YTÜ FORUM : Dil Bilimi (Dil Bilgisi)

158 views
Skip to first unread message

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 8:53:50 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12324#12324
Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

DİL BİLİMİ (DİL BİLGİSİ)

En basit şekliyle bildirim aracı olarak tanımlanan dilin farklı tarifleri yapılmıştır. Mesela; Prof. Dr. Muharrem Ergin’e göre dil :“İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta; kendi kanunları içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık ;milleti birleştiren,koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; seslerden örülmüş muazzam bir yapı; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar ve sözleşmeler sistemidir.”

“Bir toplumu oluşturan kişilerin düşünce ve duygularının o toplumda ses ve anlam bakımından ortak öğeler ve kurallardan yararlanarak başkalarına aktarılmasını sağlayan çok yönlü ve gelişmiş bir sistem. ”(Prof. Dr. Zeynep Korkmaz)

“İnsanların meramlarını anlatmak için kullandıkları bir sesli işaretler sistemidir.” (Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu)

“Dil,insanların aralarında haberleşmelerini,duygu ve düşüncelerini, arzularını,isteklerini bir takım mesajlarla birbirlerine nakletmelerini temin eden her çeşit işaretler topluluğuna verilen isimdir.”(Prof. Dr. Ayhan Songar)

“İnsanların duygularını ve düşündüklerini bildirmek için kelimelerle,yazıyla veya işaretlerle yaptıkları anlaşma,lisan.” (Türkçe Sözlük,TDK)

Bu tanımlardan sonra dilin mahiyetini iyice kavramak için dilin özelliklerini bilmeye ihtiyacımız vardır. Esasen dilin özellikleri bu tanımların açılımıyla aynıdır:

Dilin Özellikleri

1. Anlaşma aracıdır: Dilin birinci ve asıl fonksiyonu anlaşma aracı olmasıdır.” Ancak onun vasıtalığını yanlış anlamamak lâzımdır. Zira dil,tabiî bir vasıtadır. Gelişigüzel bir vasıta,maddî bir vasıta,gelip geçici iğreti bir vasıta,bir alet değildir. Dil,canlı bir vasıta gibidir. İnsanlara, fertlere hizmet eder; fakat insanların, fertlerin keyfine tâbi değildir. İnsanlar, onu istedikleri biçime sokamazlar, ona değişik bir şekil veremezler. Onu olduğu gibi kabul etmeğe,onun hususiyetlerine dikkat etmeğe,onun tabiatına uymağa, onun kanunlarına boyun eğmeğe mecburdurlar. Dilin bütün hayatı kendiliğinden oluşur. Onun doğuşu ve ortaya çıkışı da, tabiî şekilde vuku bulmuştur, hayatı ve kullanılışı da,tabiî bir şekilde cereyan eder.”

İnsanlar aynı mekânda saatlerce,günlerce,aylarca,hatta yıllarca birlikte kalsalar bile duygu ve düşüncelerini belirtmedikleri zaman aralarında bir mesaj akışı sağlanamaz. Duygular,düşünceler,istek ve arzular ancak açığa vurmak suretiyle başkalarına taşınabilir. Bu ise iletişimi ortaya çıkarır. İletişim,bir duygunun, bir düşüncenin bir zihinden başka bir zihne aktarılmasıdır. İnsanlar, aralarında iletişimi sağlamak için çeşitli metotlardan faydalanırlar: Dil,işaretler,jest ve mimikler...vb. gibi. Çağın teknik gelişmelerine göre bunlara başkaları da ilave edilebilir. Ancak şu bir gerçektir ki insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en kolay ve en etkili anlaşma aracı dildir.

İnsan,en mükemmel varlık olduğu için,onun kullandığı anlaşma aracı da,kendi tabiatına uygundur.

