırken yanımızdan yavaş geçen bir aracın içinden yükselen gürültüden dolayı  yanımdaki arkadaşımın söylediği kelimeleri duyamadım. Bu nedenle  eğilip aracı süren delikanlıya kulağımın oldukca rahatsız olduğunu ikaz etmeye çalıştım. Fakat genç sürücü yaydığı gürültüden benim ne söylediğimi anlamadı. Kendisi,  aracın içinde yükselen gürültüyü kısmak mecburiyetinde kalmıştı.
Aslında gürültü ile musiki arasında oluşan bu ince çizgiyi bu gence nasıl anlatırım diye düşündüm.  Kendimi konudan ve bulunduğum yerden uzaklaştırmayı daha uygun  buldum. Bu gence "cıs" "tak"  "cıs" "tak" şeklinde bir ritmin musiki ile uzaktan yakından akraba olmadığını nasıl anlatırdım. Nasıl izah etmem gerektiğini bilemedim. Kendimi ifade etmeye çalışmamdaki aczimi, karşımdaki genç nasıl anlar diye düşündüm.  Kendi kendime buda bir incecik çizgi dedim, teselli buldum.
 
Yaz akşamları tatil yapmaya çalıştığımız evin karşı yamacında bulunan bir
tatil sitesinin müzikle dans edilen ‘’ disco ‘’ isimli mekandan  yükselen gürültü ile burada bulunan insanların çıkardıkları gürültü, civarda bulunan sitelerdeki insanları rahatsız ettiği muhakkak. Burada gürültü çıkaran insanların ortaya koyduğu eğlenme ile dinlenme arasındaki çok ince çizgiyi çoğu zaman düşünmüşümdür.
Kimileri tepinmekle eğlenmeyi, dinlenme adına yaptıklarına inanmakta, kimileri ise dinlenmenin, az gürültülü ortamlarda tabiatın sesini dinlemekte
aramaktalar . İşte bu  iki düşüncenin arasında oluşan çok ince bir çizgi
dinlenmeyi ,eğlenmekten ayırt etmekte.
 
Adam deniz kıyısında lokantada salatasını ve balığını söylemiş ,yanında
gidecek birde içki bardağını eğri çatalın kenarına koyarak, beyaz peynirden bir lokma almasının  peşinden, bir yudum içkisini eda ederken, yine deniz kıyısında lokantaya bitişik bir camiden yatsı namazı için ezan sesinin akışında bir ince çizgi olması gerektiğine inancım tamdır.  
Ülkemin eğitim konusunda senelerdir rota değiştirmesini hem yaşayan hemde izleyen bir vatandaş olarak endişe içinde seyrederken, yine bir ince çizgi üzerinde yoğunlaşmaktayım. ‘’Tevhidi Tedrisat ‘’  kanunu olarak bildiğimiz Öğrenim Birliği Yasası, 3 Mart 1924 senesinde Kabul edildiği dönemde, Osmanlıdan kalan ‘’ Medrese’’, ‘’Mektep’’, ve  ‘’Okul’’ gibi dağınık eğitim kurumlarını bir araya toplamak ve eğitimin bir elden idare edilmesini sağlamak amacı güdülmüştü. 
Geçtiğimiz son 90 sene içinde eğitim konusu, çeşitli dönemlerde radikal değişikliğe uğramış, bu değişiklik kimlerin amaçlarına hizmet etmek için yapıldığını algılamak, bu ince çizgiyi iyi anlamaktan geçtiğine inanırım. Yok olmaya mahkum edilmiş toplumdan bir devlet yaratmanın bazı ince çizgileri vardır. Burada oluşan hedef, ince çizginin resmine ne tarafından baktığınıza bağlı olsa gerek. Tevhidi Tedrisat Kanunu çıktığı tarihlerde, 30 Kasım 1925 de Tekke ve Zaviyeler hakkında Kabul edilen kanunla bu dergahların kapatılması , bir çok gurupları tedirgin ettiği bir gerçektir.
Bu yasa kapsamında Osmanlı döneminde medreselere giden öğrencilerin askerden muafiyeti olduğu için, medreselerde binlerce kayıtlı talebe olduğuda bir hakikattir. Çıkan kanunla bu talebelerin imtiyazı ortadan kalkmış. Hatta Adalet Bakanlığında bulunan  Şeri Mahkemelerin kapatılması ile birlikte KADI yetiştiren Mekteb-i Kuzat’ında kapatılması aynı kanuna bağlanmış. Aslında geçtiğimiz 90 sene boyunca eğitim konusunda bir kesim insanların ellerinden oyuncakları alındığı için topluma karşı olan tepkileri yıllar boyunca katlanarak devam ettiğini görmekteyiz.
Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal orduya zaman zaman resmi geçit tatbikatı yaptırır, askerin maneviyat ve ruh yapılarının üst seviyede kalmasını sağlardı. Ülkemizde Milli Birlik ve Beraberliğimizin müşterek yapılarından bir tanesi, Milli bayramlar olduğuna inanmaktayım. Bu bayramlar insanların müşterek bir ülkü etrafında buluşmasını sağlar.
Ülkemizde yaşayan vatandaşların tamamı aynı dinden olmadığına göre, dini bayramların etrafında kenetlenmemizin mümkün olmadığını görmekteyim. Dini Bayramları kutlamıyalım diye bir öneride kimse bulunmak istemez. Müslüman olmayan vatadaşları, dini bayramları ve kandilleri nasıl kutlamaya mecbur etmiyorsak, onlarla müşterek kutlayabileceğimiz bayramlarımıza sıkı sıkı bağlanmamız gerekir.  1934 yılında Almanya nın başına geçen Adolf Hitler tek tip Alman Irkı üzerinde ciddi duruşunda aldığı kararların doğru olmadığını, 1945 deki neticeden görmekteyiz. Bir ırkı yok etmeye kalkışması kabul edilir bir hata değildir.Tek tip insan, tek tip din, tek tip giyim, tek tip lisan gibi şekilcilik de başarı elde etmek hayalden ileri olmasa gerek diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
 
Metin Atamer                
İnce Çizgi.doc

metin atamer

unread,
May 31, 2012, 9:50:46 AM5/31/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Sıra Kimde
1999 senesinde bir kaç defa Paris’e iş seyahatine gittim. O senenin sonunda  2000 yılını idrak edecektik. Tabidirki değişecek bir konu olmayacaktı, fakat tekrar 1000 sene değişmesini idrak edemiyeceğimiz için bir değeri vardı. Eiffel Kulesinin üzerine konulmuş ışıklı bir tabelada her gün değişen rakkamlarla 2000 senesini idrak etmeye kalan gün sayısı okunmaktaydı. Bilindiği gibi Eiffel Kulesinin ismi bu kuleyi yapan firmanın isminden almaktadır.
Gustave Eiffel adlı firma 7.7 milyon Fransız Frangı harcıyarak yaptıkları bu demirden kuleyi 3000 kişi 26 ay boyunca 18000 demir parçalarını 2.5 milyon perçin kullanarak inşaa etmesi, ardından kuleyi ilk yılda 2 milyon insan ziyaret ederek harcanan paranın önemli bir bölümünü birinci senede geri toplandığı söylenir. Yılda 6 milyon insan bu kuleyi ziyaret ederek, hem kuleye hemde ülkeye önemli bir para bırakır.
Yüksekliği 300 metre olan bu kule, Paris’in dolayısiyle Fransa’nın bir sembolüdür. Fransa da çok çeşitli ırk ve etnik kökenleri değişik insanlar birarada yaşamaktadır. Fransızların yanında Fransızlarla birlikte yaşayan bu insanların arasında Türk’lerde bulunmakta, Cezayir’lilerde  bulunmakta. Aralarında Güney Afrika kökenli insanlarda bulunmakta, hatta Çin’li çekik gözlü insanlarda yaşamlarını sürdürmektedirler.
Fransız denilince kumral, uzun boylu,  çapkın erkekler, ince, zarif giyimli latif bayanlar gözümün önüne gelir. Avenue des Champ-Elysees  caddesinde bir kafeteryada oturup gelen geçenleri izlerseniz, insanları seyrederken zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız. Şehrin altında ve üstünde inşaa edilen metro yolları ile şehrin her köşesine ulaşabilme imkanı olduğu için, şehir her yöne genişlemiştir. Bir kaç hava alanı, bu şehrin hava ulaşımında, şehire gelen ve gidenlere çok iyi hizmet verir. Bu şehirde yaşayan insanların büyük bir bölümünün koyu derili olması dikkatimi çekmiştir.
Fransız milli futbol takımının maçını izlerken sanki bir Afrika ülkesinin maçını izliyor düşüncesine kapılmaktayım. Tenis kortlarında, atletizm kulvarlarında Fransa adına koşan sporcuların Afrika kökenli olması oldukça ilginçtir. Fransa’da yaşıyan insanların din konusunda da bir mozayik içinde olduklarına inanmaktayım. Bu kültürün içine entegre olmuş Cezayirlisi, Faslısı, Türk’ü, Mozambik’lisi, Çin’lisi bu ülkenin kanunlarına saygılı olduğu için bu ülkede yaşamakta olduğu da bir başka hakikat.
Fransa’da 1968 yıllarında öğrenci hareketleri olmuş ve bu bütün dünyaya yayılmıştı. Fransa’da bulunan yüksek öğrenim sistemi, öğrenciler için oldukca ağır şartlar içerdiğinden, öğrenciler bu şartlara isyan etmekteydiler. Bu durum o tarihte Türkiye’yi de etkilemiş, öğrenciler sokaklara dökülmüşlerdi. Türkiye’de yüksek öğrenim kurumlarında okuyan öğrenciler çok değişik yönden gelen etkilerle ‘’öğrenci hareketleri’’ dediğimiz süreç içinde, ülkemde bir çok değişikliklere tanık olmuştuk. Fransa ile Osmanlı döneminden gelen yakın ilişkilerimiz, son senelerde Türkiye’deki bazı etnik kökenli konularda, iç işlerimize karışırcasına tavırlarından dolayı soğuduğu  muhakkak. Konuların neresine bakarsanız bakın Türkiye birçok konuda Fransa’yı örnek almış olduğu bir gerçektir.
Osmanlı döneminden kalan bir çok hukuk sistemi Fransa’dan alınmadır. Danıştay, Sayıştay, Yargıtay ve hatta mülki sistemimiz bile Fransadan kopyadır. Osmanlı döneminde verilen imtiyaz ile açılan Fransız okullarının bunda çok büyük rolü olduğuna inanmaktayım. Türkiye Cumhuriyet kuruluş tarihinde Dış İşleri Bakanlığında çalışan diplomatların büyük bir bölümü Galatasaray Lisesi mezunu Fransızca bilenlerden teşkil etmekteydi.
Geçtiğimiz son 10 sene içinde şöyle yada böyle ülkemde cebren bir çok temel taşların yerlerinden oynadığını seyretmekteyiz. Yönetimin doğrudan yahutta dolaylı olarak değiştirdikleri bir çok konuya katılmasamda kabul etmek mecburiyetinde olduğum muhakkak. Türkiye’de bu değişiklikler olurken yönetim ilk olarak yüksek eğitim kurumları ile bir tartışma başlattığını 2003 senesinde izledik. Daha sonra Türkiye’nin güçlü ordusu ile kavgaya girişilmesini seyrettik. Eğitim kurumları ile sürtüşmelerin toplumda açtığı yaralara şahit olduk. Hipokrat yeminine sadık  Doktorlarada sıra gelmiş, bu sürtüşmeden onlarda nasibini almıştı.  
Sanatçı olan saygın bir kesimi mesleğini icra etmesini şartlarla sınırlandırmasını üzülerek seyretmekteyiz. Roma döneminde herhangi bir şehir kurulurken Anfi-Tiyatro binası ilk tesis edilen yer olması, sanata ve eleştiriye ne kadar önem verdiklerini gösterdiğine inanırım. Mevcut yönetimimiz bu eleştiriyi sindirmeyi düşünmemesi üzücüdür. Memurların ellerinden alınan özlük hakları konusunda yönetim tartışmayada tahammül edemiyen bir tavır göstermektedir.  
Şimdi ise kadınların üreme organları konusunda tartışma açmasının yanlış olduğuna inancım tamdır. %51 kadın olan Türkiye’de Kürtaj hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisinde el kaldırarak karar verecek olanların %90 nı erkek milletvekili. Kadınların cinsiyeti konusunda çok önemli bir kararda yine Erkek egemen olmasının abesle iştigal olduğu muhakkak.
Bir konuya yasak getirdiğiniz zaman, yasal olmayan yollar işlemeye başlar ki insan sağlığı Kürtajla heba olmaya namzettir. Erkek egemen toplumda kadına zorla tecavüzün engellemesi gerekirken, Yönetim kadınlara bir darbeyide kürtajla vurmaya hazırlanılmasını, toplumun reddetmesi gerek.  Toplumun çeşitli kesimlerinden şu veyahut bu şekilde, geçmişin hesapları konusunda bir öc almanın toplumdaki hangi dinamiklerin yerlerini değiştirir, zaman gösterecektir.  Şimdi ise bekliyorum sırada kim var ve hangi konu gündeme gelecek, kimin neresi ile uğraşılacak, kimden rövanş alınacak diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
 
Metin Atamer 
Sıra Kimde.doc

metin atamer

unread,
Jun 5, 2012, 2:37:04 PM6/5/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz

DEDE
Seneler önce evlendiğim günlerde, bir gün dede olacağımı hiç düşünmemiştim. Bir kaç sene önce ilk torunum Bora dünyaya geldiğinde dede olmuştum amma, kimse bana dede demiyordu. Bir sene sonra ikinci torunum Mert dünyaya geldi yine kimse bana Dede diye hitap etmiyordu. İlk torunumun bebekliği sonunda ilk heceleri telaffuz ederken söylenmesi kolay olan  ‘’dede’’  kelimesi bilinçsiz olarak ortaya çıkmaya başladı. Sevinmedim desem doğru olmaz. Yavaş yavaş dede olduğumu anlamaya başladım. Şimdi torunlarım 3-4 yaşlarında ve bilinçli olarak bana ‘’Dede’’ diye hitap etmelerine sevinmekteyim.
Benim dede olmamla Türk Sanat Musikisinde DEDE olmak bir birinden çok ayrı bir manada oluşmakta. Vezir Cezzar Ahmet Paşa’nın mühürdarı Süleyman Ağa  icazet alarak Istanbul’a gelir ve Şehzadebaşındaki Acem Hamamını satın alır. Istanbul’da yerleşik hale gelen Süleyman Ağa, Şehremin’den Rukiye hanımla evlenir. 9 Ocak 1778 tarihinde Kurban Bayramının ilk günü bir evlatları dünyaya gelir.  İsmini Süleyman Ağa ‘’İsmail’’ olarak koyar. Süleyman zade İsmail ilk öğrenimi için  Çamaşırcı mektebine gider. Burada sesinin güzelliği hocalarının dikkatini çeker.
Bir tören sırasında İsmail’e bir ilahi okuturlar. Uncuzade Mehmet Efendi tarafından dinlenen bu ses çok beğenilir. Mehmet Efendi, İsmail’i, kendi öğrencilerinin arasına alır. Daha sonra eğitimini tamamlayınca  Defeterdarlık kalemine alınır. Bu arada Hocası Mehmet efendinin yardımıyla Yenikapı Mevlevihanesine kayıt olur. Burada Şeyh Ali Nutki dedenin derslerini alır. Nutk-i dedenin kardeşi Abdulbaki Nasır Dede’dende musiki dersleri almaya başlar.
Ney üflemeyede aynı zamanda başlayan Süleyman Zade  İsmail, Defterdarlık kaleminden 1798 senesinde ayrılarak mevlevihanede 1001 günlük çile çekmeye karar verir. Bu arada ‘’ Zülfündedir benim baht-ı siyahım ‘’ dizisi ile başlayan şarkısı, Istanbul’da birden en çok sevilen şarkı  olur. Bu eserin ünü bütün Istanbul’a yayılırken Padişah Sultan Selim’in de kulağına gider ve şarkı Saray da okunur. Bu buselik şarkıyı bestekârın sesinden dinlemek isteyen Padişah onu Saraya çağırır. Dergah kurallarına uymak kaydı ile gece saraya giden Ismail, şarkısını okur, ve gün doğmadan Mevlevihaneye geri döner.
Sanata ve musikiye düşkün olan Sultan Selim Han, bestekar Ismail’i Saraya ister. Çilehanede 3 yılını doldurmamış olmasına rağmen Nutki Dede tarafından zamanını doldurduğu kabul edilerek genç yaşta Derviş İsmail adıyla sarayda zaman zaman hanende olarak görev yapmasına müsaade edilir.  Yıllarca kendisini Dede Efendi olarak, bu gün bile anılır, fakat esas namı Hamamızade Ismail Dede Efendi olarak musiki tarihimize geçmiştir.
İsmail Dede Efendi 1801 senesinde saraydan Nazlıfer  hanımla evlenir.  ’Ey Çeşm-i ahu hicr ile tenhalara saldın beni’’  bestesi saray tarafından dinlenir. Çok beğeni alır. 1804 senesinde çok sevdiği hocası Nukt-i Dede’yi kaybeder. Bu  olayın acısı henüz dinmemişken, oğlu Salih’in vefatı ile sarsılır.  ‘’ Bir Gonca femn yaresi var ciğerimde ‘’ mısraları ile üzüntüsünü dile getiren bestesi, bayati makamda ilgi ile dinlenir.   29 Mayıs 1807 senesinde III Sultan Selim han taht’tan çekilmek mecburiyetinde kalır.
Yerine geçen IV Mustafa sanat konusuna yatkın olmadığından, İsmail dede ile Saray ilişkisi kesilir. III Selimi tekrar tahta çıkarmak için Istanbul’a yürüyen Alemdar Mustafa Paşa’nın bu hareketinden korkan IV Mustafa,  III Selimi boğdurur. Bu hadiseye İsmail Dede çok üzülür. Bu acının hemen sonrasında annesi Rukiye hanımıda kaybeden İsmail Dede Efendi musikiye ağırlık vererek  teselliyi bestelerinde aradığını izlemekteyiz.  
IV Mustafa’nın 18 ay süren kısa saltanatının hemen sonrası tahta II Mahmut geçer. İsmail Dede Efendinin sarayla olan ilişkisi tekrar düzelir. 1810 yılında ikinci oğlu da vefat eder. Genç Hükümdar II Mahmut, bestekarı himayesine alır ve ‘’Sermüezzin’’ olarak görevlendirir. Bununla beraber İsmail Dede Enderunda hocalıkta yapmaya başlar. Bu arada  Sarayda bulunan bestekar Şakir Ağa ile aralarında bir  musiki çekişmesi ortaya çıkar. Bu çekişme musiki adına ilgi çekici ve faydalı olur.
II Mahmut Osmanlı padişahları ararsında ileri görüşlü, halka yönelik çalışmaları, sanata olan ilgisi ile sevilen bir padişah olarak bilmekteyiz. Hatta Mekteb-i Tıbbiye-yi Şahane de onun emri ile kurulur. Bu dönemde Sarayda batı musikisine yönelik bir gelişme olması, Dede Efendiyi tedirgin etsede bu tarzda eser bile verdiğini görmekteyiz. 1 Temmuz 1839 senesinde yakalandığı verem hastalığından vefat eden eden II Mahmut yerine Abdulmecit tahta geçer.  
Abdulmecit de babası gibi ileri görüşleri olan, sanat ve sanatcıyı koruyan bir padişah olarak görülmektedir. Enderun adı ve anlamını değiştirmiş, Musika-i Humayun’u kurarak batı musikisi tarzında eserlerin verilmesini istemiştir. Fransa’dan bir gurup musizyenleri dinleyen Padişah Abdulmecit, dinleyenlere bir sonraki gün Dede Efendiden bu tarzda bir eserin icra edilmesini ister. Ertesi günü Dede Efendiden pek ümidi olmamasına rağmen saz meclisine gelen Padişah Abdulmecit’e verilen konserde Dede Efendi ‘’Yine Bir Gülnihal Aldı Bu Gönlümü ‘’   adlı yeni bestelediği  şarkısını sunması çok beğeni alır.  
Bu batılılaşmayı sevmeyen İsmail Dede Efendi saraydan kendi isteği ile ayrılır ve 1846 senesinde hacca gitmek için Padişahtan müsaade ister. Hac sırasında yakalandığı kolera hastalığına, 30 Kasım 1846 da Mina’da yenik düşer. 500 den fazla beste yapan Hamamı Zade İsmail Dede Efendi, Mekke’de  Hazreti Ayşe’nin ayak ucuna defnedilir.
Bazı makamları kendi bulan ve uygulayan İsmail Dede, Araban Kürdi, Hicaz Buselik, Saba Buselik, Neveser ve Sultan-i Yegah makamlarının yaratıcısıdır. Musikimizin bir çok ustaları Dede’nin talebeleri olmuş, onun rahley-i tedrisatında yetiştiği bir gerçektir. Zekai Dede , Şakir Ağa, Nikagos Ağa, Hacı Arif bey, ve Mutafzade Ahmet Efendi  gibi önemli isimleri yetiştiren Dede Efendi olmuştur.
Bir çok bestelerinde III Selim’in etkisi görünen eserleri içinde iki besteyi  çok sevdiğimi söylemek isterim.  
Usulü   Aksak , Makamı Şehnaz, güftenin kaynağı bilinmemekle beraber bestekarı İsmail Dede Efendi :
Reh-i aşkında kaddimi Kütah Gönül,   Beni Baştan çıkarıp Eyledi Gümrah Gönül,   Başımı Derde Salıp Sinemi Suzan Etti,  Yaktı Yandırdı Beni Derd İle Eyvah Gönül .
Hac sırasında bestelediği son eser ise Usulü   Evsat , Makamı ise Şehnaz İlahi ,  Güfte Yunus Emre, Beste Hamamı Zade İsmail Dede Efendi :   Yürük Değirmenler Gibi Dönerler ,   El Ele Vermiş Hakka Giderler .
Her ikisinide yeni seslerden dinletmek istedim.
Metin Atamer
 
DEDE.doc

metin atamer

unread,
Jun 15, 2012, 3:41:54 AM6/15/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz

Aşure
Çocukken validemin bir hikayesini dinlerdim. Bu hikayeye inanmasamda o tarihte annemin anlatımına can kulağı kesilir,  yumuşak dilini sever, olayı hayalimde canlandırmaya çalışırdım. Hazreti Nuh’a bir büyük kayık yapması söylenir. Bu devasa kayığa bütün hayvanattan birer çift alınır . Birden beklenen tufan meydana gelir. Havada bulutlar oluşur, şimşekler çakar, yağmur bardaktan boşalırcasına dökülmeye başlar.
Öyle yağarki yağmur, her yer sularla kaplanır, yer gök su olur. Ne kadar büyük bir gemi mühendisliğidirki Hazreti Nuhun yaptığı bu muhteşem tekne, bütün hayvanların  bir arada bulunup, hiç dalaşmadan aynı gemide sakince   oturduklarını anlatırdı annem.  Bu teknenin  Loyyd sertifikası olmadanda yüzdüğünü söylerdi. Yağmur günlerce yağar ve durur. Bir zaman sonra sular yavaş yavaş çekilir. Yüzen bu muhteşem transatlantik bir dağın tepesinde karaya oturur.
Hazreti Nuh gemiden inen ilk insan olur. Çok büyük olan kapısını açar ve hayvanlar eşleri ile bu tekneyi terk ederler. Yer yüzünde canlı hayat tekar düzelmeye koyulur. Kurallar konur, kaideler yerleştirilir ve insanoğlu nesil olarak yeniden bir nesil geliştirmeye başlar. Hayvanatta yeniden üremeye ve çoğalmaya başlar. Karaya ayak bastıklarında Hazreti Nuh, yanındakilere  gemide kalan erzaktan bir yiyecek üretmesini ister. Büyücek bir sini içine gemide ne varsa koyarlar . Daha sonra büyük bir ateşi kazanın ltına yakarlar, ve yemek başlar pişmeye. Çevir allah çevir kaşığı, dibi tutmasın. Bu tufan olayı hakkında bir de hadis bulunmakta.
Kimin aktardığı belli olmayan ve hatta kimin tarafından yazıldığı belli olmayan, fakat dile getirilen sözler söyle demekte:   ‘’Aşure Günü Nuh aleyhisselamın Gemisi Cudi Dağına İndirildi O Gün Nuh Ve Yanındakiler  Allahü Tealaya şüşür için Oruç İdiler Hayvanlarda Hiç Bir Şey Yememişti. Allahü Teala Denizi , Beni İsrail için Aşure Günü Yardı, Yine Aşure Günü Allhü Teala Adem Aleyhisselamın ve Yunus Aleyhisselamın Kavminin Tevbesini Kabul Etti . Ibrahim Aleyhisselam da O Gün Doğdu’’ ( Taberani).  
Her nedense Aşure günü diğer günlerden farklı bir yapıya sahip olarak kabul edilmekte. Aslında rivayet odurki Hazret-i Musa kavmini alıp Kızıl denizi geçmeside bu güne tesadüf eder. Hatta Hazreti Isa’nın doğum ve ölüm günü aynı aşure günü olduğu söylenmektedir.     
Validem devam ederdi anlatmaya , kaynayan tencereye gemide bulunan ne kadar baharat varsa ilave ederler sonuncunda meydana gelen bu karışıma ‘’Aşure’’ derler diye anlatırdı. Validem ne zaman aşure pişirmeye kalksa bu hikayeyi mutlaka dinlerdim. Herkez tuttukları şükran orucunu, bu pişen bulamaç ile bozduklarını söylerdi.   
Biz ise oruc tutmayız amma bu aşure adı ile anılan tatlıyı çok severiz. Validem evde ne bulursa aşure tenceresine atmazdı. Tencerenin içine nohut, fasulye, gibi bazı bakliyatları önce su ile haşlar içine çeşitli meyveleri küp küp keser atar ve şekeri ilave ederek kaynatırdı . Nar taneleri bu kaynama sürecinde atılmaz, soğumaya bırakıldığında üzerini süslerdi. Bizde bu tatlı olarak tanıdığımız aşureyi afiyetle yerdik.
Bu gün ülkemizde hayat Nuh tufanı gibi darma dağın, bir anlamsız fırtına içinde yüzmekteyiz. Eğitim sistemi allak bullak, memur ve işçi hak ve hürriyetleri perişan, Tarim ve Hayvancılık belirsiz bir denizde yüzmekte, ekonomi olarak bakılan cari açığımız inanılmaz rakkamlarda, Kuvvetli Silahlarımız şanlı tarihinde hiç böyle bir duruma düşmemiş, insanlar çıkmamış kitapları için yargılanmakta, düşünce hürriyeti şaibeli, Yabancı gazetecilerin alay malzemesi ettiği bir aşure kazanı kaynatılmakta ve birileri elinde bir büyük, kaşık Türkiye’yi karıştırmakta. Bu kazanın ampulü ne zaman sönecek, bu kazanın kaynatılması ne zaman duracak, pişen bu aşureyi kim yiyecek diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer
aşure.doc

metin atamer

unread,
Jun 18, 2012, 5:13:17 AM6/18/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz

Arif Bey
Her insanın bir mesleği ve bu meslekten ekmek parası kazandığı bir gerçektir. Çalışmadan para kazanan insanları, bu tanımdan hariç tutmak isterim. Birde bazı insanlar yaşar, ne mesleği vardır, nede işi, fakat aileden kalan bir akardan geçimini sağlarlar. Bunlarıda bir kenara bırakmak gerekir. Kişi gemi kaptanıdır, gemi, tekne, taka gibi deniz araçları kullanır . Birde fiyakalı şapka koydumu başına, deymeyin benim kaptanımın keyfenine. Türk Sanat musikisinde bir usta bestekar vardırki bu tarif ettiğim kalıpların hiç birine uymamaktadır.
Eyüp semtinde bulunan Şer-iye Mahkemesinde çalışan Başkatip Bekir Efendinin 1831 senesinde bir oğlu olur. Adını Arif koyarlar. Çocuk yaşta musiki ile ilgilenen  Arif’in güzel bir sese sahip olduğunu, bir raslantı olarak Zekai Dede dinler, ve bu kabiliyeti değerlendirmesi için Eyyüb-i Mehmet bey’e aktarır. Çocuk yaşta musiki eğitimini sağlayan Eyyüb-i Mehmet Efendi, Arif’i  13 yaşında, Bab-ı Seraskeriye de memur olarak çalışmaya başlatır. Çocuk yaşta Zekai Dede’nin tavassutu ile Arif’i, Ismail Dede efendi ile tanıştırırlar. Sesini dinler ve çok beğenir.
Enderun’un değişen yeni adı ile Muzika-yı  Humayun’daki musiki derslerine Arif’in dışardan devam etmesi sağlanır . Bu arada sesinin çok güzel olduğu haberi, Mevlevi Dergahı üyesi Sultan Abdulmecid Hanın kulağına gider. Saraydaki Musiki hocası Haşim bey Arif’i Muzika-i Humayun’a aldırır. Bekirzade Arif, Haşim beyden çok yararlanır. Arif’in sesini çok beğenen Abdulmecid Han onu Mabeynci rütbesine yükseltir. Bu arada Arif bey Saraydaki cariyelere Musiki dersleri vermeye başlar.
Bu dersler sırasında cariyelerden Çeşm-i Dilber’e aşık olur. Saraydan uzun zaman saklanan bu aşk, sonunda ortaya çıkar. Arif beyi çok seven Padişah, bu durumu anlayışla karşılayıp Bezm-i Alem Valide Sultanın teşvikleri ile evlenmelerine izin verilir.  Arif Bey bu evlilikten sonra eşi ile, Sarayın verdiği bir konuta taşınır. Bu evlilikten Cemil ve Nebile isimli iki çocuğu dünyaya gelir. Bu ikinci çocuğun doğumundan hemen  sonra Çeşm-i Dilber çocuklarını bırakarak bir tüccara kaçar. Bu olaydan çok etkilenen Arif bey’in dünyası yıkılır. Bu hissiyatını şu satırlarla dile getirir. ‘’ Niçin Terk Eyleyip Gittin A Zalim,  Seni Sevmekmidir Vebalim ‘’.  Usul Aksak,  Makam   Kürdili Hicazkar ve beste Arif Bey.
Bu düştüğü durumdan haberdar olan Abdulmecid Han, Arif beyi tekrar Sarayda, SerHanende  olarak görevlendirir.  Tekrar Haremdeki Musiki dersleri devam eden Arif beyin dikkatini Zülf-i Nigar hanım çeker. Zaman içinde Nigar hanıma delice aşık olan Arif beyin bu macerası, yine Padişah Abdulmecid Han tarafından duyulur. Bezm-i Alem Valide Sultan tekrar bu aşkı bir evlilikle neticelendirir. Bu evlilik için boğazda bir ev tahsis edilir ve Arif bey saraydan tekrar evlenerek ayrılır. Bu evlilik çok kısa sürer.
Verem hastalığına yakalanan Zülf-i Nigar hanım, Rabia ismini verdikleri evlatları dünyaya geldikten hemen sonra vefat eder. Şanssız Arif bey içine attığı bu acısı için bestelediği bir şarkı, bu gün bile dinleyenleri hislendirir. ‘’ Olmaz İlaç Sine-i Sadpareme ‘’ ve ‘’ Kemer Çehre Per-i rü Tende  Canımsın,  Nigarım Dilberim Ruh-i Revanım ‘’  dizileri ile ruhunu dile getirir. 1861 senesinde hayatını kaybeden Abdulmecid Hanın yerine Abdulaziz Han taht’a çıkar. Arif bey, bestekar Rıfat beyin aracılığı ile Saray’a  tekrar Serhanende olarak alınır. Tekrar cariyelere musiki dersleri vermeye başlar.
Sarayda valide Sultan değişikliğinde etkinliğini ortaya koyan Pertevniyal Valide Sultan’ın cariyelerinden Çerkeş Nigarnik hatun, Arif beye gönlünü kaptırır. Niyetini Valide Sultana iletmek cüretini gösteren Nigarnik Kalfa, evlilik icazetini alır ve Arif beyi ikna eder. Nigarnik Kalfa ve Arif bey evlenirler. Üçüncü kez Saraydan ayrılıp bir eve taşınırlar. Saraydan izin alarak Arabistana giden Arif bey döndüğünde dostları tarafından Hacı Arif bey olarak anılmaya başlanır. Suudi Arabistan’a  gidişinin Hac ziyareti olduğu konusunda bir kanıtta bulunmamaktadır.
Osmanlı Devleti ile Rusya arasında patlak veren 93 Harbi zamanında Osmanlı Sarayı tasarruf yapmaya zorlanır, ve bazı konuların Saray kapıları kapanır. Bunların başında Muzika-yi Hümayun daki sanatcıların tasfiyesi gündeme gelir. Savaş bittiğinde Hacı Arif beyin muhtac duruma düşmesi, Abdulhamid Hana iletilir. O da bu müstesna bestekarı dördüncü kez Saray’a aldırır. Her ne kadar Padişah’ın sözü ile Sarayda Kolağası rütbesi verilmiş olsada bu durumdan Hacı Arif bey pek mutlu olmaz.
Hele bir gün Padişah Abdulhamid’in bir şarkı okumasını emir edercesine söylemesine karşı gelerek okumaması sonucunda hapse atılır. Hapiste bestelediği bir eserin Padişah tarafından çok beğenilmesi neticesinde affa uğrar ve hapisten 50 günde kurtulur. Türk Sanat Musikisinde Hacı Arif beyin çok müstesna bir yeri vardır. Şarkı formlarına yeni bir kimlik kazandırmış, şarkıların kesin formlara dayanması için kurallar koymuştur. Kendisinden sonra gelen nesillerde bu formlara mecburen uyarlar.
Formlar içinde sekiz zamanlı üç vuruşlu müsemmen usulü, onun icadıdır.  Bilhassa günümüze kadar çok başarılı gelen ‘’ Kürdili Hicazkar ‘’ Makamıda  onun buluşudur.  Ne ilginçtirki Hacı Arif beyin bir entruman çalmadığı, hatta nota bilmediği bir başka gerçektir. Ezber ve kulak yeteneğini çok geliştirmiş olduğu için yüzlerce şarkıyı ezbere bildiği söylenir. Hayatının son dönemlerinde çıkardığı Mecmua-i Arifi ile bir çok şarkının sözleri ve notalarının günümüze kadar taşınmasında çok yararı olmuştur.
Binden fazla beste yaptığı söylensede günümüze ulaşan 337 parçası vardır. Hacı Arif beyi yetiştiren kıymetli bestekarlar olması ile beraber Hacı Arif beyde Şevki bey, Levon Hancıyan, ve Zati Arca bey gibi önemli bestekarları yetiştirmiştir. Nigar Kalfa ile üçüncü  evliliğinden bir çocukları dünyaya gelir. Bu genç kıza Hayriye ismini koyarlar.
Bu geç gelen mutluluğa ‘’Gurub Etti Güneş Dünya Karardı   Gul-i Bag-i Emel Soldu Sarardı’’  dizilerini besteler. Bu bestesini Musika-i Humayun’daki odasında bir kaç defa okur ve fenalaşarak  28 Haziran 1885  de hayatını kaybeder.  
Bu gün Haci Arif beyin hüsran olan iki evliliğinin neticesinde ortada kalmasını özetliyen dizileri bestelediğini bilmekteyiz. Son evliliğinde ise mutluluğu bulduğu söylenir. Makam   Karcığar,  beste Hacı Arif bey ; Bir Goncaya Bir Hare Nigah  Eyledi Bülbül,  Derdi İki Olduğuna Ah Eyledi Bülbül,  bu güzel beste Zülfi Nigar hatunun vefatı sonucunda, yeis içinde bestelendiği müstesna bir şarkıdır. Son eşi  Nigarnik Kalfaya olan aşkını izah eden satırlar, bu gün bile dinleyenler tarafından çok beğenilen bir şarkıdır. Usul    Curcuna,  Makam   Nihavent,   Beste Hacı Arif Bey;  ‘’Vucud-i İklimin Sultanı  Sensin   Efendim Derdimin Dermanı Sensin ‘’. Bu üç eşine bestelediği şarkıları üç ayrı güzel sesten dinletmek isterim.
 
Metin Atamer
 
 
Arif Bey

metin atamer

unread,
Jun 20, 2012, 9:50:03 AM6/20/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Ağlaçka
Türkiye Büyük Millet Meclisinin arkasında kurulan ve barakalar içinde tedrisatına başlayan Orta Doğu Teknik Üniversitesinin yerine bu günlerde Meclisin genişlemeden sorumlu kişilerin aldıkları kararlara bağlı olarak, devasa binalar yapılmaya başlandı. Kule vinçlerinin dönüp durduğu bu inşaatın yapımından evvel, fora kazıklar çakıldı ve inşaat başlarken bir kaç sefer sahanın kenarına gidip izleme fırsatı buldum.  
Temel kazılmasından evvel yıkılan taş binaların biride, 1960 lı senelerde kafeterya ve öğrenci birliği  adı altında, eski tabiri ile ‘’ Talebe Birliği ‘’ çalışma odaları vardı. Sevdiğim bir çok dostum  o tarihte Talebe Birliği Başkanlığı ve yardımcılıkları yaptılar.  Dersler arasında bazen kafeteryaya gelir çay içerdik. Bazen uzun ders aralarında Meclisin içinden geçip Akay caddesindeki bir kahvehaneye gider Briç ‘’Bridge’’ oynardık. Bir kitap dolaşırdı elden ele , üzerin de Charles Henry Goren’in yazamış olduğu   Goren’s New Bridge adlı  kitabı bizler için rehberdi.  
Dersler arasında bir barakadan ötekine koşarak gider, geç kalmamaya gayret ederdik. Üniversitede karşılaştığım bir çok arkadaş, asistan ve hocalarımla iş hayatımda dostluklarımın devam ettiğine çok sevinmekteyim.
Okulda araç park yeri küçük bir sahayı kapsamaktaydı. Hatta Basket sahamız araç  park yerinin içinde  bulunurdu.  Okula araçları ile gelen yok denecek kadar azdı. Bir arkadaşımızın 1953 model Chevrolet marka aracı, bir başkasınında Oldsmobile marka açık mavi bir arabası vardı.  Basketball oynamak istediğimiz zaman ya Mithat’ı yada İsmail’i çağırır araçlarını basketball sahasından çekmesini isterdik.
Birde Süreyya’nın motorsikleti vardı. O da iki tekerli aracını park yerine bırakırdı. Kendisi olmadığı zaman motorsikleti biz kaldırır bir kenara koyardık. Aynı okulda okumak, aynı kültürü almak, bir başka ayrıcalık olduğuna inanmaktayım. İstanbul Teknik Üniversitesi mezunları nasıl bir birine muhabbetle bakıyorsa, Orta Doğu Teknik Üniversitesi mezunlarıda bir birine muhabbetle baktığını düşünmekteyim. Aslında bir çok yatılı okul mezunları birbirine bağlı olduğunu izlemekteyiz. Bir okulda talebelerin bir biri ile kaynaştığı yer, zamanlarının bir bölümünü geçirdikleri kafeterya olsa gerek. Bu bağlılık  aynı Üniversiteden mezun olanlar içinde geçerlidir. Üniversitedeki tek katlı Kafeterya, talebelerin her konuda ihtiyacına cevap verebilecek cinstendi.
Sabahları burası bir simit bir çayla kahvaltı yapmaya elverişli yerdi. Öğlenleri tabldot yemek çıkardı. Kimin çıkardığını hatırlamamakla beraber inanılmaz ucuzlukta karnımızı doyururduk.  Kafeteryada hafta sonraları danslı çay düzenlenirdi. Kimi zaman Ankara Palas’ta çalışan ‘’ Happy Boys ’’ gelerek orada bizleri coştururdu. Piyano çalan Nino  bu çaylarda çalmayı  çok sever, davetimize hiç hayır demezdi.  Mina bu toplulukta şarkı söyler, ince sesi ile şarkıları okuduğu salonu doldururdu.   Genelde kafeteryanın bazı müdavimleri vardı. Oktay ve İstemi ayrılmaz bir bütünü temsil ederlerdi. Nerede Oktay’ı görsek, mutlaka İstemi de orada olurdu. Bir birlerine yaptıkları şakalar vardı, bizleri yerlere yatırırdı.
Birde bir bayan vardı ismini pek hatırlamadığım ve birde onun Makina Bölümünde okuyan erkek arkadışı vardı. Kafeteryada karşılıklı oturur saatlerce bir birlerine gözlerinin içine bakarlardı. Bir zaman geçer, ikiside aynı anda başlardı ağlamaya, dakikalarca ağlarlardı. Bizde onları seyreder bu garip ilişkiyi kendimize izah etmeye çalışırdık. Saatlerce göz göze bakışmak ve bazan ağlamak neyi ifade ettiğini anlamaya çalışırdık amma anlıyamazdık. Biz bu iki arkadaşa  ‘’Ağlaçkalar’’  adını koymuştuk. Ne zaman bunları kafeteryada görsek ağlama süreci üzerinde iddiada bulunurduk.
Şimdilerde ise insanlar ekranlara çıkıp bir kaç cümle söyliyerek gözyaşı dökmekteler. Bu gözyaşını seyreden ülkemde bazı kişilerde birilerine yaranmak için ekranlara çıkıp  göz yaşı dökmeye uğraşmasını garipsemekteyim. İnsanların en zayıf tarafı birilerinin ağlamasını görmek olduğunu düşünmekteyim. Hani bir ‘’Ağlaçka Partisi’’ kurulsa, mutlaka bu partinin başına takke giyen biri geçer, akıllardan uzak seçimlere katılsalar, büyük oy toplayacaklarına inanmaktayım. Ekranlarda ağlayan siyasilerin ağlamasını seyrederken, Üniversite kafeteryasında izlediğim o çift gelir aklıma diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.   
Metin Atamer 
Ağlaçka .doc

metin atamer

unread,
Jun 24, 2012, 9:42:05 AM6/24/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz

Atam Sözü
İnsanların hayatında yaşadıkları deneyimlerde elde ettikleri tecrübelerin ışığında  kullandıkları bazı sözler nesillere aktarılır ve bunlara atalarımızın söyledikleri sözler diyerek hafızamıza kazırız. Neler vardır neler bunların arasında. Öyle cümleler ortaya  çıkarki her döneme, her topluma ders verir. Bazen dedelerimizden dinleriz bu güzel sözleri ve ' ne büyük adammış benim dedem ' deriz. Aslın oda kendi dedesinden dinlemiştir bu sözleri. ' Büyük lokma ye büyük soz söyleme ' derler.
Bende bu Kaide'ye kimi zaman uyar, kimi zaman uymam. Büyük lokma yememeye dikkat etmekteyim fakat büyük soz söylemekten her zaman kaçınırım. Aslında büyük söz söylemektense susmayı tercih ederim. Kime muhabbetle bakmamışsam, mutlaka ona muhtaç olmuşumdur. Bu nedenle her hareketime dikkat etmeye çalışırım. Aklınıza gelen bir Ata sözünün neden söylenmiş olduğunu bir düşünün. "Tarlaya ne ekersen onu biçersin " bu sözün ne kadar basit olduğunu görüyorsunuz. Buğday ekip, darı biçemessiniz. Ne kadar basit değilmi.
Aslında ne i̇çin söylendiği o kadar basit olmasa gerek. Hayatta yapacağın olumlu her konu, bir şekilde olumlu olarak sana geri dönmekte. Kim kime kötülük ederse, bir sekilde onun karşılığını görmekte. Her zaman iddia ederim kainatta bir denge unsuru bulunmakta. Zaten denge olmasa DUNYA bu yörüngesinde bulunmaz, insanlık tarihi burada oluşmazdı.
Bir de bir ata sözü vardır, tam olarak cümleyi bilmesemde hastalıkların geçici olduğunu fakat aptallığın baki olduğunu ifade eder. Bir başka ata sözü ise ‘’ Davul dengi dengine vurulur’’ der. Kanımca davul çalmak bir sanattır. Hani bazen davul ile orkestrada bir solo icraat yapılırya, bayılırım. Fakat davul dengi dengine çalmassa gürültüden başka bir şey değildir ve tahammül bile edemessiniz. Bu ATA mın sözü bir çok anlama geldiği muhakkak. Kimi düğünlerde uymayan aileler hakkında bu deyimin çok kullanıldığına şahit olmuşumdur.
Birde başka bir ATA sözü vardır pek fazla dilde dolaşmaz fakat çok anlamı kapsar. ’Darı Unundan Baklava Olmaz, İncir Ağacından Oklava Olmaz  ne tarafa yontarsanız yontun bu deyim bir başka deyime girizgah gibi söylenmiş olabilir diye düşünmekteyim. Birde değerli madenlerle ilgili Ata sözlerimiz vardır. Burada madenin kendisi değer anlamına gelmektedir. Mesela ‘ Yiğit el öpmeyle Kul olmaz , Altın yere düşmeyle pul olmaz’ sözü ile ifade edilmektedir. Bir başkası ise ’ Merkepe Altın Palan Vursan Merkep Yine Merkeptir ’. Ata sözlerinde AT kelimesi genelde asaleti simgeler, Merkep ise her ne kadar aynı parallelde iş yaptığı  düşünülse bile, asaleti temsil etmemektedir. At kelimesinin bir başka ATA sözünde kullanılışı ise ‘ Abdal Ata Binince Bey Oldum Sanır , Şalgam Aşa Girince Yağ Oldum Sanır’ .
Bu güzel sözleri ülkemde başefendinin ekranlarda izlediğimiz bindiği atın onu sırtından atması ile ilgilendirmemekteyim. Çünki ‘ Her At Binicisine Göre Kişner ’ diyede bir başka Ata sözü söylenir. Kendisinin önemli bir toplantıda yaptığı konuşmada, sözlerini bilimsel kişilerin hazırladığı ‘Sustainable Development’ türkçesi ‘Sürdürülebilir Kalkınma’  konusunda  kullandığı cümleleri dikkatle dinledim . ‘ Sürdürülebilir bir kalkınma bir kısım halkın fakirleşip bir başka kesim halkın zenginleşmesi ile ifade edilemez ’ cümlesinin bastırılarak söylendiğini bütün dünya dinledi. Ülkeme bakıyorum bir çok iş kolu kapanmakta, Tekstil yatırımları can çekişmekte, bir çok eczaneler iş bırakmakta , binlerce iş makinaları iş veya alıcı için parklarda beklemekte, bir başka deyişle bir kısım halk fakirleşmekte, başı turbanlı bir kısım Jeep le gezen halk yeni yeni ortaya çıkmakta. Yukarıda tarif edilen ‘Sürdürülebilirlik’ anlamına uymamakta. Burada ’ Başkalarına Verir Talkımı Kendi Yutar Salkımı ’ ATA sözünün geçerli olduğunu düşünmekteyim.
Eğitim bir insanın her evrede, her yaşta aldığı kazanımlar olduğuna inanmaktayım. Şu bir gerçektir, her insan kendi kaşığı kadar çorbayı içer, bu hayattan kabiliyetin kadar eğitim elde edersin. Bu konuda çok güzel bir başka ata  sözü bulunmakta ‘ Hacı Hacı Olmaz Gitmekle Mekkeye , Dede Dede Olmaz Gitmekle Tekkeye ’.
Fakat öyle bir Ata Sözü varki hayran olduğum her zaman aklımın bir köşesinde hep durur, Mevlananın bir sözüdür sevdiğim ‘ Ya Olduğun Gibi Görün Yada Göründüğün Gibi Ol’ . Bu sözler hep Atam rahmetlilerin söyledikleri sözler ve her bir kelimesine hayran olurum. Birde yaşayan insanların söyledikleri bazı sözler bu ATA rahmetliler kadar insanı düşünmeye sevk etmekte. Geçenlerde bir bilen söyledi bayıldım şu söze ‘ Bu Günün Çamaşırını Dünkü Güneşte Kurutamassın’ diye bir sözüm geldi naklettim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
̇Atam Sözü.doc

metin atamer

unread,
Jun 26, 2012, 7:51:54 AM6/26/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Küçüksu
Lale devrini çok sevdiğimi söyliyebilirim. Bilhassa edebiyatta meydana gelen gelişmede Osmanlı Devletinin yeniliklere, bilhassa Savaşmaktan bıkmış bir halkın başka konularla meşgul olmalarını mutlulukla okumaktayım. Bu güzelliklere karşı çıkan Horpeşteli Hamam Tellağı Halil, topladığı çapulcu takımı ile çıkardığı isyanda muvaffak olması ve saraya yürüyerek III Ahmed’in tahtan çekilmesine neden olan namı Patrona Halil, 30 Eylül 1730 da padişahın saltanattan çekilmesi ve I Mahmud’un padişah olması ile neticelenmiştir.
Bu isyan sırasında, Padişah Ahmed zamanında yapılan bütün olumlu gelişmeler , binalar, bilhassa Kağıthanede  meydana getirilen güzellikler kırılmış, yakılmış, ve yıkılmış olduğunu biliyoruz. I inci Mahmud tahta geçtiği dönemde bu yıkılan Istanbul ve Kağıthane yöresini tekrar düzenlenmesini ister. Sakinleşen isyancıları tören yapılacağı söylenerek Saray’a çağırılır ve burada isyancıların elebaşlarına gerekli görülen ceza verilir.
Bu arada Padişah Kağıthane yöresinin yeniden yapılanmasına kadar, kalabalıktan uzak bir yerde dinlenme ve eğlenme için yer ararken, iki derenin arasında bulunan bir çayır olan Küçüksu düzlüğüne bir kasır yapılması için Sadrazam Divitkar Mehmet Paşa’yı görevlendirir. Sadrazam Mehmet Paşa Şehremini Yusuf efendiye bir plan çizerek verir ve ahşap bir bina yapılmasını ister. Bu bina 1751 senesinde padişahın hizmetine girer. Sadrazam Mehmet paşa bu binanın bütün masraflarını  Istanbul şehrinde bulunan Kedhuda, Defterdar, Reis, Çavuşbaşı , Yeniçeri Ağası, Cebeci Başı ve Darphane Nazırına paylaştırır.
Kasıra yakın bir yer olan Kandilli’ye kuyular açılır ve buradan Kasr’a  su tedarik edilir. Bu su hem binaya hemde bahçede bulunan havuza yeter ve civardaki halkında kullanması için çeşme yaptırılır. Çeşitli dönemlerde bu Kasır Padişahlara hizmet vermiş, III Selim zamanında ve II Mahmud zamanında ciddi tamirat gören bu ahşap bina 1839 yılında Abdülmecid zamanında padişah emriyle yıkıldığını görmekteyiz. Yıkılan bu ahşap bina yerine 1857 yılında mimar Nikoğos Balyan kalfa tarafından bu günkü bina inşaa edilir. Küçüksu Kasrı dış cephe süslemeleri için Avusturya dan Sechan isimli bir dekaratör görevlendirilmiştir. Binanın yapı itibari ile Osmanlı dönemini yansıtması önemlidir.
Padişahların zaman zaman burada dinlendikleri ve hatta Küçüksu ve Göksuda sandalla gezinti yaptıkları söylenir. Edebiyata düşkünlüğü ile tanınan padişahların kimi zaman şiir yazdıkları, beste yaptıkları Kasr olarak bilinmektedir. Bilhassa ilk Kasrın kullanıldığı zaman dilimi içinde, Küçüksu boyunca sandalla gezintiler yapıldığı, genç delikanlıların ve evlilik çağına gelen genç kızların uğrak yeri olduğu muhakkak. Hatta bu yöre hakkında yazılan şiirler ve bestelerin bu güne kadar geldiğini görmekteyiz.
Kadıköylü Kadı Mehmet Efendinin oğlu Mustafa hakkında kayıtlı  fazla bilgi olmasada 1705 li senelerde doğduğu tahmin edilmekte. Saray kayıtlarında 1729 yılında Enderuna alınan Kadızade Mustafa, henüz 15 yaşında hanende olarak sarayda görevlenir. Zaman içinde Çavuşluk rütbesine kadar yükselen Mustafa Çavuş, Küçüksu yöresini ve güzelliklerini dile getirebilecek kabiliyeti olan ender insanlardan biridir.
Yazdığı şiirlerde Tanburi adını kullandığınıda bilmekteyiz. Yaşadığı dönem içinde Sarayında iltifatına erişmiş olan Tanburi Mustafa Çavuş’un  şiirleri sevimli, neşeli, ve çarpıcı üslupta yazıldığını düşünmekteyim. Mecnun Misal Gibi Halim, Sevdiğimi Bilir Bari , Tanburinin Her Namesi, Buseliktir Gülizarı  dörtlüğü, Mustafa Çavuşu çok güzel izah eder. Bir çok eserinde yaşadığı hayatın bir resmini yansıtan şiirlerini okurken, o günü yaşar gibi olmaktayım. İhtimaldir yine bir yaz günü Mustafa Çavuş Küçüksuda gezmeye çıkar. Göz aşinalığı olduğu bir dilberi görür. Yanından geçerken gözlerinin içine bakar, göz göze gelirler. Kalbi hızlı hızlı atmaya başlar, hani derlerya elektrik aldım, işte tam böyle bir durum olur. Sevdiğini söylemeye dili varmaz, bir kenara oturur, alır eline kağıdı, başlar sağan sola yazmaya ;
Küçük Suda Gördüm Seni , Gözlerinden Bildim Seni, İnkar Etmem Sevdim Seni, Ne Kadar Cefa Edersen, Gönül Ayrılırmı Senden
Bu güzel sözleri usulü Aksak, Makamı  Şehnaz Buselik  olarak besteler. Bu Şarkı 300 yıllık bir tarihe rağmen, bu gün dipdiri hepimizin sevdiği bir eserdir . Fakat gelin görün ki Küçüksu’yun eski güzelliğinden artık eser kalmamıştır.
Bu gün bu  güzel Şehnaz Buselik şarkıyı 300 yıl evvele giderek sesine saygı duyduğum çok kibar genç bir sesten dinletmek istedim.
Metin Atamer
 
Küçüksu.doc

metin atamer

unread,
Jun 29, 2012, 4:50:08 PM6/29/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
İstikbal Nerde
Ne kadar söylesek ve ne kadar yazsak biz bir birimizi eğitip bir birimize konuşmaktayız. Biz zaten bunları bilmekteyiz. Tekrar etmekte bir sakınca görmemekteyim. Eşim devamlı beni yazmamaya zorlamakta, fakat bir başka güç ise ‘’ne yaparsan yap, senin  yazman gerekir’’ demekte. Bir tabir vardır konuşan gurupla dinleyen gurup aynı düşüncede ise bir birini eğitmesinde yarar olmamakta ve burada ‘ Körlerle Sağırlar Birbirini Ağırlar ‘ diye bir tabiri kullanırlar.
Ben burada okumayan topluma değil okuması gereken bir topluma seslenmek isterim.  Suriye’nin Türkiye sınırında bir küçük kasabası vardır ve adı Kamışlı . Tren yolu geçer bu kasabanın kuzeyinden. Tren yolu Türkiye tarafındadır ve buradaki kasabanın adı Nusaybin’dir. Bu iki kasaba halkı bir birine akraba. Adamın Nusaybinde iş yeri var , evi, eşi ve çocukları  Kamışlı’da bulunur.
Adamın evi Nusaybinde arazisi Kamışlı da , eker biçer tarım yapar. Haftanın bir bölümünü Kamışlı da geçirir, kimi zaman Nusaybin’e gelir orada kalır. Nusaybin’de hava alanı yoktur amma Kamışlı da bir kücük hava alanı vardır. Buradan her gün Şam‘a uçak gider. Akşamlarıda Şam’dan  Kamışlı’ya uçak gelir. Tabii 737 tipi uçak olmasada oradaki insanların bu ihtiyaçlarını karşılayacak kadar Antonov 26 tipi uçaklar çalışmaktadır.
Burada çok değişik ırktan insanlar bir arada sulh ve sukûn içinde yaşamaktadır. Bu yörede bir kaç değişik tarihlerde Süryani, Kürt, Arap ve Türk düğünlerine katıldım. İnanın düğün adetleri, giysileri, zılgıtları ve hatta sofrada paylaşılan düğün yemeklerine kadar detaylarında bir farklılık görmedim. Hem Kamışlı’da hem Nusaybin’de bir birine paralel yaşam hüküm sürmekte.  Hatta birinde iki aşiretin sulh yemeğine katilmam istendi, bende kıramadım, yer sofrasında yemek yemeğe bağdaş kurdum.
Ayağımdaki rahatsızlıktan dolayı benim için inanılmaz acılar oluşmasına rağmen bu sulh yemeğinde hazır bulunmam iki aşiret için olumlu geçmesinede sebep oldu. Hatta yer sofrasında oturmadan evvel sadece erkeklerin yerde oturması , bayanların hepsi mutfakta hizmet oluşturmasını izledim. Yemek çok hızlı sona erdi. Daha sonra tatlılar geldi, ben ise tatlıdan kaçamadım çünki beni oraya götüren dostum gözü ile yemem icab ettiğini ifade etti. Daha sonra çaylar içildi ve yemek sona erdi. Bir yaşlı ortadan arapça olduğunu tahmin ettiğim bir kaç cümle söyledi. Bütün gözler bana çevrildi bende gülümseyip başımla mutluluk ifadesini anlatırcasına eğildiğimde bütün yüzlerde mutluluk ifadesini gördüm . Bilmediğim bir lisanda yapılan komnuşmalar sonrası herkez ayağa kalktı bende kalktım.
Eller tokalaştı , kapı dışında duran onlarca ayakkabı içinden kendi ayakkabımı giyerek kendimi dışarıya attım. Arkadaşıma hemen sordum ‘’ İçerde ne oldu, neden oturanlar bir anda bana döndü.’’ Diye sordum. Beni yaşca bir büyük olduğumu söylemişler, ve bir büyüğün hazır olduğu bir mekan sulh kaçınılmazdır diye tanıtılmıştım. Buna çok sevinmiştim. İki aşiretin barışmasına vesile olduğum için mutluydum.  Zaten o akşam da bir düğüne götürmüştülerdi.  Arapça anlamasamda insanların yüz ifadelerinden kullandıkları kelimelerin içinden seçtiğim ve anlamını çıkarabildiğim sözlerle ne konuştuklarını çözmeye çalışmaktaydım. Kamışlı’da bulunan sokaklarda, dükkanlarda, otellerde herkez Türkçe de bilmekte amma ya Süryanice, ya Kürtçe yada Arapça konuşmaktalar.
Bir de Turizm şirketleri var şehirler arası otobüs işletmekteler adı ROJ Turizm seyahat. Kamışlıda hiç yabancılık çekmemiştim. Nede olsa bir zamanlar Osmanlı’nın topraklarındaydım. Burada bir konuda sıkıntı yaşadığımı  söylemem gerekir. Sokak isimleri ve dükkanların üzerinde yalnız arapça harfler kullanılmakta, fakat bunlardan ben bir şey anlamamaktaydım. O zaman Atam rahmetliye ne kadar şükranlarımı sunsam azdır. Bizlere latin alfabeye geçmemizin şart olduğunu  bir günde  izah etmesine, bu gün bile hayran kalmaktayım.  
Bu günlerde Osmanlı döneminin son senelerini yaşıyor olduğumuzu düşünmekteyim.  Atam rahmetliyi  bir başka sözü ile de anmak isterim. Birileri bizi hala eğitimde  4 artı 4 artı 4 olarak Türkiye’nin temel değerlerini  kökünden bozarak, bir karanlık ideolojiye itmeye çalışırken, bir keşif uçağımız kimler tarafından vurulduğunu çözemiyeceğimiz bir derinliğe gitmesini seyretmekteyiz. Yapılacak tek şey ellerimizi açarak tanrıya dua etmeye camilere koşmamız gerekir. İmam ve Hatipleri camilerde bulup, dualar ettirmemiz gerekir. Çinki bu ülkede camiler , imamlar ve hatipler varken  bu ülkenin teknolojisi,  fen ve  bilim konusu üzerinde tartışmamız gerekmez. Çünki bize bilimden daha çok iman  gerekir.
Düşen keşif uçağınıda bu imam ve hatipler daha kolay bulurlar. Şimdi Atam rahmetliyi daha iyi anlamaktayım. Unutanlara tekrar edeyim , ne söyledi Atam Rahmetli  bizlere ‘İstikbal Göklerdedir ’ diye . Aksi olsa idi ‘istikbal rahlededir’ derdi diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.  
Metin Atamer            
İstikbal Nerde.doc

metin atamer

unread,
Jul 5, 2012, 5:25:26 AM7/5/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Selahattin Bey
Denizli’den Ankara istikametine giderken şirin bir kasaba vardır Kaklık . Bu kasabadan bir yol ayrımı ile Uşak istikametine gidildiğinde, çok güzel bir orman içinden geçersiniz . Bu ormandan sonra karşınıza şirin bir orta anadolu kasabası çıkar. Erkekleri tutucu, otoriter ve baskılı , eşleri ise itaatkar, Denizli Horozu anlamını yansıtan bir aile yapısı bulunan nahiye ÇAL . Bu yörenin eski adı Mosyna, daha sonraları orta asyadan gelenlerin ‘ yüksek yayla, çorak arazi’  anlamına  gelen bir sözden esinlenilerek ‘ ÇAL ‘ adı ile anılır. Bu kasabada İsmet hanımın, Cumhuriyet döneminde Denizli Milletvekili olan, Sadık beyden 22 Ocak 1902 yılında bir oğlu dünyaya gelir . İsmini Selahattin koyarlar.
İsmet hanım çok güzel Ud çalar , eşi Sadık bey de her ne kadar musikiyi sevsede dinlemekten ileri gitmemiştir. Çocukları ilk okul tahsilini Çal kasabasında bitirir. Babası Sadık bey hukukcu olarak  görevi nedeni ile önce Saroz adasına, daha sonra Edirne’ye tayin olurlar.  Orta Okulu Edirne’de okuyan Selahattin ve kardeşi Hayrettin daha sonra aileleri ile birlikte Istanbul’a gelirler. Annesi İsmet hanımın ud çalması onun musikiye olan ilgisini arttırır. Baba Sadık bey ise Selahattin’in musiki ile ilgilenmesini pek hoş karşılamamakta ve her vesile ile onun, kendisi gibi bir Hukukcu olmasını arzu ettiğini söyler.
Hatta bir seferinde memleketten gelen arkadaşlarının ‘ Selahattin  ne yapıyor ‘ sorusuna alay edercesine Sadık bey  ‘ Selahattin dimbilikci oldu ‘ demesine kızan Selahattin  evi terk eder. Arkasından yanan gaz lambasını fırlatan Sadık bey evlerinde yangın çıkmasınada sebep olur. Bu hadiseden sonra   Selahattin bir daha baba evine geri dönmez.  Denizli’de bir laf vardır,  derler ya ‘ Baba ahi tutar gari ’  diye, Udi  Selahattin beyin kanımca hayat hikayesi buna benzer bir durumu yansıttığı düşünülür . 
Çok genç yaşta Udi Sami beyden Ud dersleri alır ve 1920 senesinde Dar’ül Feyz-i Musiki derneğinin kurulmasına katkıları olmuştur. Burada Kadıköylü Fuat bey, ve Telgrafçı Ata beyden çok yardım görerek ciddi çalışmalarda bulunur. Bu kurum isim değiştirerek daha sonra Üsküdar Musiki Cemiyeti adı altında çalışmaya devam ederken, Selahattin beyde tanbur çalmaya merak salar. Bu nedenle adı Tamburi Selahattin bey olarak  değişikliğe uğrar. Selahattin beyin beste yapması genç yaşta başlar ve eserlerinde Hacı Arif beyin etkisini, kullandığı makamlarda izlemekteyiz. Kürdilihicazkar makamını seven Selahattin bey, bir çok eserini bu makamda bestelemiş olduğunu görmekteyiz.
Bir bahar akşamı 1927 senesinde, Hafız Burhan’ın konserinde Afife Jale ile Tanburi Selahattin karşılaşırlar. Selahattin bey bu konserde saz heyetinde bulunur. Sevinçli bir telaş içinde bir birlerinin gözlerinin içine bakarlar. Bir alev yanar, ve Afife Jale, Selahattin’in gözlerine bakmamak için başını öne eğer. Bu aşkın ilk alevleri, evliliğe kadar gider. Fatih’te bir ev tutarlar ve onların yıldırım aşkı böylelikle başlar. 
Afife Jale hanım, DarulBedai de kadın tiyatro sanatcısı olarak çalışır. Darülbedai zaptiyeler tarafından kapatılınca, Afife hanım işsiz kalır. Tanburi Selahattin beyin, ruhen hasta olan eşi Jale hanıma olan tutkusunu bestelerine yansıtır.  Eşine delice aşık olan Selahattin Bey, Afife Jale’nin israrı üstüne 1935 yılında birlikteliklerine son verir. Bu onda doldurulması zor bir boşluk yaratır, ve bir arayış içine girer.
Afife Jale hanım altı ay sonra Balıklı Rum hastahanesinde hayata gözlerini yumduğunda, cenazesine üç beş kişi katılır. Sevdiği kadının ölümünden kendini sorumlu tutan Selahattin bey, ‘ Benide Alın Ne Olur Koynunuza Hatıralar ‘ diyecek kadar eşine olan aşkını dile getirir.
Genelde bestelerini yaptıktan sonra terennüm edildiği yer Kalamış’daki Todori’nin meyhanesi. Bu mekan bestelerinin ilk sunulduğu yer olarak bilinir. Todorinin meyhanesi koya inen dar yolun solunda , Vasili’nin lokantasının hemen karşısında bulunur.  Afife Jale hanımın vefatından sonra Seyyare Affet Pınar hanımla evlenen Selahattin bey, eşinin soy adını alır.  Kardesi ve Babası ile aynı soyadını taşımak istememesinden kaynaklanan bu davranış sonunda Tanburi Selahattin bey ikinci eşinin soyadı olan  Pınar soyadını taşır. Bu unutulmayacak bestekarın bütün eserlerinde hüzün ve mistik bir havayı bulmak mümkündür. 
Selahattin Pınar, Ata rahmetlinin sevdiği bestekarlardan olduğu ve Florya köşküne zaman zaman çağırdığı bilinir. Hele bir gün saz meclisinde ‘Gel Gitme Kadın’ adlı  şarkının bir yerinde hüzünlenip gözleri nemlenince, masayı ve şarkıyı bırakıp salondan ayrıldığını söyler, Üstad Selahattin bey. 
Tanburi Selahattin Pınar 6 Şubat 1960 senesinde güftekar Selim Aru ile Todori’nin meyhanesine gelirler. Masaya meyhanenin meşhur yaprak ciğeri, peynir ve içki söylenir.  Meyhanede üstadın birde tamburu bulunur. O akşam meyhanede geçirdiği bir kalp krizi sonucunda hayata veda eder. Tanburi Selahattin Pınar’ın heykeli, öldüğü yer olan Kalamış’ta bulunur.
Selahattin Pınar’ın kısa zamanda kaybettiği aşkına, Afife Jale’ye olan sevgisini ilan ettiğini düşündüğüm bir şarkının  sözlerini Fuat Edip Baksı yazmış ,
Usul        :  Aksak,   Makam      : Hicaz,           Bestekar   :   Tanburi Selahattin Pınar,
Bir Bahar Akşamı Rastladım Size ,   Sevinçli Bir Telaş İçindeydiniz ,   Derinden Bakınca Gözlerinize ,     Neden Başınızı Öne Eğdiniz,     İçimde Uyanan Eski Bir Arzu , Dediki Yıllardır  Aradığım Bu ,   Şimdi Soruyorum Büküp Boynumu ,    Daha Önceleri Nerelerdeydiniz,
Bu güzide şarkıyı sizlere çok sevdiğim ve rahmetle andığım bir arkadaşımın sesinden dinletmek istedim , ancak bu şarkıyı, okuyuşunu pek çok sevdiğim bir muhterem hanım efendidende dinlemek isteyeceğinizi ümit etmekteyim. 
Metin Atamer
Selahattin bey .doc

metin hasirci

unread,
Jul 6, 2012, 1:58:20 AM7/6/12
to e-tu...@googlegroups.com

 Metin Bey ada��m; Avni An�l'�n hat�ralar�nda okumu�tum. Bir meseleden dolay� babas�yla m�naka�a ederler,evden ��k�p bir akrabas�n�n evine gider ve geceyi orada ge�irir. Sabah oldu�unda evden gelen haber,pederinin sektei kalpten vefat etti�idir. Bunun �zerine Nerde seni bulup a�layay�m m�sralar� ile bezenmi� bir g�fte yazar ve Mustafa Naifiz Irmak'a bestelemesi i�in g�nderir. Der. Biz gen�li�imizde �ifte Saraylarda Nevin Demird��en'e,Saime Sinan'a, Sabite Tur'a refakat ederken,bu �ark�y� mutlaka okutturdu�unu hat�rlar�m. Te�ekk�r.   

Date: Thu, 5 Jul 2012 02:25:26 -0700
From: matam...@yahoo.com
Subject: e-turkiye.gen.tr 30336 Selahattin Bey
Selahattin Bey
Denizli�den Ankara istikametine giderken �irin bir kasaba vard�r Kakl�k . Bu kasabadan bir yol ayr�m� ile U�ak istikametine gidildi�inde, �ok g�zel bir orman i�inden ge�ersiniz . Bu ormandan sonra kar��n�za �irin bir orta anadolu kasabas� ��kar. Erkekleri tutucu, otoriter ve bask�l� , e�leri ise itaatkar, Denizli Horozu anlam�n� yans�tan bir aile yap�s� bulunan nahiye �AL . Bu y�renin eski ad� Mosyna, daha sonralar� orta asyadan gelenlerin � y�ksek yayla, �orak arazi�  anlam�na  gelen bir s�zden esinlenilerek � �AL � ad� ile an�l�r. Bu kasabada �smet han�m�n, Cumhuriyet d�neminde Denizli Milletvekili olan, Sad�k beyden 22 Ocak 1902 y�l�nda bir o�lu d�nyaya gelir . �smini Selahattin koyarlar.
�smet han�m �ok g�zel Ud �alar , e�i Sad�k bey de her ne kadar musikiyi sevsede dinlemekten ileri gitmemi�tir. �ocuklar� ilk okul tahsilini �al kasabas�nda bitirir. Babas� Sad�k bey hukukcu olarak  g�revi nedeni ile �nce Saroz adas�na, daha sonra Edirne�ye tayin olurlar.  Orta Okulu Edirne�de okuyan Selahattin ve karde�i Hayrettin daha sonra aileleri ile birlikte Istanbul�a gelirler. Annesi �smet han�m�n ud �almas� onun musikiye olan ilgisini artt�r�r. Baba Sad�k bey ise Selahattin�in musiki ile ilgilenmesini pek ho� kar��lamamakta ve her vesile ile onun, kendisi gibi bir Hukukcu olmas�n� arzu etti�ini s�yler.
Hatta bir seferinde memleketten gelen arkada�lar�n�n � Selahattin  ne yap�yor � sorusuna alay edercesine Sad�k bey  ï¿½ Selahattin dimbilikci oldu � demesine k�zan Selahattin  evi terk eder. Arkas�ndan yanan gaz lambas�n� f�rlatan Sad�k bey evlerinde yang�n ��kmas�nada sebep olur. Bu hadiseden sonra   Selahattin bir daha baba evine geri d�nmez.  Denizli�de bir laf vard�r,  derler ya � Baba ahi tutar gari �  diye, Udi  Selahattin beyin kan�mca hayat hikayesi buna benzer bir durumu yans�tt��� d���n�l�r . 
�ok gen� ya�ta Udi Sami beyden Ud dersleri al�r ve 1920 senesinde Dar��l Feyz-i Musiki derne�inin kurulmas�na katk�lar� olmu�tur. Burada Kad�k�yl� Fuat bey, ve Telgraf�� Ata beyden �ok yard�m g�rerek ciddi �al��malarda bulunur. Bu kurum isim de�i�tirerek daha sonra �sk�dar Musiki Cemiyeti ad� alt�nda �al��maya devam ederken, Selahattin beyde tanbur �almaya merak salar. Bu nedenle ad� Tamburi Selahattin bey olarak  de�i�ikli�e u�rar. Selahattin beyin beste yapmas� gen� ya�ta ba�lar ve eserlerinde Hac� Arif beyin etkisini, kulland��� makamlarda izlemekteyiz. K�rdilihicazkar makam�n� seven Selahattin bey, bir �ok eserini bu makamda bestelemi� oldu�unu g�rmekteyiz.
Bir bahar ak�am� 1927 senesinde, Haf�z Burhan��n konserinde Afife Jale ile Tanburi Selahattin kar��la��rlar. Selahattin bey bu konserde saz heyetinde bulunur. Sevin�li bir tela� i�inde bir birlerinin g�zlerinin i�ine bakarlar. Bir alev yanar, ve Afife Jale, Selahattin�in g�zlerine bakmamak i�in ba��n� �ne e�er. Bu a�k�n ilk alevleri, evlili�e kadar gider. Fatih�te bir ev tutarlar ve onlar�n y�ld�r�m a�k� b�ylelikle ba�lar. 
Afife Jale han�m, DarulBedai de kad�n tiyatro sanatc�s� olarak �al���r. Dar�lbedai zaptiyeler taraf�ndan kapat�l�nca, Afife han�m i�siz kal�r. Tanburi Selahattin beyin, ruhen hasta olan e�i Jale han�ma olan tutkusunu bestelerine yans�t�r.  E�ine delice a��k olan Selahattin Bey, Afife Jale�nin israr� �st�ne 1935 y�l�nda birlikteliklerine son verir. Bu onda doldurulmas� zor bir bo�luk yarat�r, ve bir aray�� i�ine girer.
Afife Jale han�m alt� ay sonra Bal�kl� Rum hastahanesinde hayata g�zlerini yumdu�unda, cenazesine �� be� ki�i kat�l�r. Sevdi�i kad�n�n �l�m�nden kendini sorumlu tutan Selahattin bey, � Benide Al�n Ne Olur Koynunuza Hat�ralar � diyecek kadar e�ine olan a�k�n� dile getirir.
Genelde bestelerini yapt�ktan sonra terenn�m edildi�i yer Kalam���daki Todori�nin meyhanesi. Bu mekan bestelerinin ilk sunuldu�u yer olarak bilinir. Todorinin meyhanesi koya inen dar yolun solunda , Vasili�nin lokantas�n�n hemen kar��s�nda bulunur.  Afife Jale han�m�n vefat�ndan sonra Seyyare Affet P�nar han�mla evlenen Selahattin bey, e�inin soy ad�n� al�r.  Kardesi ve Babas� ile ayn� soyad�n� ta��mak istememesinden kaynaklanan bu davran�� sonunda Tanburi Selahattin bey ikinci e�inin soyad� olan  P�nar soyad�n� ta��r. Bu unutulmayacak bestekar�n b�t�n eserlerinde h�z�n ve mistik bir havay� bulmak m�mk�nd�r. 
Selahattin P�nar, Ata rahmetlinin sevdi�i bestekarlardan oldu�u ve Florya k��k�ne zaman zaman �a��rd��� bilinir. Hele bir g�n saz meclisinde �Gel Gitme Kad�n� adl�  �ark�n�n bir yerinde h�z�nlenip g�zleri nemlenince, masay� ve �ark�y� b�rak�p salondan ayr�ld���n� s�yler, �stad Selahattin bey. 
Tanburi Selahattin P�nar 6 �ubat 1960 senesinde g�ftekar Selim Aru ile Todori�nin meyhanesine gelirler. Masaya meyhanenin me�hur yaprak ci�eri, peynir ve i�ki s�ylenir.  Meyhanede �stad�n birde tamburu bulunur. O ak�am meyhanede ge�irdi�i bir kalp krizi sonucunda hayata veda eder. Tanburi Selahattin P�nar��n heykeli, �ld��� yer olan Kalam���ta bulunur.
Selahattin P�nar��n k�sa zamanda kaybetti�i a�k�na, Afife Jale�ye olan sevgisini ilan etti�ini d���nd���m bir �ark�n�n  s�zlerini Fuat Edip Baks� yazm�� ,
Usul        :  Aksak,   Makam      : Hicaz,           Bestekar   :   Tanburi Selahattin P�nar,
Bir Bahar Ak�am� Rastlad�m Size ,   Sevin�li Bir Tela� ��indeydiniz ,   Derinden Bak�nca G�zlerinize ,     Neden Ba��n�z� �ne E�diniz,     ��imde Uyanan Eski Bir Arzu , Dediki Y�llard�r  Arad���m Bu ,   �imdi Soruyorum B�k�p Boynumu ,    Daha �nceleri Nerelerdeydiniz,
Bu g�zide �ark�y� sizlere �ok sevdi�im ve rahmetle and���m bir arkada��m�n sesinden dinletmek istedim , ancak bu �ark�y�, okuyu�unu pek �ok sevdi�im bir muhterem han�m efendidende dinlemek isteyece�inizi �mit etmekteyim. 

metin atamer

unread,
Jul 13, 2012, 4:26:17 AM7/13/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
 
 
Her kes hesap Vermeli
 
Doğduğumdan hesap konusunda neler yapılması gerektiğini düşünecek çağa geldigim tarihe kadar çok zaman geçmemişti. Hesap konusunu irdelemeye başladığımda daha çocuk yaşta idim. Henüz daha İlk okula gitmeden  evvel hesap yapmayı severdim. Mahallemizde benim sıkca gittiğim bir kasap ve birde bakkal vardı. Evden beni oraya  gönderdikleri zaman sevinirdim . Annem elime bir kağıt sıkıştırırdı. 'Haydi git bunu al ' diye beni bakkala gönderirlerdi.  Alınacakları alıp filenin içine koyarak, eve geldiğimde 'sordunmu kaç para imiş’ diye dönüşte sorgulanırdim . Tabiki ilk gidişlerim  hariç, her seferinde sorardım bakkal Mustafendi veya Hamdiağaya 'kaç para bunlar ' derdim. Elime hesabın yazıldığı  bir kağıt parçası verirlerdi. Bunun adı hesap pusulası idi.
Eve geldiğimde bende eve hesap verirdim. İlk okula gittiğimiz yıllarda bir hocam vardı adı Yıldız , ne kadar etkilenmiştim ki, bir tesadüf eşimin adi da Yıldız. İlk okul hocam derdiki 'çocuklar hayatta hep hesap kitap var, bu nedenle matematiği çok iyi bilmeniz gerekir' diye bize öğütler verirdi. Bu nedenle bize aritmetik öğretir, dikkat edin bu ders çok önemli bunları bilmeniz gerekir derdi.
Orta okulu yatili okuduğum Talas Amerikan Orta Okulunda aritmetik dersini Amerikalı bir öğretmen  verirdi. Mathews isminde, bizlerden beş on yaş büyük bir delikanlı idi. Daha sonraları pratisyen doktor olup, Kayseri nin kazası Talasta sağlık ocağında görev yaptığını gördüm. Hatta hemşire olarak tanıdığımız Hemingway isimli bayanda bu klinikte uzun seneler görev yaptığına şahit olduk. Mathews matematik anlatır, denklemlerde hesaplamanın hep altını çizer, bunlar  önemli derdi. Lisede matematik dersine gelen öğretmenin ismini hatirlamasamda, üniversitede Biki isminde bir Amerikalı öğretmenimiz vardı. Biki nin verdiği Matematik ve algebra derslerini çok sevdiğimden bu dersleri hiç kaçırmazdım.
Ne zaman gerekli olacağını bilmemekle birlikte, birde differensiyal denklemler dersini Baki Bey'den almış ve çok sevmiştim. Hesap yapmak, denklem kurmak işlerini çok sevdiğimdenmi neden bilmem denklemlerle başım hoştu. Üniversitede okuduğum süreç içinde aylık  bütçeme katkı olsun diye, Ankara Koleji  lise talebelerine matematik dersi verip harçlığımı çıkarırdım. Nede olsa daha ilk okuldan beri matematiğin hayatta çok önemi olduğuna kendimi inandırmıstım.
Buradan ayrıca harçlık parası çıkartmasaydım ne olurdu, buda ayrı bir hesap meselesi. Çarşıya çıkmak hesap meselesi, pazara uğramak hesap meselesi, doktora gitmek ayrı bir hesap meselesi. Biraz ayıp olacak sözüm meclisten dışarı tuvalete gitmek bile bir hesap meselesi. Kimi zaman sabahları banyodan sonra tartılıp kaç kilo olduğumu baskülde ölçüyorum. Bu hesap meselesine dikkat etmemiz gerektiğine inanırım. Kaç kalori aldım kaç kilo verdim, hesabının yapılması gerekir.
 
Bir spor müsabakasının hesap meselesi olduğunu kanımca söylememe gerek yoktur. Maçın skoru bile bir hesap üstüne inşaa edilmiştir. Din kitaplarında bile bir hesap vardır. Bes vakit, uç vakit gibi bir çok rakamlarla uğraşırız. Bir  düşünün, inanılmaz bir matematik çarkının içinde dönmekteyiz. Bırakın bunların tamamını, Dünya, Günes ve Ay yörüngelerinde dönmesinde bile bir hesap ve denklem bulunmakta.
Kütleler bir birlerini, kütlelerinin doğru , aradaki mesafelerinin karesi ile ters oranında çekerler. Buda bir başka hesap meselesi.
Her konunun hesabının olduğu ve matematik dersinin ne kadar önemli olduğunu daha ilk okul çağlarımda Yıldız hocam söylemiş ve bu yaşa gelinceye kadar ne kadar doğru olduğunu anlamaktaydım.
Geçtiğimiz günlerde bir yasa, hesap üzerine çıkarıldı. Fakat gelin görünki bu çarşıdaki hesap,  evdeki ile uyuşmayinca, Bahçelievler cinayetinin hükümlüleri, dışarıda buldular kendilerini. Niye nasip kime kısmet. Bu da ayrı bir hesaplaşma.
 
Bu gün birileri, birilerinden hesap sormakta. Bu hesap sorma iç güdüsü senelerce evvel kurgulanmis bir denklem olduğuna inanmaktayım. Belki bir gün gelir, yine birileri çıkar ortaya, yine başka yasalar kugular, bu gunlerde  hesab soranlardanda hesap sorma fırsatı ele geçirirlerse hele, kanımca bu hesabı hiç tereddüt etmeden soracaklardir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
 
Metin Atamer
Her Kes Hesap Vermeli.doc

metin atamer

unread,
Jul 14, 2012, 8:17:34 AM7/14/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Baba Oğul Sȗzidil
Mersin ilinin şirin Silifke kasabasının Mersin'e çıkışında bir lokanta vardır. Adı Baba Oğul lokantasıdır .  Çok güzel et yemeği ve kebab çeşitleri olsada dükkanın yanında Balıkçı Hasan'da Balık yemeğini  tercih ederdim . Aslinda Türk Sanat musikisinde bir Başka Baba - Oğul vardırki hayran olduğum kendi devirlerine isimlerini yazdırmışlardır. Suzidil makamında eser veren oğul, bu makamı hic kullanmayan Baba.
Suzidil makamı Türk Sanat musikisinde önemli bir yerdedir. Bu makamı bir çok bestekar kullanmamış, belkide cesaret edemiş olduğunu düşünmekteyim. Hüseyni perdesi hem güçlü , hem tiz durak görevi yapar. Hisar makamının seyrine benzesede, seyirlerden doğan çeşni farkları hisar makamından ayırır. Suzidilin Tiz perdesini sıkca göstermesi, çeşninin değişmesine yarayan bir seyir şeklidir.
Tiz duraktan güçlüye doğru inişlerde hisar perdesini kaldırarak yerine neva perdesinin yerleştiğini görmekteyiz. Bestekarlarımız eserlerinde melodik yapı icabı buselik perdesinede vurgulamalar yapmaktan çekinmemişlerdir. Bu perdeyi sıkca kullanmışlardır.
 
Baba bestekar olarak tanıtacağım bestekar benim sevdiğim bir kişidir. Bazi kaynaklar 1840 da doğduğunu söylesede torununun kızı olan değerli Selçuk hanım efendinin teyid ettigi gibi 1839 senesinde Vefa semtinde dünyaya gelen Mahmud Celalettin, ailenin tek erkek evladı olduğundan, eğitim süreci hem çocukluğu hemde gençliği, çok itina ile geçmiştir.
Konak'ta özel yetiştirilen Mahmud Celalettin, daha 17 yaşında bir kaç lisan bilen, eğitimli bir genç olarak devletin önemli görevlerine gelir. İlk evliliğinide bu yaşta yapar. Gençliğinin baharında, güzeller güzeli Cemile hanimla evlenir. Mahmud Celalettin Efendi İstanbul dışına tayini sırasında, bu şehirden ayrilmak istememesi sonucunda, bu evlilik nihayet bulur.
Kısa süre Enderun hocalarından ders alan Mahmud Celalettin bey, Türk musikisine de merak salmış, güzel sesi, hassas şair ruhlu bir kişiliği vardır. Bir başka kaynakta Mahmud Celalettin bey ’Güzel Mahmud’ namı ile anılır. Kadıasker , Mühürdarlık gibi önemli görevleri çok genc yasta, çok başarı ile yürütüğü için kendisine Paşalık payesi verilir ve Valilik görevine atanır. 
Daha sonra elde ettiği başarılar sayesinde 1887 senesinde Maliye Nazırlığı görevine getirilir.  Musiki eğitimi ünlü Dellal-Zade Ismail efendiden dersler alarak daha küçük yaşta başlar. Musiki ile uğraşması, çok zorlu günlerin getirdiği sıkıntılardan kurtulmak olduğunu düşünmekteyim. Haftanın belirli günlerinde yaşadığı ev, sanatkarlarla dolar, onlarla meşk ettiği söylenir.  
 
Mahmud Celalettin bey daha sonra aslen Kırımlı olan  Leyla hanımla evlenir . Bu evlilikten altı erkek, bir kız çocuğu olur. Bunlardan Şemsettin Ziya 1882 senesinin ilk aylarında dünyaya gelmiştir.
Musiki konusunda çok yetenekli olan Şemsettin bey, çocukluğunda çok değerli musiki hocalarından usul dersleri alır. Babasının konağındaki sanatcılarla yapılan toplantılara katılır. Babası gibi ilk evliliğini genç yaşta, 22 yaşında yapar. Bu evlilik çok uzun sürmez.  Ilk eşi Şemsettin Ziya beyin yaşadığı hayata ayak uyduramadığından oluşan bu ayrılma sonrası, Ziya bey ikinci eşi Ismet hanımla evlenir.  1925 senesinde daha 43 yaşında iken hayata gözlerini yuman Ziya bey, bir çok eseri bu kısa ömrüne sığdırmış olduğunu görmekteyiz.
Yaptığı besteleri eşi İsmet hanımın notaya geçirdiğini, ve oluşan güzel bir kolleksiyonun günümüze kadar taşımasına vesile olmuştur. Bilhassa Suzidil makamında eserler veren Şemsettin Ziya beyin bu gün, bu güzel makamı tanıtan bir örnek şarkısını sizlere aktarmak istemekteyim. Bu eser birden fazla okunuş şekli olduğundan, hepsini  vermek yerine, bestekarın babasının kısa ömrünün, kendisinde tecelli edeceğini dile getirdiği ve bu düşüneceyle  bestelediği  bu müstesna şarkıyı, babası Mahmud Celalettin beyinde çok sevilen bir KürdiliHicazkar şarkısını Baba- Oğul anma adına özel iki güzel sesten  dinletmek istiyorum. 
Suzidil makamına bir güzel örnektir, Usülü   Sengin Semai. Makam        Suzidil. Güftekar ve Bestekar          Şemsettin Ziya bey.       Ey Gonca Açıl Zevkini Sür Faslı Baharın ,   Ben Bülbülüyüm Sen Gülüsün Bağ-ı Mesarın ,    Güş Eyle Neva-yı Dilini Gamlı Hezarın,     Pek Çok Sürecek Sanma Sakın Ömrü Beharın
Diğeri ise     KürdiliHicazkar    Makamında güzel bir beste Usül    Devri Hindi , Beste Güzel Mahmud Celalettin Paşa , Sen Beni Bir Buseye Ettin Feda   
Ankara Radyosunda çalıştığım senelerde ses sanatçısı olarak radyoda görev yapan çıtı pıtı bir bayan vardı. Eşi ile Sıhhiye’den elele yürüyerek Ankara Radyosuna  gelirler, radyo kapısında ayrılırlardı. Bu yürüyüşü yapmalarını uzaktan bizde seyrederdik. Bu güzel sesli bayanı, Emel Sayın’ı bir kerresinde Orta Doğu Teknik Üniversitesinde yeni yıl kutlamaları kapsamında bir küçük konser vermesini için rica etmiştim. Beni kırmamış, okuluma gelmiş, radyodan getirdiği saz ekibi eşliğinde konser vermişti.
O tarihlerde sahnelere pek çıkmamakta, eşinin izni ile böyle toplantılara gelmekteydi. Bu gün Şemsettin Ziya beyi anarken, saygı duyduğum Emel Sayın’ın sesinden bu güzel şarkıyı , Baba Mahmud Celalettin Paşayı anarak yeni seslerden çok beğendiğim Meltem Yamak’tan diğer şarkıyı sizlere dinletmek istedim.
Metin Atamer
Baba Oğul Suzidil.doc

olympos foca

unread,
Jul 14, 2012, 4:31:39 AM7/14/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, iy...@aol.com
BU HESAPLAR  YANLIS YAPANLARA HERZAMAN SORULACAKTIR. BU DEVLET BU IMKAN BABASININ MALLARI DEGILDIR. YETIMIN SEHITIN MALIDIR. YASAYANLAR BUNUN DOGRU KULLANACAGINI BILMELERI GEREKIR. KULLNMAYAN EGOSUNU TATMIN ETMEYE CALISAN VEDE MEMLEKETINI SATANLAR DAN SORULMUSTUR SORULACAKTIR. TARIH BU YAZMIS VE GOSTERMISTIR. HATA HATADIR YONETICELRI N  HATA YAPMA SANSLARI YOKTUR.
 

Date: Fri, 13 Jul 2012 01:26:17 -0700
From: matam...@yahoo.com
Subject: e-turkiye.gen.tr 30351 Herkes Hesap Vermeli
 
 
Her kes hesap Vermeli
 
Do�du�umdan hesap konusunda neler yap�lmas� gerekti�ini d���necek �a�a geldigim tarihe kadar �ok zaman ge�memi�ti. Hesap konusunu irdelemeye ba�lad���mda daha �ocuk ya�ta idim. Hen�z daha �lk okula gitmeden  evvel hesap yapmay� severdim. Mahallemizde benim s�kca gitti�im bir kasap ve birde bakkal vard�. Evden beni oraya  g�nderdikleri zaman sevinirdim . Annem elime bir ka��t s�k��t�r�rd�. 'Haydi git bunu al ' diye beni bakkala g�nderirlerdi.  Al�nacaklar� al�p filenin i�ine koyarak, eve geldi�imde 'sordunmu ka� para imi�� diye d�n��te sorgulan�rdim . Tabiki ilk gidi�lerim  hari�, her seferinde sorard�m bakkal Mustafendi veya Hamdia�a�ya 'ka� para bunlar ' derdim. Elime hesab�n yaz�ld���  bir ka��t par�as� verirlerdi. Bunun ad� hesap pusulas� idi.
Eve geldi�imde bende eve hesap verirdim. �lk okula gitti�imiz y�llarda bir hocam vard� ad� Y�ld�z , ne kadar etkilenmi�tim ki, bir tesad�f e�imin adi da Y�ld�z. �lk okul hocam derdiki '�ocuklar hayatta hep hesap kitap var, bu nedenle matemati�i �ok iyi bilmeniz gerekir' diye bize ���tler verirdi. Bu nedenle bize aritmetik ��retir, � dikkat edin bu ders �ok �nemli bunlar� bilmeniz gerekir� derdi.
Orta okulu yatili okudu�um Talas Amerikan Orta Okulunda aritmetik dersini Amerikal� bir ��retmen  verirdi. Mathews isminde, bizlerden be� on ya� b�y�k bir delikanl� idi. Daha sonralar� pratisyen doktor olup, Kayseri nin kazas� Talas�ta sa�l�k oca��nda g�rev yapt���n� g�rd�m. Hatta hem�ire olarak tan�d���m�z Hemingway isimli bayanda bu klinikte uzun seneler g�rev yapt���na �ahit olduk. Mathews matematik anlat�r, denklemlerde hesaplaman�n hep alt�n� �izer,� bunlar  ï¿½nemli� derdi. Lisede matematik dersine gelen ��retmenin ismini hatirlamasamda, �niversitede Biki isminde bir Amerikal� ��retmenimiz vard�. Biki nin verdi�i Matematik ve algebra derslerini �ok sevdi�imden bu dersleri hi� ka��rmazd�m.
Ne zaman gerekli olaca��n� bilmemekle birlikte, birde differensiyal denklemler dersini Baki Bey'den alm�� ve �ok sevmi�tim. Hesap yapmak, denklem kurmak i�lerini �ok sevdi�imdenmi neden bilmem denklemlerle ba��m ho�tu. �niversitede okudu�um s�re� i�inde ayl�k  b�t�eme katk� olsun diye, Ankara Koleji  lise talebelerine matematik dersi verip har�l���m� ��kar�rd�m. Nede olsa daha ilk okuldan beri matemati�in hayatta �ok �nemi oldu�una kendimi inand�rm�st�m.
Buradan ayr�ca har�l�k paras� ��kartmasayd�m ne olurdu, buda ayr� bir hesap meselesi. �ar��ya ��kmak hesap meselesi, pazara u�ramak hesap meselesi, doktora gitmek ayr� bir hesap meselesi. Biraz ay�p olacak s�z�m meclisten d��ar� tuvalete gitmek bile bir hesap meselesi. Kimi zaman sabahlar� banyodan sonra tart�l�p ka� kilo oldu�umu bask�lde �l��yorum. Bu hesap meselesine dikkat etmemiz gerekti�ine inan�r�m. Ka� kalori ald�m ka� kilo verdim, hesab�n�n yap�lmas� gerekir.
 
Bir spor m�sabakas�n�n hesap meselesi oldu�unu kan�mca s�ylememe gerek yoktur. Ma��n skoru bile bir hesap �st�ne in�aa edilmi�tir. Din kitaplar�nda bile bir hesap vard�r. Bes vakit, u� vakit gibi bir �ok rakamlarla u�ra��r�z. Bir  d���n�n, inan�lmaz bir matematik �ark�n�n i�inde d�nmekteyiz. B�rak�n bunlar�n tamam�n�, D�nya, G�nes ve Ay y�r�ngelerinde d�nmesinde bile bir hesap ve denklem bulunmakta.
K�tleler bir birlerini, k�tlelerinin do�ru , aradaki mesafelerinin karesi ile ters oran�nda �ekerler. Buda bir ba�ka hesap meselesi.
Her konunun hesab�n�n oldu�u ve matematik dersinin ne kadar �nemli oldu�unu daha ilk okul �a�lar�mda Y�ld�z hocam s�ylemi� ve bu ya�a gelinceye kadar ne kadar do�ru oldu�unu anlamaktayd�m.
Ge�ti�imiz g�nlerde bir yasa, hesap �zerine ��kar�ld�. Fakat gelin g�r�nki bu �ar��daki hesap,  evdeki ile uyu�mayinca, Bah�elievler cinayetinin h�k�ml�leri, d��ar�da buldular kendilerini. Niye nasip kime k�smet. Bu da ayr� bir hesapla�ma.
 
Bu g�n birileri, birilerinden hesap sormakta. Bu hesap sorma i� g�d�s� senelerce evvel kurgulanmis bir denklem oldu�una inanmaktay�m. Belki bir g�n gelir, yine birileri ��kar ortaya, yine ba�ka yasalar kugular, bu gunlerde  hesab soranlardanda hesap sorma f�rsat� ele ge�irirlerse hele, kan�mca bu hesab� hi� teredd�t etmeden soracaklardir diye bir s�z�m geldi s�yledim hem nal�na hem m�h�na.
 
Metin Atamer

metin atamer

unread,
Jul 25, 2012, 5:10:03 AM7/25/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
 
 
 
İç İşleri Bakani SAYIN İzzet Naim Şahin
Emniyet Genel Müdürü SAYIN Mehmet Kılıçlar
Samsun Valisi SAYIN Hüseyin Aksoy,
Ordu Valisi SAYIN Kemal Yazıcıoğlu,
Düzce Valisi SAYIN Vasip Şahin                                                                        25 Temmuz 2012
 
Türk insanının bir yani gelişmeye açık, ileriyi gören , girişimci,  bir yani ise yaptığı işi kuralına göre yapmama alışkanlığına sahip  olduğunu yaşamaktayız. Bu yurdum insanımızın bir gerçeğidir. Türkiye de ve yurt dışında tarıma yönelik üretilen araç ve gereçler bir gereksinmeden yola çıkılarak tasarlanmış ve üretilmiş olduğuna inanırım.
Tarladaki toprağı alt - üst etmek için kullanılan motorlu çapa makinasi iki tekerlekli, motosiklet didonu türden kullanma kollari olan, 10 HP gücünde bir tasarımdan söz etmek istiyorum.
Karadeniz yöresinde bu çapa makinasına kısa bir şasi ilave edilmekte. Buna bağlı olarak arkaya bir dingil ve aks konulduğunda arka dingile birde saft ilave edilmekte.
Bu kısa şasenin üstüne birde yük ve yolcu taşınması ile kasa ilave edildiğinde ortaya bir araç çıkmakta.
Bu araçların bütün Karadeniz boyunca  Samsun, Ordu ve Düzce de hem şehirler arası yollarda, hemde şehir içinde pilakasız kullanıldığından çok değerli Sayın Bakan İzzet Naim Şahin haberiniz varmı ?
Bu iki tekerden bozma, ek dingil yapılarak  dört TEKER olma araçların hiç bir üretim normlarına göre emniyet sistemi olmadan hem yük, hemde insan taşıdığından haberiniz varmı ?
-Bu araçlar pilakasız yollarda kullanılmakta, bu araçları kullanan sürücülerin neye göre sürücü belgesi olması gerek diye hiç düşündünüzmü ?
-Bu araçlara trafik polisi eğer ceza yazmaya kalkarsa pilakasız bir araca nasıl ceza yazar, ve hatta hangi sürücü belgesine göre kullanılıcağı belli olmayan bir müteharrik dört tekere nasıl ceza uygulanır diye hiç düşündünüzmü ?
-2918 sayılı trafik kanunu madde 1 ve madde 2 de belirtilen hususları hangi yürütme kurulu bu araçlar için karayollarında ne uygulayacağını hiç düşündünüzmü?
-Yine 2918 sayılı kanunun madde 3 deki tanımların bu araçlar hangisine girmekte?
-2918 sayılı kanunun madde 21 de belirtilen hic bir arac trafiğe plakasız çıkamaz cümlesi hangi araçlara uygulanır, hangilerine uygulanmaz.
 
Bu gerçeği yörenin Sayın valileri mutlaka görmüş olması gerek çünki ben bile gördüm ve bunları resimledim. Eğer görmedim diyorsanız suç işlemiş olursunuz. Eğer gördüm ne olmuş derseniz yine suç işlemiş olursunuz çünkü plakasız araçların sehirler arası ve sehir içinde yola çıkması sizlerin müsaadesi ile mümkün. Bu araçlara  müsaade siz vermiş iseniz yine suçlusunuz. Eğer bu araçların trafikte kaza yapması halinde veya aracin donanımının yetersiz olmasından dolay başka bir araca kaza yaptırması halinde sizin vicdanınız sizlamiyacakmi ?
Bu araçlarla ilgili resimleri size göndermekteyim. Fenni hiç bir muayenesi olmayan bu araçların trafiğe çıkmasını siz nasıl izah etmektesiniz ?
 
Bu ülkeye ve bu ülkenin güzel insanlarına lütfen saygı duyun.
 
Metin Atamer 
Toprak.doc
IMG_1805.JPG

metin atamer

unread,
Jul 31, 2012, 3:55:04 AM7/31/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
 
Adli Tıp
Bir insanın yaşamı boyunca kazandığı hasletler vardır. Bazı el becerileri her ne kadar genetik olsada, yani kalıtımla nesillere aktarılsada, insan yaşadığı hayat boyunca başka edinimler kazanabilir. Kimi insanların kulak hassasiyeti vardır , notaları çok iyi ayırt eder, hatta notaların ara seslerini bile kolaylıkla seçme yeteneği vardır. Burada bir konuyu izah etmem gerek çünki Türk Sanat Musikisinde bazı bestekarlar nota bilmemelerine rağmen unutulmaz eserler vermişlerdir. Yaptıkları besteleri başkaları notaya dökmüş ve günümüze kadar ulaşabilmiştir.
Bazı insanların sporda yetenekleri yine genetik olarak nesillere geçer. Sporcu bir aileden gelen bir çocuğun, mutlaka olmasada, genelde spora düşkünlüğü doğaldır.  Zaten büyük bir ihtimalle Gen Mühendisliğinin de oluşması, bu dalda insanların araştırma yapma arzusundan geldiğini düşünmekteyim. Ne kadar çok istemişimdir bir enstruman çalmayı, veya genetik araştırmada çalışmayı , fırsat ve kısmet olmadından yapamadım. Bu becerilerde araştırma yapmak için çalışan insanları kıskanmıyorum desem yalan olur. Bu insanların çalışmalarını gıpta ile seyrederim .
Istanbul da Sirkeci Hüdavendigar caddesi üzerinde  Osmanlı mimarisi ile yapılmış bir binada çalışan Adli Tıp Müessesesi Reisliği vardı. Başındaki Muzaffer bey isimli kalın kaşlı  mavi gözlü babacan bir vatansever, Reislik yapmaktaydı. Bu müessesenin  biokimya uzmanı çok genç ve güzel sarışın uzun saçlı bir bayan üstlenmişti.  Ziyaret için odasına girdiğimizde kendisine çok saygı duyardık. Bilgili , kültürlü bilhassa yaptığı işi bilerek ve severek yapan bu sarışın güzel bayanı, bu müessese ile bağdaştıramazdık. Bu kadar güzel bir bayanın  isminin başında Doktor  koyamazdık.
Kendisi çok ileri görüşlü olduğu için bir çok faili meçhul  konuyu, adli tıp konusunda çözmeyi düşünür, devamlı yabancı yayınları takip ederdi. Çok ilgimi çekerdi, çalıştığı odanın kapısını pek örttüğünü hatırlamazdım. Ne zaman ziyaretine gitsem, kapısı açık, bizleri gördüğünde tebessüm ederek odasına davet ederdi. Genelde yayınlanan bazı tıbbi tebliğler bana çok hızlı erişir, bende onları hemen Sevil hanıma götürürdüm. Bir ölüm vakasında kişinin zehirlenip, zehirlenmediğini saç teli, tırnak veya deri numunesinden teşhis edilebilme araştırmalarını temin ettiğimde  kendisine iletirdim.
Kendisi ile sohbet bizim en sevdiğimiz ziyaretlerdendi. Çünki bizim anlattığımız konularda kendisi de bilgili idi. Daha sonraları kurulan Adli Tıp Enstitüsüne, Sevil hanım, kurumun başına atandı. Çok yerinde bir atama olduğundan hepimiz sevinmiştik. Sevil hanım bekar bir bayandı. Oturduğu koltuğu dolduran bir duruşu vardı ve hafızamıza yerlesen Muzaffer beyi hiç aratmamaktaydı. Benim iş değiştirmemle beraber bu kısa süren, benim için, doyulmaz dostluk ve muhabbet kesilmiş oldu.  Sevil hanım belkide Adli Tıp da en uzun başkanlık yapan bayan biokimyacı kimliğine sahipti. O tarihlerde bile insan yapısında genlere dayalı bir haritanın varlığına inanır bu konuda yayınları toplardı. 
Bu gün genetik mühendislik bölümü, insanların geleceklerini bile etkileyecek bir bilim dalı. Bazı bozuk genlerin devamının engellenebilindiği, hatta bu haritadaki bazı izlerin ortadan kaldırılarak, yeni bir haritanın ortaya konulabileceği tatbikatta görülsede, bu bilim dalının daha kat edeceği çok uzun yolu olduğuna inanırım. GDO lu yiyeceklerin insanlara ne tür etki edeceği bilinmesede, beşeriyetin, geneleri ile oynanmış gıdalardan uzak durması gerekmekte olduğu kaçınılmazdır.
Ya insanların genleri ile oynanmışsa ve bu değişikliğe uğramış yeni bir nesil ve bu neslin sonrasının ne olacağını kestirmek, bu günden pek mümkün olmasa gerek. Bu çok önemli gerçekten kaçmamız mümkün değildir. Insan oğlu yaşam sürecindede değişikliğe uğradığı için, bu değişikliğin  genlere hangi hızda intikal eder, bu konuda bir fikir yürütmemekle birlikte, insan oğlu davranış bozukluğu göstermeye başladığında, hataları, hatalarla düzeltmeye çalışır, bu nedenle hata yapma normal davranış biçimi haline dönüşür.
10 Sene evvel komşularımızla hiç problemimiz yokken bu gün problemimiz olmayan  yakın veya uzak bir komşumuz yok denecek kadar az. 10 sene önce 221 milyar dolar olan cari açığın bu gün 600 milyar doların üstünde olduğu gerçeğinden hareketle, Yabancı ülkelerin para karşılığında bizlere bu coğrafyada yaptırmak istedikleri bütün eylemlerde, bizi maşa olarak kullandıkları açıkca görülmekte. Biz ise buna alet olmakta ve hiç bir olumsuzluk yokmuş gibi davranmaktayız.  Hani derlerya ‘Paranın Gözü Kör Olsun’, işte bunu demekle olmuyor, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına. 
 
METİN ATAMER 
Adli Tıp.doc

metin atamer

unread,
Aug 2, 2012, 3:20:25 AM8/2/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
 
Ürküten Rakkamlar
Bir çok yurdum insanı rakkamlardan pek hoşlanmaz, rakkamlar kendilerine okul çağlarında karşılaştıkları aritmetiği hatırlatır. Kimileri ise ‘Rakkamlar’ kelimesinin telaffuz edilmesinden bile rahatsız olur. Rakkamlar. Rakkamlar mutlaka matamatiksel bir işlemin sonunda ortaya çıkar, bir bilgi vermesi, nihayetinde konu hakkında  önlem alınmasına yarar. Rakkamlar çok değerlidir.
Güncel hayatımızda rakkamlarla yatıp rakkamlarla kalkarız. ‘Saat 20.19 da iftar vaktini unutma’ cümlesinde bile rakkamlar bulunmakta. Geçtiğimiz günlerde iki mukayese rakkamı verdim, 10 sene evvel iç-dış borç tutarı 221 milyar dolar olarak telaffuz edilirken bu günlerde 600 milyar dolar dile getirilmekte. Bu beni rahatsız ettiği kadar sizleride rahatsız ettiğine adım gibi inanırım.
Geçtiğimiz günlerde elde ettiğim bir kaç rakkamsal veri beni ürkütmeye yettiğini sizlerle paylaşmak istedim. Türkiyede üniversitelerde görev yapan öğretim görevlileri sayısı Avrupa Birliği üyesi ülkelerine göre çok az olduğunu söylememe hiç gerek yok, çünki yaşam için hazırlık yapmadığımız, uhrevi hayat için yatırım yaptığımız rakkamlarla ortada . 
Devletten maaş alan din görevlisinin toplam sayısı 2011 sonu itibari ile 117.000 . Türkiyede özel sektörde ve devlette görev yapan uzman doktor sayısı ise çok acı bir rakkam : 77,000.  Aradaki fark nerdeyse 40.000 olarak ortaya çıkmakta. Bu rakkamlardan hareketle biz yaşamdan ziyade  ahirete daha fazla önem verdiğimizin altını çizebiliriz.
 Türkiyede 67 000 adet okul olduğu söylenmekte, 1220 adet Hastahane olduğu işaret edilmekte, 6300 adet sağlık ocağı olduğuda kayıtlı . 117.000 din görevlisinin çalıştığı camii sayısı 85.000. Bakın buradan hareketle her 60.000 yetişkin kişiye bir hastane düşerken, Nüfusun her 350 erişkin kişisine 1 cami isabet etmekte olduğunu bilmek gerekir. Bu arada Türkiye’de camii dışında 270 kilise ve 107 adet Cem evi olduğunuda unutmamak lazım.
Gelin bu rakkamlardan bir başka gerçeğe doğru yol alalım, nüfusun her 950 yurdum insanına bir doktor düşerken, insan hayatından daha değer verdiğimiz maneviyatımız için her 780  kişiye bir din görevlisi düştüğü aritmetikle ortada. Dedim ya rakkamlar insanları korkutmakta. Ülkemde 200.000 öğretmen açığı olduğunu eğitimciler telaffuz etmekte ve bundan daha acı bir gerçek ise Türkiye’de devletin ve özel kurumların toplam kütüphanesi 1435 iken, 81 ilde toplam 3852 adet kayıtlı kuran kursu, bir o kadarda kayıtsız kursların bulunduğu, ülkemin bir başka gerçeği.
Bunlardan daha da çarpıcı başka bir rakkamdan bahsedeceğim. Türkiye’de sanatla ilgili  Devletin 13 adet tiyatrosu ve burada sanatlarını icra etmeye çalışan sanatçılar ve onlarla  iyi geçinemiyen bir idareye rağmen, çalışanlar  hayat mücadelesi vermekteler.
Bütün ülke çapında 1 Opera Derneği, 11 Bale Derneği , 10 Heykel Derneği , 18 Resim Derneği, 38 Tiyatro derneği ve 15 Edebiyat derneği bulunurken, 35.000 Cami yaptırma derneği bulunmasının dengeli olmadığına inanmaktayım.   
Çeşitli kurumların bütçelerine bakıldığında başka korkutucu bir gerçek ortada. 2012 yılı bütçesinde Ulaştırma Bakanlığı bütçesi 1.8 milyar lira, Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesi 1.2 Milyar lira, MIT teşkilat bütçesi 0.750 milyar  genel bütçeden pay alırken Diyanet İşleri Bütçesine 3.9 Milyar lira ayrılmakta. Diyanet İşleri Başkanlığının topladığı diğer bağışlar bu değerlerin içinde görülmemekte.    
Rakkamları incelerken başka gerçeklerde ortaya çıkmakta. Bu günlerde Y A Ş  toplantıları yapılırken elimdeki bazı verileri sizlerle paylaşmak istedim. Bu rakkamlar YAŞ öncesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti nin 39.975 Subayı bulunduğu Türk Silahlı Kuvvetleri sitesinde yayınlanmakta. YAŞ tan sonra ne olur bilememekle birlikte AstSubay sayısıda 95824 olarak verilmekte. Türkiye’ de  Silahlı Kuvvetlerin  toplam mevcudu 720 bin olarak kayıtlarda bulunmakta. 
Türkiye’de açıklanan polis sayısı ise 230 bin adet. Önümüzdeki aylarda 10000 adet daha polisin  kadrolara alınması konuşulduğu ülkemin  istikametini, ben söylemeden, rakkamlardan siz söylemekte olduğunuzu görmekteyim. 
Yaşadığımız coğrafyada tarihsel açıdan bakarsak, Romalıların uzun bir dönem Anadolu’da egemen olduklarını, yarattıkları şehirlerin kalıntılarından görmekteyiz.  Romalı’ların kurduklar şehirlerde olmassa olmaz bir kaç madde bulunmakta. Genelde şehirlerin kuruldukları yerlerde mutlaka sıcak su veya soğuk su  kaynağı bulunmaktadır.
Birde, her şehirde daha kurulurken bir Amfi-Tiyatro inşaa etmeleri, yaşamlarını sahnelere taşıyıp, öz eleştiriye tahammül etme sanatını ortaya koyarak,  bir döneme damgasını vuran bir toplumun gerçeği, bu topraklarda yaşadıklarına inanırım. Biz ise iki bin yıl önce yaşanmış bir medeniyetten ders almak yerine, hakikati göz ardı etmeye çalışmamız kabul edilebilir bir hata olmasa gerek .
Rakkamların bizleri ürkütmesi ne kadar gerçekse, gerçekleri göz ardı etmek ise o kadar abesle iştigaldir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer     
Ürküten Rakkamlar.doc

metin atamer

unread,
Aug 6, 2012, 4:16:03 AM8/6/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
 
Vicdan Sesi
 
Ankara da  1950 senelerin başında, bilhassa Turkiye Nato teşkilatına dahil olduktan sonra Amerika’nin iki enteresan teşkilatı, Türkiye de faaliyete başlamıştı .Birinin ismi ‘ Tuslog ‘ diğerinin ismi  ise ‘’Jusmat’’ adlı teşkilat yapılanmaya başlamıştı. Genelde toplumda Amerikalıların bu teşkilatlarının çalısmaya başlaması, her ne kadar yurdum insanı tarafından hoş karşılansada, Ankara'da ev kiraları, bu teşkilatların Ankara'ya gelmesi ile katlanarak artış göstermesine, memur halk tarafından muhabbetle bakılmadı.
 