2. Tabilik : Dilin en önemli özelliklerinden birisi de tabiî bir varlık oluşudur. Toprak tabiî, at, tabiî; araba ise yapmadır. Biz,toprak yapamayız,ama toprağı ihtiyacımıza göre şekiller vererek kullanırız:Ker***,kiremit,tuğla...gibi. Araba ise yapmadır. Bu yüzden ona istediğimiz rengi,şekli,kısaca her tasarımı verebiliriz. Ya ata? Ata istediğimiz şekli vermeye kalkarsak atı da kaybederiz. Dil de tıpkı at gibi tabiîdir,yani yapma değildir. Dil yapma olsaydı,insanlar farklı farklı dillerle konuşmak ve yazmak yerine ortak bir dil yaparlar,onu kullanırlardı. Nitekim Esperanto da bu sebeple kullanılamamıştır.


3. Kuralları vardır: Her dilin kendine özgü kuralları vardır. Bu kurallar dilin tabiatından ortaya çıkmaktadır. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse biz önce kuralları koyup bu kurallara göre dili şekillendirerek konuşmuyoruz. Mevcut kuralları ,dilin tabi yapısından tespit ediyoruz. Mesela; Türkiye Türkçesinde fiilin şimdiki zamanda yapıldığını belirtmek için - yor ekini kullanıyoruz. Bizim bu eki değiştirmek gibi bir tasarrufumuz olamaz. Dilin yapısı,kuralları ve kelime hazinesi,milletin anlayışı,dünya görüşü ve felsefesiyle yakından Dilin yapısı,kuralları ve kelime hazinesi,milletin anlayışı,dünya görüşü ve felsefesiyle yakından hareketli bir hayat yaşayan bir milletin meramını anlatmak için zamanı yoktur. Bu sebeple yerine göre gel, sor,al,yaz,bil ... kelimeleri bir isteğin ifadesi için yeterli olmaktadır.

4. Canlıdır: Dil, kendi kanunları içerisinde yaşayan canlı bir varlıktır. Canlıların ortak özelliklerinden olan doğma,büyüme ,gelişme gibi özellikler dil için de geçerlidir. Ahmet Haşim dilin kelimelerini yapraklara benzetiyor. Yapraklar ilkbaharda büyümeye başlıyor,yazın hâlâ dallardadır. Sonbaharda yapraklara benzetiyor. Yapraklar ilkbaharda büyümeye başlıyor,yazın hâlâ dallardadır. Sonbaharda kelime ihtiyaçtan ortaya çıkıyor bir süre kullanılıyor ve belli bir zaman sonra kullanımdan kalkıyor. Mesela; kağnı’nın kullanımdan kalkmasıyla birlikte kağnı kelimesi ve kağnıyı oluşturan parçaların her birine verilen adlar da kullanımdan kalkmaktadır. Yalnız bu demek değildir ki şimdi her birine verilen adlar da kullanımdan kalkmaktadır. Yalnız bu demek değildir ki şimdi kendi zamanının dilidir. Hiç kimse geçmiş bir devrenin de, gelecek bir zamanın da dilini kullanamaz.”
Ölü bir kelimeyi zorla günlük dile sokmaya çalışmak bir ölüyü diriltmeye benzer ve bir netice vermez. Mesela, aslı Arapça olan kitab kelimesini biz kitap şeklinde kullanıyoruz. Eski Türkçe’de kitabı ifade eden bir betik kelimesi varsa biz bu kelimeyi niçin kullanmıyoruz , demek dilin canlılık özelliğine uymaz.

5. Gizli anlaşmalar sistemidir: Dilin doğuşu konusunda çeşitli teoriler ortaya atılmıştır ve bu değerlendirmelerle ilgili tartışmalar da devam etmektedir.

Acaba ilk insanlar nasıl anlaşıyorlardı? Niçin milletlerin dilleri farklı farklıdır? gibi soruların sayısını artırabiliriz. Bunun gibi sorulara verilecek cevaplar da birbirinden farklı olacaktır. Şurası bir gerçektir ki bir dildeki kelimeler ve kelime dizileri konusunda o milletin bütün fertleri tarihin bilinmeyen döneminde gizli bir anlaşma yapmışlardır. Aynı nesne için Türkler taş derken Araplar hacer, Farslar seng, Ruslar kamin ,İngilizler stone demişlerdir.” Böylece her kavmin ayrı bir dili olmuştur. seng, Ruslar kamin ,İngilizler stone demişlerdir.” Böylece her kavmin ayrı bir dili olmuştur. ve temayüllerinin ayrılığındandır. Her millet kainatı kendisine göre seslendirmiş,aynı eşyaya her millet ayrı seslerle karşılık icat etmiştir.

6. Milletin ortak malıdır: “Kendi kanunları içinde yaşayıp giden tabiî ve canlı bir varlık olarak dil, insanın üzerinde,ferdin üstünde daima müstakil bir hüviyete,ayrı bir benliğe sahiptir. Dil bazı insanların veya zümrelerin değil ,bütün bir milletin ortak malıdır. O yalnız yaşayan neslin değil,ecdadın da,torunların da üzerinde hakkı olan derinliğine ve genişliğine bütün bir millet malıdır,millet emanetidir,millet mirasıdır,millet istikbalidir.

7. Sosyal bir kurumdur: Dil tek tek fertleri değil bütün bir milleti ilgilendirir. Millet olmanın da birinci vasfı aynı dili konuşmaktır. Milletin sahip olduğu değerler içerisinde dil birinci sırayı almaktadır. İnsanın,milletin sosyalliği kadar dil de sosyaldir...
 
 



Yıldız Teknin Üniversitesi Gayri Resmi Web SitesiYTÜ PLATFORMU'na Hoşgelsiniz...
YTÜ PLATFORMUNU KARALi COMPUTER HAZIRLAMIŞ VE SUNMUŞTUR...
Bilgi, İstek ve Şikayetleriniz için KARALi COMPUTER'a yazın: in...@karalicomputer.com

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 8:54:17 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12325#12325

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Dil bilimi, genel anlamıyla, önce her tür ve her düzeydeki dilleri araştıran ve inceleyen, bu dillerle ilgili genelceleri bulmaya çalışan, bu yolda yöntemler geliştiren bilim dallarının ortak adı olarak alınmıştır. Bu bilim dalının en önemli özelligi, buyurucu degil, belirleyici olmasıdır. Daha somut bir örnekle açıklarsak; bir hekim için, anatomi bilimi neyse; bir dil ögreticisi için dil bilimi de odur. Bilindigi gibi anatomi bilimi de buyurucu degildir ve olamaz. O, organların yapılarını, yapı ilişkilerini, görev ve işlevlerini inceler, saglıklı ve saglıksız durumlarını belirler. Hekimlik bilgisi ise buyurucudur; saglıksız vy kusurlu sayılan bir durumun düzeltilmesi için zamana ve şartlara göre yapılması gereken şeyleri buyurur. Hekim de bu buyrukları yerine getirmeye çalışır.

Dil bilimci, belli bir kullanım alanı ve düzeyi için, belli bir dili vy dilleri inceler; bu dilin vy dillerin ifade inceliklerini belirlemeye çalışır; söz konusu dili vy dilleri gerektiginde başka dillerle karşılaştırır; gerekiyorsa belli bir dilin ifade gücünü artırmanın yollarını göstermeye çalışır. Dil ögreticisi, dil bilgisi ögretmeni ise, belli bir dilin benimsenmiş kurallarını belletmeyi ve uygulatmayı görev edinmiştir; onun için olandan çok, olması gereken önemlidir. Nasıl hekimlik bilgisi, anatomi biliminin uygulama alanlarından biriyse, dil bilgisi de, dil biliminin uygulama alanlarından birisidir. Canlılarla canlı sayılabilecek varlıklar (örn.: insan - makina) arasındaki iletişim kuralları, her makinanın "kullanım kılavuzu"nda gösterildigi gibi; canlılarla cansızlar (örn.: insan - fizikoşimik dünya) arasındaki iletişim kuralları da çeşitli bilim dallarının "uygulama kaynakları"nda ele alınır. İnsanla insan arasındaki iletişim kurallarının sözlü, özellikle sözlü dil üzerine kurulmuş yazılı bölümü ise "dil bilgisi çalışmaları"nın konusunu oluşturur.