Bu teşkilatlarda çalışan Türk vatandaşlarında " Friends of America"  kapsamında yetiştirilmek üzere çalıştırıldığına inanmaktayım. Bu teşkilatların bilhassa Nato adı altında,  Amerika'nın SSCB’den, olası  tehdide karşı korunması için Türkiye’ye yerleştirildiği hava dinleme radarları tesis edilmesinin, Türkiye ye bir yararından ziyade hedef noktası haline getirmesinin göz ardı edilmesini, genç nesil kabul etmemişti. Bu kurumlarda çalışan Amerikalılar'ın bütün ihtiyaçları Amerika'dan gelmekte, gümrüksüz Türkiye’ye girmekte,  kendi mağazalarında gümrüksüz ve vergisiz kendi paraları ile satılmaktaydı. Bu dükkanlara PX mağazaları denilmekteydi. Bu mağazalarda Amerika'dan gelen şişe suları bile vardı.
 
Birde Ankara’da Kızılırmak sokakla Olgunlar sokağın kesiştiği yerde bir Amerikan sineması vardı. Birinci vizyon filimler bu sinemada oynar ve biletler kendi para birimleri ile satılırdı. Onlara göre Türk’ler, yani yabancılar bu sinemaya giremezdi. Kızılırmak sokaktan Olgunlar sokağa döndüğünüzde köşe'de Kent pastahanesinin bulunduğu binanın adıda Kent apartumanı  idi. Bu binanın çatı katında okul arkadaşlarım kalırdı. Bende bir süre onlarla birlikte bu mekanı paylaşmıştım.
 
Kent apartumanın ikinci veya üçüncü katında çok önemli bir hakim oturmaktaydi. 27 Mayıs ihtilali  sonrası kurulan Yassıda ihtilal Mahkemesinin, o tarihte Yüksek Adalet Divanı Baskanı olarak mahkemenin  hakimi idi. " Sanıklar getirildiler , Bağlı Olmayarak Yerlerini Aldılar, Müdafiler Haazir, Yassıada bilmem ne tarihinde duruşmaya devam edildi"  bu cümlelerin sahibi tok sesli Salim BAŞOL bey, bu binada oturmaktaydı. Meşhur Köpek ve Bebek davalarinin toplumda çizdiği derin yaralarla Savcı Altay Ömer Egesel’in açtığı davalar, sürdürülüp neticelendirilmişti. Kimileri hapishanelerde yattı, kimleri ise idam edilerek hayatlarını kaybetti.  
İşte bu davaları, hakim sıfatı ile Salim bey yürütmüştü. Aslında Salim bey bu davaları hukuk adına mı yürütmüştü, yoksa bir başka bir gerçekmi vardı işin içinde, bunu bu gün artık her kes bilmekte ve acılarını yüreklerine gömmekteler.  Yassi ada duruşmaları sürecinde bir gün merhum Adnan Menderes, hakim Salim Başol’a  " Sayin başkan içinde bulunduğumuz şartlar hiçte müsait değil " diye müşteki olmasına karşın, Salim bey " Sizi buraya tikan irade böyle istemekte" diyerek kendi vicdanını rahatlatmaya çalıştığıda görülmüştür.
 
Benim  Salim beyi apartuman giriş ve çıkışlarımda gördüğüm tarihlerde, her sabah koyu lacivert takım elbisesini giyer, kıravatını takar , Kent apartumanından çıkar, Kızılay’a kadar yürürdü. Bir kaç kez onu takip etmiştim. Yollar boyunca başını yerden hiç kaldırmaz, iki elini arkada kavuşturur, düşünceli düşünceli yolları adımlardı. Kızılay'dan Mithatpaşa caddesine doğru gider, oradan yukarıya Kocatepe gelirdi. Buradan Kızılırmak caddesine girerek evine doğru yürürdü. Kimseyle konuşmaz, bir yerede uğramazdı. Bu yürüyüşü birde aksam üstü yapardı. Kent apartumanı altında birde berber Hasan vardı.
Salim Başol bey ayda bir defa Hasan’ın berber koltuğuna oturur, traş olurdu. Bir çok kez uzun uzun izlemiştim Salim Başol’u. Hani insan kendi kendine hesap vermek için sonsuzluğa dalar gider ya , iste öyle boşluğa bakan gözleri vardı. Gözlerinde hiç ışık göremezdim. Kim bilir hangi olayın vicdan muhasebesini yapmakta diye düşünürdüm. Salim BASOL un hayatının sonlarında hastalıklarla uğraşıp, 1990 senesinde vefat etmişti.
 
Ülkemizde geçtiğimiz son bir kaç senedir iddianamesi bile ortada olmayan suçlardan insanlar tutuklu bulunmakta ve nedenini kendilerine bile izah edemedikleri bir cezayı,
yargılanmadan çekmekteler. Bu konumda kaç kişinin olduğunu bilmemekle beraber , toplumda sıkça telaffuz edilen cemaat ve tarikat baskısı ile yapılan tutuklama konusuna bir açıklık getirilmesi gerekir diye düşünmekteyim.
 
Cezaevlerinde tutuklu olarak kalan suçlu veya sanık olarak tutuklu insanların sayısında, hüküm giyenlerle birlikte  son 10 sene içinde 62,000 rakkamından  127.000 sayısına çıktığı bir hakikattir. Suçları henüz isbat edilememiş sanıkların, tutuklu olarak ceza evlerinde geçirdikleri süreler konusunda birilerinin vicdan muhasebesi yapması gerektiğine inanmaktayım. Orada yaşanan günlerin manevi hesabını kim ve nasıl verecek. 30 Kasım 1925 senesinde çıkan ve tekke ve zaviyelerin faaliyetlerine son veren kanunun intikamı alınıyor hissi veren bu davranışlarda, zaman içinde  Salim BASOL gibi sokaklarda vicdan muhasebesi yapan emekli hukukcuların dolaşacağını düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
 
Metin Atamer   
Vicdan Sesi.doc

VATAN LTD

unread,
Aug 6, 2012, 6:35:40 PM8/6/12
to e-tu...@googlegroups.com
Sayın Atamer
 
Rakkamların ürkütücülüğü genellikle cehaletin neticesidir. Uzay hakkında hiçbir fikri olmayan birine ışık yılından bahsederseniz ürkebilir mesela.
Bunun gibi, 221 milyar dolar olan dış borcun 600 milyar dolara çıktığını söylediğinizde, ulusal ve uluslararası ekonomik ölçekleri ve ilişkileri bilmeyen birileri bundan ürkebilir. Borcu sadece şahsi borç gibi görenler, dış borcun ne anlama geldiğinin farkında olmadığı için ürkmeleri de tabiidir. Mesela dış borç rakkamlarının içinde ne kadarı esasen içerdeki bankalara olan borçtur, bu borçlar gerçekte dış borç mudur yoksa envanter hesabı çıkarıldığında ülkenin artısı eksisi nasıl hesabedilir , bunlar önemlidir. Keza dış borcun 221 milyar dolar olduğu yıllarda "milli gelir" ve "milli servet" ne kadardı, şimdi ne kadar gibi bir soruyu sormayı akıl edemeyenler de bu rakkamlardan ürkebilir. 600 milyar dolarlık borcun ne kadarının her geçen gün gelişmekte olan özel sektöre ait olduğunu, ne kadarının hazinenin olduğunu bilmeyenler, değil 600 milyardan 10 milyar borçtan bile  ürkebilir.  
 
Üniversitelerde görev yapan öğretim üyelerinin sayısının AB üyesi ülkelerden az olmasını "uhrevi hayat için yatırım yaptığımız" gerekçesiyle açıklamak cehaletin ayrı bir boyutu olsa gerek!
Bu problemin temelinde Türkiye'deki eğitim sisteminin ve toplumsal dinamiklerin hiç değilse 200 yıllık geçmişini sorgulamak biraz zahmetli de olsa bize daha sağlıklı sonuçlar verebilir. Malum, üniversite öğretim görevlisi dediğimiz kişiler domates soğan gibi baharda ekilip güzün devşirilmez. Bu kadar rakkam meraklısına da sorarlar, 10 yıl önce öğretim görevlisi sayımız ne idi, şimdi ne oldu? Bir fikriniz var mı bu konuda?
 
Yazdıklarınızın hangi birine cevap vereyim bilemiyorum. Cami sayısını ben de fazla buluyorum. Keza din görevlisi sayısı da fazla.. Lakin bakış açılarımız ve saiklerimiz farklı. Siz cami sayısının fazlalığından değil esasen camiden rahatsız oluyorsunuz. Ahirete daha fazla önem vermek diye adlandırdığınız saplantının altında ise, bu ülkede yaşayan insanların mukaddesatını hafife almak gibi bir tavır seziyorum. Bu saplantının yanlışlığı kadar, bu tavrı da gayri insani bulduğumu ifade etmeliyim. İnanç sorgulanmaz, eleştirilmez ve asla hafife alınamaz. Hele bu asırda yaşayan ve az da olsa mürekkep yalamış birisinin böyle bir tavır alması en hafifinden ayıptır.
 
Cami derneklerinden size ne? Sizin paranızı mı kullanıyorlar? Akşama kadar ter döküp helal para kazanan sade vatandaş ertesi gün gidip cami derneğine bağış yapıyor, bu kadar basit. Düşünün bakalım son 10 yılda her hangi bir yere bağışta bulundunuz mu? Bunca gürültüye rağmen bir araya gelmeyi beceremeyen, üç-beş kişi bir araya gelip bir dernek kurduklarında adına Sivil Toplum Kuruluşu deyip mangalda kül bırakmayanlara sorun bakalım dernek kurmak kolay mıymış.. Yurdum insanı okumamış yazmamış ama bir araya gelip cami yaptırma derneği kuruyor, akşama kadar işinde çalışıp akşamdan sonra da cami inşaatında amelelik yapıyor ve birlik olup devasa bir de inşaat yaptırabiliyor. Takdir etmeniz gerekirken, aşağılamaya çalışmanız hiç de hoş değil.. Sadece 15 edebiyat Derneği varsa bunun kabahatlisi cami yaptırma derneği mensupları olmasa gerek. Bunca aydın geçinen zevata sorun bakalım zahmet edip niye dernek kurmuyorlar? Ceplerinden üç-beş kuruş bağış yapıp pekala istedikleri derneği kurabilirler, engel mi var? Ama zor tabi.. Hem cepten para harcayacaksın hem zahmete katlanıp dernek mernek işleriyle uğraşacaksın, rahatından fedakarlık edip koşturacaksın... Onun yerine, barlarda oturup viski yudumlarken muhafazakarları eleştirmek daha kestirme bir yol.. Bu işler fedakarlık gerektirir. Fedakarlık dediğimiz şey ise sizin dalga geçmeye çalıştığınız maneviyatla ilgilidir. İşte bu yüzdendir ki 60 yıldır bu ülkede taş taş üstüne koyanlar hep maneviyata değer verenlerdir. En büyük atılımların Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan zamanında yapılmış olması tesadüf müdür? Dernek kurmaktan bile aciz sol entelektüeller, yıllardır sadece laf salatası yapmakta, eleştiri ve öz-eleştiri yapmaktan düşünmeye bile fırsat bulamamakta, boş kaldıkça milletin maneviyatına saldırmaktalar.
 
Olsun.. Onlar öyle yapmaya devam etsinler.. Bakın Anadolu'ya.. Dünkü gazetelerde bir haber vardı .. İlk 500 sanayi kuruluşu içinde Anadolu'nun payı her geçen yıl artıyor. Kim bunlar? Bunlar o sizin beğenmediğiniz, muhafazakar, "ahirete önem veren" kişiler.. Her geçen gün daha çok üretiyor daha çok ihracat yapıyorlar. Size de bize de ekmek kapısı açıyorlar. Siz de ara vermeden eleştirin onları, dalganızı geçin, "ahirete önem veriyorlar" diye.. Tarih onları alkışlayacak, size ve sizin gibi düşünenlere de harika dersler çıkaracak... Tabi anlayana...
 
Velhasıl kervan yürüyor.. İhracat 500 milyar dolar olana kadar, kişi başı milli gelir 25 bin dolar olana kadar, dilenen vatandaş kalmayana kadar, evsiz-ekmeksiz kimse kalmayana kadar nefesimiz ve gücümüz yettiğince çalışacağız.. Allah doğrunun ve çalışanın yanındadır. Biz çalışacağız, birileri de kıyasıya eleştirecek, bunlar ahirete önem veriyor diyecek, bunlar mürteci diyecek, bunlar memleketi geriye ve hatta ortaçağ karanlığına götürüyor diyecek, aman laiklik tehlikede diyecek vs. vs. Sonra bir gün -umarım- uykularından uyandıklarında güçlü ve müreffeh bir Türkiye ile karşılaşacaklar. Kendileri de mutlu olacak.. Olsunlar tabi.. Koca Türkiye'de üç-beş marjinalin mutluluğunu kıskanacak halimiz yok..
 
Adem Çalık
--
E-TÜRKİYE GRUP KURALLARI
* Yayınlanan mesajlardan mesajın göndericisi sorumludur.
* İçeriği ne olursa olsun KONU kısmı boş olan yada içerikle uyuşmayan epostalar yayınlanmaz.
* Daha önce yayınlanmış epostalar yayınlanmaz.
* Aşırı dini / siyasi / politik veya tartışma çıkaracak içerikteki epostalar yayınlanmaz.
* Futbol takımlarıyla ilgili atışma / tartışma / kışkırtma yayınlanmaz.
* Erotizm içerikli Sanatsal foto / karikatür / fıkra için konu kısmına +18 veya XXX yazınız ki, bu tur maillerden hoşlanmayan açmadan silebilsin.
* 10-20 vs. kişiye gönderirsen dileğin gerçekleşir gibi saçma epostalar yayınlanmaz...
Grupla ilgili sorunlarınız için = yon...@e-turkiye.gen.tr
Gruba mesaj atmak için = e-tu...@googlegroups.com
Gruptan ayrılmak için = e-turkiye-...@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için = http://groups.google.com.tr/group/e-turkiye adresinde
bu grubu ziyaret ediniz.
Arkadaşlarınızın da bu gruba üye olmaları için = http://www.e-turkiye.gen.tr

metin atamer

unread,
Aug 13, 2012, 5:21:39 PM8/13/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
Uyuyabiliyormusun
Akşamları genelde yatağıma yattığım zaman uykum gelir ve uyurdum. Delikanlı çağımda okuldan eve geldiğim saatlerde çok yorgun olduğumdan yastığa başımı dayadığım saatlerde uykum gelir, derin uykuya dalardım. Universite yıllarımda zaman içinde toplum kesimlerindeki bazı konularda rahatsızlık çekerdim. Talebelerin haklarını araması sürecinde talebe dernekleri, ve öğrenci birliklerinin organize ettikleri  yürüyüşlere, birçok kez eve haber vermeden katılmıştım.
Her böyle yürüyüşten sonra eve geldiğimde ‘’ Fruko’’ lardan yediğimiz coplardan her tarafımız acır, uyuyamazdım. Genelde toplum polisi giysilerinin üzerinde plastik beyaz bir kask giyer, başlarını korurlardı. Bu nedenle Fruko şişelerinin kapakları ile bir benzetme yapılarak, polislere Fruko adı verilmişti. Sağ Sol çatışmasını hafife alan bir iktidar, kardeşi kardeşe düşman etmeye yetmişti. Kurtarılmış bölgelere ayrılan şehirlere, eşkiyalar sahipti. Fakat o tarihte hükümet başında olan kişi, talebelerin bu yürüyüşlerini , talebelerin bu isteklerini dikkate almamakta direnmiş, şimdi ise kendisini ‘’bir bilen ‘’ olarak andığımız zat ‘’ Yollar Yürüyerek Aşınmaz ‘’ diye, olayı hafife almaktaydı. İşte böyle tarif ettiğim günlerin akşamında başımı yastığa koyduğum zaman hiç uyuyamazdım.  Aklıma hep şu soru gelirdi ‘’ Ben bu konuları düşünürken uyku uyuyamıyordum . Sen Ey bir bilen, sen yatağında rahat uyuyabiliyormusun ?’’ diye hep sormak istemiştim.
Zaman içinde iktidar sahipleri toplumun hassasiyetleri arasında vurdum duymazlık göstermesine çok rahatsızlık çeker, uykularım hep kaçardı. Bilhassa IMF heyetinden insanların gelip, Türkiye’nin açık bütçelerini kapatabilme adına birçok pazarlık maddelerin masaya  koymasını ve Türkiye’nin o maddeleri kabul etmesini seyrederdim. İşte o akşamları ben başımı yastığa koyduğumda uyuyamazdım. Aynı tarihte ülkeyi yöneten hükümet başına tek bir sorum vardı sormak istediğim ‘’ Ben bu durumda uyku uyuyamıyorum, Ya sen ?’’ demeyi çok istemişimdir. 
Aradan seneler geçti fakat bu son 10 sene içinde daha sık geceleri uykum kaçmaya  başladı. Bir dağ silsilesinde konuçlanan bir gurup eşkiya, sınırda ülkeyi bekleyen değerli vatan evlatlarını pusuya düşürerek, hünharca hayatlarını kaybetmeleri sonrası ben başımı yastığıma koyduğumda uyuyamamaktayım. Hatta benim bu uykularımın kaçmasına, bazı kendini bilmez siyasilerin, şehit olan vatan evları için ‘’ Bir kaç Mehmet in şehit olması ile Meclis toplanmaz’’ sözleri, beni ziyadesi ile yıkmakta. Ben bu konuları düşünürken uyuyamazken, Baş Efendiye hep sormak istemekteyim ‘’ Ben uyuyamıyorum, ya Sen Baş Efendi, Sen Uyuyabiliyormusun ?’’  Bunu mutlaka bir gün sormak isterdim. Sınır boyunun yan gelip yatma yeri olmadığını belirtirken bile benim uykularım kaçmıştı.
Ülkemin üzerinde o kadar çok sorun üretildi ki bunların her biri üzerinde Türkiye de yayın yapan televizyon kanallarında günde onlarca programlarda  tartışılmakta. Her kültürlü insan , her bilgili akil insan,  Türkiyenin sorunları üzerinde ve bilhassa bu ülkenin geleceği konusunda fikir yürütmekte . İnanıyorumki bu tartışan insanlar ve bilhassa bu programları izleyen insanlar, akşamları başlarını yastığa koyduklarında uyuyamamakta. Bende bu programları izleyen, bir vatandaş olarak uykum hep kaçmakta. Yine Başefendiye sormak istiyorum, ‘’ Ben bu konuları düşünürken uykularım kaçmakta ya sen uyuyabiliyormusun ?’’ diye sormak isterdim.  Sınırda feda ettiğin ‘’ Bir kaç Mehmet ‘’ olarak bir Siyasi kişinin niteleği şehit haberini duyduğun geceleri, başını yastığa koyduğunda uyuyabiliyormusun diye Baş Efendiye, bunu sormak istemekteyim.
3 Kasım 2002 senesindeki seçimlere girmeden evvel Amerika ya giden BaşEfendi, orada verdiği tavizin nerelere gittiğini seyrederken ben, uyku uyuyamamaktayım. Bu pazarlıkların yapıldığı tarihlerde konunun buraya kadar geleceğini bizler biliyor ve uykularımız kaçıyordu. Şimdi sormak istiyorum BaşEfendiye, evdeki hesap çarşıya uymadı, bir başörtüsü konusunda israrın, hak aramayı nereye getirdiğini seyretmek bizim uykularımızı kaçırmakta, ya sen başını yastığa koyduğunda uyuyabiliyormusun ?
Amerika’nın Büyük OrtaDoğu Projesi planı olduğunu sokaktaki çocuk bile bilirken, planın adım adım güneydoğuda bir Kürt devleti kurdurup, Irak ve Suriye de var olan petrol yataklarını kontrol etmek adına Türkiye yi harcıyacağını göz ardı etmek, biraz saflık olacağını düşünmekteyim Bunları düşünürken uykularım kaçmakta. Bu konudada Baş Efendiye sormak isterim, Ülkeyi dış güçler adım adım  parçalamakta olduğunu seyrederken ‘’Siz BaşEfendi başınızı yastığa koyduğunuzda uyuyabiliyormusunuz? ‘’ diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer                
Uyuyabiliyormusun.doc

metin atamer

unread,
Aug 19, 2012, 4:07:29 PM8/19/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
     
Armutlar ve Elmalar
Ömrüm boyunca haksızlığa hiç dayanamam, hep isyan ederim. Eğer isyanım kabul görmesse, bir kenara gider oturur hep ağlardım. Çocukluğumda okuduğum yatılı okulda ne zaman haklı olduğum bir konuda, güçsüz duruma düşsem, okulun görünmeyen bir kayabaşısı vardı , oraya gider ağlardım. Benim yaptığımı her arkadaşım haksızlığa uğradığı zaman yapardı . Hatta evini özleyenlerde bu kayanının başına gider, gözlerden uzak bir köşe olduğu için orada  ağlar, özlemlerini göz yaşlarına bağlar kayaların üzerinden kayıp uçmasını dilerdi.
Haksız olarak yapılan her konudaki harekete isyanım hep olmuştur. Yalnız bana yapılan haksızlığa değil bütün toplum bireylerine yapılan haksızlıklarda isyan edişim, hep haksızlığa karşı olmuşumdandır. Bana yapılmasını istemediğim hiç bir konuyu, bir başkasına yapılmasına tahammül edemem. Çocukluğumda yatılı okulda Talas köyünde bir postane vardı gidip mektuplarımızı aldığımız , işte orada birde posta memuru vardı, ismini bu gün pek hatırlıyamadığım, Ankara da ki evimizde  telefon olmadığı için yan komşumuzda bulunan telefonun numarasını verir, evi telefonla arardım. Bir bütün gün telefon bağlanmasını beklediğimi, bu gün gibi hatırlarım.
1969 senesinde evlilik birliğimi kurduğumda  evimizde telefon bile yoktu. Bir konu için eşimi aramak gibi bir lüksüm o tarihlerde hiç  olmamıştı. Yeni evli olduğumuz sene bir gün annem eşimi ziyaret için evimize gitmek istediğini bana söylediğinde ‘’Evime ne zaman istersen gidebilirsin’’ diye annemi teşvik  bile etmiştim. Eşimi konudan haberdar etmediğimden, eve giden annem kapının açılmadığını görünce, iki göz iki çeşme bana gelip şikayet ettiğini hatırlarım. Şimdi olsa‘’ Aç mobil telefonunu, Kızım Evde isen ben geleceğim ‘’ dersin, evde ise gidersin. Postahanede bir gün telefon beklemek ne demek olduğunu bu günlerde, çok az insan bilir.
Telnolojinin gelişme sürecinde bir çok konu gibi telefonda çok hızlı evrim geçirdiğini son otuz sene içinde yaşıyarak şahit olduk. Hangi konuyu biraz eşeleseniz mutlaka gelişim evresinde dev adımların atıldığı görmeniz mümkündür. Çocukluğumda mahallede inşaa edilen bazı bir kaç katlı binaların beton atılmasını ilgi ile seyrettiğim çok olmuştur. Binaya her kata iki aktarma iskelesi kurulur, beton harcı aktarma iskeleleri marifetiyle  bir seviyeden, kürekle, diğer seviyeye beton aktarılırdı. Bu işlemle aynı zamanda beton karışmış olurdu.
Bir binanın kat betonu bir kaç günde tamamlanırdı. Bu nedenle her kat yükselmesi bir aydan fazla vakit almaktaydı. Belkide yüksek katlı binalar bu nedenle yapılmamakta, beş katın üzerine pek çıkılmamaktaydı.  Şimdi ise betoniyerlerde hazırlanan beton yüzdesi belli karışımı, çok katlı binalara pompalar vasıtası ile yükseklere çıkartmaktalar. Bir katın betonu bir gün içinde tamamlanmakta olduğunu görmekteyiz. İnşaatını yaptığımız rüzgar santrallarında da bir kule zemin betonu bir seferde ve aynı gün yapılmakta. Nereden nereye geldiğimizi yaşarken görmek ne kadarda güzel. Bu günleri, bu gelişimi idarak ederek yaşamak ne kadarda güzel diye düşünmekteyim.
Geçtiğimiz son elli sene içinde karayolu yapımının geçirdiği evreyi izlerken  hayretler içinde kalmaktayım. Yol yapım teknikleri gelişmekte, eskisi gibi düzlenen bir güzergaha serilen mıcır üzerine katran dökme devri çoktan geçtiğine şahit olmaktayız. Şimdileri ise yeni asfalt teknikleri gelişmiş, alt zeminde ince toprak asfalt gibi dökülmekte. Bu zemin sıkıştırılıp üzerine asfalt döşenmesi yolun ömrünü arttırdığına şahit olduk. Türkiye, diğer ülkelerden çok değişik bir iklime sahip olduğundan, bu yapım tekniği Anadolu yollarına çok uyduğuna inanmaktayım. Yaz ve kış ile gece ve gündüz ısı farkı yol yapımı için çok önemli olduğuna inancım tamdır.
Rahmetle andığım babam iş hayatına atıldığı yıllarda İzmit- Kandıra yolu ile Besni – Adıyaman yollarını yaparken nelerle karşılaştığını anlatırdı. Bir yol güzergahında bir tünel yaparken ne çektiğini bizimle paylaşmıştı. Hiç küçümsenecek bir emek olmaması lazım, imkansızlıklar içinde bir eser meydana getirmek pek kolay olmasa gerek. Nereden baksanız her iki yolun uzunluğu pek önemsenecek bir mesafe olmasada günün yol yapım teknolojisine bakarsanız önemli bir mesafedir.
Sadece karayolu yapımını değil demir yolu ağınıda ele almak gerekir. Kazmalarla oyulup, dinamitler patlatılıp, dağların nasıl delindiğini görmemekle birlikte, Cumhuriyet döneminde demiryolu inşaatının nelerle karşılaştığını tahmin edebilmekteyim. Bu gün ise 15 metre çapa kadar ‘’köstepek’’ adlı bir makina bir yerden giriliyor diğer yandan çıkılmakta. Dağların delinmesi zor bir görev olmaktan çıktığını görmekteyiz. Bir başka makina ise hem kalın mıcırları döşerken bir başka sistem traverslerleri döşeyip rayları üzerine monte ederek vidalamakta. Nerede o rayların her birinin eğiminin bakıldığı, terazisinin hesaplandığı ray döşemenin kabus olduğu günlerin şimdi geride kaldığı bir gerçektir.
Adamın biri çıkarak ve hesap yapmadan  ’Bizim zamanımızda demiryolunu günde 135 kilometre döşedik ya sen ‘’ diyerek geçmiş iktidarlara soru sormaya kalktı. Ne kadar banal bir beyanat . Tıpkı bir şehirdeki imamın ‘’ Düğünde eşi , kızı oynayan deyyustur ‘’ demek gibi bir şey, kanımca elmalarla armutlar yine karışmaya başladı diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer      
 
Armutlar ve Elmalar.doc

metin atamer

unread,
Aug 27, 2012, 3:35:44 AM8/27/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz
 
Ne Bildin Kıymetim
 
 
" Ne bildin kıymetim ne bildim kiymetin " benim güzel vatanımın ne hale geldiğini uzaktan seyrederken üzüntümü anlatamam. Eğer bir ülkedeki her hangi bir  problem İcin onlarca televizyon kanallarında, saatlerce ilgili, ilgisiz insanlar tartışıyorsa, burada bir yanlışlığın olduğunu siz göremiyorsanız, o zaman sizin bir doktora görünmeniz gerekir. Mutlaka gözünüzdeki gözlük size gerçekleri göstermesine engel oluyordur.
Okyanus ötesindeki F tipi görüntünün haberi dahilinde olduğuna adım gibi inandığım Gaziantep saldırısının, bir kaç ay evvel planlanmış olduğunu, Amerika daki bir çok basin kuruluşları tarafından teyid edildiğini dinledik.
Bir elinde beyzbol sopası bulunduğu halde Basefendi ile telefon görüşmesi, teyitlenen bir  olaydır. Siz bu hadiseyi nasıl hazmedersiniz bilmem amma, bu düpedüz Turkiye yi Suriye ile savaşa sürükleyip, uzaktan keyifle seyretmek mantiginin basit denklemidir. Biz de seyizdik, yuttuk.
Biz bu oyuna gelip Suriye'ye saldirip sınırı geçmemiz beklendi. Sonra ağabey Amerika gelsin, Suriye içinde petrol bölgeleri Haseki, Rumela,ve Cibişliye  yerleşip, İsrail'i emniyete alsın. Bir bakıma büyük orta doğu projesinin İsrail Karakolu'nu sağlama bağlayıp, İran konusunuda işlemeye başlaması, görünen bir hedef olduğunu fark etmemek, mantık dışı olduğunu düşünmekteyim.
Gaziantep deki olayların gelişmesi sırasında olağan üstü gayret sarfeden bir Bakandan söz etmeden geçemeyeceğim. Adalet ve Kalkinma Partisinin iktidara hazirlandigi günlerin arifesinde, Ankara Cankaya Yıldız mahallesi içindeki Korman sitesinde Necmettin Erbakan'a muhalefeti ile tanınan Abdulllah Gül beyin  bir ofisi vardı. Zaman Zaman bu ofise mevcut ılımlı islami Parti Başkanına muhalif olanlar gelirdi, hatta bir, iki bayanda bu ziyaretçiler arasinda olurdu.
Partinin iktidara gelişinin başında, Enerji Komüsyonunda tanıştığım Gaziantep Millet Vekili Sayin Fatma Sahin hanımefendinin, komüsyondaki yapıcı tutumlarında, bir çok konuda çözüm üretmesini, ve maharetini takdirle karşılamıştım. Son dönem iktidarın Aileden sorumlu bir bakanı olmasına çok sevindiğimi itiraf edebilirim. Yürütmekte olduğu Bakanlığının yapılanmasında olağan üstü performans göstermesini takdir etmemek elde degil. Gaziantep deki patlama ve sonrasında Sayın Bakan Fatma Şahin'in bu şehirde olması ve dirayetli davranışı ile toplumu yatıştırmasını seyrederken gurur duydum.
Bu olayın oluşundan sonrası icin güzel sözler söylenebilir, ancak olayın oluşmasından evvel  istihbaratının zayıf olmadıgını iddia eden başka siyasilerin var olması yüreğimi  sizlatmakta. Bunca can'ın kaybolması , onlarca masum insanın yaralanması ve Türkiye'nin ciddi Sanayisinin var olduğu bir şehirde kargasa çıkartmak amacli yaratilan bu kaos, ancak  dış mihraklı güçlerin işine gelir.
Basta Amerika olmak üzere, İngiltere'ninde bu çorbada biberi olduğuna inanmaktayim. Petrol kaynaği olan Irak üzerinde İngiliz oyunları, tarih içinde bir roman yazilacak kadar çok olduğu bilinen bir gerçektir. 'Tarihini iyi analiz etmeyen toplumlar yıkılmaya mecburdur' sözü ne kadar doğru olduğunu görmekteyiz. Türkiye'nin dış politikasını yönetmek, camide namaz  yönetmeye benzemez.
Bir diplomat bir kaç senede yetişmez, tecrübe burada yaşamakla edinilir, ancak hata yaparsanız bunu düzeltmek için bir ülke yıllarını harcar. Uluslar arası bir toplantıda blr ülke liderine "one minute " diyerek yönetimine "insan katletmesini siz daha iyi bilirsiniz" şeklinde  hitap ettiğinizde, Araplar sizi alkışlar ve o kadar. Sende toplantıyı terk ederek çıkarsın. Adamlar gönderdiğin gemiye çıkarlar, senin vatandaşlarını öldürüp, gemiye el koyarlar. Sen ne yaparsın ? Büyük bir Hiç.
Sen hala Kasimpaşali Rüstem misali, iki elini yana sallayarak yürü, senin arkanda olduğunu zannettiğin Amerika bile, elinde beyzbol sopası ile telefonda sana talimat verir. Hiçmi yüreğiniz sızlamadı mı : Gaziantep'te , Zeugma Müzesi'nin arkasında kebapci Halil'in yerine yakın yere, bomba yüklü bir  aracın yerleştirilmesine seyirci kalarak, masum insanların ölmesine neden müdahale etmediniz. Nefretle kınamak yetmez, bir yetkili Vekilin "istihbarat zafiyeti yoktur" diye söz söylemesi size inandırıcı geliyormu ? 
Eğer bilgi gelmişse, gereğini neden yapmadın, demezlermi adam olana. Mühim olan hasta olan adamı tedavi etmek olmaması gerek, esas olan hasta olmasını engellemek diye  düşünmekteyim. Dış politikada sorunsuz olan bir ülkenin 10 sene içinde bütün komşuları ile kavgalı olmasını sindirememekteyim.
Açın televizyon ekranlarını , seyredin sokaktaki Ahmet efendiyi. O bile dış politikada sizin hatalarınızı tartışmaya başlamışsa, bir çok konu yanlış gelişmekte. Eskilerin bir sözü gelir aklıma "araba devrildikten sonra yolu gösteren çok olur" diye. Burada esas olan arabayı devirmemek diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mihina.
 
Metin Atamer   
Ne Bildin Kıymetim.doc

metin atamer

unread,
Aug 30, 2012, 4:18:14 AM8/30/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik


Üzüntünün Sevinci
 
Seneler evvel bir dış seyahatim sırasında eşimi her zamanki gibi evdeki telefondan aramış, hatırını sormaya çalışmıştım. Evdeki sabit telefondan aradığımda, her seferinde  telefonun karşısına ya oğlum, yada kızım çıktığında bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Bulunduğum ülkedeki islerimi mümkün olduğu kadar çabuk yapmaya çalıştım. Tekrar tekrar evi aradığımda kızım telefona çıkıp ' annem dışarıda ' diyerek geçiştirmeye çalısmasına fazla ısrarlı olmayarak, olayı kendi sürecine bırakmıştım.
Esim o tarihte mobil telefon kullanmadığından dogrudan kendisini arama imkanım yoktu. Genelde sabahları geç kalktığı için sabahlarıda arayamıyordum. Soğuk bir kış günün akşamında, uçakla ülkeme geri döndüğümde, hava alanında şoför karşıladı. Sanki herkez sözleşmis gibi Mustafa da bir kelime etmeden beni eve getirdi. Eve geldiğimde kapıyı kızım açtı.  Gözü ile işaret edip parmağını dudaklarının üstüne koyarak  susmamı istedi. Bir hırsızın eve geldiğinde yaptıgı gibi sessizce ayakkabılarımı çıkarıp elimdeki çantayı yere bıraktım. Yatak odasının kapısı açıldı, çok sevdiğim bir doktor arkadasım odadan çıktı.
Daha da endişelendim. 'kızım bu evde neler oluyor, YILDIZ neden yok ortada' diye sorduğumda beni sakinleştirip, bir kenara oturmamı istediler.
Kızım bir bardak içki verirken, doktor arkadaşım ve eşi durumu izah etmeye çalıştı. Oturduğumuz sitede tanıdığımız bir dostumuzun annesi hayata veda etmesi, eşimi çok etkilemiş, cenazeden sonra yapılan duada eşim üzüntüsünü yenememiş ve başı dönerek kendini eve zor atmış.  Doktor arkadaslarımıza telefon ederek yardım istemiş. Çok sevdiğim doktor arkadasım elindeki bulgulardan hareketle teşhisini derhal koyup gerekli ilaçları temin etmiş. Kendisi, eşimin en az bir iki hafta yataktan kalkmamasını istediğini izah etti.
1799 yılında Fransa da doğan Prosper Meniere, araştırmacı tıp doktoru olarak seçtiği Arastirma konusunda uzun seneler çalışma yaparak, bulduğu hastalığa kendi ismini vermiştir. Meniere adlı hastalığı bilim dünyasına kazandırmış önemli bir Fransız bilim adamıdır. Kendi ismi ile anılan bu tanıyı, 1861 yılında yayınladığı çalışma ile bilim dünyasına sunmuş, Meniere hastalığı bu vesile ile dünya tıp literatürüne geçmiştir. İç kulakta bulunan kristallerin her iki kulakta titresimindeki ritim uyumsuzluğunun meydana getirdiği denge bozukluğu, baş dönmesi, kusma ve buna bağlı diğer konular, bu hastalığın en önemli bulguları olduğunu  tip dunyasına kazandiran Meniere, önemli bir konunun ilk ateşini başlatmıştır. Ne kadar hazindirki bu hastalık ve tedavisinde gecen son 150 senede fazla bir mesafe alınmamıştır.
Her bin kişide bir kişinin bu hastalığa yakalanma oranı yüksek olması, bu hastalığın ne kadar önemli olduğunun işaretidir. Çeşitli dereceleri bulunan bu hastalığın tamamiyle geçmesi mümkün olmamakla beraber, ne zaman ortaya çıkacağı da belli olmaması çok önemlidir. Bir insanın dengesinin bozulması kadar kötü bir şey yoktur. Bunu mecazi manada söylememekle  birlikte, o olasıllıkta mümkün olmasının ihmal edilmemesi gerekir.
 
Çok derin bir üzüntünun, veya aşırı stresin yol açabileceği ifade edilen bu hastalikta, hastanın hızlı iyileşmesini beklemek mucize olarak tanımlanır. Hastalığın elle tutulan hiç bir tahlili olmadıgı için bütün bulgular doktorların hastaya sorduklari sorulara aldıkları cevaplardan hareket edilmekte olması, bu hastalığın ne kadar zor bir hastalık olduğunun kanıtıdır. Bu hastalığın neticesinde hasta iyilesme surecinde her türlü bunalımdan uzakta kalmak mecburiyetindedir.
Hiç bir hastalığın düşmanıma bile gelmesini istemem. Hele eşimin geçirdiği bu hastalık sonrası, bir yolun karşısına geçmesi gerektiğinde mutlaka bir kisinin koluna girmek mecburiyetinde olmasına tanik olmam, bu hastalığın ne kadar önemli olduğunun idraki içindeyim. İki ilaç bu hastalıkta olmassa olmaz olarak kullanılır. Hastanin Betaserc ve Tamokan isimli ilaçlara bir ömur boyu bağlanmış olması üzücüdür. Tanrım bu hastalığı kimseye verme diye dua ederim.
Geçtiğimiz günlerde Cumbaba'nin yurtdışı gezisinde ortaya çıkan bu hastalık sonucunda seyahatini yarıda kesip, geri dönmesine hem üzüldüm, hem sevindim.
Neden sevindiğimi kimse ile paylaşmiyacağımı söylemek istiyorum. Buna ek olarak Cumbaba yurt dışına çıkışlarında bineceği uçakla seyahatin yasaklanmasınada ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz. Eşi ile seyahat eden Cumbaba, Turk toplumunun yurt dışına taşıdığı kadın görüntüsüne vurulan olumsuz darbenin en az 60 gün ertelenecegine olan sevincim sonsuzdur. Bu hastalık tekrar etmesi zamana bağlı olmadığı için, hasta çok dikkatli olması gerekir. Bütün olumsuzluklardan arınmış olarak yaşaması gerekir . Aksi taktirde iyileşme süreci bir ömür bile sürebileceği literatürde belirtilmektedir.
Aklıma hep kainatta ve dünyadaki dengeler gelir. Hani Cumbaba göreve gelince, bir tarihte beraber aynı saflarda çalıştıkları partinin Baskanı, devletin verdiği tahsisatı buharlastirmasi konusunda yargılanmış ve verilen hapis cezasını Cumhurun affetmesini, bir vatandaş olarak içime sindirememiştim. Aslinda onu affetmekle bir bakıma kendisinide affetmis olduğu bir hakikattir. Bu ödenekte doğmamış yetimlerin hakkının olduğu konusunda inancım tamdır. Hani derlerya tanrinin adalet dengesinde  parmağı yokki adamin gözüne sokup göstersin diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mihina.
 
Metin Atamer
Üzüntünün Sevinci.doc

metin atamer

unread,
Sep 7, 2012, 5:09:16 AM9/7/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
 
 
Özgün Düşünce
 
Her çirkinlikte bir güzellik aramak doğrumudur, yoksa her güzelliğin içinde çirkinlik olması mümkündür diye düşünürsek, kanımca bazı olumsuzluklar bizleri üzmez. Günlük  gazetelerin başlıklarına her gün çekinerek bakarken, bir çok konuda haber görmek istememekteyim. Ellerim gazete alma konusunda titremekte, cesaretim her gün azalmakta. Her sabah eşim "sabahları bir gazete alalım" diye ısrar etmesine devamlı karşı çıkmaktayım. Günüme olumsuz başlamak beni zorladığından gazete alma konusunda cimrilik yapmaktayım. Gazete almada yaptığım cimrilikte bir başka nedende her gazetenin bir çok sayfası ALIM satım ilanları, ve market zincirlerinin fiyat tanitim reklam sayfaları aralarında okunacak bir yazı bulmak, gün geçtikce zorlaşmaya başlaması, gazete alma konusunda tereddütte kalmama  neden olmakta.
Bazı gazete yazarlarını şahsen tanıdığım için onların çeşitli konularda  fikirlerini bilirim. Bu yazarlardan bazılarının yazılarını okuduğumda , düşünceleri ile paralellik sağlayamadığımı üzülerek söyleyebilirim. Bu durumda aklıma gelen ihtimalde yazarlar kalemlerini ve isimlerini pazarladıklarını düşünmek beni yaralamaktadır. Bir insanın en önemli varlığı hür düşüncesi ve hür benliği olduğuna inancım tamdır. Bu değerlerin para karşılığında baskalarının kullanmasını değerlendirmek istemiyorum.
Üniversite yıllarımda bir kaç kez Ilhan Selçuk ustayı davet etmiş, Doğan Arasli dan konuşma yapmasını rica etmiştim. Kırmadılar, gelip fikirlerini bizlerle payalaşmışlardı. Hatta bir 10 Kasım günü Saygi ile andığım İsmet İnönü den Büyük Önder Mustafa Kemal ile milli mücadele yıllarında fikir ayrılıkları konusunda konuşma yapmasını Fikir Kulübü olarak  rica etmiştik. Bizi kırmamış, gelmiş, üçlü anfinin arkasındaki otoparkta  kendisini Rahmetli Rektör Kemal Kurdaş'la birlikte karşılamıştık.
O gün çok özgün fikirlerini bizlerle paylaşmış, bütün konuşmasını filme almıştık. Milli mücadele yıllarında hangi konularda Atatürk'le aynı fikri paylaşmadığını çok açık olarak söylediğinde, nerede yanıldığını da anlatmış olması, bir Milli Şef olarak gelecek nesillere aktarılan çok özel bilgi paketi olduğunu düşünmekteyim. Yine Saygi ile andığım büyük bilim insanı olduğuna inandığım Rasim Adasal’dan dinlediğimiz konferanslara doyamazdik. Zaman zaman Üzeyir Garih bey' i üniversiteye konferans vermesi için çağırırdık. Hiç bir zaman hayır demez, mutlaka gelirdi. Çok engin iş ve hayat tecrübesi olan bir kişi olarak bizlere verdigi konferanslarda, anfide oturacak yer kalmazdi. Bu insanların yaptıgı her konuşma, verdigi her tebliğ topluma aktarılan önemli mesajlar içerdiğine hep inanırdım.
 
Onlar düşüncelerini, fikirlerini para karşılığı değil hür düşünceye sahip olduklari için bizlerle paylaşmaktan çekinmezlerdi. Günümüzde böyle fikri hür, düşüncesi hür insanlar yok denecek kadar az kaldığını görmekteyiz.
Bu günlerde gazete başlıklarında beklediğim bir kaç haber bulunmakta. ‘’Terörü sonlandıracak, şu önlemler alınacak ve ‘terörü destekleyen şer odaklar ile, başta silah üreticileri ve uyuşturucu taciri ülkelerle ilişkiler askıya alınacak’ sözlerinin edilmesini istemezmisiniz. Şu haberi okumak sizce hayalmidir : "Ülke çıkarları göz önüne alınıp, bütün siyasi partilerin katılımı ile alınacak  Milli Mutabakat kararları işleme alınacak" türünden bir yazı görmek istemezmisiniz.
Bir iktidar bu kadarmi  bencil olur. "Benim dediğim dedik öttürdüğüm düdük " anlamında muhalefetin her söylediğine "Hayır " diyerek, daha sonra ' muhalefet her icraatımızı tenkit etmekte' diyecek kadar , kendisi ile ters düşmekte olmasi sizce doğrumudur. İşte bu nedenle gazete almak istememekteyim.
Bu gün şeytanın bacağını kırıp bir gazete aldım. Gazetenin bir başlığı beni cezbettigi için aldığım gazetedeki cümleyi okudum " Dokunulmazlıklar kalkacak " . Şimdi bu habere inanayımmı, yoksa buda diğer haberler gibi desteksiz bir atışmı diye düşündüm. Hani briç  oyununda üflenen 7 sinek eli vardır, işte onun gibi bir şeymi diye düşündüm.  
Geçtiğimiz son 10 sene her seçimde bu konu ortaya atılmasına, fakat kimsenin sahiplenmediğine şahit olduk. Yerel seçimler için verilen tarih sonrası, böyle bir konunun gündeme gelmesini yine şüphe ile karşılamaktayım. Adalet ve Kalkinma Partisi millet vekilleri hakkında, tevatür odur ki, 200 den fazla suç dosyası mecliste beklemektedir.
Nasıl bir hukuk terazisine oturtup tereyagindan tüy sıyırır gibi bu dosyalar etkilenmekten uzak kalır, hani Başefendinin söylediği gibi ‘’ Biz Yargıya Gereken Talimatı Verdik’’ cümlesini de anlamakta zorlanmaktayim. Nerede benim bağımsız Yargı değerim. Kanımca burada bir tuzak kokusu sezmeye başladığımı ifade etmek isterim. Belki eşkiya ile bağlantısı olan bir siyasi partinin suç dosyaları, başka partilerin korunması adına himaye edilmesinden, Teşri Masuniyet  nasil sıyrılacak, bunu bir bilene sormalı, diye  bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mihina.
 
Metin Atamer
Özgün Düşünce.doc

metin atamer

unread,
Sep 13, 2012, 4:14:50 PM9/13/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
 
Toplum Tepkisi
 
Eski camları ne yaparlar diye hep bir sorum vardı. Cevabindada bardak derlerdi. Bir tarihte bir porselen fabrikasına gitmiştim. Hasarlı porselenleri ne yaparsınız diye sorduğumda,  defolu bozuk bütün porselenleri bir ambara topladıklarını söylemişlerdi. Dört duvar bir depo idi bu yer. Deponun üst tarafında bir penceresi vardı. Buradan hatalı porselenler atılmaktaydı. Çalışan işçiler streslerini atmak için bu depoya girip, ellerine geçirdikleri kırılmamış ne kadar porselen tabak ve eşya varsa, kırma duvarına atıp hırslarını yenerlermis.
Aslında topluma açık böyle bir yer olsa, herkes küçük bir ücret karşılığı içeri girip tabakları alıp alıp duvara fırlatsa ve rahatlasa diye hep düşlemiştim. Hatta duvara, toplumun hırslarını ateşliyen insanların resimlerini koysalar, bu resimlerin önlerindeki kırık porselen yığıntısı dağ gibi çoğalacağını düşünmekteyim. Yatılı okulda okurken buna benzer bir oyunumuz vardı. Bir yuvarlak delik bulunan bir örtünün asıldığı bir yere, bir mesafeden  ıslak bezden yapılmış toplarla bir kaç metreden atış yapılırdı. Deliğin içinden öğretmenler başlarını çıkartıp dururlardı.
Bu oyunun önünde oynamak isteyen öğrencilerin oluşturduğu kuyruk, diğerlerinden çok fazla olurdu. Hele talebelerle iyi geçinmeyen bir öğretmen  bu delikten başını çıkardımı, topu isabet ettirmek için çok çaba sarf ederdik. Şimdi böyle bir oyunu halka oynatsak ve bu deliktende halkın tepkilendiği bir siyasiyi  koysak, her top için belirli bir ücret alınsa, bu oyundan  ülkenin bütçe açığı bile toplanabileceğini düşünmekteyim.
Gecen gün Bodrum'da bit pazarı diye adlandırılan Bitez beldesindeki pazara gittim. Neler yoktu ki pazarda , hatta ALMAN turistler bile bazı eşyalarını burada satmak için "buyurun" demekteydiler. Eski eşyalar, kullanılmayan ev eşyaları, giyecek elbiselerden tutunda çatal, kaşık, ne isterseniz serilen örtüler üzerinde yerlerde alıcı beklemekteydiler. Bir kâsenin içinde çeşitli rozetler vardı. Bir çok sivil toplum örgütünün rozetleri, Kızılay Teşkilatı'nın rozeti 1 liraya alıcı beklemekteydi. Bunların içinde bir rozet ilgimi çekti. Türkiye Büyük Millet Meclisinin şerefli bir rozeti bu tabla üzerinde alıcı beklemekteydi. Düşünün bir rozet nereden nereye kadar yol katetmiş ve yer değiştirmiş. Eski kullanılmış ne varsa burada sergilenmesi güzel amma, insan bu tezgahlarda bazı değerleri gözleri ile görmek istememekte. 
1950 li senelerde bizim akrabalardan biri Bilecik Millet Vekili idi. Kendisinin yanına babam bile ceketini ilikleyip otururdu. Alt sokakta, yani Ayten Sokak ta İsmet İnönü nun evi vardı. Bu eve girmek için yalniz kapıyı çalardık. Kapıyı sevimli, başında yemenisi olan evde çalışan görevli bir bayan açardı. Paşayı görmek istediğimizi söylerdik. Bir koruma ordusu yoktu, ve onun korunmaya ihtiyacı bile yoktu.  Meclisin üyeleri o kadar saygın insanlardan oluşmaktaydı ki, çocuk gözümüzle bile bunları fark ederdik.  Daha sonraları İnönü  " Sizi ben bile kurtaramam" diye tarihi bir cümle söyledi. Hakliydi, o bile kurtaramadı.
Bu gün yasamış olsaydı ne söylerdi bilmiyorum amma Meclis Kürsüsünden çok veciz bir konuşma yapabileceğini düşünmekteyim. Koskoca Osmanli Devletinin bir paşası, bir ülkeyi kurtarmak için Mustafa Kemal Pasanin yanında, hayatını ortaya koyup bağımsızlık mücadelesini " Bu Vatan için verdiğimiz mücadeleyi, ülkeyi sizlerin bu günkü bağımlı hale getirmeniz  içinmi verdik " demezmiydi. Zaten artık İsmet İnönü bile kurtaramaz tevhidi.
 