Dil bilimi konusunda yeteri kadar bilgisi olmayan dil bilgisi uzmanları için, dil, bütün etkinlikleriyle büyülü bir varlık görünümü kazanır. Bazıları onun canlı olduguna inanır. Bazıları, onu ulus olmanın tek ve yeterli şartı sanır. Hal bu ki, dil, büyülü degil, büyülemek için de kullanılan bir araçtır. Canlıların en belirgin özelligi, dogmak, yaşamak ve ölmektir. Dil ise, dogmaz; yapılır; ona, kullanıcılarının müdahale hakkını, aralarındaki iletişimin ihtiyaçları belirler. Yaşamak ise, dil için, kullanımda olmak demektir. Dil, ölmez de, ama aşırı müdahalelerle bir ölçüde bozulabilir. Yine de, dil, insan oglunun kullandıgı takımlar arasında yapma ve bozma özelligi en fazla olanlarından biri olmasına ragmen, en az bozulanı ve onarımı en kolay olanlarından biridir de. Dil için ölmek, kullananları belki öldügü için, kullanımdan kalkmış olması demektir. O halde dil canlı da degil; canlılar arası iletişimi saglamakta kullanılan bir araçtır.

Dil birligi, ulus olmak için yeterli degil; ulus olarak kalmak için gerekli şartlardan biridir. Tarihin akışı içerisinde çeşitli sebeplerle oluşan sosyokültürel şartlar bazan degişik dilleri kullanan insanları birlikte yaşamaya zorlar. Birlikte yaşayan insanlar, biribirleriyle kaynaşarak ulus olmayı amaçladıklarında ortak bir dili de benimserler. Bazan bir yabancı dilin inceliklerini ana dilimizden, kültürünü kendi öz kültürümüzden daha iyi ögrenmiş olmamıza ragmen, o dilin ve kültürün sahibi olan ulustan olamayız. Çünkü, dili ve kültürü edinmek akıl işi, kendisini bir ulustan hissetmekse gönül işidir.
Dil bilimi konusunda yeteri kadar bilgisi olmayan dil bilgisi uzmanları için, dilin ögeleri şekil olmaktan kurtulup asıl görevleri olan anlam taşıma düzeyine ulaşmakta güçlük çekerler. Bunlar için,

"Ders+//+i+ñ+i çalış-//-t+ı+//+ñ mı sınıf+//+ı+ñ+ı geç-//-ecek+//+sin."

cümlesindeki

"çalış-//-ır+//-sa+ñ"ın eşdegeri "çalış-//-t+ı+//+ñ mı", "çalış-" eyleminin "görülen geçmiş zamanının 2. teklik kişisinin soru şekli"dir.

"Ev+//+den gel-//-i+yor+//+um."
"Ögren-+ci+//+ler+i+m+den bir+//+i+n+i gör-//-d+ü+//+m."
"Kahve+//+ø+ñ+iz+den bir+//+i+si iç-//-miş."
"Ben+//+den büyük+//+sün+üz."

.......
cümlelerindeki "+den" eki, "ablatif/ayrılma/ / /den/ vs. hali" ekidir.
Bunlar "gel-//-me-//+m" , "gel-//-me-//+yiz" çekimli şekillerinde "geniş zaman" ekine ne oldugunu açıklayamazlar. "okul çanta+//+sı"ndaki "+sı"yı, bir zamanlar benim de yaptıgım gibi, "iyelik 3. teklik kişi eki" sanırlar.
Bunlar için,

"Bu kitab+//+ı sen de oku-//-muş+//+sun+dur."
cümlesindeki "+dur" eki "bildirme 3. teklik kişi eki"dir ve İngilizcedeki "is"in, Fransızcadaki "est"nin, Almancadaki "ist"in karşılıgıdır. Bunların önemli bir kesimi "ses"le "harf"i ayıramazlar. Bu yüzden, yazı devrimimizin başlıca nedeni olarak, bin yılı aşkın bir süre Türkçeyi yazmakta kullanılmış Arap harflerinin Türkçenin seslerini karşılamakta yetersiz oldugunu ileri sürer; gerçekleri araştırmayı düşünemezler. Bunların yazdıklarında "sesli harf" ve "sessiz harf"ler vardır. "sagır kef", "nazal nun", "geniz 'n'si"; "gırtlaklı/bogazlı/hırıltılı hı" gibi ne ifade ettigi açık olmayan ses bilgisi terimleri kullanılmıştır