Mustafa Kemal in ortaya koyduğu devrimleri bile anmak istemeyen bir idarenin, bir ülkeyi ne hale getirmeye çalıştıklarını izlemek pek hoş olmasa gerek.
Bekliyorum, yaşadığımız  bu ülkede mutlaka her fani gibi, bu günleri yürüten politikacıların rozetleri, gün olacak harman da düven dönecek, Bitez deki tezgahlara düşeceği günler gelecek. Yakalarındaki rozetlerin tezgahlarda alıcı bulması için yerde beklemesinin ötesinde, eski politikacıları ne yaparlar diye aklımda hep bir soru vardı.
Bu günlerde bir çok eşyanın kullanıldıktan sonra "geri dönüşümü", yani yeniden kazanımı için çok geniş propoganda yapılmakta. Eski Politikacıların geri dönüşümü için bir kampanya olurmu diye düşünürdüm. Her ay bittikten sonra ne yapıldığını soranlarada "Eski ayı kırpıp kırpıp YILDIZ yaparlar" derlerya , iste eski Politikacıları ne yaparlar ?  Bu soruyu bilenlere sormak isterim, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
 
Metin Atamer 
Toplum Tepkisi.doc

metin atamer

unread,
Sep 23, 2012, 3:15:10 AM9/23/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
 
GOL
Futbol merakım yatılı okulda gelişmişti. Öğleden sonra ders bittiğinde, top sahasına iner, futbol oynamaya çalışırdık. Toz toprak içinde normal ayakkabılarımızla oynadığımız bu oyundan zevk alırmıydık bilmiyorum amma, aklımızca oynardık. Hatta çift kale kurar, kıran kırana top oynardık. Genelde kalemize, konuyu fazla bilmesede topu elle tutmayı çok seven bir arkadaşımız geçerdi. O tarihlerde zamana bağlı bir oyun olmaz, 3 golde yarı devre ve kale değişimi, 6 golde biten oyunlar oynanırdı. Akşam karanlığı bassada gözümüzün görebildiği zamana kadar oynardık.
Bu oyun ancak yemek zili ile kesilirdi. Okulun bahçeye bakan tarafında bulunan ve ‘The Bell Company of Chicago’ firması tarafından imal edilmiş bulunan çan, çapı çok geniş olduğundan, çok uzaklardanda duyulabilirdi. Bu zil, bir arkadaşımız tarafından çalınırdı. Kendisine Zangoç lakabı, bir öğretmen tarafından takılmıştı. Daha sonraları Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olup, uzun zaman dış işlerinde büyük elçi olarak çalışan bu arkadaşımızı yakın bir tarihte ebediyete gönderdik. Yemek zili çaldığında her etkinlik durur yemeğe giderdik. 
Yemeğe geç gelmek, bir yatılı talebe için hata olurdu, çünki gelmiyenin yemeği paylaşılırdı. Okulun bir futbol takımı vardı . Genelde şehirde Orta Okulumuzun dengi bir başka okulun futbol takımı olmadığından, Lise takımları ile maç yapardık. Ben takımda sol bek oynardım. Neden solbek oynardım, onu bu gün bile bilmem. Solak değildim, ama sol ayağımı sağ ayağım kadar kullanabildiğimden olsa gerek, ben hep sol bek yerinde oynadım. Yatılı okulda etüd salonunda bir radyo vardı ve bu radyodan bir talebe mesuldü. Genelde Milli maçları bu radyodan dinlerdik. Parazitli olan naklen yayından verilen milli maçları dinlerken stadyumu hayalimizde canlandırırdık.
O tarihlerde, daha sonraları tanıdığım Halit Kıvanç anlatırdı. Tarifleri ve anlatım şekli o kadar güzeldiki, biz o sahayı görmesekte, orada yaşardık. Sadece oynanan oyunu değil, takımların sahada sıralanışından anladığı takım taktiğini bile izah ederdi. Bazı anlatımlarında golün gelebileceğini tahmin bile ederdi. Bazen maç var diye hocalarımızı kandırdığımız bile olur, ders yerine radyo başına toplanırdık. Kimi zamanda hoca radyonun sınıfa getirilmesini kabul eder , oda bizlerle beraber maç heyecanına katılırdı.
Yine böyle bir gün, bir 17 Şubat 1957 günü Türk Silahlı Kuvvetleri Ordu Milli Futbol takımımız, Amerikan Milli Futboll takımı ile dünya şampiyonası maçı için karşı karşıya geldiğini hatırlarım. O günkü kadroda kimlerin olduğunu pek hatırlamasamda, bir isim benim hafızamda yer etmişti. Takımın bel kemiği, sağ orta sahada görev yapan Mustafa diğer bir namı ile Beton Mustafa vardı. Maç başlaması ile Ordu Milli takımımız maçtaki kontrolü ele aldığını dinlemiştik. Maçın bütün kaderi Beton Mustafa nın gayretleri ile neticeye götürülmüştü. İlk gol atıldığında maçı dinleyen arkadaşlar  hep beraber havaya sıçramıştık. Bu, uzun seneler devamlı milli maçlarda kaybetmemiz sonrası elde ettiğimiz üstünlük diye yormuştuk.
Bazı arkadaşlarımız Amerikan Ordu Futbol takımının her hangi bir mahalle takımından farkı olmadığını söylemeye kalksalarda, neresinden bakarsanız bakın, konu futbol vede bir milli maçta galip geliyorduk. İlk golden sonra ikinci gol gelmişti. Derken üçüncü golü geldi. Bu golü anlatırken Halit Kıvanç bile kelimelerinde mutluluktan uçtuğunu anlıyabiliyorduk. Goller ne üçte bitti, nede dördüncü golde.
O gün, gol kelimesine ne kadar susamış olduğumuzu anladık. Ne biz, nede Türk Ordu Milli Futbol Takımı gole doymak bilmiyordu. Kısa bir zamanda 10 golü geçtik. Oyunun ilk yarısı geride kaldığında neredeyse bir düzine gol atılmış ve Amerikan Ordu Futbol Takımı ile antreman maçı oynar gibi olduğumuzu ifade etmekteydi Halit Kıvanç. Bu maçı lokomotif  gibi sırtlayan Beton Mustafa , maç boyunca sahanın sağ koridorunu çok iyi kullanıp Türk Ordu Milli Futbol takımının 19 gol atmasında en önemli payı olduğu şüphe götürmezdi.
Bu maç 1957 senesinde oynandı. Tam tamına 19 gol atıldı. Türk Silahlı Kuvvetlerin Ordu Milli Futbol Takımı tarihinde erişilebileceği en büyük başarı olduğuna inanmaktayım. O tarihte Amerika Ordu Milli Futbol takımına karşı o maçı biz kazandık amma, aradan tam 55 yıl geçti, bir başka olay yaşandı Türkiye’de  ‘’ Balyoz’’ . Rakipler 55 yıl sonra intikamını aldılar 19 golün, bu maçta Ordu 20 gol yedi, hemde savunmadan yoksun bırakılarak diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer                   
GOL.doc

metin atamer

unread,
Sep 29, 2012, 6:48:09 PM9/29/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
                  
Kral Çıplak
Ne yazmam gerek, neyi ele almam gerek, veya ülkenin hangi yarasını dile getirmem gerek, bir türlü seçemedim. Hangi konuyu ele alsam, bir benim inandığım doğrular bulunmakta, birde yönetenlerin kendi doğrusu, bir biriyle çelişmekte. Ülkemde rakamlar üzerinde öyle bilgiler verilmekteki inanamazsınız. Ülkemde İç ve Dıs ticaret hacmini konuştuğumuz zaman, ülkemin üretim rakamlarında bir benim bildiğim değerler var, bire ekranlardan siyasilerin verdiği sayılar var.  Aralarında ciddi fark bulunmakta. Bu arada transit ticaret hacminden de kimse bahsetmek istememekte.
Ülkedeki sanayi ürün üretimi, enerji üretimi  ile paralel gelismis olması gerekir. Enerji üretim açığı sanayi üretimi artışı ile ortaya çıkar. Uzun süredir böyle bir enerji açiği ortaya çıkmamış durumda. Sanayinin bir çok dalı bilhassa tekstil konusunda Türkiye'de yapılmış yatırımlar ele alınırsa fabrikaların 24 saat çalışıp üretim yapması gerek diye düşünürüm. Tekstil sektöründe enerji girdilerinin çok yüksek olmasından, maliyetler rekabet edilebilir seviyede olmamakta.
 
Trakyada, İstanbul Edirne yolu üzerinde, bulunan tekstil fabrikalarının bir bölümünün kapıları kapalı. Tekstil sektöründe çalışan sanayi kuruluşları konularının içine başka dalları almamışsa kapanmaya mahkum bırakılmıştır. Bu yollarda öyle fabrikalar izliyorumki yürekler acısı, çürümeye terk edilmiş tesisler. Burada yapılan yatırımlar, ülke Kaynakları kullanılarak gerçekleştiğinden üzüntüm daha da artmakta. Fabrikalarını kapatan tekstil sanayicileri,  pamuğu yurt dışından almakta, Romanya'da üretim yapıp satmaktalar.
Hatta gecenlerde bir arkadaşım tekstil üretimini bırakıp, yurt dışında enerji üretimine geçtiğini söyledi, hak verdim.
Otomotiv  sanayi dalını ele aldığımızda, durum hiçte farklılık göstermemekte.  Sanki otomobil üretici devi bir ülke olduğumuzu gösterdikleri ülkemde, bu sanayide ciddi üretim var amma buraya katma değer olarak fazla bir girdimizin olmadığını görmekteyiz. Varsa bu girdi mutlaka %20 den çok daha aşağıda olduğunu düşünmekteyim. Tamamını yapamazmıyız diye sorulsa, dev otomobil üreticileri bize bu imkanı verirmi, vermezmi orası şüpheli. Çünki kendi ekonomileri  sallanırken, işsizlik sorununa çare ararlarken bu can simidini bize yedirmezler.
Tarımda da durum değişik değil, ülkemin bir çok yöresi Tarim ürünleri ile tanınırdı. Ege de tütün,  pamuk, üzüm ve incir ana ürünlerdi. Adana ya indiğimizde ovanın adi CUKUROVA, ürünün adi pamuktu. Anadoludan Adana ya tarim işçileri pamuk toplamaya gidip para kazanırlardı. Hatta Adana da yerleşik önemli bir çok aileler, iç anadoludan pamuk icin göç ettikleri söylenir. Son otuz senedir yaptığım seyahatlerde bu ovaların başka konulara kaydığını görmekteyim. Organize sanayi bölgesi adı altında kimi yerde küçük işletmeler, kimi yerde büyük işletmeler, sanayi yatırımlarını bu verimli toprakların üzerine kurmaktalar. Biz pamuk, ve tütün, ithal eden ülke durumuna düşmekteyiz.
 
Karadenizin onemli tarim konularindan bir tanesi fındık, diğeri ise çay. Findik ürettiğimiz doğru amma fındığımıza Almanyanın Hamburg şehri sahip çıkmakta. Çay üretiminde ise biz üretimi yapiyoruz amma söz sahibi değiliz. Sıkı durun bu sene bamya ve bezelye ithal ettik , hemde bir zamanlar bu sebzeleri ihraç ettiğimiz ülkelerden yaptık bu ithalatı.
 
Sadece tarımdamı?  Hayvancılıktada durum değişik olmadığını görmek üzüntümüzü arttırmakta. Geçtiğimiz son 40 sene evvel hayvan nüfusu küçük baş hayvanda 64 milyon, büyük baş hayvanda 24 milyon istatistik değerleri bulunmakta. Yine o tarihlerde ülke nüfusu 35 milyondan daha az .  Neredeyse adam basina iki koyundan fazla düşmekte. Bu gün 78 milyon nüfusa sahibiz, toplam küçük baş hayvan 23 milyon, kurbanlık koyun ve büyük baş hayvan ithal etmekteyiz.
Cumhuriyet tarihimizin içinde Hayvancılık, bir yöremizin geçmişte önemli bir geçim kaynağı olduğunu unutmamak gerekir. Bu kaynağı yok edersen, adam dağa çıkar onunla dağda uğraşırsın.  Ülke üretimine katma değer sağlarken , şimdi onunla uğraşmak için ülke kaynaklarından önemli bir meblağı  harcamak zorunda kalırsın.
Türkiye'de bankalarda yatan külliyetli miktarda dövizi gayri safi milli hasılanın içine dahil edersen, fert başına inanılmaz rakamlar gelir. KOCAELI Üniversitesinden bir Araştırmacının yayınladığı bir tebliğde ülkemizdeki faiz politikası konusunda yabancı  yatırımcıların bankalardaki paralarına ödediğimiz inanılmaz faizle adamlari zengin ettigimiz iddia edilmekte. Yabanci bankalardan düşük faizle alınan fonlar, Türkiye deki bankalara yüksek faizle yatırılmış olduğu söylenmekte. Yabanci tacirler % 4.5 faizle Dis ülkeden aldıkları fonları, Türkiye de devlet tahvili ile % 9.80 faiz geliri elde etmekte ve bu aradaki  faiz farkını ülkeden çıkarıp götürmekte. Bu rakamın 60 milyar dolara dayandığı iddia edilmekte. Bu konuda fazla bilgi sahibi olmadığım için tam olarak inanmasamda, verilen rakkamdaki idiada bir gerçek payı olduğunu düşünmekteyim.
İster öyle, ister böyle ülkemde bir pembe tablo gösterilmekte, birde yazılan çizilen doğrular ortada . Bir yerde bir kısım zümre zenginleşirken , isterseniz buna imtiyazlı cemaat deyin adına , büyük bir kısım halk kitleleri, ellerindeki imkanlarla hayatta kalmaya çalışmakta. Sokakta yolda bir birileri ile kavga eden insanlar görmekteyim, geçim derdi olan adam en ufak bir münakaşada eşini bıçaklayıp öldürmekte, aşırı tepkili bir toplum yaşamına doğru  sürüklendiğimiz ortada.
Bu sosyolojik bakımdan doğru bir yaşam tarzımıdır bilmemekle birlikte bizim aile yaşam tarzımızın birçok konuyu aynı zamanda hazmetmesi zor olduğunu düşünmekteyim. Yerleşik düzene göçebelikten geçişimiz, nereden baksanız 90 seneyi geçmemekte. Kendi yasam tarzımızı bırakıp başka yaşam tarzlarını örnek almaya çalışmamız, bize özgü toplum yaşamına uymadığını görmekteyiz.
600 yıl bir padişahın yönettiği ülkemize dünden bu güne demokrasi getirmenin bir çok bedeli olması gerekir. Kanımca bu bedelleri son 50 senedir ödemekteyiz. Bakın Elazığ ilimize giden Başefendiye bir vatandaş "Padişahım hoş geldin" diye bağırdı. Adamı yaka paça içeriye attılar. Bu cümlede bir miktar düşünmek gerekir, hatırlarsınız "kral çıplak" konulu bir hikayeye nasılda uymakta.
Adam gerçeği söylemekte ve bütün yurdun idaresi, bir kişinin inisiyatifinde etkin halde yönetilmeye devam edilmekte. İşçi katsayısı belirlenecek "son söz Başefendinin" , Doğal gaza zam yapılsınmı, yoksa yapılmasınmı," son sözü Başefendi söyliyecek", bütçe açığını kapatmak için bazı kalem mallara zam yapılması gerekir, "bunuda Başefendi belirliyecek". Yeni yayınlanan enerji ile ilgili bir tebliğde, bir enerji santralı için yapılacak araştırma konusunda son müsaade yine Başefendilikten alınması gerekmekte.
Elazığ daki vatandaşı neden hapise attıklarını hala anlamış değilim, adam ‘’Hünkarım’’ demediki,  diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mihina.
Metin Atamer
Kral Çıplak.doc

metin atamer

unread,
Oct 4, 2012, 5:13:57 AM10/4/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Türkiye Kiminle Gurur Duyar
 
Hic bir kimse, hic bir zümre, veya hic bir güruh, bir toplumun bütünü adına bir beyanda bulunarak eşkiyaya '' Turkiye Seninle Gurur Duyuyor'' diye, kongre yapılan bir mekanda, bağırması yanlıştır ve buna tepki gostermiyen topluma aşina değilim.
Bu tepkimi benimle beraber aynı görüşü paylaşan insanlarla birlikte dile getirmek istemem,  son derecede doğal bir davranıştır.  Irak’ta bulunan bir aşiretin başı olan bir kimseye, sadece kendilerini ortaya koyarak ‘’ Biz Seninle Gurur Duyuyoruz ‘’ diyebilirler. Buna kimse karışamaz. Bu ülkede her nekadar hür düşüncenin ifade edilmesinde, kimi insanlar sakıncalı görülüp, şüpheli olarak yıllar sürecek bir gözaltı süresi başlatıldığı bilinsede, hür düşünceye her zaman saygı gösteririm. Bu beyan benide kapsarsa o zaman itirazım vardır.
Slogan atan vatandaşlara haykırmak istiyorum ‘ Benim adıma sen hangi hakla konuşursun. Ben gurur duyarsam, o zaman ben söylerim ’. Benim gurur duyacağım değerler başkadır. Bir Suna Kan ile gurur duyarım, bir Yaşar Doğu ile gurur duyarım, fakat benim lügatımda bebek katilleri olan eşkiyaya nefretimden başka bir duygum olamaz. Eşkiyaya göz yuman insanları, kendi vicdanları ile baş başa bırakmak gerekir.
 
Şehitlerimizin kanı hala akmakta, bunca yıldır hayatlarını kaybeden askerlerimiz canlarını neden feda ettiler ? Eşkiyaya, bir gurup cemaatin gurur duyması içinmi diye düşünmekteyim. Toplum içinde böyle slogan atılması son derecede sakıncalı olduğunu düsünmekteyim.
Askerlerimizin sehit edilmelerinde PKK eşkiyasına yataklık yapan insanlar ne zamandan beri bu ülkenin gurur kaynağı  olmustur ? Benim adıma, salt siyayette etkin ve güncel kalabilmek adına, adalardaki insanla konuşup, ülke menfaatleri, sürdürülebilir iktidar sahibi olma maksadı ile, göz ardı edilirse, bunun tarifinin ne olduğunu sizin tahayyül kabiliyetinize bırakmak, daha doğru olacağını düşünmekteyim.
İşte bu yerde mutlaka büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük nutuktaki cümlelerini anmak doğru olur. Rahatsız olmassanız bu cümleleri tekrar etmek isterim:
‘’..memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler‘’ 
Bir insan bu kadarmı ileriyi görebilir diye düşünürüm. Hiç bir zaman bu cümleleri aklımdan çıkarmamaktayım. Geçenlerde bir konferansta konu içinde tartıştık. Türkiye’nin bir çok değerleri yabancıların elinde oyuncak gibi oynanmakta. İletişim ağı yabancıların elinde, doğal gaz ve eneji yatırımlarında ana girdi kaynağı yabancıların ellerinde, bankalar ve kapital yabancıların ellerinde, ülkemizde bilhassa sahillerimizde bulunan gayrimenkullerin mülkiyeti yabancıların elinde.
Bu örnekler ‘’bilfiil işgal ’’ in bir göstergesi olduğunun kanıtı değilde nedir. İktidar sahipleri kendi düşünceleri doğrultusunda ülkeyi Har vurup Harman savurması, tarafsız basın marifetiyle tartışılması gerek.
Ben şu kadar oy aldım, istersem memleketi satarım demek, tutarlı bir davranış olamaz. Toplumun cesurca bu konuları tartışması, fikirlerini beyan etmesi en doğru olanıdır. Bir parti genel kuruluna bazı gazeteleri davet edip, eleştiren  bazı gazeteleri davet etmemek bile, bilinç altında hangi hesaplaşmanın yattığını gösterir.
Geçtiğimiz dönem Büyük Millet Meclisinde bir komüsyon marifeti ile yeni bir anayasa  yapmak için maddeler ve konular belirlenmeye başlandı. Bütün partilerin bu yapılacak yeni ana yasada hem fikir olması gerekir. Bir Anayasa bütün toplumu eşit kucaklaması, istenilendir. Mutlaka bir ortak paydada bulaşabileceklerini ümit etmekteyim. Mevcut Anayasamızın iktidara getirdiği ve hatta parti başkanlarının belirlediği seçilmiş milletvekilleri, bu hazırlanacak Anayasaya evet yahut hayır diyecekler. Nereden bakarsanız bakın, mecliste oy verecek vekiller, her ne kadar Parti Başkanlarının belirlediği vekiller olsada, bu oylamada söz sahibi olacaklar. Halk oylamasının ise formaliteden ileri gitmesi kanımca beklenmemelidir. 
Yeni bir yasama yılı başlaması arifesinde, yeni bir ders yılı son derecede sıkıntılı başladığını gözlemekteyim. Yeni ders yılında yeni başlayan talebelere seçmeli ders olarak sundukları ve bilhassa yeteneği ortaya çıkaracak konularda öğretmen bulunamazken, peygamberin hayatını anlatacak seçmeli dersler için imam hatip mezunu öğretmenlerin bolca hazır olması, bu konuda cemaatin organize  çalışmış olmasından kaynaklandığını varsayımda bulunsam hatalı olurmu diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer      
Türkiye Kiminle Gurur Duyar.doc

metin atamer

unread,
Oct 10, 2012, 8:21:59 AM10/10/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Tehlikeli Oyunlar
Turizm sektörüne yeni değer verdiğimiz tarihlerde, sezonun açılması adına gelen yabancılara yapılan karşılamada, turist getiren uçakları hava alanında daha turist gurubu merdivenlerden indiği zaman, halk oyunları ekiplerince bir gösteri sunulurdu. O tarihlerde hava alanlarımızda, bu günki gibi yolcu körükleri olmadığından, uçaktan zemine inip, apron adlı yerde bekleyen şehirlerarası otobüslerden bozma taşıtlara yolcular bindirilip, terminal binasına taşınırdı. Bu otobüslere binmek, hele uzun bir yolculuktan gelmişseniz, oldukca zor olurdu. Birde yaşlı yolcular olurdu, buraya bir kaç kişinin yardımı olmadan çıkamazlardı.
Türkiye’ye gelen bütün yurt dışı uçakları, ilk önce Istanbul’a gelir, oradan diğer şehirle gitmek isteyenler, Izmir, Antalya, Ankara gibi şehirlere aktarma yaparlardı.  İşte alana inişle otobüse biniş arasında uçağın merdivenlerinin başında turistler halka olur, hazırlanan gösteriyi  burada seyrederlerdi. Genelde Bursa’nın kılıç kalkan oyun ekibi gösteri yapar ve şaşkın turistler bu gösteriden tedirgin olurlardı. Yabancı bir ülkeye gelmişsiniz, ellerinde palaya benzer bir kılıç ve tencere kapağını andıran bir kalkanla hazırlanan gösteriyi yakından izleseniz sizde korkarsınız.
Sanki er meydanına çıkmış yeniçerileri andıran bir kıyafetle, sıçrayarak kılıçların hem önde kalkanlara vurulmasından çıkan sesi takibeden ikinci bir sıçramada, oyuncuların kılıçları sırtlarına savurup burada yeniden arkaya savurulan kalkanla kılıçın çarpışmasından meydana gelen bir gürültü, savaş meydanında bir biri ile çatışan askerleri hissetmenizi sağlardı. İşte bu sesler arasında Turistler geldiklerine geleceklerine ilk bakışta pişman olduklarını hep izlemiştik.
Daha sonraları bu karşılama sisteminden vaz geçildi ve karşılama başka bir halk oyuna dünüştürülmüştü. Bu sefer seçilen halk oyunu ise Erzurum Bar’ı olarak bilinen doğu yöremizin güzel ezgilerinden birini içeren bu oyun sunuldu. Turizm mevsiminin açılışında Istanbul’a gelen ilk turist kafilesini bu halk oyunu ile karşılamaya başlamışlardı.  
Bu oyunda ise ilk bölümden sonra ikinci bölümünde iki oyuncu ellerinde ikişer bıçakla bir birlerine savurmaları sergilenirdi. Bu halk oyununu Atatürk’ün çok sevdiğini söylerler. Bu oyun Artvin Barı olarak oynanırken kendisinin çıkıp gençlerle beraber el ele kısa bir süre onlarla oynadığını okumuştum.
Bir ülkeye yeni gelen bir yabancı gözü ile baktığınızda, bir birine bıçakla saldıran insanları seyretmeleri pek hoşlarına gitmediğini gazetelerden öğrenmiştik. Biz halk oyunları kültürümüzü onlara sunarken kılıçtan tehlikeli oyun olduğundan vaz geçtik, onun yerine bıçakla yaptığımız Erzurum BAR’ı oyununda da turistleri korkutmuştuk. Nede olsa her ikiside tehlikeli bir oyundu.  Daha sonraları başka oyunların sergilendiği doğrudur.
Kanımca biz ulus olarak böyle tehlikeli oyunları sevdiğimizi düşünmekteyim. Hatta çocukken tahtadan kılıç yapar, bir birimizle kıyasıya kılıç oyunu oynar, kimi zaman bir birimizi hırpalar, yaralardık. Belki bu bir genetik süreç olsa gerek. Tehlikeli işlerden, heyecan duyup adrenalin artması, yapımızın özünde olsa gerek. Bazı oyunlarımız çok ciddi sonuçlar doğuracak boyutta idi. Çocukken bir küçük çukura karpit koyup üstüne teneke kapatır, etrafını çamurla sıvardık. Daha sonraları tenekenin üzerine yanan bir çaputu koyup, patlamasını seyrederdik.  Çok büyük bir gürültü ile patlamasının ardından, teneke kutu çok yükseklere çıkardı. Buda bir başka tehlikeli oyundu.
Ülkeyi yönetenlerde de adrenalin yükseltecek bazı davranışlardan kendilerini soyutlamadıklarını seyretmekteyiz. Irak için geçmeyen teskere, bu sefer Suriye için okyanus ötesinden gelen talimatla, Meclisten geçmeside uluslararası tehlikeli oyunlardan bir başkasını anımsattığını düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
Tehlikeli Oyunlar.doc

olympos foca

unread,
Oct 11, 2012, 4:02:27 AM10/11/12
to e-tu...@googlegroups.com
Tehlikeli oyunlar sadece sinirlarimizda degil.topyekun tehlike icinde bu ulke.
Ulkenin satilmayan hastaneleri kalmisti bunlarida satacsklar kime yandaslara.capadsyim susan konusulan bu neden kime hizmet  ihanet  denen sey vatan topragina bayraga vede milletemi sehitleremi.oy verelim bakalim suriyeden beder  olacagiz bu gidisle lutfen has.leri yazin hazin durumda millet  ve yonetim

10 Eki 2012 tarihinde 22:49 saatinde, "metin atamer" <matam...@yahoo.com> şunları yazdı:

--
E-TÜRKİYE GRUP KURALLARI
* Yayınlanan mesajlardan mesajın göndericisi sorumludur.
* İçeriği ne olursa olsun KONU kısmı boş olan yada içerikle uyuşmayan epostalar yayınlanmaz.
* Daha önce yayınlanmış epostalar yayınlanmaz.
* Aşırı dini / siyasi / politik veya tartışma çıkaracak içerikteki epostalar yayınlanmaz.
* Futbol takımlarıyla ilgili atışma / tartışma / kışkırtma yayınlanmaz.
* Erotizm içerikli Sanatsal foto / karikatür / fıkra için konu kısmına +18 veya XXX yazınız ki, bu tur maillerden hoşlanmayan açmadan silebilsin.
* 10-20 vs. kişiye gönderirsen dileğin gerçekleşir gibi saçma epostalar yayınlanmaz...
Grupla ilgili sorunlarınız için = yon...@e-turkiye.gen.tr
Gruba mesaj atmak için = e-tu...@googlegroups.com
Gruptan ayrılmak için = e-turkiye-...@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için = http://groups.google.com.tr/group/e-turkiye adresinde
bu grubu ziyaret ediniz.
Arkadaşlarınızın da bu gruba üye olmaları için = http://www.e-turkiye.gen.tr
<Tehlikeli Oyunlar.doc>

metin atamer

unread,
Oct 14, 2012, 5:19:04 AM10/14/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik

Minik Kuş
‘’Gözünü sevdiğimiz ülkesi, nelere kadirsin sen’’ diyesim gelmekte bu günlerde. Geçtiğimiz son onbeş yirmi sene içinde öyle olaylara şahit oluyuz ki insanın inanısı gelmiyor.  Bir tarihte ülkemizdeki bir gazetenin önemli bir yazarının minik  bir kuşu vardı. Bu kuş, bu önemli gazetenin bir önemli yazarına bir çok bilgi aktarır, oda kullanırdı. Hatta devrin Başbakanı hakkında bile bir kitap yazabilecek kadar çok bilgileri vermiş, yapılan bu kitap, binlerce insan tarafından okumuştu.
Hatta bu gazeteci sütununda ‘’ Bu gün minik kuş yine geldi’’ diye başlayarak yazarı  bir çok bilgiye ulaştıran bu muhbir, köşe yazarının önemli bir yere gelmesine sebep olmuştu.  
Pek uzaklara gitmeye gerek yok, dağlarda eşkiyalık yapan bebek katillerini organize eden, imralıda istirahat eden kişinin Şam da bulunduğu dönem içinde, kimse bu eşkiyaya dokunamıyordu. Yeri belli, ve  koorninatları tesbit edilmişti. Fakat binanın yanında Suriye’nin Askeri Yönetim merkezi olduğundan burası vurulamıyordu. Ne zaman Okyanus ötesindeki büyük ağabey ışık yaktı, o tarihlerdeki Genel Kurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, sınırda yığılma yapmaya başlaması ile yeşil boyalı köşedeki binanın dördüncü katındaki eşkiya, Suriye’yi terk etmesi  ülke yönetimi tarafından istenildi. Suriye’yi terk eden bu eşkiya, son olarak gittiği Afrika ülkesinden bir başka minik kuş tarafından paketlenip Türkiye’ye teslim edilmesini hepimiz hatırlarız.
Bu değiş tokuş ticaretinde Türkiye’den neler istenildiğini, bazı minik kuşlar birlerine fısıldadılğını hatırlarım. Her gazetecinin bir muhbiri mutlaka vardır, hatta her ülkede bir çok konuda değişik muhbirler, istihbarat birimlerince kullanılır. Bu Minik kuşların ötmesi için bir kaç neden olması gerekir. Ya para verilir, yada karşılığında bir ödün istenir.
Yunan elçiliğinden kaçırılan eşkiya için minik kuşa ne verildiğini bazı insanlar bilmekte, fakat ülkemdeki bir çok vatandaş, bunun nasıl yapıldığından haberdar değillerdir.  Büyük  tekstil fabrikalarının sahibi olan eski bir parlementerin uçağı ile kaçırılan bu eşkiya, daha sonra mahkemece yargılanmıştı. Uçağın sahibi parlementer, bir konuda öyle köşeye sıkıştırıldı ki, yerinden kımıldıyamaz hale gelip, bildiklerini kimseyle paylaşamadı. Nede olsa bazı minik kuşlar, firmaların ince çizgilerini öğrenip, bazı merkezlere, menfaat karşılığı, tamamiyle duygusal bir düşünceyle ilettiklerini duymuştum.
Benim bir minik kuşum varmı, yahut yokmu onu açıklamasam iyi olur diye düşünmekteyim. Her insanın bir kuşu vardır, vede bu kuşla hayatını idame ettirir.
Geçtiğimiz günlerde bir minik kuş Başefendiye bir haber uçurarak Moskova’dan kalkan bir Suriye uçağının kargosunda  bazı paketlerin olduğunu, ve bu uçağın  Ankara ya indirilmesi gerektiğini, okyanusların ötesinden iletildiğini, bizim Sultanımız öğrenmiş. Bende bütün medyayı ve bilhassa önemli gazeteleri taradım. Yazarların tamamı bu konuda hem fikir. Başefendinin minik kuşu bu ihbarı yapmakta, ve benim ülkemin yöneticileri, tıpkı gazeteci makale yazarlarının  muhbirlerini açıklamama masuniyeti çerçevesinde, kaynağını belirtmek istemedikleri bu ihbarla, Suriye uçağını Ankara’ya, F-16 savaş uçakları ile indirirler.  Evde eşimle bazı konularda fikir birliğimiz olur, bazı konularda ise fikir ayrılığımız olur. Ben ise bütün samimiyetimle konuyu izah etmeye çalışsamda, eşim  şöyle bana bakıp ‘’ So What ‘’ diye bir soru yöneltir.
Bende cevap verebilme adına düşünüp, dolanbaçlı yollar ararım. Gelin görün,  bu günkü durumu beraber yorumlıyalım, yazılanların tamamına yakın bir bölümünü okuyun, ve ekranlarda konu ile ilgili yapılan onlarca söyleşileri dinleyin; Suriye uçağını Ankara’ya inmeye zorladık , aklınıza şu soru gelmezmi  ‘’SO WHAT’’ diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer  
Minik Kuş.doc

metin atamer

unread,
Oct 28, 2012, 3:05:06 AM10/28/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
 
Adalet
Almanya’da önemli sayıda okuru olan Bild gazetesinin 16 Ekim tarihli sayısının baş sayfasında 5 sütuna manşet bir haber okudum. Almanya’daki hukuk ve adaleti protesto eden iki bayan aktivist, vücutlarının üst kısmını açmış, adaleti kınayan bir cümleyi bedenlerine yazmışlar. Bu resimdeki kişilerin üzerinde yazılı protestoyu aynen yazmak terbiyem dışında olduğu için nokta nokta olarak yazmayı doğru buldum. Bedenlerindeki yazı aynen şöyle idi ‘’ JUSTİCE ..... ME ‘’. Televizyonlarda yayınlanan bir çok filmlerde bir oyuncu bu kelimeyi söylediği zaman ‘’BİP’’ şeklinde bir ses gelir. İşte öyle bir durum.  
Bu resimdeki iki bayanın arasında birde rahibe bayan, destek için resmin karesinin içinde. Bu resmi bu yazı ekinde göndermeyi çok isterdim. İleri demokrasilerde toplumda tepki gören konuların  protesto edilmesi, bilhassa icraatın eleştiriye açık olması gerekir. Yoksa Almanya’daki 1933 senesinde iktidara gelen NasdyonelSosyalist partinin yaptıklarına benzer.
Nazi Almanya’sında  20 Nisan 1889 da doğan Adolf Hitler, her ne kadar Avusturya kökenli olsada Nationalsozialistische Deutsche ArbeiterPartei  ‘’ NSDAP ‘’ partisine 1919 da üye olarak girişinin sonrasında, Munich’te Birahane olayından sonra 1923 de yargılandı ve hapishaneye konuldu. Burada ‘Mein Kampf‘ Mücadelem adlı kitabını yazdı. 1924 senesinde hapisten kurtulduktan sonra, ülkede başlıyan işsizlik, Hitlerin popüleritesini arttırmıştı. 1933 de yapılan seçimlerde başarı sağlaması tek başına iktidara gelmeye yetmesede, koalisyon kurma koşulu ile verilen Başbakanlık görevini iyi kullanan Hitler, koalisyon kurmadan % 18 olan oylarını önce %33 daha sonra %43.9 çıkartarak toplumun desteğini sağladı.
Seçimlerin hemen sonrasında Parlementodan yetki kanunu çıkartarak, bu yetki ile bütün yasama yetkilerini Kabinede topladı. Yetki kanunu çıkarmak için Meclis binasını kuşatarak kendi vekillerinin dışında başka kimseyi içeri aldırtmamış, yeterli salt çoğunluğu sağlıyarak neticeye gitmesi çok ilginçtir. Hapise girmesine neden olan bütün değerlerden intikamını teker teker aldı. Bu yetki çerçevesinde bir ırkın yok olmasını hedef tutarak inanılması güç insanlık suçu işleyen Adolf Hitler , sanayi ve işsizlik konusunda halkın istediği bütünlüğü sağlıyacağını düşünerek bütün komşuları ile harbe tutuştu.
Polonya’ya saldırdı, Fransaya girdi, Avusturya’ya yürümesi ile icraatının doğru olduğuna ikna kabiliyeti çok güzel konuşmalarında, toplumu inandırmasını takdir etmemek yanlış olur. Kara olanı AK olarak göstermesindeki başarıya şapka çıkarmak gerekir.  Ülkede birkaç konuda büyük atılım toplum tarafından kabul gördü.
Öncelikle  harp sanayii ve bilhassa harp gemileri yapılmasına önem vermesi, diğer taraftan  otoyolların yapılmasının yanında, tren yollarına ağırlık verilip en ücra köye kadar tren yolu döşenmesi konusunda yapılan çalışmalar, işsizlik konusuna çözüm olarak görünsede, komşuları ile savaşması hatta Afrika’ya bile ordularını göndermesinde hatalar zinciri başlamasına neden olmuştur. Rusya’ya karşı ordularını göndermesi ve bilhassa kış başlangıcında bu seferin yapılması en büyük yalnış olduğu söylenir.  Ülkede hukuk durmuş, insanlar toplama kamplarında suçunu bilmeden tutuklanması, bu dönemde olur.  Bu durumun sizlere bazı konuları çağrıştırdığını düşünmekteyim.
Toplum bütün olaylardan habersiz bilinçsizce bir kişinin arkasından yürümekte olduğunu görmekteyiz. Hatta Hitlerin verdiği emirle bütün partilerin faaliyetleri durdurulur, ülkede insanların fikirlerini söylemesi imkansız hale gelir. Yasama, yürütme ve yargıyı tek elden idare eder. Her bir aydının ve düşünürün arkasına bir gestapo, her gestaponun arkasına gizli polislerin kol gezdiği Almanya, 1945 senesinde 2 inci dünya savaşında yenilgiye uğrar ve Adolf Hitler eşi Eva Braun ile Berlin’de intihar ederler.
Dün bir gazetenin baş sayfasında okuduğum bir yazı benim kadar sizide tedirgin etmiş olduğunu düşünmekteyim. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin en büyük bayramı olması gereken Cumhuriyet‘in kutlanması için Ankara Ulus’daki ilk Millet Meclisinin önünde toplanıp yürüyüş yapılması kadar doğal ne olabilir diye düşünmekteyim. Bu yürüyüşe Başefendinin çıkıpta ‘’  istiyorlarsa HİPODRUMA  gitsinler ‘’ diye toplumun değerlerini yakışıksız sınıflandırmasına isyan etmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim Hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer
Adalet.doc

olympos foca

unread,
Oct 29, 2012, 8:35:35 AM10/29/12
to e-tu...@googlegroups.com
Hopotrum  yolu  acik  buyurun  onden  aziz yoneticiler

28 Eki 2012 tarihinde 15:52 saatinde, "metin atamer" <matam...@yahoo.com> şunları yazdı:

--
E-TÜRKİYE GRUP KURALLARI
* Yayınlanan mesajlardan mesajın göndericisi sorumludur.
* İçeriği ne olursa olsun KONU kısmı boş olan yada içerikle uyuşmayan epostalar yayınlanmaz.
* Daha önce yayınlanmış epostalar yayınlanmaz.
* Aşırı dini / siyasi / politik veya tartışma çıkaracak içerikteki epostalar yayınlanmaz.
* Futbol takımlarıyla ilgili atışma / tartışma / kışkırtma yayınlanmaz.
* Erotizm içerikli Sanatsal foto / karikatür / fıkra için konu kısmına +18 veya XXX yazınız ki, bu tur maillerden hoşlanmayan açmadan silebilsin.
* 10-20 vs. kişiye gönderirsen dileğin gerçekleşir gibi saçma epostalar yayınlanmaz...
Grupla ilgili sorunlarınız için = yon...@e-turkiye.gen.tr
Gruba mesaj atmak için = e-tu...@googlegroups.com
Gruptan ayrılmak için = e-turkiye-...@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için = http://groups.google.com.tr/group/e-turkiye adresinde
bu grubu ziyaret ediniz.
Arkadaşlarınızın da bu gruba üye olmaları için = http://www.e-turkiye.gen.tr
<Adalet.doc>

metin atamer

unread,
Nov 6, 2012, 9:57:26 AM11/6/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Çok Başlı
Ülkemin her bir köşesinde binlerce yıllık tarihin yattığını, insan gezerek görerek yaşamakta. Yıllar önce 1963 senesinde Ereğli Demir Çelik fabrikalarının kuruluşunda bir kaç arkadaşımla staj yapmaya gitmiştim. Serde gençlik ve delikanlılık vardı. Aklımızda  yaz tatili içinde staj yapıp, aynı zamanda para kazanmayı hedeflemiştik. Beş arkadaş bu müstesna beldeye Ankara’dan  uzun bir seyahat ile ulaşmıştık.
Düzceye gelmek dört saatimizi almış, oradanda burunlu bir köy otobüsü ile üç saate yakın bir zamanda Karadeniz Ereğli’sine vasıl olduk. Toz toprak içinde indiğimiz otelde ilk düşüncemiz, temizlenmek için yıkanmakdı. Bu kasabada ertesi gün inşaa halinde olan fabrikanın lojmanlarının bulunduğu yerdeki tahsis edilen yatakhaneye yerleşmek için koşturduk. Her gün tozlar içinde çalışmak bizi yormaktaydı, fakat böyle büyük bir tesisin temelinde ter dökmek, bizim için ayrıcalık olduğunun bilincindeydik.
Fabrika arazisinin bir köşesinde hergün iki defa gelip giden iki motorlu bir uçak için kısa bir pist vardı. Pistin hemen önünde denize girdiğimiz plaj, bizim için bir can simidi idi. Her gün toz toprak içinden çıkıp, doğru bu plaja gider, deniz girip, üzerimizdeki tozdan arınırdık. Yahutta biz arındığımızı zannederdik. Hatta bir kaç hafta sonra her aksam üstü gelen uçağın pilotuna rica edip Ankara seferine bizi almasını ve ertesi sabah geri dönüş seferinde tekrar geri getirmesi için rica bile etmiştik.
Ankara’ya geldiğimizde doğru Marmara hamamına gidip, kirden arınmak için kese yaptırıp, bir güzel uyku çektiğimizi hatırlarım. Üç ay gibi kısa bir zaman sürecinde unutulmayacak öyle hatıralarımız vardı ki, hatta bir seferinde azgın Karadeniz dalgaları içinde yüzme bilmeyen ve boğulması an meselesi olan bir Polisi kurtarmıştım.  Teşekkür etmek için bana bir örgü kravat hediye vermişti. Bu kravatı hala saklarım. Yörede geçirdiğim üç ay içinde günlük çalışma dışında yörenin tarihi hakkında araştırma yapmamıştım.
Geçtiğimiz bayramın ilk gününü bu şirin Karadeniz kasabasında geçirdim. Aslında Karadeniz Ereğli’si M.Ö. 2500 yılına dayanan eski bir tarihi olduğunu çok sonraları okumuştum. Bu yörenin insanları Truva savaşlarında, savaşan halk olduğu söylenir. Ereğli ismi Herakles’ten gelmektedir. Grek mitolojisinde cehennem kapısında bekleyen ÜÇ BAŞLI canavar köpek Kerberos’un yakalanmasını sağlayan da Herakles’tir. Bu yörede Cehennem Ağzı Mağraları, ölüler ülkesi tanrısı Hades’in ülkesine giriş yollarından birisine bağlı olduğundan, buraya giriş ve çıkış yollarını Hades kontrol eder. 
Hatta ilk hiristiyanlık dönemine kadar insanların ibadet yeri olarak mağraları seçmeleri rastlantıdır ve bu yöre içinde geçerlidir. Antik çağda kehanet merkezlerinden biri olan mağralar, Herakles’in Kerberos ‘u yakalaması ve etkisiz hale getirmesinden sonra, yörenin adı Heracleia Pontika adı ile anılır. Bu olay aynı zamanda Anadolu’da bulunan başka antik kentlerde de coşku ile kutlanır hale gelir. Erken Hristiyanlık döneminde mağralarda ibadet yapılması, Roma baskısından kaçış olarak kabul edilir. Hatta Anadolu’da bu izleri Göreme’de de bulmamız mümkündür.
Roma İmparator’u Trainaus döneminde Bitinya valisi olak görev yapan Plinius İmparator’a gonderdiği mektupta Heracleia Pontika da Hristiyanlık hareketinden bahsettiği söylenir. Yuhanna İnciline göre 12 havariden bir tanesi, belkide ilk havarisi Aziz Andreaos bu yörede görev yaptığı dönemde, Herakles ‘in üç başlı canavar köpek, Kerberos’un yakalaması kutlanmasının durdurulmadığı rivayet olunur.
Ülkemde ne kadar güzel hikayeler olduğunu, içinde yaşadığımız hayat içinde yeterince  değerlendiremediğimizi düşünmekteyim. Bundan öte, güncel yaşadığımız hayat içinde ise sadece antik 3 başlı canavar köpek  Kerberos değil, yaşamımızın içinde 2 başlılık bile sergilenmekte. Ulusal Bayram  kutlanmalarının engellenmesi krizinin aşılmasında  meydana gelen İKİ başlılık, toplumu germekte olduğunu, Anıtkabir’e yürüyen halkın coşkusunu seyrederken, bazılarının  gerçeği yok sayması,  bana mitolojik Kerberos’u hatırlatır diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer   
Çok Başlı.doc

metin atamer

unread,
Nov 10, 2012, 1:52:29 AM11/10/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
  
 
Atam ve Kadın
Siz şiir severmisiniz. Şiir benim sevdiğim edebiyat dallarından bir tanesidir. İnsanların hissiyatlarını kelimelerin ritmi ile uygun ifade etmesinden meydana gelen ifade tarzı olarak nitelemekteyim. Sevgi ve duyguların kelimelerin ahengine uygun sıralanmasıda denilebilir. Genç delikanlı yaşlarımda bu duygularımı kelimelere döküp şiir denemelerim olmuştu. Düşünüyorum, o tarihte, bu gün gibi erkek ve kızların beraber aynı okula gitmediği , kız ve erkeğin el ele bile tutuşamadığı dönemlerde, kaleme aldığım duygularım, benim için çok şeyler ifade etmekteydi. Delikanlı çağımın hissiyatı benim için çok özeldi, ve kimse ile paylaşmak istemezdim.  
Geçenlerde çok saydığım Türk Sanat Musikisinde önemli bir bayan ses sanatçısı ile sohbet ederken, hayat hikayesinden bir kesiti benimle paylaştı. Daha henüz 14 yaşında baskılar sonucunda evlenmiş olduğunu anlattı . Bir genç kızın daha henüz  çocukluktan genç kızlığa geçiş yaşları olan 12-14 yaş arasında, bedeninde biyoljik fırtınaların koptuğu, duyguların değişmeye başladığı bir yaşta, bir genç kızın evlenmesi kadar başka ağır bir travma ne olabilir diye düşünmekteyim.
Eğitimini yarıda kesmiş, okumayı bırakmış ve çocukluktan kurtulup  genç kızlığa geçişinin başında evlenmiş. Evlilik döneminin başlarında çok büyük sıkıntılar geçirdiğini ifade ederek, peşinden 16 yaşında ilk çocuğunu kucağına aldığını söyledi. Bizler orta okul çağlarımızda oynarken, o kucağına çocuğunu almış, anne olarak  omuzlarına çok ağır yükler binmişti. Bizler okulda okurken genelde düşüncelerimiz  ders, oyun, sinema, dans gibi konularla meşgul olurken, O, anne olarak kendisi çocuğun maması, çocuğun altına bağlanan bezi, hastalığı, giysisi  gibi konularla uğraştığını anlattı.
Bu günkü gibi çocukların altına bağlanan bir seferlik kağıt bezler olmadığı dönemlerde, T şeklinde bez bağlanır, kirlendiği zamanda sabunla elde yıkanırdı. O tarihte evlerde çamaşır makinaları bile olmadığı için, bütün çamaşırlar elde granül sabunla yıkanır, kadınların elleri sudan pek çıkmazdı.
Bu hikayeyi dinlediğim tarihlerde, yine aynı yöreden bir başka bayanın hayat hikayesinden bir kesit dinledim. Tirilye kasabasına yakın bir köy olan Siği köyünden benzer bir hikaye idi. Yine çocukluktan genç kızlığa geçiş döneminin hemen başında, muhtarın oğlunun isteği ile, daha genç kızlık dönemini yaşamadan evlendirilir. Daha bir kaç günlük evlilik içinde kocasının annesi ile olan olumsuz yaklaşımlar sonunda, kocası tarafından şiddete maruz kalması, çok hazindir.
Çocuk denecek yaşta, akranlarının sokakta oyun oynadığı yaşlarda, kocası tarafından her akşam, çok basit konularda hırpalanması, bir genç kadının karşılaşabileceği en acı deneyim olsa gerek. Aile baskısı, mahalle baskısı, aile tarafından baba evine geri dönme yollarının kapalı olması kadar ağır ne olabilirki. Çocuk yaşta hamile kalıp, ilk çocuğunu kucağına aldığında, daha hayatı tanımadan anne olur. Şuur altında bunu bir korunma kalkanı olarak kullanmayı düşünmüş bile olduğuna inanmaktayım.  Çocuk olduğunda, şiddetten kurtulurum düşüncesi ona pek yaramadığını kısa zamanda anlar. Kocası tarafından şiddete maruz kalması  durmaz. Bir başka kurtuluş yolu olarak seçtiği Almanya’ya işçi olarak gidişi, ayrı bir macera olarak yaşanmış hayatının bir başka kesiti idi.    
Her iki hayat hikayesi bir birine o kadar benzemekteki, dönem olarak aynı senelere rastlamakta, hatta yöre olarakta aynı yörede yaşanmış olması ilginçtir. Biz aile içi yaşamlarımızda yukarıda kısa olarak anlatmaya çalıştığım olağan yaşam kesitlerinden henüz daha kurtulmuş olduğumuzu düşünmemekteyim. Her gün bu hadiselere benzer hadiseler, ülkemizde yaşanmakta. Çocuk yaşta evlatlarımız evlendirilip, toplumun içinde itilmekte, kadına şiddet giderek artmakta.
Yurdum insanı yaşamındaki ağır koşullar içinde çıkış yolu bulamadığı zaman, zaten yıpranmış olan ruh yapıları içinde, cinnet geçirmekte ve muhakemesi zaten zayıf olan bu insanlar, aklın kısa devre çalıştığı anda cinnet geçirmekte ve ailesini , hatta çocuklarını bile katledecek hale gelmekteler. Yaşadığımız hayatın kolay olmadığını bilmekteyiz.
İnsanımızın büyük bir bölümü cahil olduğuna inanmaktayım. Aziz Nesin gibi büyük usta doğru olabilir. Değer yargılarının bir torba kömür, bir poşet pirinç, bir küçük paket kahve, bir somun ekmeğin içine sıkışmış bulunan benim yurdum insanı, ne yapsın. Birde bu dar beyinlere ‘’ en az üç çocuk yapmanızı isterim ‘’ diye talimat verilirse, himmete muhtac olan bizim vatandaş , beyindeki kartlarda kısa devre olunca cinnet geçirmesi an meselesi. Bu denklemi çok iyi anlamak gerekir.
Atam rahmetlik iktidar sahiplerinin şahsi menfaatlerinin, müstevlilerin siyasi emelleri ile tevhid edilmemesini öngörmüş. İşte bu nedenle toplumun daha dikkatli olması gerekir. Bakın bu gün olmasa bile yarın, bu iktidar sahipleri, tekke ve zaviyelerin kapatılması  konusunda, Cumhuriyetin kazanımlarından olan 30 Kasım 1925 de kabul edilen kanunu iptal edecek bir kanunu, bu ülkeye dayatabilmelerinin göz ardı edilmemesi gerekir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer              
Atam ve Kadın.doc

metin atamer

unread,
Nov 13, 2012, 3:12:08 AM11/13/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Hüzzam
Türk Sanat musiki konusunda kendimi fazla yetenekli saymamaktayım. Dinleyici olarak çok keyif aldığımı söyliyebilirim. Geçtiğimiz günlerde Istanbul’da Caddebostan Kültür Merkezinde küçük bir odaya sıkışan saz heyeti, hanendeler ile Türk Sanat Musikisi çalışan amatör insanları saygı ile seyrettim. Çalıştıkları mekanı görseniz üzülürsünüz. Bu kadar büyük tarihi olan bir sanat musikisinin  bu kadar dar bir mekana sıkışmaması gerektiğini düşünmekteyim. Başka bir ülkeden gelen Jennifer Lopez isimli şarkıcı için bir başka mekanda ayrılan yere baktım, çok utandığımı açıkca ifade edebilirim.
Çok kıymetli bir bestekarın çalıştırdığı bu amatör Türk Sanat Musikisi topluluğunu önünde saygı ile eğilirim. Bu musiki dalına verdikleri hizmetin kıymetini bizler bilemez isek, gelecek nesiller bizi sorumlu tutar. Bu mekana, bu değerli bestekar ile tanışma isteğim için gittim. Son derece saygın bir kişiliği olduğu yüzünden okunmaktaydı. Topluluk çalışmalarında Hüzzam makamı işlemekteydi.  Hüzzam makamı Türk sanat musikisinde çok müstesna bir yerdedir. Duygu yüklü kelimelerin yoğun kullanıldığı bir makamdır.
Segah perdesinde karar kılan bir makamdır. Söylenen o durki 16 ıncı yüzyılda bestekar Gazi Giray Han Hüzzam makamının ilk tarifini vermiş, hatta bu makamda bir peşrev eseri bile bulunmaktadır.  Genelde güçlü bir Neva açılarak girilen bu makamda, Neva hem güçlüdür, hem çeşni olarak seyir eder. Segah ile Gerdaniye arasındaki seyirler bu makamın işleyişini belirler. Buselik makamın içinde de seyir etmesi bu makamın çok zengin görünüşündendir. Klasik Türk Sanat musikisi makamlarının tarihi çizelgesinde Türk ve Klasik kelimeleri bir biri ile çelişsede Osmanlı döneminde üzerinde çok işlenen ve eserler verilen bir musiki dalıdır.
Osmanlı tarihinde sarayda bile bu musikiye ilgi ve icraat çok yaygınlaşmış olduğunu görmekteyiz. Farabi’den başlayan ve Timur’un 1405 de ölümüne kadar geçen dönem içinde bir oluşum dönemini geçirdiği kabul edilir. Yavuz Sultan Selim hanın tahta çıktığı döneme kadar olan dönemde bu musiki bir gelişim geçirdiğini söylerler. Sultan Selim’in Mevlevihanelerin faaliyetlerini teşvik etmesi, Tekkeler ve Dergahların Istanbul’da yayılması dönemine rastlıyan yüz yılda , buraya gidenlerin askerlikten muaf olmaları nedeniyle, çeşitli Tarikat hanelere rağbet artmış olduğunu görmekteyiz.
Bu nedenle makamlar, güfteler, besteler, bestekarlar, hanendelerin çoğalması bu dönemlere rastlar. Enderun , bir başka deyişle Saray Okulu, bu musikiye özel ilgi gösterir ve önemli kişilerin yetişmesine sebep olur. Yüzlerce eser bu dönemlerde verilir. Kap göç döneminde yaşanan olayların, bilinmeyen bir çok hastalıkların insanların yaşamlarını olumsuz etkilediği dönemlerde, ortalama ömrün 50 yaş olarak görüldüğü tarihlerde, duygulu insanların hislerini kelimelere dökerek, besteler oluşturmalarında bestekarlar, Hüzzam makamını sıklıkla kullandığını görmekteyiz.
Bu eserler içinde çok sevdiğim bestekarlar ve verdikleri çok değerli besteler bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi ‘’ Rehi Aşkınla edüp Kaddimi Kütah Gönül ‘’ . Bu İsmail Dede efendinin eserini bir çok ses sanatcısından dinledim. Her sanatçının okuyuş tarzı değişik olduğundan, kalıp içinde değerlendirmek zor olmaktaydı. Bu makamın en tipik şarkısı ise Şayeste Hanımın güftesini yazmış olduğu ve Muzaffer İlkar beyin Curcuna usulünde Hüzzam makamında bestelediği bu güzel eseri sizinde beğeneceğinizi düşünmekteyim.
Kalbime Koy Başını Doktor Nabzımı Bırak  
Gülen Gözüme Değil Ağlayan Gönlüme Bak
Bir An Yaşa Ruhumda Gör Çaresi Ne Uzak         
Gülen Gözüme Değil Ağlayan Gönlüme Bak 
Bu gün gazetelerde çok uzaktan okunmuş bir gazel gözüme çarptı. Başefendi bir Üniversitenin açılış konuşması sırasında : ‘’ Başımız Eğikti Bu Hüznümüzden’’ diye Endonezya dönüşü beyanat vermiş. Aslında hafızalarınızı yoklarsanız her 10 Kasım günü Atatürk’ü anmaktansa her nedense, Başefendi mühim bir seyahate gider, ya Endonezya’dadır, yahutta tanrının unuttuğu Myanmar’a resmi bir ziyarete gider. Daha sonra ülkeye dönünce başı eğik olur, Hüzzam misali, diye bir sözüm geldi söyledim Hem Nalına Hem Mıhına.
Metin Atamer
 
Hüzzam.doc

metin atamer

unread,
Nov 19, 2012, 2:24:31 AM11/19/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
MÜZE
Bir televizyon programında Sunay Akın konuşmasında  ‘’ Bir Ülkede Müze yoksa o ülke yoksuldur’’ diye bir cümle kullandı. Düşünecek olursak, bu söz çok önemli bir gerçeği ortaya koymakta. Bir toplumun müzede sergileyeceği bir geçmişi yoksa, fakirdir. Amerika‘da müzelerde segilenen bir çok eşyaların 250 yıllık mazisi  bulunmakta, ve Amerikalılar bununla övünmekteler. Maksadım ülkemizdeki müzelerde sergilenen eşyaların tarihini sizlere anlatmak değil. İlginç bir müzeyi tanıtmak istedim.
Istanbul da oturupta Dr. Zeki Zeren sokağını bilmeyen olabilir düşüncesindeyim. Bu sokakta iki katlı bir bina, etrafındaki yüksek apartumanlara meydan okurcasına ayakta ve dimdik durmakta. Bu bina Sunay Akın’ın oyuncak müzesidir. Bu müzeyi bir kaç kez dolaştım.  Sunay Akın, kullandığı bu cümlede haklı olduğunu düşünmekteyim. Geçtiğimiz hafta bir iş vesilesi olarak gittiğim Sinop’ta işimin sürecinde kısa bir boşluk vardı ve yemek saatine rastlamaktaydı. Yemeği bir kenara bırakıp Sinop Cezaevi Müzesini gezmeye gittim.
Sinop’un tarihi 4000 yıl geriye gitmekte. Söylenen o durki, kale surları Gaskalılar tarafından yapılmış, sırasıyla Pontus, Roma, Bizans, Selçuklu, ve Osmanlılara hizmet etmiştir. Evliya Çelebi seyahatnamesinde 1568 de  burayada uğramış ve kale hakkında ‘’ Büyük Korkunç bir kaledir, dev gardiyanları, 300 demir kapısı vardır ’’ diye bu kaleden bahseder.
Kalenin resmi olarak bir hapishaneye dönüşmesi 1887 senelerine rastlar, ve çok iyi korunmuş bulunan Kale içinde, çeşitli bölümler yapılır. Sinop’ta görev yapan Mutasarrıf  Veysel Paşa hapishaneye birde hamam ilavesi yaptırmış, fakat hamam kale surlarının hemen dışında inşaa edilmiştir. Bu şehirden kaçmanın imkansız olmasından dolayı, idareciler tarafından toplumdan tecrit edilmesi  istenilen kişilerin gönderileceği tek yer olarak Sinop görünmektedir. Hatta Kırım Hanı Devlet Giray da 1713 de burada hapis yatmıştır. 
‘Bodrum ve Sinop’ Anadolunun iki ‘‘Kalebent’i’’ olarak hizmet verir. 11 Haziran 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa nın Beyazıtta  öldürülmesi hadisesinden sorumlu tutulan 200 ‘ü aşkın Ittihat Terakki karşıtı muhalifleri mahkum ederek,  Sinop’ta ceza evine koyarlar. Aralarında kimler yokki. Katipler, Öğretmenler, Adliye Katipleri, Avukatlar, Emekli Albaylar, Hariciye Nazırlığı katipleri, Tabipler, İç İşleri Katipleri velhasıl toplumun her kesiminden 200 mahkum cezalarını çekmek için Sinop’a gönderilir.
Bu hapishane sadece Osmanlı dönemine hizmet eden bir Kalebent değildir. Bu korunmalı yer, Cumhuriyet döneminde de hizmet vermeye devam eder. Siyasi yasaklı bir çok Yazar ve düşünürün cezalarını çekmek için gönderildikleri yer Sinop olarak görülür. Bunların içinde kimler yoktur ki, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ruhi Su, saygı ile andığım Vatandaş Ahmet Efendi konulu  Pazar sohbetleri yazısı olan değerli Şeyh-ül Muharririn Burhan Felek’de bu mekanda hapis yatmıştır. Hatta Nazım Hikmet Ran ‘ın da bu yerde hapis yattığı rivayet olunsada, kayıtlarda böyle bir belge olmadığı söylenmekte. Hapishaneyi en ince detayına kadar inceliyerek gezdim. Vatanına ve Milletine hizmet eden onlarca insan, katillerle  beraber aynı mekanda ceza çekmiş. Bir çok kişide, ne ile suçlandığını bilmeden buralarda ömürlerini tüketmişler. Bir çok aydın yazar burada önemli eserlerini yazmışlar, edebiyat tarihimizde, hapishanede yazılan kitaplar içinde kilometre taşı olarak dururlar. 
Kaldıkları yerler ve bilhassa tecrit cezası odaları, pranga odası, tahmin ve tahayyül sınırlarınızın dışındadır. Şimdi ise bu mekan bir açık hava Hapishane müzesi. Burada, ülkemin bir ücra köşesinde, yıllarca  insanlara çektirilen ceza, bir insanlık ayıbı olarak sergilenmekte olduğuna inanmaktayım. Bu mekanı, her gün, onlarca insan para ödiyerek gezmekte.
Buradan çıkarken insan olduğumdan utanarak, ruh ezikliği içinde müzeyi terk ettim. Aynı duygular içinde olan bir çok kişi ile kapıda karşılaşıp sohbet ettim. Dönüp cezaevinin kapısına bir daha baktım. Girişin üzerinde büyük harflerle şu cümle yazmaktaydı ‘’ ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR ’’. Bir toplumun tarihinde zihinlere  yerleşen Sinop Cezaevi konusu, bu mekanda müze olarak sergilenmekte.
Dilerim bir gün gelir Silivri ve Sincan ceza evleri Müze olarak dönüşüme uğrar. Bu mekanları ziyaret edenlerde benim duyduğum utanç duygularını nasıl ifade edeceklerini merak etmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
MÜZE.doc

metin atamer

unread,
Nov 27, 2012, 6:44:48 AM11/27/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Yokuş
Her yokuşun bir inişi olduğu gibi, her inişin bir yokuşu mutlaka vardır. Bu konuyu her hangi bir olaya çekmek için söylemek istemiyorum. Bu gün belirli bir kesim halk güç sahibi , başka bir dönemde ise bir başka kesimin elindeydi bu erk. O dönemde de, bu gün bu dönemde de güçlü insanlar ellerinde bulunan bu varlığı kullanabildiği müddetce, kendini hem güçlü hissetmekte, hemde çevresinde bu gücün varlığına toplum itibar etmekte.
Bu güç ellerinden kaçtığı zaman zor durumlar yaşanmakta. Fazla uzaktaki bir tarihsel olaylara geri gitmek istememekle birlikte , yakın bir zamana kadar bir medya patronu, iktidar sahiplerinin seçimlerde başarı sağlamasına katkıda bulunması hususunda kendinin  etkili olduğuna inanmıştı. 
Bu hakikatten güç alarak Medya dışında bazı iş dallarında da bir çok avantajı, kendi lehine çevirebilme kabileyetini ortaya koyarken, bazı iş çevreleri rahatsız olmuş, buna bağlı olarak medya patronunu hırpalamışlardı. Medya sahibi beyde elindeki bütün görsel ve yazılı basın sistemini devretmek mecburiyetinde kalmıştı. Bu ülkede benimle beraber olanlar yaşar, olmayanların yaşama hakları bulunmaz gibi bir mantığın uygulandığı ortam, sonunda bir çok basın mensubunun demir parmaklıkların arkasına gitmesine neden olmuştu.
Bu gün hala davaları süren bu medya çalışanlarını, basın tarihi nasıl hatırlayacak, merak etmekteyim. Basın ordusunda görev yapan çok arkadaşım kendi düşüncelerinden ziyade, güç sahiplerinin düşüncelerini kendi kelimeleri ile topluma yansıtmaya çalışmakta. Bu konularda toplumun her kesiminin sorumluluğu bulunmakta. Erk her zaman doğru yapar diye bir saplantımızın olmaması lazım. Hatta Erk her zaman yalnış yapar diyede bir ön yargının doğru olmadığına inanmaktayım.
Ingiltere’de yayınlanan önemli bir gazetede son İsrail krizi konusunda Mısır devlet başkanının ortadoğudaki konumunun yükselen yerde göstermesine karşın, Ülkemizi temsil eden Kasımpaşalının konumunun ise kaybeden değer olarak tanıtılmakta. Bu durum nereden baksanız gerçeği yansıtmakta. Bölgede siyasi güç kaybeden Türkiye, Arap olmadığı ve Arapça konuşmadığı için konu kapsamının dışına itildiği bir gerçektir.
Avrupa Birliği ülkelerinin gözlüğü ile bakarsanız Türkiye Avrupalı olmak için öz benliğini yitirebilecek bir seri davranışlar içinde amma, Avrupalı olması mümkün görünmemekte. Ayrıca din bakımından Hristiyan kulübünde üye değil, müslüman amma Arap değil. Ne kadar büyük bir çelişki.
Bir tarihte eşimle Macaristan ‘a seyahat ettiğimizde ANNA isimli, çok güzel Türkçesi bulunan bir rehber kız, bizi  şehir turuna başlatırken gittiğimiz ilk durak Hayvanat bahçesinin girişinde bulunan Hösöktere ‘’Kahramanlar’’ meydanında bulunan Macar kahramanlarının heykellerinin bulunduğu yerdi. Hun akınları neticesinde yerleştikleri Macaristan’da, Avrupalı devletler, bu ırkı ve Şaman dinininden olmalarını  nedeniyle kabul etmemişler ve liderlerini her fırsatta öldürdüklerinden bahsetmişti.
Haçlı seferlerinden bıkan Macarlar sonunda pes etmiş, Hiristiyanlığı kabul ederek Avrupa’da bir tutunacak tek dal bulduklarını ifade etmişti. Bu gün bizim Avrupa daki durumumuzu izah eden bir örnek olduğunu düşünmekteyim. Biz aynı zamanda Şaman dininden Müslümanlığa geçmiş, Arap olmayan, bir ırkız. Ne müslümaların arasında yerimiz mevcut, nede Avrupalı Hiristiyan Kulübüne üye değiliz.
Amerika Başkanı Obama’nın tarihsel ilgisi olmasından kaynaklanan Myanmar’a yardım toplayıp, nereye gittiğini araştırmak içinmi belli olamayan bir Deniz Feneri macerasına doğru yola çıkan ianelerin takibi için yapılan seyahatlerde ilginçtir.
Şimdi bir oraya bir buraya koşturarak tribünde kendimize bir yer bulma çabası içindeyiz. Bir Endonezyaya gidip Müslümanlar arasında yerimizi aramaktayız, bir Almanya’ya gidip maç izlemekteyiz.
Bu bir apaçık gerçek, Arapça konuşmayan bir müslümanın, bu orta Doğu kulübinde yeri yok, Hristiyan olmayan bir ülkenin Avrupa Birliğinde de yeri yok. Tarihsel bir gerçek tekrarlanmakta. Macarların 1400 lü senelerde Avrupa’nın içinden dışlanan Şaman dinli ırk olması gibi bir durum . 
Sonumuz iki cami arasında bi-namaz gibi anlatsam diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
Yokuş.doc

metin atamer

unread,
Dec 6, 2012, 2:28:39 AM12/6/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Ahidnama
Yurt dışı seyahatlerimden önemli bir konu olmadıkca bahsetmeyi pek sevmem. Geçtiğimiz hafta bir kaç günlüğüne Bosna Hersek yöresinde bir gezi yapmayı düşündüm. Eşim ve bir yakın dostumda bu seyahate katılmak istediler. Niyetim Osmanlı tarihinde önemli bir yer işgal eden yörenin, öneminin nedenleri üzerinde araştırma yapmak ana gayemdi. Sarayevo’ya bu mevsimde kimsenin gitmediğini düşünerek aradığımı bulacağıma inanmıştım. Bir otelde yer ayırttım, ve yola koyulduk. Otel Gazi Hüsrev Bey cami ve külliyesinin hemen yanında olduğunu görünce çok sevindim.
Otele yerleşmemiz bir kaç dakikamızı aldı. Çılgınlar gibi bu cami ve külliyesi hakkında bilgi toplamaya başladım. Çevreye bakıyorum, tarım yok , maden ve sanayi desen hak getire,  neden Osmanlı’nın dikkati Saray Bosnadan asırlar boyunca hiç eksilmemişti. Otelde büyük bir harita gözüme ilişti. Haritanın başlığını okudum, çok iddialı bir cümle vardı. Cümleyi aynen yazıyorum ’’ Jeruselem of Europa Sarajevo’’ - Avrupanın Kudüsü. Bu şehire ilgim daha da arttı. Cami ve vakıf yöneticileri ile derin sohbetlere daldım. Gazi Hüsrev bey, Beyazıt Hanın kızının, Boşnak beyinden 1480 de doğan oğlu olarak, tahminim odur ki, Istanbul’dan uzak bir sancak beyliğine gönderilmiş ve koruma altına alındığı, düşündüğüm ihtimallerden biriydi.
Gazi Hüsrev beyin Sarayevo’ya gelmesi bir piyango olsa gerek. Yöreye gelir gelmez Vakıf ve Bedesten kurup ticaret yapılmasını teşvik eden Gazi Husrev, bu ticaretten ortaya çıkan vergiyi halka yönelik hizmete dönüştürmesi, bu gün bile şükranla anılmakta. Osmanlının çizgileri bu gün bile hayranlıkla izlenmekte, halk arasında Osmanlı dönemi özlemle hatırlanmakta. Gazi Hüsrev döneminde yapılan bir çok bedesten ve çarşı bu günde, ilk günkü gibi canlı olması bir yana, bu kadar yapılan yatırım bu ülkeye neden planlanmış diye devamlı düşündüm.
Bir günlüğüne Mostar ve Dubrovnik kentlerinide gezme isteğim doğru bir karardı. Hava Muhalefetine aldırmadım, Dubrovnik şehrinin kale surlarını hayranlıkla izledim. Tarihin içinde inşaa edilen bu kale, ilk günkü gibi çok iyi korunabilmesine hayran kaldığımı ifade edebilirim.  Kale içinde bulunan bir otelde bir gece geçirdik. Kale içinde bir lokantada yörenin deniz mahsullerinden kurulan sofraya hayran kaldım desem kanımca az söylemiş olurum. 
Türk olarak gittiğimiz her bir mekanda, Türkiye den geldiğimizi söylediğimiz anda inanılmaz bir itibar gördük. Türk olduğum için bir kerre daha  gurur duydum. Halk Osmanlı’nın bu yerlere getirdiği anlayış, görgü, örf ve dayanışma alışkanlıklarından çok mutlu olduklarını izlemek, inanılmaz haz verdi. Mostar şehrinde köprünün altından akan nehiri gördüğümde, suyun heybetli hareketinden korkmadım dersem yalan olur. Hava çok soğuk olduğundan köprüden para için atlayan kimse yoktu amma, Osmanlı bu köprüyü nasıl yapmış diye aklımı çok yordum. Çıkaramadım. Hangi vicdan böyle bir tarihi eseri ortadan kaldırmak ister, anlamakta güçlük çektim.
Hitler bile istila ettiği ülkelerdeki bu gibi sanat eserlerine dokunmamıştı. Kaldırıp götürebileceği eşyaları Berlin Müzesine götürmüş, fakat sabit tarihsel eserleri hiç ellememişti. Sırplar ise, Osmanlı’dan kalan son tek iğnenin bile, eski Yugoslavya da mevcudiyetine tahammül edemediler. Sarajevo ve diğer şehirlerde Sırpların yaptığı soy kırım konusunu işleyen bir sergide gezerken insan olduğumdan utandım. 8750 kişinin hayatlarını kaybettiği, fakat bu ülkeyi hayatları pahasına korumalarını hayranlıkla izledim.
Yaşanan savaşın izlerini hala binaların duvarlarında gürürken, bir vatanın kurtulması için genç, ve ihtiyar nasıl hayatlarını ortaya koyduklarını, mezarlığı gezerken anladım. Bağımsızlık savaşının etkin lideri olan Ali İzzet Begoviç’in sade mezarında dua ederken çok duygulandım. ‘’İşte’’ dedim kendi kendime ‘’Bir sade insan, bu toplumla, hayatları pahasına savaşıp, ulus yaratarak, ülkeyi Avrupanın göbeğinde Avrupalı ülkelere rağmen, dimdik ve ayakta tutmayı başarmalarına, derin saygı duyarım.’’
Boşnaklar, Sırplar tarafından katledilirken Birleşmiş Milletler adına seyirci kalan  Hollanda’lılar, ve İnsan Hakları Beyannamesini imzalayan bütün ülkeler, bu insanlık dramını seyrederken kıllarını bile oynatmadıklarını hatırlarım. 
Bundan yaklaşık 550 yıl önce 28   Mayıs  1463 senesinde Fatih Sultan Mehmet Han‘in Ahadnamesi  aklıma geldi.                         
‘’ Murat Hanın Oğlu Mehmet Daimi Muzafferi  Ebu’l-Feth Gazi Sultan Mehmet  Rahmetullahı Aleyh ve Gufran Hazretlerinin Bosnalı Ruhbanlarına Verdikleri Ahidnamey-i Hümayün.
Ben Sultan Mehmet Han; Bütün İnsanlığa İlan Ediyorumki Bu Ferman-ı Hümayunum Bosna Ruhbanlarına Fransiskenler Büyük Bir İnayetim Zuhura Gelip, Buyurdumki Bosnalı Ruhbanlarına ve Kiliselerine Kimse Mani ve Zararlı olmasın, İstedikleri Gibi Memleketimde Hür ve Müreffeh Yaşasınlar ve Gezsinler ve Kiliselerine Yerleşsinler.  Ne Hazretimden Ne Vezirlerimden ve Reayalarımdan ve Cümle Memleketim Halkından Kimseler Bu İnsanlara Dokunmayup Onları İncitmesinler.
Kendilerine ve Mallarına ve Canlarına ve Kiliselerine ve Dahi Yabancı Memleketlerden Gelen İnsanlarda Aynı Haklara Sahip Olalar. 
Yemin Ediyorumki Yeri ve Göğü Yaratan Allah Hakkı İçün  ve Peygamberimiz Hakkı İçin Yedi Müshaf Hakkı İçin ve Kuşandığım Kılıç Hakkı İçin Emrime Uyarak Bana İtaat Ettikleri Müddetçe Bu Fermana Muhalefet Edilmeyecektir. ‘’ 
Bu  Ahdnama, bundan 550 yıl evvel insan hakları beyannamesi olarak bu ülkede, yani Bosna Hersek de, yani Memaliki Osmaniye de yaşayan gayri müslüm halka verilen insanca yaşama hakkı fermanı . Buna karşın Avrupa’da bulunan Devletler, Bosna Hersek’lilerin Soykırıma uğramasına seyirci kalması, tarihi bir insanlık ayıbıdır diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.                            
Metin Atamer           
Ahidname.doc

metin atamer

unread,
Dec 12, 2012, 3:16:34 AM12/12/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
         
Gösterge
Dünyanın bazı başkentlerinin hava alanları o kadar ilginçtirki inanamassınız. Bunlardan biri Ekvatorun başkenti Quito dur. İki dağın arasında uzanan 2800 metre yükseklikte bir platoda, vede şehrin tam göbeğinde bulunur. Hava alanı etrafı, bizim gece kondu diye tabir ettiğimiz evlerle çevrili bir mekandır. Yer darlığından tek bir kalkış pisti bulunan ve en dikkat çeken tarafı ise, uçak kalkış pistinin iki ucu arasında  yaklaşık 28 metre yükseklik farkı vardır. Uçaklar rüzgarın durumuna göre ya yokuş yukarı inerler, yahutta yokuş aşşağı kalkarlar. Bu fark 8-9 katlı bir binanın yüksekliğine eşittir.
Bir tarihte bir toplantı için bu ülkeye bir günlük çalışma için tam 36 saat uçakla seyahat etmiş, ertesi günü geri dönmüştüm. Bir gurup olarak gittiğimiz Quito da bizleri bir alay insan karşılamıştı. Biz dört kişi olarak gittiğimiz ülkede, bizi karşılayan en az 20 kişi vardı. Hepsi bizim tabirimizle iri kıyım, balaban insanlardı. Altı arabalık bir konvoyla yola çıkmıştık. Her birimiz bir arabada, önümüzde bir araç, birde en  arkada bir araç, yol gösteren ve koruma maksatlı bir katardı. Bu gurup bizim emniyetimizi sağlamaktaydı.
Gittiğimiz yerde bir kaç saatlik bir işimiz vardı. Toplantı bir günümüzü aldı. Bu altı araçlık dizi, bizi bir otele getirdi . Otelde başka yabancılar vardı ve güvenlik kuvvetleri tarafından korunmaktaydılar. Yollar boyunca ilan tahtalarında ülkenin tanrıya yakın yüksekliğinde, yanık yüzlü esmer Başbakanın sözlerini içeren yazılarla, resmi vardı. Ülkedeki insanlar kendisini dinlemediğini, bu nedenle bu ilan tahtalarında sözlerini halka anlatmaya çalıştığını düşünmüştüm. Dünyanın tavanı olarak dadlandırdığım bu yükseklikte oksijen, deniz kenarına kıyasla az olduğundan insan kısa zaman yorulmakta ve uykusu gelmekteydi.
İlgimi çeken bir başka hava alanıda Etopya nın başkenti AdisAbaba nın hava alanıdır. Bu Hava alanında da iniş pistinin başlagıç ile bitişi arasında yaklaşık 22 metrelik bir yükseklik farkı bulunmaktadır. Bu şehirde 2350 metre yükseklikte, Nil nehrinin doğduğu yerdedir. Bu yükseklikte birde tabii sıcak kaynak suyu bulunan bir şehirdir Adis Ababa. Aslanlar Aslanı Halise Selasiye nin ülkesi olan Habeşistan, daha sonraları komünist rejim ile yönetilmekteydi. Bu ülkeye bir kaç kez gittiğimde, Quito da gözlemlediğim manzarayla karşılaşmıştım. Ülkeyi yönetenlerin resimleri ve onların halka aktarmak istediği sözleri içeren afişlerin ilan tahtalarında boy boy sergilendiğini izlemiştim. Bu ülkede aynı Ekvatorda olduğu gibi oksijen azlığından insan çok kısa bir sürede yorulmaktaydı.  
Bir başka hava alanıd ise İran ın eski Mehrabat Hava alanıdır. Bu hava alanı, Kırallığın 2000 yılı kutlamaları için yapıldığını ve bütün ülkelerin başkanlarının açılışında konuk edildiği bir hava alanıdır.  Bu hava alanınında pistin başlangıç ve bitiş noktası arasında yükseklik farkı yaklaşık 42 metredir. Uçaklar doğudan batı istikametine doğru inip, kalkarlar. Hava alanını ilk gördüğümde yokuş yukarı inişlerde, durma mesafelerinin kısa olmasının faydası vardır diye düşünmüştüm. Bu hava alanı bir kaç senedir kullanılmamakta. Bir kaç senedir Humeyni’nin şehri olan yerde, Tahran’a 70 kilometre uzaklıkta yapılan Uluslararası yeni hava alanı, aynı adla  kullanılmaktadır. Şehinşah Pehlevi tarafından yaptırılan Mehrabat hava alanı ise, başkent  Tahran’a yürüyerek bile gidilebilecek bir mesafedeydi.  Tahran’da, şehir içindeki yolların her bir köşesinde mollaların sözleri ve resimleri boy boy ilan tahtalarında yer almaktadır.
Ülkemde de, ülkeyi yöneten başefendinin resmini ve sözlerini içeren afişleri, ilan tahtalarında  izlemekteyiz. Ekvator’da olduğu gibi ülkemin Başefendisi bir yerden bir yere giderken 15-20 araçlık koruma katarı ile yol almakta, yollar bu araç konvoyu için kapanmakta, hayat onun geçiş süresinde durmaktadır. Aynen az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi diye bir düşünce geldi aklıma söyledim, hem nalına hem mıhına.   
Metin Atamer 
Gösterge.doc

metin atamer

unread,
Dec 17, 2012, 9:05:29 AM12/17/12
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Beynamaz
- ‘Merhaba bey , hoş geldin,’
- ‘Hoş bulduk , nasılsın, iyimisin ? ‘
-‘ İyiyiz , ya sen nasılsın, yorgunsundur sen, bir şey ikram edelim, ‘  kahvehane çırağına seslenerek
-   ‘Evladım bir bak bey ne içer ? Ayran içermisin bey  ? ’
- ‘ Neden olmasın, teşekkür ederim. ‘
İkram edilen soğuk yağlı ayrandan bir yudum içtikten sonra muhabbet başlar,  ‘ Bey  nereden geliyorsun böyle yorgunsun ? ’
Bey ‘ Ankara’dan sabah çıktık, şimdi buraya ulaştık, buradanda Kahta’ya gideceğiz. ‘  Konuşma başlarken kahvedeki adamın aklındaki sorusu hemen ortaya çıkar ,
‘ - Nerelisin bey ? ‘ Bu sorunun cevabı geciktirilmeden ortaya konulmasında yarar olur,
‘ - Denizli ,‘  
Bunun hemen peşinden bir başka soru mutlaka gereklidir. ‘’ İçindenmi ? ‘’  Sanki içinden olması veya olmaması çok şey farkedecek gibi bir durum çıkar ortaya . Eğer soruyu soran kişi, bu konuda bazı bilgiye sahipse bir başka soruda arkasından  gelebilir.
‘- Kimlerdensin bey ‘’  İşte burasının bir küçük arızası olabilir, çünki kimi ilgilendirir benim Saraçlar’dan Habibe’nin torunu olduğum . Fakat bu sohbetin başlangıcıdır.
Burada konuşmaların akışında mutlaka soruyu soranın bir arkadaşı veya dostu Denizli de ikamet eder.  Onu tanıyıp tanımadığımız sorulur.
Bu kahvehane muhabbeti ayrılıncaya kadar sürer. Bu konuda sizde benim kadar bu durumla karşı karşıya gelmiş, kimi zaman cevap vermiş, kimi zaman ise başınızdan savmışsınızdır. Ben ise bu tür konuşmaları çok önemserim. Bu, kısada olsa, sohbetlerde insan analizi yapmak çok kolaydır. Bir önemli hususda, yol üzerindeki kahvehanelerde karşılaştığınız  bu insanlar çok yalındır, ve çok sade insanlardır.  Genelde hissidirler, paylaşımcı ve özverili oldukları her hallerinden belli olur. Bu insanlar kendilerine dürüst davranılmasını isterler. Çünki bu insanlar, karşılaştıkları insanlara doğru davranırlar.
Geçtiğimiz bir kaç hafta evvel İsrail ile Filistin arasında çıkan krize çözüm bulmaya çalışan Beynamaz, bir oraya, bir buraya Atlantik ötesinden koşturulması, neticeye ulaşamayınca, DENİZ’li tabiriyle ‘’ Sibbek’’ gibi ortada kalmasına üzüldük. Sadece bir konuyu bilmek, devlet idaresinde yetmeyebilir. Bir çok konuyu uzman kişilerle tartışmak, deneyimli insanlardan fikir sormak, sorunları anlamaya yeter. Bu konuyu göz ardı edersek, her seferinde pusulasız seyyahlara döneriz. Suriye konusunda da başarılı olduğumuza pek inanmamaktayım.
Aklıma hep İran’ ın günlük ürettiği 120 milyon varil petrol gelirinin nerelere gittiğini merak etmişimdir. Konuştuğum bazı İran’lı yetkili kişilerin verdiği bilgilere dayanarak, Mollaların, bu gelirin büyük bir bölümünü din ve meshep yayılması için harcadığını söylemişlerdi. Aksini kanıtlayabileceğim bir belge olmadığı için, bende aynı görüşü paylaşmıştım.
Bir kaç gün evvel İran’ın en yetkili kişisini, Sayın Mahmoud  Ahmedinejad’ı, 17 Aralık  Şeb-i Aruz törenlerine davet eden Beynamaz’ın bu isteğini, İran geri çevirdi. Bu kolay geçiştirilecek bir konu değildir. Filistin ve İsrail krizinde Mısır’a kaptırdığı itibarın, Şeb-i Aruz törenleri aracı edilerek, Suriye krizinde itibar kazanmak istemesinin, doğru bir yaklaşım olmadığına inanmaktayım. Bu yine Denizli tabiri ile ülkeyi ‘’SİBBEK ‘’ gibi ortada bırakmaktadır. Bir insan akademik kariyerinde uluslar arası ilişkiler konusunda sentez ve analiz yapıp kitap bile yazabilir. Üniversitede Dış İşleri dalında kariyer yapmak başka kabiliyettir, Fiili Dış İşleri Bakanlığı yapmak başka bir yetenektir. Bu timsahın göz yaşlarına benzemez.
Birilerinin bilmesinde yarar vardır, ‘Öğlen namazı niyeti ile akşam namazı kılınmaz’ diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer    
Beynamaz.doc

metin atamer

unread,
Jan 18, 2013, 9:33:56 AM1/18/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Su Testisi
Gelin bazı konuları kendimize değilde hayatı başkalarına yontalım. Hani kendiniz için değilde başkaları için yaşamış olalım. Genelde önemli durumlarda ‘’ burada benim çıkarım ne ‘’ diye düşünürüz ya , işte bu sefer kendi nalıncı keserimizi bir başkası  için vuralım tahtaya. Yapabilirmiyiz?  Kendi menfaatimizi gözetmeksizin bir başkası için yaşayabilirmiyiz?
Basit bazı durumlarda, başka menfaaleri, başkaları için savunup , başkaları için çıkar sağlamak mümkün olurmu? Bu menfaatleri sağlarken kendinizi riske atarmıyız? Bir başka söyleyişle bir başkası için kendi elinizi taşın altına atarmısınız? Bu soruların çeşitlerini çoğalmak o kadar kolay ki, peş peşe sıralayın sayfalar dolar. Neticede bu eylemi yapabilme şansınız ne kadardır?
Çocukluğumda mahallede topu olan arkadaş, oyun oynamayı bilmesede takıma alınırdı. Takım kurulduğu zaman kimin nerede oynayacağı belli olur, top sahibide bir kenarda oynatılırdı. Takım kurulması bile bir amaca yönelik 3 golde halftime maç 6 golde biterdi . Kazanan takıma simit alınırdı veya mahallede macun satan Macuncu Osman’ın tablasından sarılı, yeşilli, kırmızılı macun şekeri ısmarlanırdı. ‘’Allıda güllü bu macun ‘’ türküsünü söyleyen macuncu kel Osman, oyundan hiç anlamasada, satacağı macunlar için bizi seyrederdi.  
Bir takımın kurulmasında bile, oyundaki tekmeleşmeler dahil bir menfaat uğruna olurdu. Kazananın neticede elde edecek menfaati, macun şekerini yemek bile, şahsi kazanç için oluşmaktaydı. Lise çağlarında zaman zaman kahvehanelere gider, bir masa içinde çubuklara dizilmiş insan şekilleri ile futbol sahasına benzer bir oyun düzeneğinde, ismini ‘’ langırt ‘’ olarak hatırladığım bir oyun oynardık. İki kişinin karşılıklı oynadığı bu maçta ortada tahtadan bir topu kaleye sokmak için büyük çaba sarf ederdik. Neticede kazanan ya bir çay içer, yada bir gazoz alınırdı.
Burada kendimize kasten gol atıp karşımızda bulunan arkadaşımızın kazanmasını pek düşünmezdik. İçeceğimiz çaya kilitlenirdik. Harçlıklarımızı anne veya babamızdan aldığımız için harcama sırasında elimiz tereddüt etmezdi. Ne zaman kendi maaşımızı kazanmaya başladık, her bir kuruşu harcarken daha dikkatli olmaya gayret ettiğimiz zamanlar olmuştur.
Üniversite çağımızdan sonraki dönemlerde evlilik birliğinin atılmasında bile bazı menfaatlerin değerlendirildiği  evlilikler olduğunada inanmaktayım. Hani maddi konularda mutlaka yazılı olmasada, bir menfaatin üzerine evliliklerin inşaa edildiği gerçeğinden kaçmamız mümkün değildir. Bütün evliliklerin bu esasa göre kurulduğunu iddia etmesemde, uzun soluklu olmayan bir çok evliliklerin menfaatlerin kırıldığı yerde sona erdiğine şahit olmaktayız.
Bütün evlilikler bir akit üzerine kurulur. Yani evlendirme memurunun deftere imza atmanızı istediği akitleşme, bir evlilik sözleşmesidir. Buda karşılıklı menfaatlere dayanan ‘’ EVLİLİK AKDİ’’ dir. Evvelden evlilik cüzdanlarında bazı sayfalar vardı '' Özel Hususlar '' adı altında . Buraya taraflar özel konuları yazabilme hakları vardı. Düğünde takılan takıların kız tarafının olduğunu söyleyen bir kaç cümle bile bu akdin nelere kadir olduğunu tahmin edebilirsiniz. Böyle akitlerde, yenilenen  medeni kanun geçerlimidir, bilmemekle birlikte, evliliğin bir menfaatler akdi olduğu muhakkak. ''Karıcığım evlilik boyunca kazanımlarımızın tamamı senindir '' diye kendi menfaatlerinizi eşinize bile sözlede olsa devretmek düşüncesi aklınızdan hiç geçtimi ? Yahut bunu söylerken hiç zorladınızmı? 
Bir dernek veya spor kulübü kurmak için bir kaç kişinin bir araya gelmesinde bile bir menfaat hesabı mutlaka bulunur. Örnek vermek istemiyorum fakat bir tarihlerde çocuklarım yüzme sporunda gelişsin diye bir Spor Kulübü kurma çabalarımın altına bir çıkar olmadığını söylesem yanlış olur. Yönetimde söz sahibi olup çocuklarımın sporda daha iyi eğitilmesi, bir menfaattir.  
Daha sonraları yatırım konularımızda bir iş adamları derneği kurmak bile, projelerimizin selameti bakımından bir menfaat temeline dayanmaktaydı.   
Bir kadın, düşünün güneydoğuda, bir kurum gibi örgüt kuruyor, hiç bir menfaat gözetmeksizin, Kuzey Irak ve Iran sınırındaki bütün uyuşturcu trafiğini kontrol ederek, silah ve diğer kaçakcılığı organize ediyor ve hiç bir menfaat gözetmiyor. Bu oluşumu kurarken bir kaç ülkeden yardım almayıda unutmuyorlar. Başta Fransa , nede olsa Osmanlı uzantısı bir Cumhuriyetten tarihin intikamını almak için, bu terör gurubunu örgütlemeye hazır. Tarihte hem Ermenileri hem Kürtleri kullanarak Osmanlıyı  arkadan vurduran ülkeler, bu sistemi körüklemeye zaten dünden hazır.
Kurulan örgütün menfaat gözetmeksizin haklar aramak adına yapıldığına insanları inandırabilirsiniz. Bu nedenle bedenlerini örgüte adıyan kızlarımızdan tutunda, daha bizim bilmediğimiz neler bu örgüt içinde oluşmakta. Bu dereden testilerle bolca su çekilmekte ve bu testiler bu güne kadar bir çok Ulkelerin menfaatlerine çalışmıştır. Bir çok masum insan ve çocuk, bu bir kadının kurmus olduğu söylenen eşkiya teşkilatı tarafından katledilmesi, mutlaka tek bir düşünce için değil, menfaatler dizisi için senelerdir binlerce cinayet işledi. Konu bir yerde tıkanacaktı ve nitekim o oldu.  
Geçtiğimiz hafta bu dönen çarkın bir yerinde, bir çomak, menfaatler dışına hizmet etmesi sonucunda sistem başa döndü, ve su testisi su yolunda kırıldı diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 

metin atamer

unread,
Jan 23, 2013, 11:38:55 PM1/23/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
 
RİFAT
Edebiyat dersinden okulda pek  hoşlanmazdım. Edebiyat hocamda benden pek hoşlandığını iddia edemem. Anlaşılacağı gibi ben ve edebiyat bir birini sevmeyen iki kutup olarak uzun bir dönem geçirir. Lise son sınıfta bir şiir aklımı başımdan aldı. Bu arada bazı şairlere ilgim arttı .
Bunların her ikiside Rıfat adı ile anılır. Birincisi Oktay Rıfat diğeri ise Hüseyin Rıfat. Hüseyin Rıfat 1878 İzmir doğumludur. Oktay Rıfat ise 10 Haziran 1910 yılında Trabzon’da doğar. Babası Trabzon valisi olduğundan Trabzon doğumludur. Annesi Münevver hanım ise çok müstesna bir hanımefendidir. Teyzesi ise Celile hanım, Istanbul yüksek sosyetesinde dillere destan güzelliği olan bir kadındır.
Bu kadın Nazım Hikmet’in annesidir. Oktay Rıfat tahsil hayatının lise kısmını Ankara da Ankara Erkek Lisesinde okur. Bu okulda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın talebesi olmuştur. Şiire olan merakı ve eyilimi bu günlerden başlar. Yazılarını okulda çıkardıkları ‘’Sesimiz’’ adlı okul gazetesinde yayınlar.
Daha sonra Ankara Hukuk Fakültesine devam eden Oktay Rıfat’ın yazılarını Varlık Dergisi yayınlar. Orhan Veli Kanık ile Istanbul’da tanışan Oktay Rıfat, şiirlerini bir kaç kitapta toplar. Genelde yazları Istanbul adalarda olan Orhan Veli ile Oktay Rıfat’ın dostlukları burada pekişir.   Soy adı kanunu ile Horozcu soy adını alır, fakat toplum onu bu soy adı ile değil Oktay Rifat olarak hatırlar.
Benim bir mahzun tarafım vardır,  Bakmayın neşeli olduğuma,   Sanki bir başkası var içimde,   Pişman dünyaya geldiğine,   Bağ Bahçe Deniz Kenarı,    Güzel manzara faydasız,   Ben hazdan bitiyorum,   O daima neşesiz,     Alışamadım yıllardır,   Bu ikinci Varlığıma,  Bakmayın Neşeli olduğuma ,  Benim Mahzun bir tarafım Vardır. 
Hüseyin Rıfat ise tam olarak aynı dönemde olmasada İzmir’de Şair Eşref ‘le oluşan yakın dostluğu, şiire olan ilgisini körükler. Çok güzel şiirleri olan Hüseyin Rıfat beyin İzmir de çıkan bazı dergilerde eserleri yayınlanır. Aslında liseden sonra Eczacılık tahsili yapar ve kimya onun ikinci yeteneğidir.
Boş zamanlarında çevirmenlikte yapan Hüseyin Rıfat, Ömer Hayyam’ın rubailerini en iyi çeviren kişi olarak bilinir . Soy adı kanunu çıktığında kendisine IŞIL soy adını alır amma, toplum onu Hüseyin Rıfat olarak tanır. Oktay Rıfat’la Hüseyin Rıfat’ın bir tek ortak yanları vardır oda her ikiside çok güzel şiirlerin altına Rıfat imzasını koymuşlardır. Bazı bestekarlar Hüseyin Rıfat’ın şiirlerini Türk Sanat Musikisine uygun ahengi olduğundan bestelemiş ve unutulmayan eserlerin içinde saygın yerini almıştır . Bunlardan bir tanesini ben çok severim. Hüseyin Rıfat’ın bir dörtlüğü Türk Aksağı usulünde,  Saba makamında Şerif İçli bestesidir.      
Düş ben gibi bir aşka sadakat ne imiş gör,  Vuslat demi beklerken o firkat ne imiş gör, Yok güzelim düşme sakın öyle bir belaya    Gir kalbime orda felakat ne imiş gör
Bir rivayet ise  Hüseyin Rıfat’ın yaş üzümden İzmir’de rakı ürettiği üzerinedir. Bu rakılardan kimi zaman Ankara Çankaya’ya köşke gönderdiğinide söylerler. Ne yazık ki HAV HAV isimli basılmamış birde kitabı bulunmaktadır. Her iki Şair Rifat’tan bende çok etkilendiğimi itiraf etmem gerekir.
Bu gün her ikiside Istanbul’da Heybeliada da sahildeki yan yana duran iki bankonun üzerinde isimleri , resimleri ve şiirleri tarihi ve dönemlerini sergilemektedir. Düşüm odurki edebiyattaki böyle önemli değerlerin, sadece bir kaç oturma bankolarında değil, park ve bahçelerde resimleri ile birlikte şiirlerinin sergilenmesi, onları ölümsüzleştirir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer
 
RIFAT.doc

metin atamer

unread,
Jan 27, 2013, 11:35:18 PM1/27/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
 
Sahte Kâr
Her nesnenin bir gerçeği birde sahtesi olması bu günlerde kabul görmekte olduğunu yaşamaktayız. Yillardır her konferansta dinledim, ‘’Türkiye deki erozyon, yılda 500 milyon ton toprağı taşıyıp denizlere götürmekte’’ diye bilim adamları tarımsal toprağın nasıl sürülmesi üzerine dersler verdi. Hatta bu rakkamlar üzerine bir çok bilim adamları tebliğ yayınladı. Bu çok ciddi rakkamlar üstünde hesap yaparsak, binlerce yıl taşınan bu toprak, ne kadar olduğu üzerinde şaşırtıcı değerler bulunabilir.
Bu konuda itirazım yok, erozyon olduğu muhakkak, fakat bir başka bilim adamı bir başka konuyu bilimsel olarak ortaya koyduğunu, sizde benim gibi hayretle karşılamışsınızdır. Yılda bir kaç sefer güney rüzgarlarının estiği günlerin sonunda sabah bir kalkarsınız, aracınızın camları üzerinde koyu bir toz kaplamış olduğunu görürsünüz. Bu konuda çok sevdiğim Prof.Cemal Saydam’ın uydu görüntülerine dayanarak verdiği bilgi ve rakkamlar şaşırtıcıdır.
Afrika’dan çöl kumları, yılda bir kaç kez, rüzgarın etkisi ve basınçla kalkıp Akdenizi geçerken aldığı rutubetle , kuzeyden gelen soğuk havanın oluşturduğu cephe sistemiyle karşılaşınca, Anadoluya yağmurla beraber bu toprağı taşıdığını, yayınladığı tebliğlerde belirtmekte. Çölden kalkan toz kumda demir oksitin rutubetle karışması, güneş ışığını alınca bakteri üremekte, ağırlaşan nem bulutları, cephe sistemi etkisi ile yağmurla birlikte  Anadoluya düşmekte. Hani derizya ‘’Bereket yağdı’’ işte bereket burada . Toprağa gübre olarak inmekte.
Sayın Saydam’ın uydu verilerini kullanarak verdiği bilgide,  yılda 500 milyon ton çöl tozu ülkemize yağmakta. Her iki düşünceye saygı göstermekteyim. Türkiye de hem erozyon vardır, hemde bir şekilde anadolu topraklarına gübreli toprak gelmektedir. Bu nedenle bu topraklar çok ‘’Kâr ‘’ lıdır.
Geçtiğimiz günlerde televizyonda bir program izledim. Artık yaşımız icabı sağlık içerikli programlar ilgimi daha fazla çekmekte. İnsanlar her yaş dönemlerinde yedikleri gıdalara dikkat etmesi gerektiğine inanırım. Yediğimiz gıdalarda doymuş yağ asitleri ve doymamış yağ asitlerine yeterince dikkat etmeye çalışırım. Bilhassa yağ kullanırken zeytin yağına dikkat ederim.
Bu gıdaların tartışıldığı , değerli doktorların ve diyetisyenlerin deneyimlerinin konu edildiği bir program, benim  çok ilgimi çekti. Bir bayan profösör telefonla bağlanıp ekmek yemenin doğru olmadığını söyliyerek ‘’ ekmek yemesin insanlar, fındık fıstık yesinler, besinlerini oradan alsınlar, bunları yayınladığım kitapta açık olarak yazdım‘’ diye konuşmasını hayretle karşıladım. ‘Nasıl bir düşünce’ diye anlamakta zorlandım. Bu işi tarif eden ‘Kâr’ kısmının diğer yarısı olsa gerek.
Buğday oluşurken tarlanın toprağından çok fazla mineral çeker. Bazen bir sene ekilen tarlaya, ikinci sene aynı tahıl ekilmez . Eğer ekilirse verim düşer. Bu nedenle toprağı bir sene dinlenmeye bırakırlar. İşte bu dinlenmede çöl kumu görevini yapar ve zengin gübre bu tarlanın ihtiyacını karşılar. Buğday ununda çok besleyici mineraller vardır ve insan vücudunun ihtiyacı olan zengin besin, bununla karşılanması doğaldır. Anadolunun yurdum insanı gıdasının büyük bir bölümünü ekmekten aldığı bir gerçektir.                   
Geçtiğimiz günlerde Başefendi ekranlardan ‘’ Orduyu yönetecek, sınırları koruyacak Komutan bulmakta güçlük çekmekteyiz ‘’ diye konuşmasını sizde benim gibi hayretle izlediğinizi düşünmekteyim. Sanki Deniz Feneri davasına bakan savcıların ayakları buzda yürürken kayarak başka görevlere gitmeleri konusunda hiç  haberi yokmuş gibi davranan zihniyet, ‘’ Yargıya gerekli talimatı verdik ‘’ sözlerini sanki söylememiş tavrını yadırgamaktayız.
Ekranda kendisine soru soracak gazeteciler, özenle seçilmiş ve ellerine sorular hazırlanıp verildiğini izlerken, söyleşide ‘ Kâr ’ ın yarısını seyretmek beni ziyadesi ile üzdü. Ordu’ya vurulan tırpana isyan eden onurlu bir Generalin görevini bırakmasına verdiği bu söleşiyi dikkate almak gerekir. Ekranda, türbinlere oynayan düşüncede, yurdum insanının gözüne baka baka  ‘’ Bu komutanların tutuklu olmalarına bende tepkiliyim, komutan bulamıyacağız ilerde ‘’ diyerek kendisini konudan soyutlamasını, vatandaşa bu şekilde yansıtmak ne derecede doğrudur ? Bu konuda gerçek olmayan ‘’ Kâr ‘’ lılık vardır amma gerçekmidir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer      
Sahte Kâr.doc

metin atamer

unread,
Jan 31, 2013, 2:18:58 AM1/31/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Tab-i Mustafa
Türk sanat musikisinde önemli bir kaç husus vardır ki bunun nedenini yazılı belgeler arasında bulmam mümkün olamadı. Bir kac yüz yılı tararsak genelde bestekarlar kullandıkları entrumanlarla adlandırılmakta. Tanburi Cemil bey, Kemençeci Vasilaki, Klarnet Ramazan, Kemani Rıza efendi, Kemani Bülbül Salih Efendi, Kemani Serkis Efendi, Kemani Tatyos Efendi, Kemençeci Nikolaki,  Lavtacı Andon, Lavtacı Civan Ağa , Lavtacı Hristo, Lavtacı Ovrik, Tanburi Ali Efendi, Tanburi Mustafa Çavuş, Tanburi İsmet Aga, Tanburi Büyük Osman Bey, Santuri Ethem Efendi ve Udi Nevres gibi bestekarlar kullandıkları enstrumanlarla namlanmışlar. Beste yapmak için mutlaka enstruman çalmak gerekmediği halde, bu bestekarlar hem sazende hem bestekar olarak bilinmektedir. 
Bu enstrumanların içinde bir tanesi alışılmamış bir müsiki aletidir. Klarnet . 1870 li senelerde dünyaya geldiği tahmin edilen Klarnet Ibrahim Efendi, çok güzel icraa ettiği klarnetin, klasik Türk Musikisinde sazların içinde yer almasında israrcı olup, bu konuda sebat etmesinin  neticesinde, bu gün,  klarnetin yerleşmesinde önemli katkılarının olduğunu görmekteyiz. Kimi zaman geçiş taksimlerinde klarnetin kıvrak sesi, dinleyenleri yoğun etkiler.
Türk sanat musikisinde sazlar içinde bir saz vardır ki, bu saz bütün sazlara rithim verir . Bu saz bir eserin çalınmasında önemli yer işgal eder hatta onun vuruşu ile eser başlar. Bu önemli saz Darbukadır. Darbuka çalıpta bestekar olan ve Bestekar ‘’Darbukacı ......’’ namlı bir sanatcı bulmak imkansız olduğunu düşünmekteyim.
Bestekarlar yalnız çaldıkları entrumanlarla anılmamakta, başka lakabları olan bestekarlarda bulunmakta. Sol elini kullandığı için Yesari adını alan bestekar olduğu gibi, ablasının adı olan ‘’Nasibin’’ adı, kendi adının önünde anılan bestekar vardır. Bu lakablar musiki cümbüşün içinde zenginliğin işaretidir. Bu lakabların için bir tanesi vardır, onunda nedenini bulmak için çok araştırma neticesinde ellerimin boş çıkmasına üzülmedim desem yalan olur.
Bu isim ise Tab’i Mustafa Efendi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte yaşadığı dönem Sultan III Osman’ın üç yıllık Saltanatında, sesinin güzel olmasından 1754-57 arasında Müezzin-i Şehri-yari  görevini yaptığı Osmanlı kayıtlarında bulunmaktadır. 1758 senesinde Kapıcılar Katibi görevine, bu görevi yürüten ağabeyi Mehmet Kudsi nin vefatı sonrasında atanmıştır.  
III Ahmet zamanında, Lale Devri döneminde besteleri ile ün yapmış değerli bir bestekar olan Tab-i Mustafa Efendi, I Mahmud dönemindede saray müzisyeni olarak  çalıştığı bilinir. Sarayda aynı zamanda güzel yazı yazma sanatını icraa etmesi ilede ünlenen Mustafa Efendi nin lakabı, hattatlık kabiliyetinden geldiği ve  ihtimal Tab-i Mustafa Efendi adı ile anılmasının nedeni olabilir diye düşünmekteyim. 
Tab-i Mustafa Efendinin eserlerinden günümüze kadar gelen bir kısmı Istanbul Universitesi kütüphanesinde bulunmaktadır. 1760 lı  senelerde görevini bırakıp  evinde inzivaya çekildiği söylenir. Son bestelerinden bir tanesi, geçirdiği saray hayatını özleyen bir hayal dünyasını yansıtır. Ruşen Ferit Kam hocamız bizlere Tab-i Mustafa Efendiyi anlatırken gözlerini kısar uzaklara dalar giderdi, bir başka dünyayı seyreder gibi, onun bestelerini yaşardı. Bendede  Mustafa Efendinin bir şarkısı derin izler bırakmıştı. Güftekarı bilinmemekle birlikte Yürük Semai Usulde, Tab-ı Mustafa Efendi bestelenen bu şarkı Bayati Makamdadır.
Gül yüzlülerin şevkine gel, nuş edelim mey aman aman
 İşret edelim yar ile şimdi, demidir hey aman aman
 Bu kavli sürahi eğilip sagara söylere, Neder
 Dümderela dir, na tene dir, na tenedir hey
Bu güzel eseri yılların eskitemediği unutulmayacak bir sesten dinletmek istedim. Müzeyyen Senar.
Metin Atamer
Tab-i Mustafa .doc

metin atamer

unread,
Feb 5, 2013, 7:05:55 AM2/5/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Hangisi Doğru
Bir başkadır benim memleketim diye bir şarkının ilk söylendiği günler, memleketim konusunda düşünceye dalar hep olumlu konular gelirdi aklıma. Doğru bir söz, aslında bir başkadır benim memleketim. Dağları, ovaları, dereleri, köyleri velhasıl bütünüyle dört elle sarılacak bir vatan toprağı. Bir başkadır bu vatan toprağı, üzerinde yaşayan, üreten, ve tüketen insanlar.
Bir köy yerine gidin, bir kahvehaneye uğrayın, insanlar size yüreğini açarlar, ve ikram çayla başlar. Bu insanlar yaşamlarını yoklukla varlık arasında bir yerde geçirirler ve siz onlara müsafir olursunuz. Bu insanların kalpleri temiz, düşünceleri arı olduğundan, biz onları yanlış bilgilerle donatırsak, bu insanlar doğruyu öğrendiklerinde üzülürler. Buna hiç hakkımız olmadığını düşünmekteyim.
Geçtiğimiz günlerde bir Bakanın Türkiye’nin ihracaatında 2012 yılında bir patlama yaşandığını ve 152.5 milyar dolara dayandığını  söylemesinde bir yanlış olmadığı açıktır. Bu bilgi son derecede ümit verici olmakta ve insanları heyecanlandırmakta. Aslında bu değerin yanında bir başka bilgininde verilmesi gerekir diye düşünürüm. Türkiyenin toplam ithalatının da 2012 yılı itibari ile 236.5 milyar dolara dayandığınıda söylemek gerekir.
Burada yerli üretimin ihracaatında hangi yüzde ile ithal girdisi bulunduğunu belirtmek yararlıdır. Bu değerlerin toplum tarafından bilinmesinde fayda olduğu görüşündeyim. Bir yerde topluma gerçekleri söylemek vatandaşlık vazifesidir.   Dünyanın en pahalı akaryakıtını kullandığımızı ve bu dolaylı verginin bütçe açığının kapanmasında büyük katkıda bulunduğunu söylemek gerek. Devletin varlıklarının özelleştirme ihalesi adı altında satılmasıyla elde edilen gelirlerin, bütçe açığının kapanmasında yararı dokunmuştur. Fakat bu nereye kadar gider.
Geçtiğimiz son beş sene içinde şu veya bu şekilde yapılan adli operasyonlarla bir çok önemli kişiler hakkında suç tanzim edilerek tutuklanmalarını hepimiz izledik. Hele bir çok kişi hakkında ne bir delil, nede bir iddia name bulunmamasına rağmen, tutuklu olmalarına bazı siyasiler ‘ Devletin içini temizlemekteyiz’ gibi sözlerle işlemin haklı göstermesi yönünde yapılan söylemleri, ekranlarda izledik.
Meclis koridorlarında karşılaştığım bazı siyasilerden bu konuda ‘ Neler varmış da biz bilmiyormuşuz’ gibi sözleri dinlemek sizce ne kadar doğrudur. Bir suçlama olması için delil olması gerek, delil olmayınca karartılacak ne olabilir diye insanların aklına düşünceler gelmekte.
Yargıya saygımızın olmasını gerektirecek uygulamayı, toplumun aradığını düşünmekteyim. Uzun tutukluluk süreçleri toplumda rahatsızlık vermekte, zaman uzayıncada bu tutukluluk cezaya dönüşmekte olduğunu artık toplumun her katmanı anlamakta. Bunca aydır, bunca yıldır demir parmaklıklar arkasında çok değerli insanları tutmanın mantığını aramakta yarar vardır.
Bu mantığı ararken yabancı basına bir göz atmak yeterlidir.  Türkiye’yi yabancı gazeteciler daha iyi analiz edebilme imkanları olduğuna inanmaktayım. Claire Berlinski adlı bir gazetecinin Amerikan Dış İşleri Politikaları Kurulunun resmi raporuna dayanarak yayınladığı 19 Aralık  2012 tarihli makalesinde,  Gülen cemaati, AKP ile Recep Beyin güçler ayrılığındaki  çekişmeleri konusunu çok iyi analiz ettiğini, yazısından okumaktayız. Parti içinde Gülen Cemaatine yakın vekillerin olması, zaman zaman sistemi sıkıntıya sokmakta olduğunu izlemek, yurdum insanını endişeye sürüklemektedir.
Makalede çeşitli konulardan tutuklu olan çok değerli askerlerin varlığı, bu nedenle ordunun moralinin bozulmakta olduğu açıkca ifade edilmesi çok önemlidir.  Birden bakıyorsunuz Başefendi Tek başına bir televizyon söyleşisinde, sanki geçtiğimiz senelerde yapılan tutuklamalardan hiç haberi yokmuşcasına, ‘’Komutanların uzun tutuklulukları affedilir gibi değil’’  şeklinde konuşmasını siz nasıl yorumlarsınız ? Senelerce sesi çıkmayan bir efendiye, Donanma Komutanı istifa edincemi aklı başına geldi diye sormazmısınız. Donanmayı yönetecek bir komutan bulamayınca mı insanın aklı başına gelir.
Başefendi Milli Istihbarat Teşkilatının başına kendi yandaşını atamış, Oslo sürecinde Savcı, Müsteşarı ifadeye çağırınca, özel bir kanun çıkartılarak zevahir kurtarılmıştı. Bu gün gelmiş olduğumuz yer, aynı yerdeyiz. Donanmanın Komutanı yok.  Gelin açıklayın bunu yurdum insanına, onun çelişkiler arasında yaşaması, Claire Berlinski’nin makalesinde bahsettiği gibi, işte böyle bir şeydir, bir başkadır benim memleketim diye bir sözüm geldi, söyledim .
Metin Atamer
Hangisi Doğru.doc