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 8:54:46 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12326#12326

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
DİL BİLİMİ TÜRK YAZI DİLİNİN GELİŞMESİ VE TARİHİ DÖNEMLERİ

Eski Türkçe: Türkçe''nin ilk dönemidir. Başlangıçtan, 12-13. asra kadar olan zamanı içine alır. Türkçe''nin ele geçmiş ilk büyük eserleri, 8. asrın ilk yarısında yazılmış olan Orhun Abideleridir. Fakat, bu abideler, çok işlenmiş bir dille yazılmıştır. Bundan, Türk yazı dilinin başlangıcının birkaç asır daha önceye çıktığını anlıyoruz.


Orhun Abideleri''nin dilini, Danimarkalı bilgin Thomsen çözmüştür. Bu abidelerdeki metinlerin büyük bir kısmı, Prof. Dr. Muharrem Ergin tarafından Türkiye Türkçesi''ne aktarılmıştır.

Türk yazı dilinin ilk dönemi, Eski Türkçe''dir. Bundan daha önceki dönem ise, Türkçe''nin karanlık dönemidir. O dönem, artık Eski Türkçe''nin, Çuvaşça ve Yakutça ile bunlardan daha ileride, diğer
Altay dilleri ile birleştikleri dönemdir.

Orta Türkçe: Kuzey-Doğu Türkçesi: Orta Asya''da ve Hazar Denizi''nin kuzeyinden yayılan Türklük kolunun gittiği ülkelerde, Eski Türkçe''den sonra kullanılan yazı dilidir. Eski Türkçe''nin devamı niteliğindedir.

Eski Türkçe''nin, Orta Asya''da ve kuzeydeki yeni yazı dillerine bir geçiş safhası durumundadır. Bu yazı dili, 13 ve 14. asırlarda kullanılmıştır. 15. asırda; içindeki iki kol iyice farklılaşarak, bu yazı dili, Kuzey Türkçesi ve Doğu Türkçesi olarak ikiye ayrılmıştır.

Kuzey Türkçesi: 15. asırdan zamanımıza kadar gelen ve Kuzey Türklerinin kullandığı yazı dilidir. Bu yazı dili, Kıpçak şivesine dayanır. Bu sebeple, Kuzey Türkçesine, Kıpçak Türkçesi ve Tatar Türkçesi de denmektedir.

Doğu Türkçesi : 15. asırdan zamanımıza kadar gelen ve Orta Asya Türklerinin kullandığı yazı dilidir. Çağatay Türkçesi ismiyle de anılır. Bugün, yerini modern Özbekçe''ye bırakmıştır. Doğu Türkçesi, Doğu ve Batı Türkistan şivesine dayanır.

Batı Türkçesi: Eski Türkçe döneminden sonra ortaya çıkan, iki yeni yazı dilinden biridir. Hazar Denizi''nin güneyinden, batıya yayılan Batı Türklerinin kullandığı yazı dilidir. 13. asırdan günümüze kadar devam etmektedir.

Batı Türkçesi, Oğuz şivesine dayanır. Bu sebeple, Oğuzca ismiyle de anılır. Türklüğün, en büyük ve en verimli yazı dilidir.
Azerî Türkçesi-Osmanlı Türkçesi: Oğuz Türklerinin vatanı; Hazar Denizi''nden, Orta Avrupa''ya ve Kırım''dan, Afrika''ya kadar çok geniş bir sahaya yayıldığı için; zamanla Oğuzca içinde, Doğu ve Batı Oğuzca olarak iki saha belirmeye başlamıştır. Doğu Oğuzcası, Azerî Türkçesi; Batı Oğuzcası ise Osmanlı Türkçesi''dir. Aradaki fark; Azerî Türkçesine, bilhassa Kuzey ve Doğu Türkçelerinden, bazı
tesirlerin daha fazla gelmiş olmasından doğmuştur. Fakat; Azerî ve Osmanlı Türkçeleri arasındaki bu olmamış ve hepsi de yazıya geçmemiştir. Onun için, Azerî ve Osmanlı Türkçeleri, Batı Türkçesi olarak tek bir yazı dili teşkil ederler.