metin atamer

unread,
Feb 8, 2013, 9:12:59 AM2/8/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Kimlik
İtalya nın çok şirin bir kentidir Floransa . Italya’nın tam ortasında, yüksek dağlardan kopan Arno nehrinin iki yakasında yer alan bu güzel kentin tarihi çok eskilere gitmektedir. Hatta bu şehir Taskana bölgesinde bir süre başşehir olarak yer alır. Bu güzel şehir Italya’nın devrim tarihinde önemli yer işgal eder. Bazı ünlü insanların doğum yeridir bu şehir. Hatta Italya’nın rönesans döneminde bir çok eserin yaratıldığı yerdir.
Şehrin tam ortasında 1296 senesinde inşaatına başlayan Santa Maria Del Fiore Katedral inşaatı süresince Katedral içinde kullanılacak seramikler için bu şehirde seramik endüstrisi gelişir. Bu sanayinin bu günkü özel yerinin ilk temelleri o tarihlerde atılır.  Katedralin yapımı seneler sürer. Bir kaç kez proje değişikliğe uğrar ve nihayet  25 Mart 1436 da tamamlanıp ibadete açılır.
Bu katedralin kubbesi ve yanında bulunan kulesinin mimari yapısı görülmeye değerdir. Bu şirin Italyan kenti aynı zamanda ince mücevher sanatının geliştiği bir yerdir.  Kathedralin açılışından 18 sene sonra 9 Mart 1454 de bu şehrin Noteri olan Ser Nastagio ‘nun üçüncü oğlu doğar. Anne Lisabetta Mini oğluna Amerigo Vespucci  adını koyar.
Nehir kenarında yaşamlarını sürdüren ailede Amerigo’nun büyük kardeşleri Pisa Universitesine giderken, Vespucci ticarete yönelir. Lorenze de Medici’nin sahip olduğu House Of Medici ticarethanesinin muhasebesini yürütür. 1492 de Medici’nin ölümü ile işin sahibi olur. Kendisi gibi çok yönlü tüccar olan Christopher Columbus ile bir şekilde yolları kesişir. Yeni kıtalar konusunda ve bilhassa batının zenginliğinin taşınmasındaki fikirlerini Colombus’la paylaşır.
Portekiz kralı Manuel’in daveti üzerine 1499 da üç yıllık bir serüven olarak Portekiz’in batısına yelken açar. 1502 senesinde geri dönen Amerigo bütün Avrupa’nın batıya olan özlem ve merakını daha da arttırmış olduğunu görmekteyiz. Vespucci’nin yazmış olduğu ve MUNDUS NOVUS ( Yeni Dünya ) adlı kitabında, hatırat mektuplarını yayınlamış, toplumda çok ilgi çekmiştir.
Bir çok ülkede tercüme edilerek yayınlanmış, okyanus ötesi batıya olan ilgi daha da artmış olduğunu görmekteyiz. Batıya üç sefer daha yapan Amerigo’nun bu seferleri,  Ispanya kıralı tarafından karşılanır.  Daha sonra Leterra Al Soderini adlı kitapta seyahat notlarını ve mektuplarını toplayan Vespucci’nin ünü bütün dünyaya yayılır.
Almanya’da Martin Waldseemüller tarafından tercüme edilerek yayınlanan Vespucci’nin ilk seyahatnamesi sonrası, ikinci ve üçüncü seyahatininde notları, Almanca’ya aynı kişi tarafından tercüme edilip yayınlanır. Son seyahat mektuplarını içeren kitapta tercüme yapılırken yeni keşfedilen kıtaya, ismi latinleştirme adına Waldseemüller ‘’ Americus Vespucius ‘’ olarak kullanması sonrası  yeni tanımlanan ülkenin adı   AMERİKA olarak  tarihe kazınır.
Bu yeni ümit olan kıtaya bütün ülkelerden insanlar akın akın giderler. Bazı ülkeler ise memleket içinde huzuru bozanların bulunduğu hapishaneleri boşaltma adına, hükümlüleri bir gemiye bindirerek,  bu yeni kıtaya gönderildikleride söylenilmekte. Yeni kıta Amerika, bomboş bir arazi olmadığını bilmekteyiz. Bu kıtada çok değişik etnik kökenli, bizim KIZILDERİLİ adı ile adlandırdığımız binlerce insanın yaşadığı bir gerçektir. Zamanla Avrupa dan gelen insanlar bu kıtada egemenlik sağlar. Fransa’dan, Italya’dan, Polonya’dan, Ispanya’dan, Portekiz’den hatta Osmanlı’dan gemiler dolusu insanlar bu kıtaya göç etmişlerdir.
Bu yeni kıtada zaman içinde yerli Kızılderililerin  azalmaya, solukbenizlilerin Avrupa’lıların çoğalmaya başlamış olduğunu görmekteyiz. Amerika’nın tarihinde ülke için bir anayasa 1786 yıllarında, bilhassa 1215 yılında yayınlanan insan hakları konusunda kabul gören MAGNA CARTA’ya dayanan İngilterenin Bill Of Rights  ‘’ Haklar ’’ örnek alınarak United States Bill Of Rights , yani Birleşik Devletler Vazgeçilmez Haklar yayınlanarak, etnik bireyi değil, insanı ele almış ve onun hakları konusunda bir birdirgeyi kabul etmişlerdir. Şimdi bakın bu ülkede yaşayan insanlar Amerigo Vespuci’nin  yurdum insanı olarakmı anılmamakta, yoksa Amerikan vatandaşı olarak anılmakta diye bir sözüm geldi söyledim.
Metin Atamer 
Kimlik.doc

metin atamer

unread,
Feb 20, 2013, 9:03:42 AM2/20/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Seviye  
Atam rahmetlik Cumhuriyetin kuruluş donemlerinde ülke savunması konusunda hepimizin bildiği bir güzel cümleyi söylemişti. ‘’ Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır. ‘’ Bir bilge kişinin birçok sözü beni hep etkilemiştir. Küçük insanlar detaylarla uğraşır. Mesela bir kadının kaç çocuk doğurması gibi konuları, kürtajın yasaklanması gibi konularla küçük insanlar ilgilenir. Bazı insanlar vardır projeler yaparlar. Büyük adamlardır bu çeşit kişiler, boğaz trafiğini azaltmak için ikinci bir kanalla, deniz biolojisini hiçe sayarak Karadeniz’i Marmaraya bağlamak gibi projeleri ortaya koyarlar. Fakat liderler ise hedef gösterirler mesela ‘’Hattı Müdafaa yoktur Sathı Müdafaa vardır, bu satıh bütün vatandır . Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkca vatan terk olunamaz ’’.
Bu önemli hedefi gösteren Atam rahmetlik Sakarya Meydan savaşından evvel bütün millete ve bilhassa komutanlara söylediği bu önemli sözler, bizi o tarihte bütünleştirdiğini görmekteyiz. Geçtiğimiz son 10 sene içinde ise bu hedefin özünden sapmalar göstermesi, bütün toplumu zedelemektedir. Bu savaşlar sürecinde Türk ordusu sathı müdafaada 39,500 yiğidini yitirdiği bir gerçektir.  Bütün vatan bu kadar şehitle düşmandan temizlenmemiş olduğunu görmek, bizim nesil insanını üzmektedir. Bu gün geldiğimiz yere bir bakın , hani eskilerin hikayeye başlamadan evvel bir tekerleme söylerlerya  ’’ Bir Varmış Bir Yokmuş ...Dere Tepe Düz Gitmiş, Birde Bakmış Arkasına Bir Arpa Boyu Yol Gitmiş ‘’ .
İşte tam böyle bir durum. Birileri Kürtlerin sırtından nemalanmakta, birileri ise dinden imandan nemalanmakta, bir kısım toplum ise sadece cebini doldurmak için çaba sarf etmektedir. Ülkenin kötüye gitmesi onların umrunda değildir. Bu günlerde meclis kürsüsünden yapılan konuşmalara dikkat ediyorsunuzdur. Ne kadar düşük kalitede bir hitab şekli diye düşünmekteyim. Bu meclisin aynası başka konulara da yansıdığını görmekteyiz .
Koskoca Türk Ordusu yüzbinlerce insanı barındıran bir ATA ocağının başındaki kişiye terörist şüphesiyle bakacaksınız, onun bağlı olduğu Milli Savunma Bakanına hiç dokundurmayacaksın, nasıl bir düşünce diye araştırmaktayım. Mahkemede terör örgütünün uzantısı bir vekilin sözünü gizli şahit olarak dinleyeceksin ve buna muteber diyeceksin, bir ordu komutanının şehadetine önem vermiyeceksin , bu nasıl bir mantık anlamakta güçlük çekmekteyim. Derlerya ‘’ Vatan Aşkı Maya Gibidir, Süt Bozuksa Tutmaz’’  kanimca bu her konuda doğru sözdür.
Çocukluğumda aile dostlarımız arasında bazı Millet Vekilleri vardı. Onları çok sık görürdüm. Kimi zaman Beşevler’e gider, kimi zaman 14 Mayıs evlerine giderdik. Gördüğüm insanlarda pek detayı bilmezdim, amma çok saygın kişilerdi. Bir Kemal Satır, bir Atalay Akan, bir Kemal Cemal Öncel, bir  Rıfkı Salim Burçak  benim için çok saygın insanlardı. Ayrı Parti üyelikleri olmasına rağmen birbirlerine çok saygılı davrandıklarını hatırlarım. Çok seviyeli insanlardı ve mesleklerinde başarılı olmuş kişilikleri vardı.
Bu gün gazetelerde okuduğumuz parti başkanlarının bir birleri ile atışmalarını kabul etmek mümkün değildir. Hitabet bu kadarmı yozlaşır, bu kadarmı seviyesi düşer. İnsanlar nelerin etkisinde kalarak böyle konuşma yaparlar tarif edememekteyim. Ülke menfaatlerini bir kenara bırakıp cemaat , tarikat ve terör örgütü menfaatleri üzerinde odaklanmış bir toplumun amacında ülkenin selameti olmadığına inanmaktayım.
Bu bir rüyyadır  diye düşünüyorum, dilerim bu rüyyadan bir gün uyanacağım . İşte o  gün insanlar birbirilerine daha hürmetli davranacak, daha sevecen bakacaklar. Uyuşturucu ticaretinden, kaçakcılıktan nemalanmayı bir kenara bırakıp, ülke menfaatlerini düşünecekleri bir ortamda yaşamayı sevecekler. Ülke çıkarlarını Cemaat ve Tarikat menfaatlerinden daha önde tuttukları bir günü dört gözle beklemekteyim. Hangi düşünürün söylediğini bilmemekle birlikte sevdiğim bir söz vardır ‘’ Bir Ülkede uygarlık O ülkede insana verilen kıymetle ölçülür ’’diye.  Yinede dileğim odurki gün ola, parlementer yaşamda büyük millet meclisinde sıralarda oturanlar daha seviyeli insanlardan teşkil eder diye bir sözüm geldi söyledim.
Metin Atamer 
Seviye.doc

metin atamer

unread,
Feb 25, 2013, 2:24:33 AM2/25/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Taş Devri
İnsanlık tarihinin başlangıç noktasını tarih kitapları TAŞ DEVRİ olarak kayıtlara geçirmiştir. Bizde bu döneme bu ismi koymuşuz. Aslında bu dönemde bir taş var, birde taşı yontmak için taş var. Siyah keskin uçları bulunan, kimi sert, kimi yumuşak taşlar vardır tabiatta. İnsanoğlu bu cins taşlardan kendisine alet, edevat yapmış, hem  vahşi hayattan korunmak için, hemde yumuşak kayaları oyup kendine sığınak yapmak için çok çaba sarf etmiştir. Taş deyip geçmeyin, insanoğlunun taşdan tekerlek bile yaptığı çağ, bence bir geçiş dönemi olsa gerek. Topluluk olarak yaşayan insanlar, başka topluluklara egemen olmak için hem taşı kullanmış, hemde taşla haberleşmiş olduğunu düşünmekteyim. İnsanın esas çağ atlaması ateşle olsa gerek.
Ateş, bir dönemi atlatabilecek değişim sürecidir. Volkanik bir arazide dolaşın, önünüze sayısız çeşit taş çıkar. Kimisi sert, kimisi yumuşak, kimisi ise  suda yüzer bu taşların. Eğer bu taşların kimliğini bilmiyorsanız sizin için taş, taştır . Okuduğumuz yatılı okulun etrafında bir çok su kanalları vardı. Volkanik arazi olan ALİ Dağ’ın etrafında bulunan bazı taşları, bu kanallardan akan Erciyes’in eriyen kar sularına bırakır, bu taşların yüzmesini seyrederdik. Bazen bu yüzen taşları yarıştırırdık. Bu taşlar çok hafif taşlardı. Bu taşları sert bir satıha kuvvetle fırlatırsanız, bu taşlar kırılır, un ufak olurdu.
Kimileri bu taşların yüzdüğüne inanmazdı. Doğada bazı taşlar vardır çok sert ve dayanıklı, bu taşları çeşitli yerlere dolgu taşı olarak kullanırlar, üzerine döşenen tren rayları bile bu taşları yıpratması zordur. Hatta hava alanlarının uzatılmasında bile bu taşlar döşenir ve kaplanması sonrası uçakların iniş ve kalkışlarından fazla etkilenmezler.
Çağlar içinde toprak işlenerek şekillendirilmiş ve pişirildikten sonra, taş gibi sert, insanoğlunun kullanacağı bazı araç ve gereçlere dönüştüğünü bilmekteyiz. Hatta bu pişen toprak üzerine çivi yazısı ile  mektupların yazıldığıda bir gerçektir. Hattusas ta bulunan Hitit döneminden kalan bazı tabletlerin oluşma nedenleri, iletişim ihtiyacından olsa gerek. Çamur tabletlere yazılan çivi yazılı mektuplar, pişirildikten sonra yine çamurdan yapılan zarflara konulmuş ve bunlar pişirilip bu gün bildiğimiz toprak tablet zarflar meydana getirilmiştir.
Ne kadar enteresandır bir postacı bu mektuplardan adreslere taşımak için her seferinde kaçtane mektubu, altında ezilmeden torbasına koyabilirki ? Müzede gördüğüm bazı tabletler, daha zarfları bile açılmamış mektuplardı bunlar. Bir genç kız sevgilisinden ayrılırken bütün mektuplarını delikanlıya atarken nasıl zorlanırdı diye düşündüğümde olmuştur.
Ne kadar mutluyum bilemessiniz, böyle bir medeniyet tarihinin yaşandığı bir ülkede nefes almaktayım. Tarih boyunca,  bizim Anadolu diye adlandırdığımız, yabancıların Küçük Asya (Asia Minor) diye adlandırdığı Türkiye de yaşamak, başka bir ayrıcalık olsa gerek. Burada doğup büyümekle gurur duymaktayım. Benim özüm yani dedelerimin nereden geldiği kanımca önemli değildir. Onların kanlarını akıtarak düşmandan koruyup bize emanet ettiği vatan toprağıdır önemli olan. Burada emeğimi vermekteyim, bu vatan için çalışmaktayım ve ben bu ülkenin üretken bir evladıyım. Yaşamımın her döneminde verimli işler yaptığıma inanır, bununla Türk olarak gurur duyarım.
Amerikan vatandaşı olup Büyük Millet Meclisine Vekil olarak giren, Arnavut kökenli olup kendinin Türk olmadığını beyan eden Millet Vekillerin varlığı, Bebek katillerini Millet Meclisinde temsil eden ve aldığı her kuruş maaşını, Türk vatandaşlarının ödediği vergilerinden karşılandığını idrak edemiyen zavallıların bulunduğu bu yurdum toprağımızın, taşına toprağına kurban olayım. 
Geçtiğimiz günlerde ibretle dinlediğim ‘’ Bir Başefendi İki Recep ‘’ konulu ibret dolu televizyon haber program parçaları, topluma çok çeşitli bilgileri sunmakta. Dün KARA dediğine bu gün AK demesini anlamak mümkün değildir.  Şimdi kalkmış Baş Efendi  mikrofonlardan ‘’ Herkes bu süreçte ellerini taşın altına koymalı ‘’ diye fetva vermesini idrakta güçlük çekmekteyim. Taşın ne çeşidini, ne ağırlığını, nede kaça mal olacağını bilmediğimiz bir taş kitlesinin altına benim gibi yurdum insanı, neden elini taşın altına koysunki? Neye ve kaça mal olacağını bilmediğimiz bir konuya biz niye ortak olalım. Gel açıkca milletin önünde, eşkiya ile taşı kaça pazarlık ettiğini açıkca söyle, biz de bilelim taşın ağırlığını ona göre uzatalım elimizi taşın altına diye bir sözüm geldi söyledim.
 
Metin Atamer          
Taş Devri.doc

metin atamer

unread,
Mar 3, 2013, 12:05:37 PM3/3/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
    
Ah Şu Dünya
Şu dünyada kaç şey vardır sevilir. Kanımca hepimizin bilebileceği bir soru. Sevilen şeylerden biri, bizi dünyaya getiren o muhteşem kadın, ANNE olduğunu söyleriz. Konuşma lisanında ANNE yerine ANA olarak kısa bir kelime ile tanımlarız. Anne konusunda şarkılar bestelenir, türküler söylenir ve anne diye kabul ettiğimiz şey kutsal bir varlıktır. Bir canlıyı hayata getiren varlık. Ne çok severiz annemizi, onu incitmek bile istemeyiz. Dünya üzerinde kabul edilen birde anneler günü vardır, kanımca ticari bir yapısı olsa gerek.
Aslında ‘anneler günü’ her gün olduğuna inanırım.  Cennetin bile annelerin ayaklarının dibinde olduğu söylenir. Anne bir yana dünya bir yana bile denildiği toplumlar vardır. Kimimizin annesi hayattadır, kimimizin annesi ebediyettedir. Annelerin evlatlarına olan sevgileri, eşlerinden daha fazla olduğunu düşünmekteyim.  
Bu dünyada sevilen ikinci şey ise BABA dır. Baba bizim dünyaya gelişimizin bir sebebidir. Babamızıda severiz. Babalara, anneler kadar türküler ve şarkılar bestelenmemiştir. Babalar, anneler kadar çocukları ile yüz göz olmazlar, daha pasif rol oynarlar.
Bazı konular vardır bu iki kelimeyle özdeşleştirirler ‘ ANNE’ ve ‘BABA’. Mesela gemilerin bağlandığı iskeledeki kocaman mantar gibi demir kütlesine ‘İskele Babası’ denir. Ağır başlılık gerektiren davranışta bulunan kişilere ‘Babavari davranıyor’ denir. Ülkenin temel kanunların manzumesini özetleyen yasaya ‘ANAYASA’ deriz ama bunu Baba Yasa diye adlandırmayız. Bir şehrin en işlek caddesine ‘ANACADDE ‘ diye bilinir. Bazende AnaYol olarak da tarif ederiz. Bir ağacın gövdesine de ‘Ana Gövde’ diye söyleriz.
Her iki sevilen şeyin yanında bir üçüncüsü vardır ve YAR olarak tanımladığımız sevgili, yaren veya eş olarakta kabul edebiliriz. Bu üçüncü sevilen şey için bir çok konudan vaz geçebiliriz amma yardan vazgeçemeyiz. Atalarımızın söylediği güzel sözler içinde Türk insanını izah ederken atından, silahından, ve avradından vazgeçemez derler. Bu insanlar için üç konu önem teşkil eder ve buradaki Avrat , eş anlamına gelmektedir.
Şu dünyada üç şey vardır sevilir biri ana, biri baba, yar da var diye devam eden türküde çok güzel ifade edilmektedir. Bu deyimlerden başka bir deyim daha vardır bilinir, ‘’Ana gibi yar olmaz, Vatan gibi diyar olmaz.’’ Vatan olarak bilinen oturduğumuz ülkeye biz ANAVATAN demekteyiz. Burada anlatılmak istenen kutsal bir varlıkla eşdeğer tuttuğumuz bir hazinemizdir. Bakın bir insan hayatını ne için feda edebilir? Bir kaç kerre düşünün.
Bütün bu konuştuğumuz değerler içinde bir tek Vatan için insan hayatını feda edebilir. Ben bu vatan için hayatlarını feda eden bütün vatan evlatlarını saygı ile hürmetle  anmaktayım. Bize emanet ettikleri bu vatan parçasını en iyi bir şekilde muhafaza edeceğimize yemin ettiğimizi unutmamamız gerekir. Hiç kimse bir başkasının özel duygularını istismar etmeye yeltenmemelidir. Kimse ülkemin şehit  olmuş vatan evlatlarının üzerinden siyaset yampaya kalkmamalı. Bu konular çok hassastır ve toplum önünde onlara dokunacak sözler söylemekten kaçmamız gerekir.
Ülkemin üzerinde oynanan oyunlardan ben etkileneceksem, bunu önceden benim bilmeye hakkım olsa gerek. Kimlere hangi koşulla taviz verileceğini, benim verilmeden önce bilgim olması gerekir. Adaya eşkiya ile görüşmeye gönderilen vekil adlı eşkiya uzantılarının neler konuştuğundan milletinde haberi olması gerek. Bu konuda çok iyi çalışma yapıp, konuşulan konuları gazeteye taşıyan gazete muhabirini gönülden kutlarım. Bu gazetecilik başarısını gösteren kişiyi tebrik etmemiz gerekir.
Hatta 1 Mart 2003 teskeresinin 10 ncu yılında o günkü tutanakları topluma gazetelerinin sütunlarına taşıyan gazeteci kardeşimizide kutlamak gerekir. O gün teskerede neler konuşuldu, kimler neler söyledi, ve neden red edildi, bunu bizimde bilmemiz en doğal hakkımız olduğunu düşünmekteyim. Sadece düşünmek için değil, Iktidar sahiplerine, bu ülkede 75 milyon koyun olmadığını haykırarak bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer             
Ah Şu Dünya.doc

metin atamer

unread,
Mar 9, 2013, 10:57:48 AM3/9/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
 
Dost Dost
Aşık Veyseli ilk tanıdığım tarihlerde TRT bünyesinde çalışmaktaydım. Mithat Paşa caddesindeki stüdyolar arasında koridorda karşılaşmıştım. Selam verdim elini sıkıp, kendi ismimi söyledim. Kısa bir sohbet için cadde üzerindeki çay ocağına gittik. Sivas’lı olduğundan çok ortak konularımız olur diye düşünmüştüm. Bende askerlik görevimi Sivas’ta yapmıştım. Yöreyi ve civar köyleri iyi bilirdim. Bu kişiyi tanımanın çok önemi vardı benim için. Bir halk ozanı, bir bilge şairdi ve görmediği halde tabiatı ve olayları yorumlayan bir insandı. Bir tanıştığı kişiyi sesinden dolayı, seneler sonra hatırlama kabiliyeti vardı. Şiirlerinde çok ince çizgilerle, insanlara ders niteliğinde  anlatımı olduğundan, ilk okumada anlaşılması benim için önemli idi.
Her türküsünde bir zerafet, bir incelik bulmak doğaldı. Hani Aşık  derdiya ‘dost dost diye nice nicesine sarıldım, benim sadık yarim kara topraktır.’ Toprak onun için önemli idi, çünki köyde toprak işlenir , bir avuç buğday tohumu ekildiğinde, onlarca buğday verirdi. Toprak ne ağlardı, nede gülerdi. Toprağı sabanla yırtar , türlü türlü kullandığımızı söylerdi Veysel . Kimi zaman topraktan kase yaparız, kimi zaman topraktan kerpiç yapar, duvar öreriz diye anlatırdı. Kimse düşünmez biz daha neler ederiz bu sadık yare, dağları deler mağden çıkarırız, toprağı deler petrol ararız. Sonunda insan ömrü tükenir, bir küçük çukur açarız toprakta, gömeriz ömrü tükenenleri. Bu dünya yaptıklarımızla  yapamadıklarımızla kalır .
Biz ömrümüzce yaşar, sonunda bu dünyadan göçer gideriz amma bu kara toprak burada kalır. Bu binlerce yıl böyle olmuş, böyle gelmiş böyle gitmiş. Aslında şairin söylediği gibi bu dünyada bıraktıklarımızla anılırız. Anadolu tarihimizde bu topraklar üzerinde bir çok medeniyetler yer bulmuş, iz bırakmışlar. Geçtiğimiz yıllarda bir kitap okudum ‘History of War’  . Bu kitabın ana teması savaş tarihinin başlangıcından günümüze kadar bilinen savaşları anlatmakta. Kitabın savaş tarihi Anadolu’da   başlamakta.
Çeşitli devletler kurulmuş bu Anadolu da, kimi zaman bu devletler bir birleri ile savaş etmişler, kimi zaman barışmışlar. Ne zaman ticaret bu devletler arasında artmış, o tarihlerde savaş olmamış. Daha çok iki nehir arasında kalan bölgede bulunan topraklar çok kıymetli olduğu kabul edilmiş. Fırat ve Dicle nehir kenarları zaman zaman taşkınlarla gelen alünyonlar, bu toprakları çok verimli kılmıştır. Tigris ve Euphrates nehirleri olarak bu kitapta bahsedilen Dicle ve Fırat nehirleri, bu günlerdede  önem arzetmekte. Çünki bu nehirler yanlız tarımsal alanlar olmasının yanında toprağın alt katmanlardaki petrol, bu yöreye iştahı kabaran ülkeleri çekmekte.
Biraz daha içeriye gittiğinizde İran, güçlü ülkelerin ilgi ve alaka odağı olmaktadır. Yer altı zenginliklerin en fazla olduğu bir ülke. Hani derlerya ‘’Bir Sengine Acem Mülkü Fedadır ‘’ burada acem mülkü, yer altı zenginlikleri olarak kabul edilir. Dünyanın en zengin petrol havzaları, En zengin altın kaynakları, ve En zengin uranyum yatakları acem mülkünde bulunmakta. Bu ülke üzerinde ağzı sulanan güçlü devletlerin gözlerini ayırmadıkları bir belde bu ülke. Bir küçük kıvılcımda bu ülkeye saldıracaklarını ayen beyan söylemekteler. Iran Birleşmiş Milletlerin Nükleer konudaki bütün kurallarını tatbik ettiğini söylese bile, bu ülkeye olan sataşma, senelerdir sürmekte.
Basra körfezinde olası bir savaşın, kötü sonuçlarından bütün dünyanın zarar göreceği apaçık ortadır. Bu arada Amerika Birleşik Devletlerinin bir üssü olarak kabul ettiğimiz Memalik-i İsrail’i korumak adına Türkiye’ye yerleştirilen ‘’Vatansever’’ füzeleri  kimin vatanını kime karşı koruduğunu anlamakta güçlük çekmekteyim. Almanya Başbakanı bile bu bataryada askerlik görevini yapan kendi askerlerini Başefendi Recep’den evvel ziyaret ederken, bana çok komik geldi. Malatya’ya gelen Alman Başbakanı Angela Merkel, yakın dostu bölücü terör örgüt başı Öcalan’ın memleketine gelmekten mutlukluk duyduğu her halinden belli oluyordu.
Bizi Suriyeden korumak için yerleştirildiği söylenen bu rampalar aslında, İsrail’i Suriye’den, dolayısiyle İrandan korumak için yerleştirildiğini yöredeki yurdum insanı halk anlatmakta. Benim Suriye ve İranla bir sıkıntımın olmaması gerekir. Benim halkımın yakınları Suriye de yerleşik, İranla ve Suriye ile çok iyi ticari ilişkimiz bulunmakta, bu nedenle bu iki ülke ile bizim bir husumetimizin olması çok uzak ihtimal idi. Bu nedenle biz ‘one minute’ adına neden kendimizi bu gün hedef haline getirelim. Bunu anlamakta zorlanmaktayım.
Bizim on sene evvel hiç bir komşumuzla  problemimiz yokken, şimdi problemsiz bir komşumuz bile kalmadığı açık ve aleni görülmekte. Birde kendi içimizde kavgalı olduğumuz  bir çok konu bulunmakta. Devlet Hukukçularla kavgalı, Üniversite hocaları ile kavgalı, Doktorlarla kavgalı, Memurlarla kavgalı,  Kahraman Ordumuzun değerli mensupları ile kavgalıyız velhasıl herkesim toplumla kavgamız var. Nerede benim sevgili Aşık Veysel Şatıroğlu’nun söylediği Dost Dost diye nice nicesine sarılacağımız dost bir ülke diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer            
Dost Dost.doc

metin atamer

unread,
Mar 18, 2013, 3:23:26 AM3/18/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
 
İki İçli
Türk Sanat Musikisinde bazı konular vardır hepimiz biliriz. Bazı konular vardır haberimiz olmamıştır. Bazı bestekarlar vardır hayran olduğum, hayatları sarayın himayesinde geçer, bazıları ömürlerini hep konaklardan davet alıp günlük yaşarlar. Eserlerini karın tokluğuna konaklarda icrai sanat ederler. Kimileri ise ömürlerin son demlerini Balıklı Rum hastahanesinde muhtac bitirirler. Bu bestekarlara çok acırım.
Bazı bestekarlar ise yakın akraba olmalarından, aynı soy adı ile bir asır eser verirler. 20 Aralık 1889 senesin’de Beşiktaşta dünyaya gelen Şerif efendinin  çocukluğu o tarihte OrtaBahçe adı ile bilinen bu gün OrtaKöy adı ile andığımız mahallede geçer.  Ankara’da askerliğini yeni Cumhuriyet döneminde yapar ve bir yandan da Ud dersleri alır.
Neyzen Ihsan beyin kurduğu Beşiktaş Musiki Cemiyetine kayıt olur ve ilk eserini 1924 senesinde yapar. ‘’Gelmeseydin  aleme görmeseydim ben seni ‘’sözlü ilk uşşak bestesinin ardından, aynı sene ‘’Pür Zemzeme bir beste-i Ziruh-i  emelsin ‘’adlı bestesi ile dikkatleri üzerine çektiği yıllarda, yine Beşiktaş’ta   İbrahim Efendi ve Zekiye hanımın 6 Ekim 1923 senesinde bir çocukları dünyaya gelir. Adına Selahattin koyarlar.
Babasının memuriyeti nedeniyle Baba İbrahim Efendi, tayin olduğu Susurluk‘ta oğlu Selahattin ilk okula gider, daha sonra Balıkesirde yatılı olarak öğrenimini  devam ettirir. Istanbul’a Üniversite tahsili için gelen  Selahattin bey, Tıp fakültesini 1949 da bitirir. Soy adı kanunu çıktığında alındığına inandığım İÇLİ soy adı, Şerif İçli ile bir akrabalığı, baba İbrahim Efendi ile Şerif İçli kardeş çocuklarıdır.  
Selahattin bey   doktor olarak Sosyal Sigortalar Kurumu Istanbul hastanesinde Baş hekim yardımcılığına kadar yükselmiş değerli bir bilim adamıdır. Tabipliği yanında Istanbul Teknik Üniversitesi  Devlet Türk Sanat Musikisi Konservatuarına başkan yardımcılığına atanarak, Profesör ünvanı alır. Babası Ibrahim Efendi’nin musikiye yatkın olmasından Selahattin İçli’de musiki cemiyetine devam etmesi, daha genç yaşta ustalarla çalışmasına bir vesile olmuştur.
İlk eserini daha 17 yaşında iken Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘’Hıyaban’’ adlı şiirinden Hüseyni makamda yaptığı bestesi ile veren Selahattin İçli’yi SSK Istanbul hastahanesine Dayım Dr. Cemal Ergun’u ziyaretlerimde tanımıştım. O kadar vakur, ağır başlı, konuştuğu zaman şiirsel anlatımına hayran kalmıştım. Şerif İçli vefat etti yıl 1956 senesinde Selahattin İçli, en verimli dönemlerini idrak etmekteydi. Bu dönemler Selahattin Pınar’la olan dostluklarının en yoğun olduğu zamanlardır. Selahattin Pınar’la haftada bir kaç kez evinde buluşur, kimi zaman Todori’nin  meyhanesinde tahta masada beste çalışmalarını terennüm ederler.
Selahattin İçli yine bir Ekim günü 14 Ekim 2006 da, arkasında eserler bırakarak ebediyete intikal eder. Bir çok eser verir. Hayranlık duyduğum Saba makamında her iki bestekarda az eser vermesine rağmen Kürdili Hicazkar makamında her iki İçli’nin  besteleri oldukca yoğundur.  
Kimi besteler şanslıdır, kayıt altına alınır, arşivlenir. Günümüze kadar kadar gelir, ve  bunlardan keyf alırız. Kimi besteler ise bir delinin sobasında ısınmak için yakılır. Kimileri ise kaybolup gider. Bu kaybolan değerlere çok acırım. Neyzen Tevfik’in basılmamış eserleri için 6 ay iz sürerek kayboluşunu izlemek beni yürekten üzmüştü. Kimi besteler vardır kimin tarafından yazıldığı belli değildir, hatta hangi yöreden olduğu bilinmez ve kimin tarafından bestelendiği meçhuldür.
İşte bunlardan bir tanesi, benimde çok sevdiğim bir şarkı. Makam Saba,  Usul ise Curcuna, sözlerinin kimin yazdığı belli olmayan bu şarkı Elazığ yöresinin olsa gerek. Mistik bir ifade içinde, tanrının yarattığı bir eserde kanımca kendini arayan güftekarın dizileri, Saba makamına tam uygulanmış olduğunu düşünmekteyim.
             Yeşil Yaprak Arasında Gırmızı Gül  Goncesi                                                              Yanakları Alev Almış Sinesinde Narı Var                                                                                         Varın Sorun El Aleme Kimin Böyle Yari Var                                                              Gözüm Gördü Gönlüm Sevdi Yar Yoluna Fedayım                                                            Vallahi Dost Billahi Dost Sana Kurban Can Daim
Bu türküyü sizler güzel bir sesten dinletmek istedim Nursaç Doğanışık , ney ile taksimde şarkı girişi bu kadar güzel işlenmesi bir başka sanat olsa gerek.
Metin Atamer    
 
 
Iki İçli.doc

metin atamer

unread,
Mar 25, 2013, 3:34:58 AM3/25/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, yuruk iyriboz, İnci Gurbuzatik
Akil İnsan
Geçtiğimiz senelerde bir dostum vardi, ismi Akil idi. Eş, dost bir araya geldiğimizde tartıştığımız konularda  bazı sorularımız olurdu, kalkar Akil’e sorardık. Genelde ismi ile müsemmel değildi arkadaşımız Akil. Kendi aramızda sorunlara çözüm bulur, Akil’i konulara karıştırmazdık.
Akil çok konuşurdu, konuştuğu konularda çelişkiye bile düştüğü çok sıklıkla görülmekteydi. Dün AK dediği bir konuya Akil, bu gün KARA diyebilmekteydi. Bir gün kendisinden bir konuda yardım istediğimiz oldu, konunun ne olduğunu bile kavramadan öyle bir cevap vermişti ki, kendisini konunun dışına itmek mecburiyetinde kalmıştık.
Daha sonraları ortadan kayboldu, bir daha Akil’i göremedik. Aslında iyi niyetli bir arkadaştı, fakat hesap yapmayı bilmezdi. Söylediği cümlelerin nereye gideceğini bile düşünmeden konuşurdu. Sonra ‘’ Ben o cümleyi şunu demek için söylemedim’’ gibi abuk subuk konuşurdu. Esasta çalışkan bir arkadaşımızdı, kimi zaman hasta olur, narin bünyesi yoğun çalışmaya dayanmaz, yatağa düşerdi. Kendisine geçmiş olsun dilemeye giderdik, yatakta bile konuşmayı sürdürürdü.
Bir gün Akil bir konu getirdi toplantı yaptığımız arkadaşlarımıza. Konu çok güzeldi amma konunun getirisi masaya konmuş , konunun götürüsü konusunda bir kelime dahi edilmemişti. Akil’e ‘’ Bu konuda neler feda edeceğiz, ve bizden neler gidecek ‘’ diye sorumuza basit bir cevap verdi ‘’ Onuda siz düşünün ‘’. Üstüne cullandık Akil’in : ‘’ Yahu Akil, getirisini hepimiz bilmekteyiz, bu konu yeni bir konu değil, günlerdir tartıştığımız konulardan bir tanesi, fakat cebimizden ne çıkacak onu söyle,’’ diyerek konuyu konuşturmaya başladık.
Akil bir ara ‘’ Akil adamlara soralım’’ demezmi. Hani Akil diye kendisi ile konuşmamızda, Akil aramaya başlamış olduk. Kimdir Akil dediğimiz. Eğer kendi fikrin yoksa, çözüm zor olur.
Matematik te bir kural vardır, her bir bilinmeyen için bir denklem mutlaka olması gerekir. Bir denklemde üç bilinmeyen varsa, çözüm için  mutlaka üç denklem olması gerekir. Eğer yoksa bir bilinmeyen için varsayımda bulunarak denklem çözülmeye çalışılır. Fakat varsayım, değişken bir değer olur ki, bu çözümsüzlüğe götürür.
Ne kadar ilginçtir, ekranlarda çeşitli konularda bazı insanlar çıkıp fikir beyan etmekteler. Bakıyorum hep aynı yüzler. Bir dörtlü çıkıp siyasi konular hakkında tartışmayı Cemaatlerin doğruları doğrultusunda fikirlerini beyan etmekteler, bazılarıda emekli olmuş  hukukcular, yanlı ve maksatlı oldukları her hareketlerinden belli cümleler kullanıp, ahkam ederler. Sanki onların söyledikleri her cümle doğru, başkalarının fikirleri ise, doğrudan uzakta olduğunu, cümlelerden  anlamak mecburiyetinde kalırız.
Bazıları ise konuları şeriate bağlayıp tercümanlık yaparlar.  Bir deprem olur, 3 isim bütün ekranlarda fetva verir. Sanki deprem konusunda başka insan yokmuşcasına halk sadece onları dinler. Bütün ülkede 75 milyonda sadece otuz- kırk kişi midir bu AKİL diye adlandırdığımız insanlar. Aslında ‘’Halk ne demekte’’, diyerek  bunu düşünen kimse yok. Amiyane bir tabir vardır ‘’ Bir deli bir kuyuya taş atar, 40 akil adam çıkaramaz’’ işte tam bu dönemeçteyiz. Bizim Akil’in ortaya attığı konulara benzemekte.  Bir sorun varsa, çözüm için birden fazla plan olması gerekir, yoksa Amerika bunu böyle istedi bu nedenle bende deklare ettim, diyerek kenara çekilmek doğru bir davranış değildir.      
Bakınız, dikkat ediniz, Millet Vekillerinin ettikleri yeminin cümlelerini okuyunuz. Bu Meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve burada Türkçe konuşulması gerekir. Mevcut  Anayasaya dayanan bir yemini bulunan vekiller, bu ANAyasayı değiştirmek için çalışmakta. Şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerinin saygın Komutanlarını nezarete atarak, nerdeyse eşkiyayı meclise taşıyacaklar. Eşkiya başını Afrikada paketleyip Cavit Cağlar’ın uçağına bindiren Mossad teşkilatı, her nasılsa büyük ağabeyin baskısı ile Türkiye den özür dilemesi, hangi hesapların neticesidir, bunuda toplumun bilmesi gerekir.
Bu gün geldiğimiz yerde, inanılması güç bir dönemeçteyiz. Direksiyonu bir tarafa kırsak uçuruma gideceğimiz kesin, direksiyonu diğer tarafa kırsak dağa çarpmamız kaçınılmaz bir son. Bu dönemece kadar konuyu herkes getirebilir diye düşünmekteyim. Mühim olan bu dönemeçte direksiyonu doğru tutmak. Dönüp topluma ‘’ Akil adamlar çözümü sağlar’’ diyerek konudan sıyrılmak, basit insanların davranışı diye düşünmekteyim.
Hani her sabah kalktığımda Namık Kemal’i ve onun kapatıldığı üç metrekarelik Mağosa zindanında hissetmekteyim kendimi ve onun sözlerini anarım ‘’ Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim, Heyhat! Ben nevaib-i eyyamı inlerim ‘’ diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
 
Metin Atamer 
Akil İnsan.doc

metin atamer

unread,
Apr 1, 2013, 2:28:41 AM4/1/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Pembe Yalanlar
Çocukluğumda, aile terbiyesi gereği, büyüklerimden çekinir ve korkardım. Bu çekingenlik yatılı okula gidişime kadar sürdü. Çocukluğumda top oynamayı çok sever, her fırsatta mahalledeki arkadaşlarımla top oynardım. Bu gün olduğu gibi spor ayakkabılar bol olmadığı için, fotinlerimizle oynardık. O tarihte piyasada Cizlavet  marka lastik ayakkabılar vardı, hafızam beni yanıltmıyorsa, yakın tarihe kadar üniter bir ülke olan Çekoslavakya’dan ithal edilirdi. Bu lastik ayakkabılar pahalı olduğu içinmi neden bilmem, alınmazdı. Bu nedenle normal ayakkabılarımızla oynardık.
Akşam eve büyükler gelince ayakkabımın burun kısmındaki izlerden top oynadığım anlaşılır, ’’Yine top mu oynadın ?’’ diye sorulduğunda cevabım ‘Hayır neden sordunuz?’’ diyerek çok pembe bir yalan söylerdim. İnanırmıydılar bilmiyorum amma ben olsam inanmazdım. Çünki ayakkabımın burun kısmında top izleri ve toz silinmediği için, bu yalan pek inandırıcı olmazdı.
Çocukken ateşli bir hastalık geçirdiğim tarihlerde, Rahmetli Ihsan Doğramacı, yeni açtığı Sıhhiyedeki Çocuk Kliniğinde beni muayene etmiş, hatta birde Alman Çocuk doktoru vardı onada göstermişti. Ne söylediklerini bilmemekle birlikte babam benim spor yapmamı yasaklamıştı. OrtaOkul çağlarında derslerden başka bir uğraşımın olmaması üzerinde tenbihlere pek kulak asmazdım.
Dans ve çay adı altında kız arkadaşlarımızla hoş vakit geçirdiğimiz Cumartesi partilerinden eve hiç bahsetmezdim. Sorduklarında ‘’ Nereye gittin öğleden sonra’’ gibi sorulara hep pembe yalan söylerdim. ‘’Sinemaya gittik.’’ diye geçiştirirdim. Hani sorsalar hangi filmi gördüğümü, cevabım mutlaka pespembe bir yalan olarak çıkardı sözlerim ‘ Rüzgar Gibi Geçti filmine gittik, Calark Gable’ın, çok güzeldi ‘ gibi cevabım hazırdı. Bu tospembe yalandan kimse zarar görmezdi.
Bir gün kız arkadaşımla Kızılay da dolaşırken bizimkilere yakalandım. Akşam evde boyalar arasında bir yalan aradım, ne yeşil, nede kırmızı bir yalan bulamadım. O akşam bizimkiler bir şey sormamıştı. Belkide görmemişlerdi, kim bilir.  Bu pembe yalanlar zevahiri kurtarma adına söylenmiş yalanlardı.
Eşimle nikah masasına oturduğum bir Cuma günü 17.10 iftar vaktiydi. Nikah memuru Müşteba bey , kır bıyıklarının arasından dudaklarından dökülen öğütsel sözlerle ‘ Kendi hür iradenle evlenmek istiyormusun’ diye sorduğunda, tereddütsüz ‘ Evet’ dedim. Bu, hiç bir zaman pembe bir yalan değildi. İşte o gün şeytanın bacağı kırılmıştı.
Yaşamım boyunca yüzlerce insanla tanıştım, yüzlerce insanla iş yaptım. Bir insan birisine doğrumu, yoksa yanlışmı söylediğini koltuğa oturuşundan, kelimelerin ağzından çıkışından, hatta kelimelerin seçilişinden anlamak mümkün olduğuna inanmaktayım. Bir çilingir kapının kilidinin nasıl açacağını biliyorsa, bir hırsız bir eve nasıl girileceğini biliyorsa, toplumun büyük bir kesiminin  bir insanın söylediklerinin doğru olup olmadığını teşhis etmesi zor olmasa gerek.
Pembe söylenen sözler o kadar havada kalmaktaki, o sözlere, söyliyenin bile inandığına şüphe ile bakmaktayım. Şimdi ben, bir kaç kişi örgüt kurayım, yol keseyim, haraç alayım, insan öldüreyim, uyuşturucu trafiğini pazarlıyayım, tonlarca para toplayıp Avrupa bankalarına istifliyeyim, sonra bir düzenleme çıksın, silahlarımı toprağa gömerek elimi kolumu sallıyarak ülkeyi terk edeyim. Nasıl bir memleket burası diye sormazmısınız.  Hani böyle olaylar Meksikada bile silahlarin gölgesinde uygulanmadığına inancım tamdır.
Ne kadar IRONIK bir durum değilmi. Baş efendinin bir kaç gazetecinin sorduğu sorulara verdiği cevabın özeti. Bunları söylerken yüz ifadesini çok dikkatli izledim. Bu söyleyişin tekrarını bir kerre daha izlerken tekrar yüz ifadesine baktım. Çocukluğum geldi aklıma, tozpembe oldum. ‘’ Nasıl olur’’ dedim kendi kendime katiller , caniler, asker ve bebek katilleri ellerini kollarını sallıyarak, bu ülkeden çıkıp, kazanılan rantın paylaşımına başka ülkelere gidecekler. Benim Profösörüm, benim Yazarım, benim talebem , benim gazetecim ve bilhassa benim komutanlarım yıllardır nezarette akibetlerini bekleyecekler. Bunu nasıl kabul edersiniz?
Ülkeye yeni bir Anayasa kazandırma adı altında, bir siyasi iktidar partisinin kendi görüşleri paralelinde hazırlanacak Baba Yasayı topluma dayatılacağını düşünmekteyim.  75 milyon nüfuslu bir ülkede 49 milyon seçmenin bulunduğu bir seçim sisteminde, 21 milyon oyla iktidar olan bir siyasi parti, Anayasa gibi çok önemli bir konuda, salt kendi siyasi görüşleri doğrultusunda, silbaştan bir Ana Yasa yapmasının  ne kadar Pembe bir tablo çizeceğini, sizlerde benim gibi düşünmekte olduğunuza inanmaktayım.
Pazar günü Meclis Başkanının televizyonda  söyledikleri doğrudur. Türkiye, bir sene sonra siyasi bir kaosun içine sürükleneceği konusunu dile getirdi. Bütününe katılmaktayım.
Ancak söylediği her bir kelimenin altını çizmek isterim. Kendisi konuşurken gözlerine dikkatle baktım.  Esas kendisine vatandaş olarak şu soru sorulması gerekirdi, ‘’ 30  senedir Türkiye Büyük Millet Meclisinde aktif siyasetci kimliğinizle, çeşitli partileri temsilen siyasetin içinde milletvekili ve Bakan olarak bunca senedir siz neredeydiniz.’’ diye Pembe pembe bir sorum geldi  söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer  
Pembe Yalanlar.doc

metin atamer

unread,
Apr 8, 2013, 3:15:27 AM4/8/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Hoş Memo
Yaptığı işleri abartan hatta büyük başarı olarak etrafına yayan insanlardan pek hoşlanmadığımı söyliyebilirim. Bazı insanlar vardır yaptığı işlere bire on katarak ballandıra ballandıra, yaygara edercesine anlatmasından nefret ederim. Ortada anlaşılmayan bir çok bilinmeyen bulunan işlerdende hiç hoşlanmam.
Bir tarlaya elinizdeki darıları bahardan evvel serperek ekersiniz. Zamanı gelince topraktan yeşil saplar çıkmaya başlar , ‘tamam’ dersiniz ’bizim tohumlar iyi tuttu’ birde yağmur zamanında yağar, toprak ıslanırsa mısırlar insan boyu kadar büyür. Olgunlaşan koçanları zamanında toplarsanız, ya hayvanlara yem yaparsınız, yada satıp para kazanırsınız. Darı ekip tarlaya buğday biçen hiç olmamıştır. Bu olaylarda istisnai durum olması mümkün değildir.
Adam icra memuru , birileri eline bir kağıt tutuşturmakta, ‘al bu kağıtta ne yazıyorsa onu yap’ denmekte. Talimatı alan icra memuru doğru kapıya dayanır, ‘ Elimde icra dairesinin emri var, burayı haciz edeceğiz ‘ diye haneye ulaşır. Yapılacak başka bir şey yok. İcraat, icra dairesinin kaçınılmaz fiili. Yapmasa olmaz , yapsa kişiler rahatsız, bir ara yol mutlaka bulunması gerekir diye düşünür icra memuru. Yarısını yapsa, yarısını yapmasa olmaz, çünki bundan evvel teskerede bir çolak iş yapmış, adamların başlarına çuval geçirilmişti. Bu sefer icra dairesinin talimatını bire bir uygulayacaktı. Gitti bir güzel taş buldu, hemde kucağına bırakılan bir taş. Eline aldı  evirdi çevirdi, ne yenilir, ne de yutulur bir taş, tuttu attı bir dipsiz kuyuya.
Siz hiç Hoş Memo adlı Milliyet gazetesinde yayınlanan çizgi romanı okudunuzmu ? Ben onu çok severdim. Hoş Memo’nun bir sevgilisi vardı , birde romanın geçtiği dipsiz vadi denilen yer. Hoş Memo kıvır kıvır saçları olan bu sevgilisine  bir türlü kavuşamazdı. Kayaların üzerinden ayağı kayar, vadiye düşerdi Hoş Memo. Vadi dipsiz olduğu için, düş düş bitmezdi bu derinlik. Düşerken Memo bir ağaç dalına tutunur. Kendini toplar yukarı çıkmaya çalışır ama bir türlü çıkamazdı. İşte bizim İcra Memurunun elindeki taş, Hoş Memo gibi, dipsiz kuyuya atılır, fakat kuyu dipsiz olduğundan çıkarmak zor olur. Hadi ver elini yoldan geçen insanlardan yardım dilenmeye.
Hoş Memo’nun tutunduğu dallar kimi zaman kırılır, daha derinlere düşerdi bu dipsiz vadide. Şimdi icra memurunun durumuda aynı. Hiç bir yetkisi ve sorumluluğu olmayan yolgeçen hanı yolcuları, verecekleri bilgiler doğrultusunda taş bulunup kuyudan çıkarılırsa, ‘Ben yaptımda oldu ‘ diyecek bizim icra memuru. Kuyu maya tutmaz, 40 akıllı kuyuya sallanıp taşı ararken, kimileri telef olacak belli, sonu hüsran olursa, İcra Memuru ‘ Yoldan geçenler beni yanılttı, bütün suç bu yoldadır’ diyerek bu davadan sıyrılacak gibi görünmekte.
Benim güzel vatanımın üzerinde oynanan oyunlar tek bir taşla ilgili olmasa gerek. Ben bu güne kadar kabul ettiğim bir anne yasam vardı, yüzde 90 nın  üzerinde toplum oyu ile kabul edilen bir Anne Yasa. bir kaç senedir bu yasa üzerinde oyun oynanmakta. Bu konu hakkında okyanus ötesinden gazeller okunmakta, verilen direktifler Türkiye de bulunan uzantılar vasıtası ile uygulamaya konulmakta. Bütün hukukcuların hem fikir olduğu bir konu olan, yasama erkin esas görev içeriği, temel yasa’yı bir başka deyişle Anne Yasanın tamamını kapsamadığı üzerinde birleşmekte. Yeni yapılmaya çalışılan Temel Yasa da esas hedef , başlıklar içinden Türk kelimesini eritmek olduğunu düşünmekteyim.
Şimdi gelin eğri oturup doğru konuşalım. Toplum artık eski toplum değil. Ensesine vurup ağzındaki lokmayı alabileceğiniz bir halk yok artık. Düşünen, okuyan ve araştıran bir toplum var ortada, tamamı olmasada toplumun yarısını oluşturmakta ve bu yurdum insanları düşünen insanlar olduğunu kabul etmemiz gerekir. Zaten iktidarın aldığı oylar toplumun diğer yarısından, sonra bütün topluma bu yarım oylarla hükmetmeye çalışmakta. Bu toplumda rahatsızlık çıkarmakta, kuyunun içindeki taşın yeri belli olmamakta. Hoş Memo’nun dipsiz vadide nereye kadar düşeceği belli olmadığı gibi bir durum.
Şimdi yurdum insan sormazmı Milletin Vekillerine ‘’Sizin görevleriniz nedir, kırmızı maroken koltuklarda oturup ne için maaş almaktasınız ?‘’ Toplumun nabzını tutma görevleri yüzlerce insan dururken, geçicide olsa başka ellere alınması doğrumudur ? Mevcut Millet Vekillerinin görevleri yerine üç beş sahne adamı, yurdum insanının tansiyonunu nasıl tutacak konusunda vatandaş gibi bende düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer   
Hoş Memo.doc

metin atamer

unread,
Apr 12, 2013, 1:35:34 PM4/12/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
 
Edirne’den Ardahan’a
Türküleri bir başka severim benim ülkemin. Her yörenin kendisine has , yöreyi anlatan , yörenin kültürünü sözle ve müzik kültürü ile harmanlanıp söylenmekte bu ezgiler. Yalın sözlerle anlatılır yaşanmış olaylar, ve duygular. Anadolu türkülerinde yaşanmamış bir duyguyu seslendirmek mümkün olmaz. Bunlardan o kadar çok örnekler vardır ki, hepsini kelimelere dökmek çok zordur.  
Öyle Türkülerimiz vardırki bir deyimle Edirne’den Ardahan’a söylenir. Yada Ardahan’dan Edirne’ye . Türküler kültür kokar, sevinç vardır içlerinde, gözyaşları vardır bazılarında . Hasret vardır, köy yaşamının bir kesididir bu türküler. O kadar çok severimki bu türküleri hatta anlamsız gelsede bazı dizileri, yinede çok güzel gelir kulağa.  
‘Öküzün yavrusunu sinek kapmış gördünmü , amanın’ . Ne kadar değişik bir anlatış şekli. Sinek nasıl kapar öküzün yavrusunu diye düşünürüz. Fakat Anadolu kültüründe ‘’ kapmak ‘’ ısırmak olduğunu yöre insanı dışında fazla bilen yoktur. Manda yuva yapmış söğüt dalına , denildiğinde, burada söğüt ağacı kastedilmediğini biliriz.  
Tiridine bandım, bedavamı sandın, para vidim aldım. Bu anlatımı bir başka sözle ifade etmeye çalışın, zorlanırsınız. Bahçede balçık ve samamandan yapılan fırına anadolunun  toprak tenceresi olan Güveç içine  sebzeyi ve eti koyup salarsınız. Anadolunun vazgeçilmez bir kültürü olan toprak fırında pişen aş mis gibi güzel kokar, hem sebze hemde et suyunu salar. Bir parça köy ekmeği kırarsınız , dalarsınız güveçteki tiridine.   
Bu gibi türküleri Anadolu’nun her bir köşesinde bulmanız mümkündür. Anadolu’nun bir başka yöresinde bir başka türkü söylenir . Bir Hotan çayı vardır türküye konu olan. Bir güzel yiğit çıkar bıyıklı, tüfenk çatar. Aşiretler bu yiğitten bahseder. Pala Remzi derler adına vay, vay. Remzi . Alem Remzi’den razı.  Sordum namı dediler, Ona bıyıklı değil yüreklidir dediler. Ne kadar güzel bir türküdür bu söylenen. Bu türkü yaşanmış bir öykünün anlatımıdır. 
Bolu beyine isyan eden bir başka yiğidin türküsüde, anadolu’nun başka bir güzel noktasını anlatır. Dağlar arasında bir ormanda yaşar Köroğlu, babasından kalma  namdır. Bir çatışmada yitirir bir gözünü baba, bu nedenle oğluna Köroğlu derler. Haksızlığa boyun eğmeyen bir mizacı vardır, bu dağ efesinin. Sonu pek mutlu değildir ama, yinede çok güzel bir ezgidir Köroğlu.  Dağlar taşlar onun acısına ağlar , hatta poyraz estiği zaman ağaçların çıkardıkları sesten onların bile Köroğlun’a ağladığını duyarız.   
Karadeniz’in öyküleri diğerlerini aratmıyacak derecede güzeldir. Engin bir söylem ve duygu vardır bu öykülerin içinde.’ Tüfeğimin sapını gülle donatacağım.’ Ne kadar güzel bir hikaye var bunda. Karadenizin hırçın rüzgarlarına ve denizin delice dalgalı olmasına paralel, yöre insanı asabidir , delişmendir. Artık bu tüfeği kullanmıyacağını ve ateşlemiyeceğini anlatmakta türküde . Bu türküde Tüfeğinin sapını gülle donatacağını ifade ederek, hırçınlığa son vereceğini söylemekte.   
Erzurum’da destan yazar Mehmedim. Ezgilerin içinde vatan evlatlarının eksik kalan yaşamları vardır söylenen. Savaşta arkadan vurulmuştur bu yiğitler. Genç yaşta delikanlılar toprağa verilmiş, ağıtlar yazılmıştır. Dul kalan gelinlerin kınalı elleri göz yaşlarını siler, hüzünleri görünmesin diye oyalı yaşmakla örterler sıfatlarını.
Trakya’da başka sözler dökülür türkülerin dilinden. Edirne’den Ardahan’a serilir yaprak yaprak, renk renk yayılır Ardahan dan Edirneye Anadolumun .  
Türkü diye adlandırdığımız halk ezgileri için kullandığımız kelime kökü Türk-i  veya Türk-ü dür . Türk e has, Türk için  demektir bu kelime . Bu söz bütün halk ezgilerinin ortak adıdır.  Bu kelimeyi ne yapacağız diye düşünmekteyim.    
Bu günlerde ise izlediğiniz  İmralıdan Kandile bir başka türkü söylenmekte. Rüzgar bir Kandil den esmekte, bir İmralıdan. Nasıl bir Ceza İnfaz Kurumudur, sanki yurtdışı iletişim sağlama müessesesi gibi çalışmakta. Kanunda ve yasada suç olan bu işlem, Devlet tarafından yapıldığında suç olmamakta. Biz ise bir dostumuzu Sincan da ziyarete bile gidemezken, bu lahana turşusu kimin perhizine katık olmakta.
Edirne’den Ardahan’a söylenir yurdumun Türk-üsü diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer       
Edirneden Ardahana.doc

metin atamer

unread,
Apr 22, 2013, 3:28:28 AM4/22/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Bilir Kişi
Ülkemizde her konuda bir bilir kişi olduğunu düşünüyorum. Bilir kişi olarak atanan insanların hangi ölçülerde olması gerek, onu bilmediğimden, bir tarihtede bir Bakanlığın malzeme alımında meydana gelen bir davada, bende bir ‘ Bilir Kişi’ olarak görev almıştım. Bütün dürüstlüğümle yaptığım bu görevden sonra ben, bir daha Bilir Kişi olarak çağırılmadığımı hatırlamaktayım.
Bu konuda kim yarar sağlar, kim zarara uğrar bunu tahmin etmem bile bu gün zordur. Bilir kişi ne ölçülerle seçilir, onu araştırmadım amma , bu konuda ülkemizde yeni tesis olan dernekler olduğunuda bilmekteyim. Istanbul da 2003 senesinde Bilir Kişi Derneği adı altında birkaç dernek kurulduğu doğrudur. Amaçları 15 madde olarak tesis edilen bu derneklerin adli ve idari yargı kurumlarına, ihtiyac duyulan, ve diğer kurumlara destek vermek hedefinde, bir kurumsal organ olarak vücut bulmuştur. 
Bu müesseseye isteyen ve kabul edilen her kez üye olup çalışabilmekte. Bu Kişilerin hukuki hiç bir sorumlulukları olmadığı gibi, bir hukuksal muazaya doğrudan etki edebilen kişi veya kurum olarak çalışmakta. Hukuksal bir karara dolaylı yön verip, hiç bir sorumluluğu olmaması ne kadar garip olduğunu düşünmekteyim. Verilen bu kararlar kimi zaman bir kişiyi ciddi zarara uğratmakta, kimi zaman olumlu netice ile taraflar sulh olmaktadır.
Bu konuda karşılaştığım iki ilginç durumu sizlerle paylaşmak istiyorum. Yargı ve yargıya etki eden önemli bir kurum olarak nitelediğim ‘’ Bilir Kişi ‘’ konusunu değerlendirmeyi size bırakmak niyetindeyim. Ortağı olduğum, yarı halka açık çok ortaklı bir şirkette, yönetimin şirket idaresini keyfi yöneterek, ortaklarını zarara uğrattığının tesbitinin yapılması için, mahkemeye dava açtık. Dava, o şehirdeki bir bilirkişiye havale edildi.
Bir zaman sonra mahkeme alehimize karar vererek, davanın düşmesine hükmetti. Kısa bir süre sonra, dava için atanan ‘’ Bilir Kişi’’ avukatımı arayarak, raporun düzenlenme şeklinde davalının ricasına uyduğunu , fakat vaad edilen maddi teahhüdün yerine getirilmediğini söyliyerek, karara itirazımız olması sonrası, dosyaya bizim dileğimizce rapor yazabileceğini belirterek, bir meblağ üzerinde anlaşmak istedi.  Ne kadar acı bir gerçek değilmi. Sizde içinizden bu konuda neler söylediğinizi duyar gibi olmaktayım.
İkinci konuda, hukuka aykırı katkı payı aldığını tesbit ettiğimiz bir hususta, Büyük Şehir Belediyesini dava ettik.  Son derecede haklıydık. Bir kaç da örnek vardı, davayı açtık. Süreç işlemeye başladı ve her konuda olduğu gibi bu konu da incelenmesi için Hukuksal bir konuyu, mesleği Mimar olan  ‘’ Bilir Kişi ‘’ye havale edildi. Hani bir doktora gidersiniz, kağıda bolca tetkik yazar, daha sonra hastanın ultrasound ve MR cihazlarında çekilmiş  verileri istenir. Zaten bu veriler geldiği zaman, doktorun vereceği karar ortaya çıkmış olur .
Bilir Kişi konusuda böyledir. Bilir kişi şöyle veya böyle karar verilmesi için tavsiyede bulunursa, gerisi teferruat olarak tamamlanır. Bizim davada aynen böyle tezahür eder. Bir binaya su bağlanması için istenilen katkı payı konusunda Mimar Bilir Kişinin ne türlü değerlendirmesi bulunur diye düşünmeyin, bizim davadaki tek kişi olarak çalışan Bilir Kişi Mimar bey, Şubat 2013 de verdiği ‘’ Bilir Kişi ‘’ raporunda, bu katkı payının Belediye tarafından geri ödenmesi yönünde olur.
Bu  karara Mahkemede itiraz eden Büyük Şehir Belediyesinin isteği doğrultusunda bu dava konusu, tekrar aynı ‘’ Bilir Kişi’’ tarafından incelenmesi istenir. Aynı ‘’Bilir Kişi’’ bu sefer Nisan 2013 de, yani bir ay sonra, bu katkı patlarının geri ödenmemesi yönünde görüş bildirir. Ne olmuştur ki aynı Mimar ‘’ Bilir Kişi’’, bir ay evvel Kara derken bir ay sonra  AK demeye başlamıştır.   İşte ‘Bilir Kişi’ müessesesi, yurdum insanının inancını, çok ucuza harcamaktadır. Bu müesseseler yıpratılmaması gerekir.
Devenin neden boynu eyri misali, gelin eyri oturup doğru düşünelim, doğru konuşalım. Hangi yargıya inanacağız, veya hangi Akil Kişi veya Bilir Kişi karara nasıl etki edecek , hangi karar içinde Hukuksal Vicdanın kararlarını bulacağız diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer          
 
 
Bilir Kişi.doc

metin atamer

unread,
Apr 27, 2013, 6:07:02 PM4/27/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Bir Fikrim Var
Küçük torunum , Mert, çok muzip mizaçlı , şakacı, kimi zaman küçük yaşına uymayan tabirler söyleyen, espirili bir karakter sergiler. Her çocukta olduğu gibi Televizyon ekranlarında sevdiği karakterlerin bütün kelimelerini alıp, hayatına uygulayan bir davranışı olduğuna inanmaktayım. Ekran deyip geçmememiz gerekir, ekran, günlük hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıdır. Onunla yatar, onunla kalkar, yaşamımızı ona göre planlayıp programlarız.
’Bu akşam Televizyonda Asiye nasıl Kudurdu programı var, bir yere gitmem’ der eşim, bizde eve kapanırız. ‘’Akşam Ahmet’ler gelecek, pastaneden birşeyler alayımmı’’ derim hanıma , eşim ‘ Bu akşam ‘Beş kocalı Hasibe var bilmem kaçıncı kanalda’ der. Müsafir eve gelince içerdeki odada bir televizyon açılır, eşim zaman zaman hem televizyonu izler, hemde müsafirleri ağırlar. İşte bu düzene ayak uyduran torunum, Ekranlardan izlediği karakterlerin sözlerinide hayatının bir parçası haline getirir.
Kanımca TRT Çocuk kanalında yaratılan PEPE, onların hayat felsefelerinin bir yönü olsa gerek. Geçen gün bize geldiğinde, her gelişte yaptığı gibi  oyuncak sepetinde ne kadar oyuncağı varsa ortaya döktü, karşısına geçip elini kaldırıp başının bir kenarına parmağını dayayarak ‘ Bir fikrim var benim ne dersin Dede ?’ demezmi. ‘ Tamam, anladım amma fikrin ne olduğunu henüz söylemedin Mert ‘ diye cevap vermem onu pek tatmin etmediğini, gözünden anlamıştım. Mutlaka düşündüğünü ifade etmekte geciken torunumun bir fikri olduğuna inancım tamdı, amma düşündüğünü söylemediğinden benimde kendisine katkıda bulunmam mümkün olmamaktaydı. Doğru söylüyordu , bir fikri mutlaka vardı amma neydi.
Ortaya dökülmüş onlarca oyuncak parçaları ve LEGO parçaları , ne yapmak istemiştide benden yardım dileyip ‘ Bir Fikrim Var Benim ‘ diye söz etmişti. Ayağımdaki arazdan dolayı, kolay yere oturup kalkamadığımdan , ne yapmamı tam olarak söylemedende, onunla oynama durumuna geçemiyordum. LEGO parçalarından bir şeymi yapacak diye düşünürken, onun başka bir konuya yönelmesinide istemiyordum. ‘Mert söyle ne yapalım, LEGO lardan arabamı yapalım, yoksa uçakmı yapalım ?’ diye soru sorduğumda mutlaka bir başka bir cisim söyler, onu yapmak için AK’ la KARA’ yı seçmek bir mesele haline gelirdi.
Bu nedenle seçimi kendisine bırakmayı daha doğru bulurdum. Hatta AK la KARA arası bir konu önerebilir diye düşündüğüm zamanlar, sessiz kalmayı daha doğru bulurdum. O hala ‘ Bir Fikrim Var Benim ‘ diye israr etmesi, benim sabrımın zorlanmasını sağlardı. Zaten LEGO parçalarından yapılabilecek fazla bir obje olmadığı için, ya birini yahutta ötekini yapmak mecburiyeti vardı. Aslında bendede kabahat olurdu, çünki bende en kolay olanı yapmak için yönlendirirdim ‘Bir Fikrim Var Benim ‘ açılımını. 
Fakat  her seferinde Mert’in aklından ne geçtiğini okumak çok zor olurdu. Bir televizyon çizgi kahramanının sözleri bütün küçük çocuklarda söyleyiş haline gelmekte ’ Bir Fikrim Var Benim’ ama, sonrası olmamakta.   
Bu gün toplumda torunumun söylediği gibi ikilemi yaşamaktayız. ‘Bir Fikriniz Varsa Söyleyiniz, Yoksa sonsuza Dek Susunuz’ mu denmiye çalışılmakta. 75 milyon insanın yaşadığı bir ülkede 7 bölge raportörlerin, ‘AKİL’ diye adlandırılan  55 kişi, toplumun nabzını tutup, toplum barışını dile getirip, elde ettikleri notları Başefendiye mi aktaracaklar diye düşünmekteyim?  
İşte burasını ne iktidar partisi mensupları, ne muhalefet millet vekilleri, ne sade vatandaş bizler bir şey bilmemekteyiz. Aslında BaşEfendi de bilmemekte. Yapılmasına yol gösteren okyanus ötesindeki büyük AĞA, diğer ülkelerde olduğu gibi bir deneme yapmaktadır. ‘Tuttu’ olursa ne ala, ama tutmassa ne olurun bir B planı olabilirmi ? Şüphedeyim.
Bakın ASALA konusunda Türkiye de yetiştirilen değerli insanlar, Fransa’da ASALA’ yı pasifize ettikten sonra, Devlet  tarafından sahip çıkılmadığı için, Susurluk olayları yaşadık.  Şimdi dağlardaki eşkiya elini kolunu sallıyarak ülkeyi terk etmesine, ülkemin emniyet güçleri hangi kanuna göre göz yumacak, endişe etmekteyim.
Silivri’de, Sincan’da şanlı Türk Ordusunun  değerli mensupları yapay belgelerle tutuklu olmalarına karşın, eşkiyaya tanınan bu ‘ Ben görmeyim, sen bildiğin yoldan ülkeyi terk et ’  söylemi hangi vicdanı susturur. Bunca kaybolan hayatların hesabı kimden sorulacak.
Bundan daha vahim olanda dağdaki eşkiyanın bildiği bir iş var, o da  ‘Adam Öldürmek’ . Kaçakcılık, Uyuşturucu Ticaretinde Kurye Olmak gibi işlere alışık olan bu eşkiya gurubu, Kandil’de, velevki Kandil’e yerleştiler, haş haş mı yetiştirecekler? Ellerindeki LEGO lardan ne yapacaklar ?
Torunumun dediği gibi, neticesini bilmediği bir soruyu ortaya atıp, herkesin bir cevap üreterek en beğendiği cevabı uygulamaya koymak için yaratılan bir soru olan  ‘ Bir Fikrim Var Benim ‘ diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
Bir Fikrim Var.doc

metin atamer

unread,
May 3, 2013, 3:17:07 AM5/3/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
İki Karakter
Bazı kimlikler vardır insanların hafızasını süsler, fakat bu kimlikler içinde bir başka değerler yatar. Bilmem hatırlarmısınız Galatasaray hayranı, Şevki isimli bir taraftarı vardı. Kendisine Karıncaezmez Şevki Derlerdi. Hakikaten karıncayı ezmezmiydi bilmemekle birlikte, 1950 model bir Opel taksi arabası vardı. Şevki Galatasaray’la yatar, Galatasarayla kalkardı. Hayatının tamamını Galatasaray süslerdi. Hiç bir maçını kaçırmazdı Galatasarayın, ve taksisinin içinin her köşesi, Galatasaray resimleri ile döşenmişti. Varsa Galatasaray, yoksa Galatasaray dı hayatında.
Esas ismi Mehmet Şevki Günay’dı, bu isim ile tanıyanlar çok azdır, amma Karınca Ezmez dendiği zaman, herkesin aklına Şevki gelirdi. Karıncaezmez’in giydiği gömlek sarı kırmızı olurdu, pantolonu sarıkırmızı, hatta yün bere takardı, o bile sarı kırmızı renkde olurdu. Galatasarayın galibiyetine en sevinen o olurdu, mağlup olduğunda da en üzülen Karıncaezmezdi.
Bazıları ona Amigo derlerdi amma değildi, bir yakasında sarı kırmızı karanfil, diğer yakasında kırmızı beyaz karanfil takardı. Tam bir memleket aşığı idi. 1919 doğumlu olan Karıncaezmez Istanbulda Belediyede otobüs şoförlüğü yapardı. Yakasına karanfil taktığından olmadığına inandığım, Belediye Otobüsleri Şoförleri Giyim Kuşam nizamnamesi çıkınca, görevinden istifa ettiği söylenir.
Galatasaray galip gelince etrafındaki taraftarlarla Taksim’e yürür, caddede trafik durur, oradanda İstiklal Caddesi yolu ile Galatasaray lisesine varıp, orada asker selamı ile okulu ve Türk bayrağını  selamlardı. 1970 li senelerde talihsiz bir itişmede, tirübinlerden aşağıya düşer ve kolu kırılır. Mağlubiyetlerin sebebi olarak Karıncaezmezi gösteren bazı fanatik taraftarların bu davranışları, Şevki’yi çok üzer ve turbinlere küser.
Kolundaki kırık ne yazıkki kaynaması düzgün olmaz , tekrar kırılır ve kangren olur. Kolunu kaybetmesinden sonra, eşide onu terk eder. Peşinden arabasına haciz gelir, bütün varlığını adadığı Galatasaray sevdasından elinde bir şey kalmaz. 23 Mart 2000 tarihinde Galatasaray’ın Mallorca’yı elediği gün hayata veda eder. Bir ömür sona erer, bütün varlığını kaybeder, sonunda elde kalan bir isim Karıncaezmez. 
İstanbul’un bir başka renkli ismi Sülün Osman’ dır. Asıl adı Osman Ziya Sülün 1923 de Istanbulda doğar. Osman Ziya’ın çocukluğu konusunda fazla bir bilgi elde olmamakla birlikte, yaptığı dolandırıcılık faaliyetleri ile ün salar. Benim temiz yurdum insanı kendine iyi niyetle yaklaşıldığını düşünerek, söylenen bir çok konuya inanır.
Taksim meydanına kurduğu paspasların üzerinden her geçen insandan para toplaması, yaratıcılık açısından inanılması güç bir girişimdir.  Dolmabahçede saat kulesinin önünde durup saat ayarı yapanlardan para toplama gösterimi ile saati satması çok kolay olur. Kullandığı erkete veya yemlik adamları nereden bulur, nasıl kurgular, düşüncenin ötesinde bir senaryo gerektirir.
Bunu başaran bir kimsenin yapamıyacağı iş kalmaz diye düşünmekteyim. Hele Taksim’de İş Bankasının kumbara tipli bir saati vardı. O saati bile sade vatandaşa satması, filimlere bile konu olması tahayyül bile edilemiyeceğini düşünmekteyim. Gerçek hayatta bu olaylar olmaz diye düşünürsünüz amma, Sülün Osman’lı Istanbul’da sıradan olabilecek bir dolandırıcılık hadisesi olarak kabul edilir. Konu hem komik, hemde şirindir. Osman Ziya Sülün hapishanede kaldığı süre içinde birde ‘Alınteri ile Yaşamak’ adlı kitap yazdığı bilinir.
Hakime anlattığı ve kendisini savunduğu bir dolandırıcılık hasisesini o kadar güzel süslerki, nerdeyse hakim bile onu haklı görmeye başlar. Kuyumcunun akşam kepenk kapatmasından hemen sonra dükkanın önünde vitrine bakan yurdum insanına yaklaşan Sülün, hasta  eşinin bileziklerini satmak için getirdiğini söyler. Kuyumcu kapalı, hasta olan eşine ilaç yetiştirmek zorunda olduğunu söyliyerek, bin liralık bilezikleri üç yüz liraya verebileceğini söyler .  Yardım sever sade vatandaş istenilen parayı verir ve bilezikleri alir. Yurdum insanı ertesi gün bilezikleri kuyumcuya götürür, sahte olduğunu öğrenince dolandırıldığını anlar.
İnsan analiz etme yeteneğinden olayı Sülün Osman’ın Fransa’ya bile konferans vermeye çağırıldığını okumuştum. Bu konferansta lisan bilmediği için Fransa büyük elçiliği birde tercüman tahsis eder.  Sülün Osman bu konferansa gitmeyi kabul etmez. Meraklı insanlar ‘ Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez niye gitmedin?’ diye sorarlar . Bu soruya cevabı çok ilginçtir ’ Tercümana güvenmedim, sahtekar birine benziyordu’ diye yanıtladığı söylenir.
Biri Karınca ezmez ülkesini, Türk  Bayrağını ve Galatasaray’ını özünden fazla seven bir insan , diğeri ise gözüne kestirdiği sade vatandaşı acımadan aldatan, ikna kabiliyeti  kuvvetli bir karakter, Sülün Osman. Bu gün yurdumun güzel insanları Karincaezmez’ler, ülkeye dağılmış ve inanmadıkları halde enjekte edilen konuları savunan 63 Sülün’leri dinlemekte diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.  
Metin Atamer 
İki Karakter.doc

metin atamer

unread,
May 12, 2013, 12:56:14 PM5/12/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
İnsan Beyni
İnsan yaşlanmaya başladığı zaman hep eski günleri aramaya başlarmış. Aklındaki hatıraların tazeliğini koruyup korumadığı üzerinde kendini dener, kimi zaman hatıralarında boşluklar bulurmuş. Bu boşlukları hissettikleri zamanda, eski resimleri araştırır, onlara bakarak arayı kapatmaya çalışırmış. Eskilerin söylediği gibi unutkanlık insan beyninin hastalığıdır, onların sözü ile ‘ hafıza-i beşer nisyan ile malûldür ’ derler.
Kanımca bu deyim her dönem için geçerlidir. Sadece bir döneme has bir unutkanlık olmasa gerek. Benim unutkan olmamın pek önemi yoktur, çünki ülkemin geleceğini etki edecek bir karar verme durumunda değilim. Olsa olsa evim ve ailem konusunda vereceğim kararlar içinde unutkan olmam, toplumu pek etki etmediğine göre zararsızdır. Şimdi bir düşünelim, yaşı biraz geçmiş bir kişi mal veya mülk konusunda bir tasarrufta bulunmaya kalksa, hemen evlatlarından bir muhalif itiraz edip, ÂKIL olup olmadığının tesbiti için mahkemeye baş vursa, ÂKIL durumunun incelenmesini isteyebilirmi ? Bunun cevabı ‘evet’ tir, isteyebilir.
Burada bir yaş sınırı olduğunu düşünmekteyim. Diyelimki yaş sınırı 65 üstü. Yani bu yaş üstündeki  kişilerin hukuki bir konuda karar verebilmesi için, Hakimin kişi hakkında ÂKIL olduğuna  karar vermesi gerekmekte. Bu arada Hakiminde yaş durumunun göz önüne alınmasında yarar vardır. Bir zaman evvel, bu gibi bir olay yaşamıştım, rahmetli Kayınpeder bir mülkünü satmış, buna kızı itiraz etmişti. Mahkeme’ye başvuran baldız, karakol marifeti ile bir polis nezaretinde kayınpederle bir hastahaneye, rapor almak için gitmiştik.
Bir doktorlar heyeti önüne çıktık. Heyetteki doktorlar, bazı sorular sormaya başladı. Heyecanlanan kayınpederim, torunlarının ismi sorulduğunda, bir torununun ismini bir anlık unutuverdi. Biz yardım etmeye çalıştık amma, doktorlar ‘’olmaz’’ dedi.   ‘Gidin biraz dolaşıp getirin tekrar ‘ dediler. Bizde öyle yaptık.
Bana da geçen gün radyoda canlı yayında sohbet sırasında ‘ En son hangi kitabı okudunuz’ diye sormuşlardı. ‘ Sevgi ‘ adlı kitabı okuduğumu ifadede güçlük çekmiştim. Kayınpederle hastane bahçesinde biraz dolaştık, daha sonra Doktorlar heyetinin karşısına geçip, her soruyu cevaplamıştı. Aldığımız raporda doktorlar kayınpederimin ‘ÂKIL karar verme bilinci’ olduğuna karar vermiş, bizde mahkemelerde sürünmekten kurtulmuştuk.
İşte bir ülkenin geleceği hakkında karar verme yeteneği konusunda da aynı uygulama olması gerekmezmi ? Ben vatandaş olarak bir yaştan sonra karar verme yetkisini Mahkemeden Hakimden almak mecburiyetinde isem ,  Millet Hakkında Önemli kararları alan Vekillerinde, mahkemeden bu ‘ÂKIL’ zihne sahip olduklarını isbatlamaları gerektiğine inanmaktayım. Bakınız ülkede bütün vatandaşlar eşit olduğunu söylüyoruz, ancak uygulamada bunu göz ardı etmekteyiz. Hele şimdi Başefendi’nin atadığı 63 ÂKIL kulunun, bu yaş sınırını çoktan geçmiş olduğunu düşünmekteyim.  
Bu arada neredeyse Millet Vekillerine ömür boyu Padişah kadar yetki tanıyıp, ülke konularında yükümlülük almadan, sorumsuz olmalarını sağlıyan bir kanun, meclisten sessizce geçecekti. ‘’Kıyak Emeklilik’’ adı ile tanınan bu yasayı bu sefer denediler, olmadı, amma bir gün bunu mutlaka yapacaklarına inancım tamdır.
Şimdi Suriye ile Türkiye arasında oluşan bu tatsız maşalık, bizim ülkemize yakışmamakta. Sınır kasabamızda oluşan vahşet, bizi komşumuzla savaşa sürüklemek isteyen güçler tarafından yapılmış olabilir.  Benim ülkemin yediyüz kilometreden fazla sınırı olan bu komşumuzun, bir zamanlar Eşkiyayı desteklediği de bir gerçektir. Onlara kamp yerleri bile tahsis edip, parasal yardım ettiğide bir hakikattir. Çok dikkatli olmamız gerektiğine inanmaktayım.
Şimdi eşkiya ‘ ben çekiliyorum ‘ dediğinde mayınlı arazilerin bir dökümü kimin elinde olduğunu düşünmekteyim. Aslında ‘ben çekildim’ dediği zaman mayınladığı araziyi kim kullanabilecek? O arazileri onlardan başka kimse  bilmediğine göre, bu araziler ülkemin toprağı değildir. Buraları bilen kişilerde envanter tutmamışsa , çekilme olduktan sonra buralarda çok vahim olayların olması mümkündür.  
Benim Yurdum insanı çok temiz ve saf olduğundan hafiza-i beşerin nisyan ile maluldür sözü çok uyduğunu düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer              
 
İnsan Beyni.doc

metin atamer

unread,
May 21, 2013, 3:19:21 AM5/21/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Ders Notu
Seneler önce üniversitedeki son  yılımda ‘complex’ adlı bir matematik dersi almıştım. Hocamızın isminin Greg olduğunu hatırlarım. Soy adının ne olduğunu pek bilmemekle birlikte, kendisi genç yaşta Üniversitede ders verebilecek formasyonu vardı. Neşeli , sevecen, konuşkan, derste Hocalık sınırını uygulayan bir şahsiyetti. Ders dışında çok iyi bir arkadaştı bizlerle. Kimi zaman evinde parti verir bizlerle bütünleşirdi.
Bir sene görev yaptığı dönemde, bir çok hafta sonu gezilerinde beraber dolaşmıştık. Matematiği bende çok severdim. Hatta Matematik bölümüne bile geçmek istemiştim amma engellere takılıp, Fizik bölümünde kalmıştık. Complex adlı dersde problem çözme yöntemleri üzerinde çok ter döktüğümü hatırlarım. Hatta boş zamanlarımda Ankara Kolejinde okuyan bazı ailelerin  çocuklarına, özel matematik dersi verirdim. Öğrencilerim arasında kimler yoktu ki. Bir çoğu Millet Vekili çocukları idi. Onları çok severdim.
Sadece Matematik değil, başka konularda da ders vermeye başlamıştım. Günümün boş saatlerinin böyle dolması ile ben harçlığımı çıkarıp, Radyodan aldığım maaşıma ek bir kazancım oluyordu. Üniversite yıllarım özel ders ile renklenirken bir gün matematik dersi verirken bir problemle karşılaştım. Ben çözememiştim. Problemde oluşan 4 bilinmeyenli üç denklemde sonuca gidememiş, ‘’ Bunu akşam eve gidince senin anlıyacağın bir düzeyde çözeyim ve yarın seninle bunu  tartışırız ‘’  diye bir yasak savuşturdum.
Ertesi sabah ilk dersimiz Complex idi. Ders bitti, öğlen yemeğine  çıkmadan evvel Greg Hocaya, bir gün evvel karşılaştığım problemi tahtaya yazdım. Başladık çözmek için  denklemleri sıralamaya. Bir tahta yetmedi ötekisine taşındık. Bir saati aşkın bir zaman sonunda bir çözümü bulduk amma, yemek sürecini neredeyse kaçırıyorduk. Neticeyi çıkarınca, problemin ne kadar basit olduğu ortaya çıkmıştı ve biz yaptığımız bu uğraşıya gülmüştük.
O dönemin bitirme imtehanlarına girmiş, pek yüksek başarı sağlıyamamıştım. Sene ortasındaki başarım iyi olmasına rağmen final neticesi pek parlak değildi. Yüksek bir kredisi olan bu dersten yüksek not almam gerekirdi. Bu dönemin bitiminde Hocam Greg Amerika ya geri dönecekti. Çok önemli bir özel durum vardı. Evdekiler bir not ortalama üzerinde  sonuç getirirsem kız arkadaşımı istemeye gidebileceklerini ifade ettikleri için, bu dersten alacağım not çok önemli idi.
Dönem sonunda neticeleri ögretmenler odalarının kapılarına asardı. Bende hepsini dolaşıp notlarıma baktım. İçimde bir burukluk vardı. Almam gereken ortalamadan bir miktar düşük bir seviyede oluşmuştu notlar. Kıvranıp durmaktaydım , bir o yana bir bu yana gidiyor, bir çözüm üretmem gerekliydi. Aklıma bir fikir geldi. Atlayıp doğru Greg Hoca’ya gittim. 
Açıkca anlattım ’’ Benim için vermiş olduğun CB notun, AA olması sana bir şey kaybettirirmi ? ‘’ diye sordum. Çok ciddi olduğumu görünce, ‘’ Bir şey kaybetmem, amma bunu neden istiyorsun? ‘ diye sordu . Bende açıkca söyledim ‘’ Şu ortalama olmassa bana kız istemiyecekler’’ dedim. Greg Hoca gülmekten neredeyse katılıyordu. Ertesi günü Amerika ya geri döneceginden bu değişimin hemen yapılması gerekirdi.
Çalışma saati neredeyse sona erecekti. Evden hemen çıktık, bir taksiye bindik, doğru okula gittik. Hocam bölüm sekreteryasında notumun bulunduğu çizelgeyi aldı ve üzerinde CB yi AA ya değiştirdi. Ben havalarda uçmaya başlamıştım. Nereden baksam not ortalamasında çok büyük bir değişiklik meydana gelmişti. O akşam Greg Hoca ile, o tarihteki Kızılay’da bulunan meşhur mekan Piknik’te kuzu şiş yiyip bira içmiştik. Kız isteme konusunu orada kutlamıştık.
Ertesi günü hava alanına kadar gidip Hocam Greg’i Amerikaya uğurlamıştım.  O hafta bizimkilere göğsümü gere gere ‘’ Haydi artık bakalım, şu kız isteme işini yapmamız gerekli çünki söz verdiniz ’’ diyerek dayatmıştım.
Geçtiğimiz hafta Reyhanlı’daki büyük katliamın sonunda vatandaşlar Başefendi’yi yanlarında olduğunu hissetmek için beklerken, kendisi büyük Ağa  Barack Obama’yı  ziyaret etmeye Okyanus’un ötesine gittiğini izledik. Nede olsa Amerika nın isteği doğrultusunda Montrö’yü by-pass edecek Istanbul’a ikinci kanal projesi için yüklü miktarda kredi gerekmekteydi.  Görüşme sürecinde bilinen konular konuşulurken, aynen benim kız isteme konusu gibi, not ortalamamdaki düzenlemeye benzer bir durum, Türkiye’nin kredi kurumlarınca notu, benim karne notum gibi, ayarlandığını düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer   
Ders Notu.doc

metin atamer

unread,
May 28, 2013, 6:59:47 AM5/28/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
BİL Tahtası
Gezdiğim ve yaşadığım her şehirde ilan tahtalarında yazılan , ve çizilen her konu ilgimi çeker, zaman harcar bakar incelerim. Geçtiğimiz günlerde bir kaç ilan afişi çok ilgimi çekti.
İlan tahtalarının birinde şu sözler yazılmış ‘ IMF ye olan borcumuzu sıfırlayan Başefendiye teşekkür ederiz imza  Ticaret Odası ‘  . Kanımca yazıyı işgüzar birisi, benim paramla, şaka yapmak için bu ilanı verdiğini düşünmekteyim. Türkiye’nin iç - dış borç toplamından bahsetmiyen bu ilan, yıllık kaç milyar dolar ihracaat yapıldığını ve  bu ülkenin kaç milyar dolar ithalatı olduğunu söylemeden bu yazıyı yazdırmak, kanımca toplumla alay etmek olduğuna inanmaktayım.     
Bir başka tabelaya baktığımda çocukluğum aklıma geldi, eskilere gittim. Yatılı okulda okuduğumuz zaman Kayseri’den Ankara’ya bir sebeple geziye geldik. O zaman, bu gün olduğu gibi, her köşe başında bir Lokanta, her sokağın başında bir ayak üstü yemek yenen yer olmadığından, yemek için gidilebilecek Lokanta adedi kısıtlı idi. Ankara’da bu günkü gibi çok Otel de yoktu. O tarihte otellerin büyük bölümü ‘Ulus’ diye adlandırılan, Ankara’nın eski bir semtinde ve Büyük Millet Meclisine yakın olan yerlerde bulunmaktaydı. Anadolunun bağrından gelen vatandaşlar, Büyük Millet Meclisinde Vekillerle görüşme sürecinde kullandıkları otellerdi bunlar.
Hatta Otellerin lokanta bölümü bile olmadığını hatırlarım. Yemek yemek için mutlaka bir lokantaya gidildiği kalmış aklımda. Bu lokantaların biride Ulus  semtinde , bir binanın alt zemin katında, yoldan daha alt kot da bulunan bir lokanta idi . İsmi Çiçek Lokantası’ydı. Fazla aydınlık değildi, ve masaların üstü , pekte temiz olmayan beyaz bezlerle kaplıydı. Buna rağmen, o tarihte Ankara’da ender bulunan çiçekler küçük birer vazo içinde her masada vardı. Okulla birlikte orada yemek yiyeceğimizi evde söylediğimde, babamın surat asılmış, ‘ Başka yemek yiyecek yer bulamamışlarmı ‘ diye bana soru yöneltmişti.
Bende konunun neden bu kadar dikkat çektiğini sormadan ‘ Hocalar karar veriyor, bizde gidiyoruz’ diye geçiştirmeye çalıştım. Evdeki çıkan bu homurdanmaya, o tarihte, pek  mana verememiştim. Seneler sonra Kızılay yöresinde ‘ Kalem ‘ diye  bir lokanta açıldı, her kes ‘ Çiçek Lokantasının devamı ‘ dediklerini hatırlarım. Istanbul’da bulunan REJANS Lokantası gibi bir yerdi. Sol eğilimli ‘ Sosyal Demokrasi ‘ adı ile anılan düşünce çerçevesinde olan insanların devam ettikleri bu mekanda, duvarlar Nazım Hikmet’in şiirleri, teyze oğlu Oktay Rıfat’ın dizileri, ve bu şairler gibi bir çok yabancı Sosyalist yazarların sözlerini içeren yazılarla kaplıydı.
Ortam loş ışıklarla donatılmış, bol sığara dumanı bulunan bu yerde, akşamları bilinen insanların hava karardıktan sonra devam ettikleri bir yerdi. Bu yere beni ilk defa rahmetli Kurtan Fişek götürmüştü. İçerdeki bol sıgara dumanının yarattığı sis, masalarda bulunan insanların, diğer masalarda bulunan müşterileri tanımaya engel teşkil etmekteydi.  Bir kez daha gitmiştim bu mekana amma, Çiçek Lokantası ile mukayese için uğramaktı niyetim. Sigara dumanından çok rahatsız olurdum, bu nedenle böyle mekanlarda fazla duramazdım.
Bir sokak üste ‘ Tavukcu’ isimli lokanta bana daha cazip gelirdi. Bol ışıklı , yenecek fazla bir çeşit olmamasına ragmen, lokanta çok kalabalık olurdu. Tek bir ürün vardı , Tavuk ve tavuk bazlı meze, kanımca Çerkez Tavuğu’da bulunurdu. Tavuklu şehriye çorbası, çeşitli tavuk ızgaralar, ve tatlı olarak tavuk göğsü sunulurdu bu mekanda.
Bu gün Ankara’da, Balgat’ta, bir caddeden geçtim, çok büyük bir lokanta açılmış , ışıl ışıl camları , lokantanın tavan yüksekliği bir kaç insan boyu, aydınlık bir görünümde ve lokantanın ismine dikkat ettim ‘ Tarihi Çiçek Lokantası’ .  İnsanlar bazı isimlerin mirasından yararlanmaya çalışmakta diye yorumladım. Lokantayı işletenlerin bu Lokantanın tarihinden haberi olmadığına inanırım, hatta bu, ve bu gibi lokanta olan Karpiç’in Ankara’nın tarihi içinde nerede durduğundan bile haberleri olmadığını da düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim, hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer     
BİLTahtası.doc

metin atamer

unread,
Jun 1, 2013, 9:48:44 AM6/1/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
 
Toplum Nabzı
Toplum psikolojisinden anladığımı söylemem doğru olmaz. Toplumu iyi analiz eden insanlar vardır , bu bilim dalında söz sahibi olanlara Toplum Bilimcisi diye bir isimle anılırlar. Bu insanların her söylediğine değer veririm. Toplumun sessiz kalıp her söyleneni yapması, her isteğe boyun eymesi kanımca küpün dolmasına kadar sürer. Bu konuda bir çok hikayelerin de olduğunu hepimiz bilmekteyiz.
Göstepe Parkı’nı talan edip bilmem kaç katlı kule gibi binaların yapılması için bir inşaat firmasına peşkeş çekilmesine İstanbul halkı ses çıkarmadı. Maltepe’de Dragos’a yakın yine kule  tipli binaların yapılmasına, üç beş kuruşluk rant için yaygara kopartılmadı. Istanbul’da Boğaziçi köprüsüne bağlantı yeri olan bir köşede, Karayollarının çok güzel korunmuş bir arazisi vardı. Bu yer, bir firmaya satılmış ve bu mekanda kule gibi binaların dikilmesine imkan sağlanmış olduğunu geçtiğimiz on sene içinde izlemekteyiz.
Eski deri  tabakhanelerin bulunduğu araziyi, yine iktidar partisi yandaşına rant temin etmesi için kulelerin yükselmelerini izlerken, küpün dolmaya başladığını hissetmekteydim. Istanbul, aslında sadece Türk insanının bir değeri olduğunu düşünmemekteyim. Bu şehrin, bütün ülkelerin kültür mirası olduğuna inanmaktayım. Yapılan bunca talan , dikilen bunca binalar birilerini zengin etmek adına acımasızca, düncesiz insanların yaptığına inanmaktayım. Zincirli kuyuda bulunan kule binaların, gayri menkule yatırılan bir ak olmayan sermaye olduğu, tevatürde olsa, söylenen sözler içinde geçmektedir.
İstanbul’un içinde yaşarken bu şekilsiz değişimi genelde görmemekteyiz. Anadolu yakasından Avrupa yakasına panaromik bakarsanız, şehrin nasıl kimlik değiştirdiğini görmeniz mümkündür. Gazetelerin gösterdiği Sultan Ahmet Camii minarelerinin arasından iki kule binanın yükselmesine Başefendinin ; ‘’ Bu hiç te güzel olmamış’’ demesi, neyi çözmekte, anlamakta güçlük çekmekteyim.
Istanbul için bir üçüncü köprü gereklimi konusunada açıklık getirilmesi gerekir. Konu kapsamında sadece köprünün iki ayağı için yapılacak ağaç katliamından ziyade olarak görmek yanlıştır. Köprünün çevre yolları ve mevcut yollara bu köprünün bağlantısı için talan edilecek ormanı da hesaba katmak gerekir.
Bu konu sadece burada da kalmayacak. Yolların etrafındaki bazı arazilerin birilerine binalar yapması için yemlendirileceğine artık adım gibi inanmaktayım. Geçtiğimiz 10 sene içinde yapılan tatbikatın bize anlattığı : Mutfakta pişirilen aynı yemek bu. İster yersiniz, ister yemessiniz.  Istanbulun silüeti değişip amorf bir durum alması kimseyi ilgilendirmediği ortada .
Geçtiğimiz son 40 senedir Heybeli Ada dan Maltepe, Cevizli ve Dragos’un arka sırtlarının çirkin gelişmesini izledim. Süreyya Gögüs Hastalıkları Hastahanesinin etrafındaki Ormanın nasıl yakılıp talan edildiğini izledim.  Gecekondu adı ile başlayıp daha sonraları apartumana  dönüşen yerleşim yerlerinin, bu güzelim şehri nasıl istila ettiğini seyretmek, bana hep acı vermiştir.
Hep bir oy peşinde, bu ülke karış karış, adım adım yağmalanmasını izlemek sizlerde nasıl etki eder, bilmemekteyim. Fakat ben her bir merhalede bu işleme göz yuman , görmezlikten gelen, her iktidara nefretim sonsuzdur. ‘’Üç Çocuk  Yapın’’ demekle bunlara ne iş üreteceğini düşünmek iki ayrı konudur. Cami yaparak bunlara iş sahası üretilmesi düşünülmemesi gerekir. Dün Ankara Çankaya’da TANIK camiinde cuma namazı çıkışını izledim. Cadde üzerinde camiin önünde dört heybetli siyah araba dikkatimi çekti. Biri 2013 model  Massaratti , 2013 model 600 Mercedesler ve bir tane 2013 model Porcshe .
Eğitim için Okul sayısı ile Cami sayısını karşılaştırın, Hastane sayısı ile cami ve mescit sayısını karşılaştırdığınız zaman gerçeği görmek için gözlük takmanıza gerek yok. Hele Doktor sayısı ile imam ve hoca sayısını karşılaştırıldığında, o zaman ülkenin bilime ve müsbet ilime ne kadar uzak olduğunu görmeniz için basit aritmetik bilmeniz gerekli. Eh Başefendi gibi bunu göremiyorsanız, sizin için dua etmek bile fayda vermez.                            
Sadece Istanbul’damı diyeceksiniz bu rant hesaplarının yapıldığı yer. Kanımca iktidarın kontrol ettiği her belediyelerde bu gerçek geçerlidir. Ankara’dada  farklı olduğuna inanmamaktayım. Nasıl bir ülkede yaşamaktayız, inanmak mümkün değil. Insanlar araziler kapatıp, sonradan imar geçirip, mevcut mülklerine yeni mülkleri katıp katlayarak değerlendirmeyi  çok iyi organize etmekteler.
İşte Gezi Parkındaki olay kanımca bardağı taşıran son damla olsa gerek. Sadece bu konuda değil, her konuda toplumun değerlerini hiçe sayan bir iktidarın, toplumdaki her kesimle yaptığı kavga gibi, Taksim’de de sindirme politikası ile birilerine rant sağlamak adına yaptığı bu hataya, halk isyan etmekte. Bir tek Istanbul değil, bütün Ülkede başlıyan bu infial, hatta ülke dışına taşıp, başka ülkelerdede bu direnişe katkı büyümekte.
Polis devleti olmaya doğru attığımız her adımda bardak dolmakta, biraz daha batağa gömülmekteyiz. 555 K konusunda olduğu gibi, toplumun değerlerini hiçe sayarak bir yerlere doğru gitmekte olduğumuzu izlemekteyiz. Bir Tarihte masum Üniversite hareketine, iktidarın FRUKO larla yaptığı şiddeti, bu gün biber gazı ile koklamaktayız diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer      
Toplum Nabzı.doc

metin atamer

unread,
Jun 4, 2013, 6:51:02 AM6/4/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Onurlu Davranış
Bundan tam 100 sene önce 18 Aralık 1913 senesinde bir mağazada kasiyer olarak çalışan bekâr Martha Frahm, Almanya’nın serbest bölgesi olan Lubeck‘de bir çocuk dünyaya getirir. Çocuğun ismine Herbert Ernst Karl Frahm adını koyar. Aslında baba Hamburg’lu bir muhasebeci olan John Möller, doğan çocuğunu, her nedense görmek istemez. Baba oğul bütün hayatları boyunca hiç karşılaşmazlar .
Genç delikanlı Frahm, üniversite yıllarında Almanya da gizli polis teşkilatı ile başı derde girer. Bizim Gestapo olarak algıladığımız gizli polis teşkilatı, bu delikanlıyı takibe alır. Siyaset konusunda israrlılığı yüzünden Almanya’da sabit bir yerde ikâmet etmemeğe zorlandığı için, takma adla çeşitli ülkelere gidip oralarda kalır. Gunnar Gaasland adı ile iki sene Norveç’te kalır.
1936 yılında Devrimci Gençlik Örgütleri Uluslararası Bürosu (Internationalen Büro Revolutionärer Jugend Organisationen) de görev aldığı tarihlerde, bu örgütün Genel sekreterliğini yapar.  Ülkeden sınır dışı edilmekten korkan Frahm , Gertrud Meyer’le hayali bir evlilik yapar. 1937 senesinde İspanya’daki iç savaşın yaşandığı dönemde, burada bir gazete muhabiri olarak çalışır.
Almanya’da aranan Frahm, Alman vatandaşlığından da çıkarılır. 1938 senesinde Norveç’e geri dönen Gunnar Gaasland takma adlı Frahm, Norveç vatandaşlığına müracaat eder. Bu ülkede gazetecilik mesleğini yapmaya başlayan Frahm, bir ara Norveç’de casusluktan tutuklanır. Hitlerin Nazi ordusu  Norveç’i işgal edince, 1940 senesinde İsveç’e geçerek, bu ülkede II Dünya savaşının sonuna kadar bir başka ad alarak, Willy Brand olarak yaşar.
Her kaldığı ülkenin lisanını çok hızlı kavrayan Willy Brandt , Savaş yılları bittiğinde, Almanya’ya  geri döner.  Brand, Berlin’de  Norveç elçiliğinde ateşe olarak çalışır.  1948 senesinde Alman makamlarından tekrar vatandaşlığa kabulü için  yaptığı müracaat olumlu olunca, Alman kimliğini Willy Brandt  olarak tescil ettirir. Bu kimlikle siyasi hayata devam etmesindeki bir başka nedende, Baba Möller ile iplerinin daha dünyaya gelişinde kopmuş olması etken olmuşmudur, bunu kimse bilmemektedir.
Almanya’nın siyasi hayatında bir önemli kilometre taşı olan Willy Brandt,  Social Democratic Party üyeliği, daha sonraları aşırı sol kanada yakın tutumlar gösterdiği bilinir. 3 Ekim 1957 senesinde Berlin belediye başkanlığına seçilir. Bu görevi sürecinde meşhur Berlin duvarının örülmesi fikrine karşı gelir ve bunun Alman topraklarında bir ayrışım anlamına gelmesini kabul etmez.
1960 lı senelerde bir kaç defa Şansölye’liğe aday olmasına rağmen üç kez bu seçimden mağlup olarak çıkar. 1966  yılında Hiristiyan Demokrat’larla, Sosyal Demokrat’ların kurdukları büyük koalisyonda Dış İşleri Bakanı ve Şansölye yardımcılığı görevini üstlenir. 1969 senesinde Partisinin oylarını arttıran Brandt,  Hür Demokrat Partiyle koalisyon hükümetine Şansölye olarak , Almanya’nın bir çok konuları  yanında, ekonomide çok önemli kararlara imza koyar.
Almanya’da bulunduğum dönemlerde, Willy Brandt, Avrupa Birliği konusunda ve Ortak Pazar düşüncesini savunan bir lider görünümünde, Alman halkı tarafından takdir edilen bir insan olarak sevildiğini hatırlarım. Ortak Pazar konusunda hem Fransa’yı, hemde İngiltere’yi ikna etmeye çok çaba harcadığını biliriz. Bu günkü Avrupa Birliğinin temel taşlarını koyan liderler içinde Şansölye Willy Brandt’ın olağan üstü emek vermesi unutulmamalıdır.
Mayıs 1974  senesinde basit bir casusluk olayında, Onurlu Şansölye Willy Brandt görevinden istifa eder. Parti üyelerinin ve Alman halkının bütün israrlarına rağmen kendi kontrolü dışında gelişen hadisede, kendinin sorumlu olduğunu düşünen Willy Brandt, görevinden istifa etmesi, siyasilerin örnek alması gereken bir davranış olduğuna inanırım. Dilerim benim ülkemi idare edenlerde bu davranışlardan ders alırlar, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer   
Onurlu Davranış.doc

metin atamer

unread,
Jun 5, 2013, 3:58:02 PM6/5/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Uysal Halk
Hani gün olur sessiz dünyada insanlar konuşmaya başlar ya, işte o zaman kıyamet günüdür derler. Bu  sözleri söyleyen kanımca bir deneyimden sonra söylediğine inanmaktayım. Bir çok söz var söylenen ve hepsindede bin mana çıkarmak mümkün. Bir deyimdir ve atla ilgilenenler bilir, sakin atın çiftesi pek olur derler. Şalgam aşa katılınca yağ sanırmış kendini,  sefil ise ata binince bey sanırmış kendini.
Bu sözler benim için söylenmemiş olsa gerek, çünki ben ata binmeyi beceren bir insanım, kanımca ata bindiğinde, sırtından atılan insanlara değindirildiğini düşünmekteyim. On senedir her fırsatta bütün yurdum insanının telaffuz ettiği bir söz var , bende katılyorum bu sözlere ‘’ Halkın sesini dinlemeyen diktatörler bir gün yıkılmaya mahkum olurlar’’ bu söz boş yere söylenmediğine inanırım.
‘’Benim vatandaşım aptaldır, bir lokma ekmeğe muhtac edip bir paket makarna verirsem istediğimi yapar’’ diye düşünmek, pek akılcıl olmasa gerek. Aslında yanında 63 adet ÂKIL adı ile tanımlanan, konuları analiz ettiklerini düşündüğümüz, bölgesel bir gurup var. Kendi aklın sana bir çok konuda doğruyu göstermiyorsa, sor bu gurup insanlara, bak ne söyliyecekler.
Konuyu sadece Gezi parkı olarak düşünen cahillere sözüm yok, çünki bu düşüncede olan insalar, hani hatırlarmısınız sütcü beygirleri vardı eskiden . Başlarına geçirilen koşullarda, göz hizlarına konulmuş bulunan iki yan deri siperlikle dar bir alana bakmak mecburiyetinde bırakırlırlarya , işte durum bu gün  aynı durum. Çok dar bir açı ile hadiselere bakarsanız, trene bakmış gibi olursunuz. Biz bu durumda olayları bir toplum bilimcisi gözünden bakmamız gerekir. Bu güne kadar olan olayları anlamak için , toplumsal baskıları incelememiz gerekir.
Yasama, yargı ve yürütme tek elde toplanması ile başlayan bir sürecte, yargıya talimat verilmesinden tutunda, Anayasadaki olmazsa olmazları değiştirme girişimleri, bu  güne gelinmesindeki en önemli nedenlerden biri olduğuna inanırım. Bataklıklarda hani ‘Quick Sand’ denilen bir doğa yapısı vardır ya, İnsan bunun içine düştüğünde, her çırpınışta biraz daha aşağıya batar. Buradan kurtuluş zordur. İşte insan hatalar zincirine bir defa başlarsa, toplum bir müddet sessiz kalır.
Hatalar devam etmesi sonunda öyle bir yere gelinirki, artık sessiz toplum haykırmaya başlar. Bu herhangi bir olay olabilir, hatta çok basit bir konuda olabilir. En önemlisi bu hareketin başlamasından sonra nerede duracağı mühimdir. Bir sokak röportajında sade vatandaşımın bir sözü beni çok etkiledi. ‘’ Başefendi yardımcısının özür dilemesi biz ve Başefendiyi bağlamaz. Bizzat Başefendinin özür dilemesi gerekir. Bu gün AK diyen Başefendinin yarın,  ‘Bu sözleri ben söylemedim’ diye karşımıza gelebilir ‘’.
Şimdi düşünmek gerek, yurdum insanı bir ülkenin başefendisine güvenmemesi çok önemlidir. Bu güven eksikliği yabancılar için yatırım ve finansman güvensizliği, tatilini geçirecek olan yabancı bir gezginin gelmemek için meşru mazereti, Olimpiyatlar için güvensiz bir ortamın oluşumu, kapısında 30 senedir beklediğimiz bir Avrupa Birliğinin ülkedeki güvensizlik ortamından ürkerek, Avrupa Birliğine almama nedenlerini bir araya getirirsek, bu ülkenin nereye doğru yelken açtığını görmemesi için bir neden gerekir.
Bu gün sessiz toplumun, ülkeyi idare edenlere ders verme durumuna gelmesini izlerken üzülmekteyim. Konuya sade iki ağacın Gezi parkından alınması olayı olarak bakılmaması gerekir. Sadece üçüncü köprünün ismine Yavuz Sultan Selim adının inatla dayatılması meseleside olmaması gerekir. Uysal toplumun sadece yargının siyasallaştırılması meselesi olmadığına inanmamız gerekir.
Bu konuda bu gün karşımızda güvenilir bir erk olmaması, hadiselerin patlak vermesi ile birlikte, Reyhanlı hadiselerinde olduğu gibi, bu kez Başefendinin Afrika’ya gitmesi, olaylar durulunca  dönerim düşüncesi doğru bir davranış değildir. Dün gece yarısı yağmur altında Ankara, Dikmen Caddesinde Emniyet müsafirhanesinin önünde binlerce vatandaşın, yağmura rağmen, protesto gösterisinde bulunmasını dikkate izledim. Hiç bir parti veya kurum bu protestoyu organize etmemesi ilginçtir. Benim vatandaşım vakurdur, ağırbaşlıdır, ne zaman durmasını bilir, yeterki kendisine güven verebilecek bir sorumlu söz versin ve bu söz güvenilir olsun diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer     
   