Doğu Oğuzcası, yani Azerî Türkçesi; Azerbaycan, Kafkasya, Doğu Anadolu ve Kuzey Irak sahalarında; Osmanlı Türkçesi ise; Orta ve Batı Anadolu, Kıbrıs ve Rumeli ile Balkanlarda konuşulur.

Batı Türkçesinin Gelişmesi: Batı Türkçesi, kendi içinde üç döneme ayrılır.

1. Eski Anadolu Türkçesi: Batı Türkçesi’nin ilk dönemidir. 13-15. asırları içine alır. Eski Türkçe''nin izlerini taşır. Bu bakımdan, Batı Türkçesine bir geçiş dönemidir. Dolayısıyla, batıdaki Orta Türkçe dönemidir. Arapça ve Farsça unsurlar, henüz fazla değildir. Fakat, yabancı terkipler kullanılmaktadır. Selçuklular, Anadolu Beylikleri ve ilk Osmanlıların yazı dilidir. Azerî ve Osmanlı saha farkları, henüz belirgin değildir.

2. Osmanlı Türkçesi: Batı Türkçesi’nin ikinci dönemidir. 16. asırdan, 20. asrın başına kadar devam eder. Eski Türkçe''nin izleri artık kaybolmuş, yeni gramer şekilleri yerleşmiştir. Arapça ve Farsça unsurlar, kelime ve terkipler, pek çok artmış ve terkipler katmerlenmiştir. Öyle ki, Türk yazı dili âdeta; Türkçe, Arapça ve Farsça''dan kurulu üçüzlü bir dil hâline gelmiştir. Bu karışık dil; İstanbul''un fethinden, Osmanlı İmparatorluğu''nun sonuna kadar, imparatorluğun yazı dili olarak, beş asra yakın bir ömür sürmüştür.

3. Türkiye Türkçesi: Batı Türkçesi’nin üçüncü dönemidir. 1908 meşrutiyetiyle başlar. Bugün, bu dönemin içinde bulunuyoruz. Türkçe, gramer yapısı bakımından Osmanlı Türkçesinden farksızdır, yeni gramer şekillerini taşır. Yabancı unsurlar bakımından da, terkipsiz Türkçe dönemidir. Arapça ve Farsça terkipler atılmıştır. Arapça ve Farsça kelimeler de, gittikçe azalmaktadır.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 8:55:15 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12327#12327

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
DİL BİLİMİ(LEHÇE TASNİFLERİ)


Eski ve özellikle yeni Türk lehçelerinde gördüğümüz fonetik ve gıramer farklarını göz önüne alan uzmanlar, en eski çağlardan başlayarak bu lehçeleri tasnife çalışmışlardır. Bu yolda yapılan ilk deneme olarak Kaşkarlı Mahmud''un yaptğı tasnif gösterilebilir. Divanü Lügati''t Türk yazarı 11. yüzyılda yaşayan Türk boylarını coğrafi durumuna göre sıralamakla kalmamış, dillerinin ses ve gıramer özellikleri üzerine de bir takım bilgiler vermiştir. Kaşgarlı Mahmud''un bu gözlemleri daha sonra yetişen Türkologların çalışmalarında da sağlam bir dayanak olarak değerlendirilmiştir.
Türk boylarının coğrafi durumlarını göz önünde tutan Kaşgarlı Mahmud , Kırgız, Yabaku, Kay, Basmıl, Yağma, Çigil, Uygur, Çomul, Çaruk, Başkurt, Kıpçak, Oğuz, Yimek, Suvar, Bulgar ve Peçenek gibi bir takım boyların adlarını saymıştır.

Kaşgarlı Mahmud, çağdaş Türklerin dilleri üzerine birçok bilgiler vermişse de Suvar ve Bulgarların dili üzerine topladığı veriler çok azdır. Divanü Lügati''t Türk yazarı Hazarlar’ın dili üzerine de bilgi vermemiştir.