Uysal Halk.doc

metin atamer

unread,
Jun 11, 2013, 10:19:13 AM6/11/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Noterlik
Noterliğin tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Noterlik kurumunun ilk izlerine Sümer’lilerden kalma tabletlerin üzerinde bulunan çivi yazılarından çıkarılmakta. Sümer’liler bu kuruma BURGUL adını vermişler. Buna ait bir tabletten alınan yayında şöyle denmekte..’’ bizim kanun ve geleneklerimize göre her sözleşme belirli kurallar içinde yazılmalıdır. Yazılı olmayan sözleşmeler için hiç bir hak ileri sürülemez ve Burgul’a  baş vurulamaz.
Bu yüzden ev,bahçe,tarla,köle,hayvan satmak ,kiralamak, borç alıp vermek, mirasını ölmeden bölüştürmek, çocuğunu evlatlıktan çıkartmak,veya evlatlık almak isteyenler , yanlarında tanıkları , boyunlarında mühürleri ile babama gelirlerdi. Evleneceklerde tanıkları önünde evlenme koşullarını ,boşanma olduğu zaman kimin ne alabileceğini belirleyen bir bir sözleşme yapmak zorundalar.Eğer yazılı bir sözleşme yoksa evlenenler evli sayılmaz. Kurallarımız kesindir. Kentimizde yanlız sözleşmeleri yapan kurumsal bir kuruluş olarak BURGUL vardır... ‘’
‘’...sözleşmelere önce konusu , sıra ile koşulları, tanıkların adları, yemini, günü, ayı, yılı yazılıp her iki tarafın mühürleri basılır. En önemliside sözleşme yazıldıktan sonra yazılarının üzerine yeniden yumuşak kil kaplanması ve üzerine içindekilerin tekrar yazılmasıdır. Böylece sözleşmenin üstü kırılırsa ,içi sağlam kalır, hem yazılanlardeğiştirilemez....’’   Ludingirra ‘nın yaşam öyküsü tablet 5
Daha sonraları Roma da noterlik tarihsel olarak yerini almakta. Kimbilir belki Romalılarda bu hukuk düzenini Sümer lilerden almışlardır. Kişiler arasında özel hukuk işlemlerine resmiyet kazandırılmasına Roma Hukukunda ve bölge olarak da Kuzey İtalyada rastlanmaktadır. Modern anlamda noterlik kurumu Roma Hukukunda ortaya çıkmıştır.
JUSTİNİAN döneminde ‘’ TABELLİON’’ ların yani noterlerin görev ve organizasyon olarak hukuki bir düzenlemeye kavuşmasından sonra  11 inci yüz yılın sonlarına doğru ilk noter okulları kurulmaya başlanır. Bologna Üniversitesinde noterlik dersleri verilmesinden sonra bu alan Farklı Üniversitelerde de bilim dalı olarak kabul edildiği görülür.
Osmanlıdan önce Türk hukunda noter ve noterlik müessesesi çok eski bir geçmişi bulunmaktadır. Osmanlıda ise bu kurumun islam hukuku boyutunda gelişim göstermekte. Tanzimattan önce Osmanlı Devletinde İslam hukukunun etkisi görülmekte. Mesela Kuran da Bakara suresi ayet 282  ‘’ Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir katip onu aranızda adaletle yazsın...’’ diye belirtir.  
Buna bağlı olarak Osmanlı ‘’ Katibiadiller’’ adı ile bir noterlik hizmeti veren sınıf üretilmiştir. Daha sonraları Noterlik görevi Kadı ve Naipler tarafından yerine getirilmiştir. Mecellenin yürürlüğe girmesiyle Mukavelat Muharrirleri Nizamnamesi üretilmiştir. Bu nizamname 1913 yılında Katibiadil Kanunu Muvakkati kabul edilmiştir. Bu suretle ilk defa bir noterlik müessesesi devletin himayesine alınmış olur.   
Cumhuriyet döneminde ise hukuk sisteminde devrim niteliği yeniliklerle birlikte Katibiadil Kanunu Muvakkatinin uygulanması zorlaşmıştır. 1926 senesinde Noterlik kanunu olarak değiştirilen bu kanunun moderleşen hukuk sistemi ile uyumu için başlatılan çalışmalar sonucunda İsviçre nin Lozan ve Neuchatel Kantonları ile Avusturya Noterlik kanunları göz önünde tutularak hazırlanan 3456 sayılı noterlik kanunu 01.09.1938 senesinde yürürlüğe girer.
Bu kanun 1942, 1945, 1948, 1952 ve 1959 senelerinde bazı maddeleri değiştirilir. Bu değişikliğe ragmen Kanun ihtiyaca cevap verebilecek nitelikte uygulamaya devam eder.. 1512 sayılı Noterlik kanunu yayınlandığı 05.05.1972 tarihine kadar geçerliliği  devam etmiştir. Bu  tarihten bu günümüze kadar da bazı değişikliklere uğrayarak geçerliliğini devam ettirmektedir.  
Bu gün hukuk devleti olduğumuzun tartışılır duruma gelmiş olmasını söyleyen toplum, Meclisin Çankaya’ya bir başka noteri koyduğunu üzülerek izlediğini belirtmekte. Yasamada üretilen  kanunlar ön kapıdan girip, yan kapıdan mühür basılarak geri gönderilmekte olduğu dillerdedir. Bir Cumhura ödenen maaşa bakıyorum, bir yaptığı işe, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer   
Noterlik.doc

metin atamer

unread,
Jun 18, 2013, 10:40:19 AM6/18/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Halk Sınavı
Son üç haftadır yaşanan olayları yaşanmamış kabul edebilirmiyiz. Bence unutulması mümkün olmayan kötü bir rüyya idi gördüğümüz. Bu olaylarda yitirdiğimiz beş can vardı ortada . Yüzlerce yaralı , en önemlisi yüz binlerce kırık kalpler vardı geride kalan. Bu kadar olumsuz olayların yaşanmasına kimler sebep oldu diye arkaya dönüpte bakmamızda yarar olduğunu düşünmekteyim.
Türkiyede bireysel özgürlüklerin ve buna bağlı toplumsal özgürlüklerin derin yaralar aldığı Haziran ayını  ve bu günlerde yaşananları unutmamak gerek. ‘’ Ben demokrasi neticesi MİLLİ İRADE olarak sandıktan güçlü çıktım, bu nedenle istediğim her kanunu çıkarırım’’  gibi cümlelere dayanarak istediğiniz kanunları, toplumun karşı gelmesine rağmen çıkarılmasına toplum bir kabul eder, iki kabul eder, belki üçüncü kez kabul edebilir. Fakat önüne dayatılarak bir ideolojiyi yerleştirmeye yönelik kanun ve düzenleme gelirse, buna itirazı olacağını hesap etmemek aptallık olduğunu düşünmekteyim.
Tarikat ve Cemaatlerin etkisinin hakim olduğu bir idarenin, ülkeyi nereye götürmek istediğini üzülerek izlemek nereye kadar gideceğini, toplum olarak endişe ile takip etmekteyiz. Senelerce önce SerVekil’in  İstanbul Belediye başkanlığı döneminde, Taksim’e cami inşaa etmek sevdası vardı. Hemde Gezi parkı adı ile bulunan bu yere bir cami pinşaatı için çok uğraşı verdiğini hatırlarım. Hatta o tarihlerde de bazı bilim kurullarının  bu projeye karşı çıkmasınada, ciddi itirazlari olmuştu bu belediye başkanının . Planlı bir şekilde bu düşüncesini gerçekleştirmek için o tarihte bu günü hazırladığına  adım gibi eminim.
10 sene evvel ülkemizi çevreleyen ülkelerle Türkiye nin problemi olmadığını da hatırlarım. 10 sene içinde yalnız çevre ülkelerle değil, bir çok ülkelerle dostluğumuzun bitirildiğini izlemek insana üzüntü vermekte. ‘’ Dost ve müttefik ‘’ deyimini kanımca hiç sevmediğimi söyliyebilirim. Çünki bir ülkenin bir başka ülke ile dost olması için, müşterek menfaatleri olması gerekir. Müşterek menfaatlerin bittiği yerde dostluk sona ermiştir. Bizim dost olabileceğimiz bir ülke bile kalmaması ne kadar acıdır. Bırakın yurt dışındaki dost luk söylemlerini, ülkemin içinde toplumun bir kesimi hariç,  her kesimi ile kavgalı bir yönetim olabilirmi ?
 ‘’Bana para ile oy verenler hariç,  toplumun diğer kesitlerine hitap etmem ’’ demek ülkemin içinde yaşayan çeşitli kesitlerdeki vatandaşı yok saymak anlamına gelirki bu  endişe vericidir. Yurdum İnsanının sesini dinlemeden, toplum değerlerini kendi düşüncene göre değiştirmeye kalkmak, 1935 lerdeki Nazi Almanya sını hatırlatır.  Almanya o dönemlerde Polis Devleti haline gelmiş, Halkı, Hitler sindirmişti.
Bu güne gelirken önce Şanlı Türk Ordusunu kendi kalıplarına sokmayı denedi, bunda da muvaffak olduğunu izledik. Askerinde hür düşüncesi olduğunu kabul etmeyen bir zihniyetle, 10 sene evvelki  62 bin tutuklu yurttaşın sayısını 128 bine taşımakta başarı kazanmış bir yönetim seyretmekteyiz.  İddianame olmadan, suç yokken ve bilhassa düzmece bile olsa  delil yokken, insanların tutuklu olmalarını seyretmek, bir sabır işi olduğuna inanmaktayım.
Yönetimin ana yasada bulunan toplumun temel harçlarından en önemli varlıkalarının tartışılır hale getirilmesini izleyen halkın kübünün dolmaya başladığını seyrettik. Yurdum insanının çok sabırlı olduğunu  bilen idarede, bu sabrı denemeye kalkması çok tehlikeli olduğunu düşünmeyen bir yönetim, Atam rahmetlinin söylediği gibi ‘’ gaflet ve dalalet ve hatta hiyanet içinde’’ davranmaya başlaması ile, bizim korktuğumuz sistemin tetiğini çekmiş oldular. İşte bundan sonraki olayların gelişmesini durdurmak zordur. Bu ne Kabakcı isyanına, nede Celali isyanına benzedi,  çünki halk bilinçli ve ne yaptığını bilen bir toplum olduğunu Taksim de sergiledi.
SerVekil’in söylediği yüzdenin dışında kalan ve asla koyun olarak tanımlanmaması gereken bilinçli vatandaş topluluğu, bu düzensiz düzene isyan etmesi, ülkede endişeli, yurt dışından kaygılı izlendi. Hatta yurt dışı yayın yapan önemli kuruluşların muhabirleri, Türkiye de olayları canlı nakletmeleri, hem iyi hemde görünüm olarak kötü olduğunu izledik. SerVekil in bir tek niyeti vardı ‘’ POLİS DEVLETİNİ TEST ETMEK’’ . Bu nedenle binlerce göz yaşı fişekleri kullanıldı, sanki bedavaya alınıyormuş gibi harcanan bu fişeklerden mutlaka iktidar yanlısı bir tedarikci sebeplendiğine inanmaktayım.
Polis Devletinin şiddeti, kendi vatandaşlarını yıldırmak pahasına dehşet veren görüntüler sergiledi. Sonunda, olaylarda hayatlarını yitirmiş insanlar , ağır yaralanmış yüzlerce yurdum insanı, fakat  bu direnişte başarı kazanmış bir toplum. Böyle bir şiddetle halkın direncini denemenin gereği varmıydı ? Bence yoktu. Bu halk güdülecek koyun olmadığı görüldü.  Böyle bir eylemin ağır faturası olacağını bilmeleri gerekirdi ve sınava gerek yoktu.
Anayasada temel hak ve hürriyetler konusunda açıklayıcı bir maddeyi bütün Millet Vekilleri bilmesi gerekir. Kişisel hak ve özgürlükler konusunda  gösteri ve yürüyüş, izinli veya izinsiz mümkün kılınmakta. Buna karşı gelmek anayasayı yok saymak anlamına gelir. Hoş mevcut anayasayı değiştirmek için çok çaba sarf eden iktidar, bunda muvaffak olamamasının intikamını almak için, böyle gövde gösterisinde bulunmaması gerektiğini düşünmekteyim.
Olayların yaşandığı ilk günlerde SerVekil yardımcısı vekaleten Cumhur la birlikte, toplumdan özür  dilediği gün, Afrika dan dönünce SerVekil ‘’Benim adıma sen nasıl özür dilersin ‘’ diyerek, kendi bildiğini okuyacağını o gün söylemiştim .
Dilerim böyle bir Polis Devleti sınavı için ülkemiz tekrar imtehana girmez diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
Halk Sınavı.doc

metin atamer

unread,
Jun 24, 2013, 11:11:00 PM6/24/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
ÖKÜZ
Çok sevdiğimiz bir kişiyi daha sevimli hale sokacak bir hayvanın adı ile andığımız  çok olmuştur. Kimi zaman ‘’ Şarkıları Bülbül gibi söylüyor’’ deriz, güzel sesli bir kişiyi  tanımlarken . Bülbül, her ne kadar kuş olsada, kanatlı bir hayvandır.  Oğlumuzun başarısını anlatırken ‘’Aslan Oğlum, nasılda üstesinden geldi bu zorluğun ‘’ dediğimiz zaman, göklere çıkarırız oğlumuzu. Bu tür olayları ve  örneklerini çoğaltabiliriz.
Bu benzetmede hayvanın kimliği rol oynar. Kişiye kuş türüne eş değer olarak benzetme yapmamıza kızan olmaz amma , başka bir hayvanla güçlü yapısını dile getirdiğimiz zaman, kabullenilmesi zordur. ‘’ Ayı gibi adam’’ diyerek kişinin güçlü olduğunu ifade etmeye kalksak, ‘’Ayıp değilmi beni hayvana benzetmektesiniz’’ diye itiraz gelmesi olasıdır.   Bazı hayvanlar vardır özellikleri önemlidir. Mesela gözleri çok güzel olan iki hayvan vardır, biri Eşşek, diğeri ise devedir. Birisine ‘’ Ne kadar eşşeksin’’ denirse bu hakaret olarak kabul görür, ve insanlar bu konu için dava bile açabilir.
‘’ Sen de ne kadar kuş beyinlisin ‘’ dendiği zaman, hakaretmi, iltifatmı pek belli değildir. Önemli nedenleri vardır. Kuşların beyni küçüktür amma, onun becerilerini yönlendiren beyninin anlaşılması güç bir karmaşası vardır. Bir kırlangıçın bir günde yaptığı çamurdan yuvayı , aynı çamurdan siz yapmaya kalkın, beceremessiniz. Hangi statik hesaplarla tavana bu yuvayı yapıştırır anlayabilmiş değilim.
Bir kargayı izleyin, belki kanatlı hayvanların içinde en akıllı olanıdır Kargadır. Kimileri çok uzun yaşadıkları için Kargalar üzerinde bir çok araştırmalar yapılmıştır.  İnanılması güç bir beyne sahiptir karga. Çaldığı cevizi, alıp yüksekten sert bir zemine bırakıp kırılmasını sağlar. Sonra muzaffer bir komutan edasıyla paytak paytak yürüyüp, kırılmış bu cevizi afiyetle yer. Her cevizi alıp atmaz böyle yükseklerden, hangi cevizin atmadan evvel yeneceğini bilir Karga. Cevizin içinden kuru kısım çıkarsa, bu parçayı alıp doğru sulak bir yere götürür ve ıslatır. Bilirki ıslanan ceviz yumuşar.
Bazı hayvanlara tanrı değişik yetenek vermiştir. Kimilerinin gözleri keskindir. Kimlerinin kulakları çok hassatır. Bazı tilki türleri kışın kar ve toprak  altındaki sesleri dinleyip yiyecek arar. Bir insana ‘’ Sen ne Tilkisin ‘’ dersek kurnazlık gelir insanın aklına.
Birisi aşırı kabalık yaptığı zaman kendisine ‘’ Ne kadar Öküzsün’’ denildiği zaman, insanlıktan nasip almayan kişiler kastedilir. Aslında Öküzlere mi hakaret, yoksa tariftemi bir hata yapmaktayız, bunu tam  olarak anlıyamadığımı itiraf edebilirim.  Bir dostum tarlası için iki öküz alır. Bizim bildiğimiz öküzler. Onları mümkün olduğu kadar iyi besler. Besleme sırasında bazen muziplik olsun diye Öküz’ün sevmediği otları karıştırır. Öküz yemi yerken ağzının içinde bu otları algılar ve onları ağzının kenarından yere döker. Muzip dostum bu otları tekrar alıp samanın arasına karıştırıp verir amma,  Öküz  bu aldatmayı fark eder, ve  tekrar sevmediği otları dışarı atar. Yan dönüp sahibine öyle bir nazar gönderirki, demeyin gitsin.
Kimi zaman sabanı çekerken öküz, ön ayağındaki tırnaklar arasına taş girer. Hayvan durur, iki tırnağının arasında taş olan ayağını yukarı kaldırır, ve dönüp sahibine bakar. Dostum hemen koşup, iki tırnak arasındaki taşı yerinden alır, atar. Kimi zaman saban sert bir zemine gelir, öküz zorlanır. Öküz, vargüçü ile çekmeye başlar amma fayda etmez. Ön ayaklarını kırar, dizleri üzerine çöküp çekmek ister, aynı anda arkaya sahibine öyle bir nazar atar ki ’’ Sende biraz ittir, yardım et ‘’ dercesine  ondan yardım ister.
Öküzler saban çekerken boyunduruk tabir edilen bir düzeneye başlarını sokarlar. Saban çekerken bu boyun düzeneği hayvanın ense kısmını biraz yıpratır. Bu yarayı tamir etmek için sahibi, özel bir ot kurutulup yakar.  Küllerini yağ ile karıştırıp hayvanın ensesine sürerek, yarayı iyileştirmeye çalışır. Her bu krem sürülüşün sonunda hayvan kafasını döndürerek sahibine teşekkür edercesine bakar. Öküzle sahibi arasında çok sıkı bir bağ oluşur.
Üç beş ağaç bile olsa korumak istedikleri, ellerinde kendilerini savunacak hiç bir şey bulunmayan, düşüncelerini ve hür fikirlerini ifade etmeye çalışan sessiz toplumun üzerine plastik fişek, göz yaşartıcı bomba, ve basınçlı su fışkırtan SerVekil’in yeni Polis Develeti güçlerine halkın tepkisinin sesini dinledim. Bu insanlık dışı sindirmeyi yapan polislere toplum, gırtlaklarını yırtarcasına ‘’ ÖKÜZLER’’ diye bağırmalarına üzülerek baktım ve yadırgadım. Bu insanlık dışı hareketi yapanlara ÖKÜZ kelimesi iltifatmı, yoksa Öküzlere hakaretmi anlıyamadım. Çünki hiç bir öküz bu insanlara böyle davranmaz, düşman bile olsa karşındaki, önce insan olduğunu unutmamak gerekir diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer
Öküz.doc

metin atamer

unread,
Jul 7, 2013, 12:20:49 AM7/7/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
 
İki Avuç Mısır
Mısır’a bir çok kez gittim, hatta bir çoğunda çok sevdiğim bir dostla birlikte gitmiştim. Mısır denince insanın aklına gelen tek şehir Kahire olsa gerek, çünki Kahire demek, Mısır demek olduğuna inanırım. Kahire’nin nüfusu 17 milyon olarak tahmin edilir , bu arada Mısır’ın nüfusu kayıtlarda 83 milyondur. Bir başka deyişle ülke nüfusunun yaklaşık %25 yakın bir bölümü Kahire’de yaşar. Kahire öksürse bütün ülke hasta olur. Toplumun diğer % 75 lik bölümü, Kahire ne derse ona itaat etmek mecburiyetindedir.  Mısırda 170 den fazla Üniversite vardır ve bunların büyük bir bölümü Kahire ve civarında bulunmaktadır.
Kahire’de bir lokantada bir akşam yemeği yerken benim masama servis yapan kızın yabancı lisanda konuşması o kadar hoşuma gitti ki, çağırıp kendisine sordum,’’ Bu Ingilizceyi nerede öğrendiniz ?‘’ . Cevap olarak ‘’ Kahire Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı bölümünden mezunum’’ dedi. Hayretler içinde bir soru daha sordum, ‘’Üniversite mezunu, hemde İngiliz Dili Edebiyatı bölümünden, peki neden garsonluk yapıyorsun? ‘’ Bu soruma verdiği cevapta daha fazla şoka girmiştim.
Bu bölüm, Üniversitede ikinci okuduğu bir  bölüm olduğunu söylemişti. Üniversitede ilk Psikoloji tahsili yapmış. Buradan mezun olmuş. Bakmış iş yok, bari ikinci bir meslek sahibi daha olayım demiş. Girdiği ikinci bölümüde takıntısız dört sene bitirmiş. O da yüz binlerce işsiz Mısır genci gibi  hayata atılamamış. Bulduğu bu garsonlukta belki her iki mesleğinin ince taraflarını kullanmaktaydı , kim bilir.
Çok acımıştım bu genç kıza, ‘’ Öğretmenlik gibi bir iş bulamadınmı ? ‘’  diye sormaya kalktım, sonra utandım, yüzüme öyle bir  nazar atmıştı ki , hani ‘’ Sanki iş varda, ben niye burada garsonluk yapıyorum, onumu soruyorsun’’ der gibi yüzüme bakmıştı.
Toplumların eğitilmesi çok önemlidir, buna kimsenin itirazı olamaz. Fakat eğitim ve öğrenimin planlı olması gerekir. ‘’ Göreve geldiğimizde mevcut 70 üniversiteyi 170’ e çıkardık ‘’ demekle, toplumun tahsil seviyesini yükseltmiş  olmamaktayız. Toplumun ortalama tahsil seviyesinin yükselmesi, yalın olarak bir mana ifade etmez. Yeni nesil insanlara tahsil sonrası iş imkanı bulamıyorsanız, burada bir denklem hatası vardır. Toplumun tahsil seviyesi yükselirken, eğer yönetici olarak senin tahsil seviyen değişmemişse, yine denklemde bir  eksiklik vardır. Kültürlü halk kitlelerini ‘’ Çapulcu’’ diye değerlendirirsen çok yanlış olur. Bu yanılgıyı halk kitleleri hiç affetmez.
Mısır’ın geleceği olan tahsilli genç nesil insanlara iş ve çalışma imkanının o ülkede bulunmaması, halk kitlelerini tetiklemekte. Müslüman Kardeşler gurubunun oy potansiyelini kullanan seçilmiş ve iktidar olmuş gurubun, ülke sorunlarına cevap verememesinden kaynaklanan pasif direnişi, Kahire’de gün ışığına çıkaran Ordu, Siyasetin içinde buldu kendini.
Türkiye’nin mevcut durumu ile Mısır arasında  benzerlik bulunmamakla birlikte, her iki ülke için bir ortak yer aramak, bazılarına konuşmak ve yazmak için ortam hazırlamakta.  Mısır’ın meselesi benim problemim olmaması gerekir. Aslında ‘Arap Baharı’ diyerek ortaya çıkan, Okyanus ötesinden Mısıra gitmesi söylenen SerVekil’in, aklına geldiği gibi uluorta konuşması, bu ziyarette ortamı gerdiğini hatırlarız. Demokrasi demek sadece bir sandık demek olmadığını , toplumları yönetmeye talip olanların, ülkede yaşayan her kesim insanların düşüncelerine değer vermesi kaçınılmazdır. Kahire’de, Tahrir meydanındaki olayları her yönü ile değerlendirilmesi gerekir. Bir tarihte Adolph Hitler’de sandıktan oy çokluğu ile çıkarak iktidar olmuştu. O da Almanya ya Demokrasi getirdiğini söylemişti.   
Tahrir Meydanı ile Taksim meydanı her ne kadar bir birini çağırıştırmasının ötesinde benzerliğin olmadığını düşünmekteyim. Fakat her iki ülkede yakın tarihte meydana gelen olayları , yöneticileri , Üniversiteleri , Eğitim sistemleri, ve Demokrasi anlayışı ile din tahakkümü konularını mukayese yapmak  isteyenler karşılaştırabilir. Bu konular incelendiğinde  yüzlerce ‘’İki Avuç Mısır’’ adlı kitaplar yazılabilir.
Bizim ülkemizde bulunan ve giderek güç yitiminden kaynaklanan ‘’ Benim Dediğim Doğrudur ve bu doğru Partimizin doğrusudur’’ diyerek, parti içi vekillerin hür düşüncelerine ipotek konulması, ne kadar doğru olabilir ? Parti başkanının düşüncesi hilafına bir parti üyesi Vekilin oy vermesinin  yasaklanması gibi bir hareket, hangi Demokrasi ile bağdaşır ?  
Bu nasıl bir şeffaf demokrasidir, bunu halka izah etmeniz gerekir. Hatırlayın Führer Aldolph Hitler’in halkı selamladığı ve Halkında onu selamlaması, sağ elin parmaklarının bitişmesi, toplumun tek vücut olduğunu ifade edip, sağ kolu ileri doğru uzatarak ‘’Lidere kayıtsız İtaat’’ sembolleştirilir. Bu asırda artık  halkı koyun güder gibi yönetemessiniz. Mısır’da halk artık kültürlü, konuları araştırırken neden ve niçin diye sorgulamakta.
Kahire’deki olayların bir iç savaşa götürebileceği konusunda tevatürler olsada, her ırmak kendi mecrasında akar, diye düşünmekteyim. Toplum hareketlerini hafife almamak gerekir. Bir Devlet Başkanına ‘’One Minute ‘’ demekle yapılan hataya eşdeğer, Taksim olaylarında halkı ‘çapulcu’ ya benzetmek gibi söylenen hatalı kelimeleri, yurdum insanı kabullenemez..
Bir zamanlar Futbol Federasyonunda ‘Tek Seçici’ lik müessesesi vardı. Bu tek seçici takımı kurar , antrönere bu takım teslim edilir, yetiştirilmesi istenirdi. Tek Seçicinin kararları tartışılmaz , körü körüne itaat edilirdi. Her çıktığı maçta takım mağlup olur, kimse sorumlu olmazdı. Artık böyle günlerin çok geride kaldığını herkesin öğrenmesi lazım. Bu kadar AKIL insanların danışman olarak hizmet verdiği SerVekil’in ortaya çıkıpta ‘’ Bende hata yapabilirim ‘’   demek lüksünün olmaması gerekir, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer   
İki Avuç Mısır.doc

metin atamer

unread,
Jul 14, 2013, 8:56:35 AM7/14/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Devrin Adamı
Çocukluğumda izlemiştim Nusret beyi. Mahallenin renkli bir simasıydı.1950 senesinin başında anlaşılmaz  bir telaşı vardı. Ankara’nın Tandoğan semtinden sonra yerleşim yoktu. Tek Parti döneminde Ulus’ta, Rüzgarlı sokakta, iktidar partisinin bir binası ve aynı yerde birde Ulus Gazetesinin basıldığı merkez binası bulunurdu.
Bu gün Mebbus evleri diye adlandırdığımız mahalle, o tarihte yeni gelişmekteydi. Bütün millet vekillerinin bir arada oturduğu, bahçeli evler planlanmıştı. Hatta Ayten  isimli bir sokakta, devrin Milli Şefi’ İsmet İnönü, otururdu. Nusret beyin yazıhanesi Ulus’ta hal civarında mütevazi bir han içinde, Avukatlık bürosuydu. Bir üst katında Dr. Cihat Borçbakan’ın muayenehanesi vardı.
Bu yörede 1 Şubat 1963 senesinde, Ankara şehri üstünde havada çarpışan iki uçaktan biri olan yolcu uçağı, Ulus’taki Nusret beyin bulunduğu iş hanının biraz ötesine düşmüş, 120 kişi hayatını kaybetmişti. Nusret bey, Ulus‘taki Parti binası, Mebbus Evleri, ve kendi bürosu üçgeninde günlük mesaisini harcar, vekillerle görüşmelerini akşam mahalledeki kahvehanede, onun etrafına toplanan insanlara anlatırdı. Ne hikayeler anlatırdı bilmezdik, amma mahalle kavehanesinde onun namı çok geçerli idi.
Nusret bey çok konuşkan biriydi. Kahvehanede etrafındakiler bir kelime bile söylemeden onu dinler, Nusret bey konuşmasını bitirdikten hemen sonra ‘’ Haydi bana müsaade’’ der, etrafındakilerin konuşmasına fırsat vermeden çekip giderdi. Ne anlatır, nasıl anlatır bilmezdik amma dinleyenlerin yüz ifadelerinden , içlerinden ‘’ Vay be, ne adammış bu Nusret bey ‘’ dediklerini duyar gibi olurduk. Nusret bey tek parti döneminde iktidar partisi ile ilişkilerinin çok iyi olduğunu, kahvehanedeki müdavimler anlatırdı.
Bu konuşmaları dinleyen insanlar, kimi zaman, Vekaletlerdeki işlerini, Nusret beye söyler, onun tavassut etmesini isterlerdi. Bu isteklerin yerine gelip gelmediğini bilmemekle birlikte, Nusret beyin bu konuları çözdüğünü düşünürdük. Hatta Annemin ilk okul öğretmenliği döneminde, Kurtuluş taki ilk okula tayininde, o aracı olduğunu hatırlarım. 1950 senesinin başındaki Nusret beyin telaşını kahvedekiler pek konuşmadılar. Bizim evde de bu konu hiç konuşulmadı.
Zaman zaman bizimkilerle Mebbus evlerine giderdik. Akraba derecesinde yakınlarımız olduğundan, bu mekanda sıklıkla bulunur, konuşulanları yorumlamadan dinlerdik. 1946 senesinde kurulan Demokrat Partinin 1950 seçimlerinde başarı sağlamasına ihtimal verilmediği, konuşulan konular içinde idi. Bizim çocuk zekamızla bu konuları fazla anlamaz , olayları dışardan izlerdik. Nusret beyin 1950 senesi 14 Mayıs seçimlerinin ertesi günü, bir kaç gün mahalledeki kahvehaneye gelmediğini öğrendik.
Yeni kurulan ikinci parti iktidar olmuş, gazetelerin manşetlerinde yeni bakanların resimleri, boy boy sergilenmekteydi. Mahalledeki bir komşumuzda iktidar partisinden mebbus olmuş, hatta önemli bir yere Vekil olmuştu. Mahallede Nusret bey bir anda bu Vekilin en yakın dostu  olmuştu. Yeni iktidar partisi Ankara’nın dışı olarak bilinen bağların üstündeki bir arazide, yeni iktidar partisi üyeleri için, adına 14 Mayıs Evleri   dedikleri, seçim gününü anımsatan, yeni bir yerleşim mekanı kurarak , bütün iktidar parti millet vekillerine, bu mekanda, birer ev hızla inşaa edilmişti.
Bu gün Gazi Osman Paşa olarak adının değiştiği bu mekan, Ulus’a çok uzak kalmıştı. Nusret beyin Kurtuluş’taki evi, Ulustaki Avukatlık Bürosu ve 14 Mayıs Evleri semtleri arasındaki mesafelerin uzaklığından  dolayı olsa gerek, Ulustaki Avukatlık bürosunu,  14 Mayıs evlerine yakın, Kavaklıdere diye adlandırılan mekana taşımakta tereddüt etmemişti. Nede olsa Nusret bey her dönemin insanı idi.
Aslında 1950 seçimlerinde bir anadolu şehrinden, ve iktidar partisinden aday olmak istemişti, fakat Partinin bu isteği kabul etmediği, aslında aşikardı. Seçimlerden kısa bir süre sonra, Nusret bey mahallenin yeniden renkli siması olmaya başlamış, tekrar gündeme oturup, mevcut iktidar partisinin adamı oluvermişti. Nusret beyin kahvehane sohbetleri tekrar  başlamış, kahve muhabbeti güncelliğini yitirmemişti. Kahvehanenin hemen yanında Berber Osman’ın dükkanı vardı. Kimi zaman Nusret bey buraya traş olmaya gelir, traş olurken kahvehanedeki müdavimler dükkanı doldurur, onun konuşmasını dinlerlerdi.
Biz hep Nusret beyin mebbus olmasını bekledik. Yeni iktidar partisinden mebbus adayı olarak gösterilmesinin mümkün olabileceğini düşünmüştük, fakat bu hiç olmadı. Son 1957 seçimlerinden sonra Nusret beyin mebbusluk umudu kalmamıştı, amma yine bir ümit içinde dolaştığını izledik. Her dönemin adamı olan Nusret bey, ümit ile yaşamaktaydı.
1960 senesi 27 Mayıs günü bütün hayallerinin durduğunu gözlemledik. Nusret bey için Mebbusluk hayallerinin mumu sönmekteydi. Askeri idarenin bazı şehirlerin valiliklerine Generaller atadığı ilk aylarda, bizim mahallede oturan bir general Ankara’nın Valisi oldu. Ertesi günü Nusret bey onun en yakın dostu olmuştu. 27 Mayıs tarihini izleyen günlerde, Siyasi oluşumlar içinde kendisi için yer arayışını, daha iyi izlemekteydik. Beklentilerinden ümidini yitirdiğini sezdiğimiz dönemlerde, önce berbere gelmeyi durudurdu, sonra kahvehaneye gelişlerine son verdi ve daha sonra mahalleden taşındı. Nusret beyi  bir daha mahallede görmedik.
Geçtiğimiz günlerde gazetelerde okuduğum bir haberde, çeşitli yerlerde zamana bağlı olarak değişik düşüncelerin sözcülüğünü yapan ve zamanla her rüzgara yelken açan bir gazetecinin SerVekil’e Danışman olduğunu gazetelerden okudum. Aklıma Nusret bey geldi birden, birde  Muzaffer Hepgüler ustanın sahneye koyduğu ‘’ Siyasi Madrabaz ‘’ adlı tiyatro eseri, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
Devrin Adamı.doc

metin atamer

unread,
Jul 23, 2013, 2:19:39 PM7/23/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
İnsanoğlu
 
İnsanoğlu doğuştan güçsüz yaratılır. Bir anneye ihtiyacı mutlaka vardır. Dünyaya gelişinin peşinden onu besleyecek, kendini idare edinceye kadar yavrusunu koruması için bir anne gereklidir. Halbuki diğer canlıların yavruları doğduğundan hemen sonra, tabiatın ona verdiği bir içgüdü ile hem beslenmeye, hemde korunmaya çalışır. Annesi her ne kadar koruyup kollasada, çabaları bir yere kadar götürür.  
Kimi canlıların yavruları doğumlarının peşinden, bir kaç dakikada  kendini dünyaya getiren dişi ile koşar, yüzer ve yaşam içindeki zorluklara, annesinin yardımıyla uyum sağlamaya başlar.  İnsan yavrusu doğuştan bencil, ve ihtiraslı olarak doğar. Bütün bebeklerin ilk günden itibaren var olan egosu, çocukluk döneminden başlayarak bu bencillik giderek artar. İnsan yavrusu bebekken uyuduğunda yüz ifadesi muhteşemdir. Bir masumiyet abidesidir. Bu masumiyet perdesinin arkasında nasıl bir karakter gelişeceğini kimse önceden tahmin bile edemez.
Çocukların doğuştan genetik yapısından gelen bir karakteri vardır, ve bu karakter yaşamı boyunca çevre ile şekillenir. Şekillenen karakter kolay kolay değişikliğe uğramaz. Karakteri etkileyen dış etkenlerin içinde arkadaş yapısı, eğitim kurumları ve bilhassa çevre olaylarının bilinç altına yapmış olduğu etki, bu bütünü teşkil eder. Zaman içinde dış etkenlerle, bu karakter ve davranış şekli, insanlarda çeşitli nedenlerle olumsuz yönde değişmeye başlıyabilir.
Bazı hastalıklar vardır insanda, davranış farklılıkları yaratır. Hatta bazı ameliyatların sonunda insanda, düşünce farklılığı meydana geldiğinide söylerler. İnsanoğlu yaşam içinde sayısız hatalar yaptığına inanırım. Ben hata yapmam diyebilecek bir kimseyi düşünemiyorum. Her insanın kendi doğrusu vardır, ve bu doğru herkes için geçerli olmayabilir. Bu düşüncelerin içinde çoğunluğun doğru olarak kabul edebileceği bir konu, bazıları için yalnış olabilir. İnsanın davranışlarındaki yanlışlar, doğrulardan daha fazla olmaması gerekir.
Kimsenin sözü ve davranışı, bir başka kişi için doğru olmayabilir, doğrusu budur diye söz söylemekte acele edilmemesi gerekir. Yapısal farklılıkların , kişilik bozuklukların meydana getireceği yalnışları, bu sözlerin dışında tutmak isterim. Kişilik bozukluğu olanların söz ve davranışlarını analiz etmenin, ve üzerinde başka söz söylemenin doğru olmıyacağını düşünmekteyim.
Bir dostum vardı, kalp ameliyatı geçirdi. Sağlığı iyileşti, hayatı normale döndü diye sevinmiştik. Sonraları tutum ve davranışları anlaşılmaz bir şekilde eski değerlerinden uzaklaştı. Bir tabip dostuma, hemde kalp ameliyatı yapan bir arkadaşıma sordum, insan beyni kısa bir an bile olsa beslenmesi aksarsa, böyle davranışların mümkün olabileceğini, onlarında gözlemlediklerini söylemişti. Hatta bazı hastalıklarda kan değerlerinin değişmesi bile, davranış bozukluklarına neden olduğunu izleriz. Bu hastalıklardan biride şeker hastalığı olduğu söylenir.
Çocukluktan itibaren gelişen insan oğlu, yaşlandıkca davranış bozukluğu ortaya çıkabilir. Bunların hepsinde psikoljik bir geçmiş aramak gerekir. Bastırılmış bazı duygular ve huylar, zamanla gün ışığına çıkar ve insanoğlu  değişir. ‘’Ben hiç değişmem ‘’ diyebilen insan yok denecek kadar azdır. Her insanın hayat şartları içinde değişikliğe uğramasını kabul etmemiz gerekir.
Bu değişiklikte insan davranışı hatalar zincirine bir kerre düştümü, bu bir birini takip eden yalnış düşünceleride beraberinde getirir. Buna engel olmak mümkün değildir, çünki bu kişilerin yanına yaklaşılamaz. Onlar toplumdan ve bilhassa onu tenkit eden insanlardan  mümkün olduğunca uzak dururlar. 
Yıllar boyunca ‘ Başörtüsü ‘ konusunu kalkan eden bir kesim insanlar, bastırılmış duygularının intikamını alırcasına, toplumun diğer değerlerini hiçe sayarak, öc alma iç güdüsüne sarılmalarını, üzülerek seyretmekteyiz. Toplumları birleştirmek yerine bölmeye çalışan bir idari gurubun davranışlarını analiz etmeye gerek olmadığını düşünmekteyim. Bu görevi Psikologlara bırakmak en doğrusu olduğuna inanırım.
Ülkemizde çeşitli inançları olan insanlardan tutunda, hiç inancı olmayan kimselerinde olduğunu kabul etmemiz gerekir. İnançlı olsun, olmasın bütün toplumu idare edenlerin tutumlarından ötürü, insanların kendi inançlarını sorgulamaya başlamalarını üzülerek izlemek, hiçte hoş olmasa gerek. Polis devleti düzeninde, ülke içinde oluşturulan ve birbirlerine düşman ettirilen toplum, inanç farklılıklarını tetikleyen davranışların, sınırlarımızda komşu ülkelerimizle olan ‘ Kavga ’  düzenini geliştirmekte. Türkiye giderek yalnızlığa itilmekte. Bunu görmek için göz dokturuna değil, bir piskoloğa gidilmesinde yarar olduğunu düşünmekteyim.  
Onlarca, sözde akıllı, danışmanı olan Ser Vekilin, ülkemde insanlar açken, emekliler yaşam seviyelerinin altında hayatta kalmaya çalışırken, cari açığın tavan yaptığı bir dönemde, yıllık ihracat değerinin neredeyse iki katı ithalat yapılan bir ülkenin problemlerini bir kenara bırakıp, Akdeniz’in ötesindeki bir ülkenin yaşam sistemini sorgulamaya kalkışması, bana atalarımızın bir sözünü hatırlatmakta,  ‘Cahili Dinleyip Etme Sohbet Süzülürsün, Zımpara İle Etme Tahret Üzülürsün ‘’ diye  bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına .
Metin Atamer
 
İnsanoğlu.doc

metin atamer

unread,
Jul 29, 2013, 3:04:09 AM7/29/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
İpin Ucu
Hiç düşündünüzmü öğrenmenin yaşı nerede başlar nerede biter. Sadece öğrenme  yaşla ilgili olmasa gerek. İnsanın bir de öğrenme merakı olması gerekir. Merak yoksa öğrenme olurmu bilmiyorum. Çok sevdiğim bir dostum var, bizdeki araç kullanma merakı onda olmadığı için, ne ehliyeti, nede özel arabası var. Genelde taksi kullanır. ‘’ Bütün taksiler benim arabam, hangisini istersem ona binerim’’ derdi. 
Hatta bir başka tanıdığım avukat arkadaşım  vardı, seneler önce, çok büyük bir Holding Şirketinin  hukuk müşaviri idi. Hem aracı yoktu, hem ehliyeti, hemde uçağa katiyyen binemezdi. Uçağa karşı bir nefreti ve korkusu vardı. Bir iş için nereye gidecekse taksiye biner öyle giderdi. Hatta şehirler arası gidişinde de taksi kullanırdı. ‘’Benim beynim ve ellerim, araç kullanma gibi basit işlerle uğraşmamalı’’ derdi. Görüşüne katılırdım, hatta bir başka arkadaşım vardı, nurlar içinde yatsın, eline bıçak almaz, tabağındaki kesilecek her şeyi eşi keserdi.
O sadece çatal kullanır, yemek yerdi. Meyve soymak işide eşininin görevi idi, meyvaları soyar bir tabağın üstüne dizer, yanına bir çatal koyardı Müesser hanım. Değerli arkadaşım aslında el maharetini ameliyatlarda gösterir, genel cerrah olarak böbrek nakli ameliyatı yapardı.
Sadece öğrenme, merakada bağlı değildir. Öğrenme isteği yaşa göre değil, isteğe bağlı merak ve beceriyi gerektirdiğini düşünmekteyim. Öğrenme içinde el becerileri mutlaka insanın yaş durumuna ve yeteneğine göre, gelişmeyi kabul etmesine bağlı olsa gerek. Yetenek içinde spor branşlarınıda alabiliriz. Bazı spor dallarında kişinin  yaşı ileri olması, vücuttaki eklemlerin reaksiyonuna bağlı yavaş olabilir. Böyle durumda kişiye ne kadar öğretmeye kalksanız, yaşı ileri olanlar bazı sporları yapamazlar.
Bir başka arkadaşım vardı okulda, geçtiğimiz senelerde onuda sonsuzluğa uğurladık, beden eğitim dersinde kasa üzerinden atlama yaptığımız sürede, kasaya koşarak gelir, ellerini kasanın üzerine koyar, zıplardı. Takla atamaz,  kasanın yanına düşerdi. Sporda da kabiliyet  ve öğrenme yaşı çok önemlidir. Yirmi yaşından sonra bir kişiye jimlastik sporu öğretip , yaptırmanız için bir mucize gerekir. Bu branşta öğtrenme yaşı başlangıcı dört- beş yaş olarak kabul edilir.
Bir tarihte kızımı böyle bir spora yazdırmış, genç kızlarda beden gelişiminde jimlastik sporunun olumsuz etkisi olacağını, bir spor hekiminden duyunca, kızımı  bu sporu yapmasına son vermek, en doğru kararım olmuştu.
Toplum psikolojisinin ayrı bir bilim dalı olduğuna inanan bir kişiyim. Bu konuda Türkiye de çok önemli bilim insanları olduğunuda okumaktayım. Bu bilim dalı, toplum geliştikce, gelişmek mecburiyetinde kalmaktadır. Bir tarihte genç nesil bir gurup üniversite öğrencileri, bir üniversitede öğretim görevlisi hocanın ‘’ Bilinç ve Bilinçaltı ‘’ konulu konferansını dinlemiştim. Ahmet hoca bu konuda uygulamalı bir konferans verip, izleyenlerden bir gurup gençleri uyutup, dilediği her komutu, sujeye yaptırmasını izlerken hayretler içinde kaldım.
Konferansın içinde bir ara ‘’ Televizyon ekranlarından ben, binlerce insanın bilinç altına girip, dilediğim herşeyi yaptırabilirim ‘’ dediğini hiç unutmam.  Kanımca biz bir klinik durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünmekteyim. Toplumun tepkisi arttıkca Polis Devletinin topluma karşı daha acımasız şiddet uygulamasını izlerken, hani derlerya ‘’Kanım Çekiliyor’’, işte tam bu durumda olmaktayım. Hep aklıma Ahmet hocanın verdiği o konferans gelir.
Siz ne dersiniz bilmem amma, beni yöneten insanların icraatlarını sevmek ve desteklemek mecburiyetinde olmadığıma inanmaktayım. Beğenmediğimi haykırarak söylemek demokrasilerde normal karşılanması gerekir. Demokrasi Ahmet’e göre başka Recep’e göre başka diyemeyiz. Bu kavramı her dile getiren, kendine göre yormakta. Böylelikle yozlaşmış bir Demokrasiyi kabul etmemiz dayatılmakta. Eleştiriye dayanmak, Demokrasilerde olmassa olmazların en önemlisidir. ‘’ Ben bunu böyle tanımladım, kabul edin yoksa tutuklanırsınız’’ diyerek, SerVekil’in geçişi sırasında, yol kenarından geçen gençlerin  yere tükürmelerini sebep sayarak tutuklayan zihniyeti anlamakta güçlük çekmekteyim.
Bir tarihte Los Anglos da bir olaya şahit oldum. Kaldırımlarda filim yildizlarının isimleri bulunan sokakta gençler protesto  gösterisi için toplandılar. Yer Kodak Sütüdyoları civarında idi.  Yolun her iki tarafı polislerce kesilmişti. Toplanan halk yol ortasına konan bir kürsüden, mevcut Amerika Başkanına, akıllarına gelen her türlü melaneti okudular. Daha sonra giydirilmiş bir Başkan Bush kuklasını , sokak ortasında yaktılar. Polis hiç bir tepkide bulunmadı. Bir saat süren bu gösteriden sonra halk dağıldı, poliste çekip gitti.
Ağaçların katline Gezi Parkında karşı çıkan halkı döven Polis, SerVekil tarafından kahraman ilan edilip, bizim vediğimiz vergilerle maaş alan bu saldırgan polisleri, bir maaş ikramiyesiyle ödüllendirmesi, hangi akla uygun gelir. Bu tutum sonunda polisler topluma karşı davranışlarında daha sert olacağı kaçınılmazdır.   Kanımca ipin ucu biraz kaçtı gibi geliyor bana, siz ne düşünürsünüz bilmem amma SerVekil’in toplum pisikolojisini öğrenme yaşını geçirmiş olduğunu düşünmekteyim, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer                     
İpin Ucu.doc

metin atamer

unread,
Aug 1, 2013, 5:49:39 AM8/1/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Dilin Kemiği
Hani derlerya ‘ dilin kemiği yoktur ’ diye , biraz üstünde durunca mecazi manasının doğru olduğunu düşünmeye başladım. Neden dil de kemik yoktur ve hatta en önemlisi, duyularımızdan bir tanesidir dil. Dilimiz bizim beslenme algılayıcısıdır. Tadı onunla hissederiz, acıyıda onunla anlarız. Tuzu dilimiz bize uyarır, diğer bütün besinlerin lezzetini bu organımızla hissederiz.
Ağzımızın içine giren bütün besinlerin çiğnenmesi sırasında ağız içinde döndürülme işleminide bu organımız sağlar. Yediğimiz yemeklerin  sıcak veya soğuk olmasınıda dilimiz bize anlatır. Ağzımızda çiğnediğimiz bütün yiyaceklerin yutulmasında görev yapan DİL’imiz, vucudumuzun önemli organıdır hiç şüphesiz. Dilinizde yara çıksa yemek yeme yeteneğiniz aksar, vücudunuz  zayıflamaya başlar.
Dilimizin bir başka görevide, nefes alırken veya yemek yerken yutulan yiyecek ve içecekleri nefes borusuna göndermez ve bu işlem kendiliğinden oluşur. Yemeğin ciğerlere , havanında midemize gittiğini düşünün bir kerre. Ne kadar büyük bir karmaşa olur.
Çocukluğumda bizim eve Ankara’daki Ulus halinden ‘’KUZU KELLESİ’’ alınırdı. Ailecek bu güzel lezzeti tadardık. Yanakları ayrı bir lezzet, kuzunun beyni bir başka tadda idi. Bunların en güzeli ise kuzunun dilini kardeşler arasında  paylaşmakta yarışırdık. Tabağın kenarına konan kimyon, karabiber ve kekiğin verdiği aroma ile bu dil, en sevdiğimiz et türlerindendi. Bu alışkanlığı çocuklarıma taşıdım. Babam rahmetlik, yörük olan dedemden öğrendiği bu geleneği, dördüncü nesile kadar iletilmesinde rol oynamış olduğunu düşünmekteyim.
Dilimiz dediğimiz zaman konuştuğumuz lisanıda kast etmekteyiz. Dilimiz aynı zamanda kalimelerin çıkmasında da onemli bir görevi vardır. Bazı insanların dil yapısında ki bozukluktan dolayı kelimelerin musikisi değişir, bazende anlaşılması güç sesler oluşur. Her halkın konuştuğu bir lisan vardır ve bu halklar  kendi lisanları ile konuşur anlaşırlar.
Fransızların Fransızca, Ingilizlerin İngilizce, Türklerin Türkçe konuştukları gibi. Tabii biz konuşurken ağzımızdan çıkan sözler beyinde oluşan bir dizi ile çıkar kanımca. Bazen bu diziler sıralarını şaşırır, kelimeler anlamsız, ve maksatsız bir şekilde ağzımızdan boşalır. Aslında biz böyle söz söylemek istemeyiz amma kelimeler yuvarlanıp dökülürler.
Kimi zamanda bu çıkan kelimeler maksatlı çıkar, insanların dilinden.  Hatta sözler söylendikten sonra bir çok kişi bu kelimelerden olumsuz etkilenir. Fakat söz bir kerre ağızdan çıkmış, maksadını aşmış olur. ‘’ Aslında ben bunu öyle söylemek istemedim, maksadım insanları üzmek değil, konuya açıklık getirmek isterim’’ desede , iş işten geçmiştir. Hani işte o zaman denir ya ‘’ Dil’in kemiği yok ki kırasın’’ . Söz bizati hedefine ulaşmıştır.  
Geçtiğimiz günler de bir siyasi ekranlara çıkıp ‘’ Eylül ayında tekrar sokak gösterileri başlayacağı konusunda duyumlar almaktayız’’ diye konuşarak, toplumun böyle bir hazırlık yapmasına çanak tutmasını yadırgamaktayım. Aslında böyle olayların olmasını diler gibi bir iştah içinde  oldukları, her hallerinden belli olmakta. Kaybedilen puanların geri nasıl kazanılması  üzerine yapılan senaryolardan biri,  toplumu sokağa indirmek. Böylelikle maaş ikramiyesi alan Polis Devletinin şiddetini daha da arttırmasına fırsat verilmesini sağlamak istenmekte olduğu açıkca görülmekte. Toplumun polis devleti tarafından sindirilmesini sağlıyabilmek  gibi bir amaca hizmet edeceğine inanmaktayım.
Birileri böyle insanlara bizim hepimizin birer KUBİLAY olduğumuzu hatırlatması  gerekir . Atatürkün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, ve bu şehit kanları ile renklenen vatan , ‘’ molla’’lara bırakılmayacak kadar değerli bir topraktır, bunu herkesin böyle bilmesinde  yarar olduğunu düşünmekteyim diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
Metin Atamer 
Dilin Kemiği.doc

metin atamer

unread,
Aug 5, 2013, 7:54:22 AM8/5/13
to e-tu...@googlegroups.com, lis...@yahoogroups.com, omol...@yahoo.com, İnci Gurbuzatik
Kadir
Çok sevdiğim isimlerdendir Kadir.  Bazı arkadaşlarımın ve dostumun ismi Kadir veya Abdulkadir dir. Türkiye de Kadir ile başlayan kazalarında olduğu bir gerçektir. Adana da Kadirli  isimli önemli bir ilçenin var olduğunu da biliriz. Kadirli de çoğunlukla erkek çocuklarına Kadir ismi verilirmi, bimemekle birlikte, o kasabadan Kadir isimli arkadaşımda olmuştur.
Bu ilçenin var oluşu, bir Kadir gecesinde olmadığına inanırım. Ancak kanımca Kadir ismi sadece Mubarek Kadir gecesi doğanlara verilen isim olmasa gerek. Kadir gecesi doğmasada , Kadir ismi, çocuklara verilebilir. Bir çocuğa isim verilmesi, bir olayla ilgili olabilir. Mesela bir futbolcu vardı, ismi Ogün idi, kendisi 10 kasım 1938 de doğduğu için, bu ismin verildiğini okumuştum.   Doğumundan sonra Kadir olarak verilen isimlilerin, tekrar bir kadir gecesinde doğum gününü kutlaması ve o güne  rastlaması çok zordur. Çünki Kadir geceleri her sene değişir, tekrar aynı aya gelmesi için kanımca uzun seneler geçmesi lazımdır.
Hani oturup onun hesabı yapılabilir amma, aynı kadir gecesi olması ihtimali, oldukca düşüktür. Ben babalar gününde 18 Haziran’da baba olmuştum. Tekrar 18 Haziranın babalar günü Pazar gününe rastlaması beş on sene sonra olmuştu. Buda böyle bir şey olsa gerek.
Kadir  isimli arkadaşlarımın hepsinin Kadirli de doğmadığını biliyorum, hatta hepside Kadir gecesi doğmadığına eminim. Fakat neden Kadir ismi konulmuş, bunu bilmek zordur. Hadi Kadir’i anlayabiliriz,  fakat Abdulkadir ismi nereden çıkmış, bunu da araştırmak istedim. Bakınız Osmanlı Devleti döneminde, kuruluşundan itibaren Osman, Orhan, Murat, Mehmet, ve Ahmet isimleri çok kullanılmıştır. Hatta birinci Ahmet , ikinci Murat, Üçüncü Selim,  dördüncü Mehmet gibi isimler, yüz yıllar boyunca çocuklara konulmuş.  
Fakat ne olduysa 1800 senelerde birden Abdül Aziz , Abdül Hamit, Abdül  Mecid  gibi isimler konulmaya başladığını izlemekteyiz. Belki Abdülkadir ismi de buradan esinlenmis olabileceği mümkünmüdür, bilmiyorum. Bu ihtimalin uzak olduğunu düşünmekteyim. 
Birde isimler babalar tarafından atalarını anmak için konulduğunu biliriz. Babalar doğan çocuklarına dedelerinin isimlerini koyarak, onların hatıralarını devam ettirmek istemelerinden konulduğunu ihtimaldir. Şimdi son dönemlerde anne ve Babalar çocuklarına enteresan isimler bulmaktadır. Lügatlar açılmakta, manalar araştırılmakta, kimsenin kullanmadığı bir isim bulunmakta.
Bu isimlerin içinde neler yokki , burada bu isimleri sıralamak zordur. Yalnız çocuğa verilen  bir isim, o çocukla bütünleştiğine inanmaktayım. Bu nedenle  isim vermek çok önemlidir. Bana sorarsanız, ben oğluma Yiğit ismini koydum, birde kızım olmuştu ona Elif ismini vermiştik. Her ikiside isimleri ile müsemmel olduğuna inanırım.
Çocuklarım Kadir gecesi doğmuş olsa idi, onlara Kadir ismini koyarmıydım, kanımca böyle bir düşünceye kapılmazdım diye düşünmekteyim. Erkeklerin Kadir ismine yakın, kız çocuklarına Kadriye ismi mi verilmekte , diyede düşünürüm.  Çünki Fevzi olan erkek ismi yanında, Fevziye kız ismi olarak geçer. Nuri ve Nuriye, Lütfi ve Lütfiye isimlerinde olduğu gibi.
Küskünlüklerin ortadan kalmasına, barışın tesis olmasına  vesile olacak bir ramazan bayramı arefesinde, geçtiğimiz günde bir mubarek günü idrak ettik. Kadir günü olarak bildiğimiz bu Cuma günü, erenlerin diliye ramazanın en hayırlı günüydü. Bu geceyi Televizyon ekranlarından izlemeye çalıştım. Bir konuşmacı televizyonda söylediği bir cümle çok dikkatimi çekti, hemen kayıt ettim,  ‘’Camiler bu kutsal gecede müminlerle doldu , Mubarek gecede yaradandan mafiret dileyen, af isteyen  insanlarla dolup taştı’’ diye konuştu.  Birden  aklıma, bu ülkede ne kadar çok günahkar varmış, ne kadar çok  günah işlenmekte ki, bu günahkar toplum camilere sığmamakta, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına .
Metin Atamer     
Kadir.doc
It is loading more messages.
0 new messages