Wilhelm Radloff''un Tasnifi
Türkolojinin kurucularından W. Radloff, Phonetik Der Nördlichen Türksprachen (Leipzig 1882 ) adlı eserinin  V   . Bölümünde çağdaş Türk lehçelerini dört gurupta toplamıştır. 1.Doğu diyalektleri; 2. Batı diyalektleri; 3. Orta Asya diyalektleri; 4. Güney diyalektleri.


I. Doğu diyalektleri.
1. Asıl Altay diyalektleri
2. Baraba diyalekti
3. Kuzey Altay diyalektleri
4. Abakan diyalektleri
5. Küerik diyalekti
6. Soyan diyalekti
7. Karagas diyalekti
8. Uygur diyalekti
II. Batı diyalektleri.
1.Kırgız diyalekti
2.Irtış diyalektleri
3.Başkurt diyalektleri
4.Volga veya Doğu Rusya diyalektleri



III. Orta Asya diyalektleri.
1.Tarançi diyalekti
2.Hami diyalekti
3.Aksu diyalekti
4.Kaşgar diyalekti
5.Yarkent diyalekti
6.Çagatay diyalekti
IV. Güney diyalektleri.
1.Türkmen diyalekti
2.Azerbaycan diyalekti
3.Kafkas diyalektleri
4.Anadolu diyalektleri
5. Kırım diyalekti
6. Osmanlı diyalekti

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 8:56:35 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12328#12328

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
DİL BİLİMİ(TÜRKÇEYE BENZEYEN BAŞKA DİLLERDEN GELMİŞ SÖZCÜKLER)</B>

1- metelik: Sondaki -lik eki, Türkçe sözcük çağrışımı yapıyor; "yemeklik yağ"daki gibi... Aslı ise batı dillerinden geliyor: İngilizce''de, metallic; yani metal para... Biz kullanırken baştaki bölümü de bir Türk ismiyle (mete) değiştirip kullanagelmişiz.

2- isterik: Biliyorum ki birçok kişi bu hatalı biçimiyle kullanmıyordur bu sözcüğü. "Histeri" nöbetlerine tutulan kişinin aldığı sıfattır ve İngilizce’de "histerical" denir. Başarısızlığa ve bir şeyi elde edememeye dayanamama ve aşırı sinirlenme gibi (ruhbilimci değilim) etkileri olan bir ruh hastalığı olan kişi "histerik" olarak anılır. Oysa Türkçe''de "isteme" ile bağ kurulması ve "bir şeyi çok isteyen" anlamında kullanılması da çok yaygındır. Hatta bazen, "isterik kadın" lafı oldukça aşağılayıcı bir mantıkla kullanılır.

3- bendeniz: Bu sözcüğün ne "ben" adılıyla, ne de "deniz"le bir ilgisi yoktur; ancak sondaki "-niz" eki Türkçe''dir. "Bende", Farsça''da, "kul, tutsak" demektir. Yani kişi kendini sunarken - eski dönemlerin aşırı nezaketiyle -, "Ben kulunuz X kişi," diye sunar ya; bu da öyle konuşmalarla geçmişten günümüze gelmiş. Bu açıklama gösteriyor ki, "Ben bendeniz X kişi," demek doğru olur ve yalnız kendimizi değil başkalarını da, "Bu da naçizane bendeniz Y," diye sunabiliriz (tabii Y''nin affına sığınarak). Neyse, bu sözcüğe bu kadar açıklama fazla bile...

4- kaldırım: Bunun "kaldırmak" ile bir ilgisi var gibi görünse de (otoyolun yükseğinde olması açısından), asıl kökeni Rumca''dır. Rumca''da "kali", "iyi" anlamındadır (kalimera: günaydın, iyi günler). "Dromos" (sondaki "s" genelde okunmaz) ise "yol" anlamını taşır. Yani kali-dromos: iyi-yol; yani yürümeye elverişli, taşsız, tozsuz, çamursuz yol...

5- sütyen: Genelde ilişki kurulmasa da, bu sözcük "süt-meme" ilişkisini çağrıştıracak bir yapıda kullanılmaktadır. İtiraf etmeliyim ki ben küçükken bu iç çamaşırının - isminden dolayı - sütün dış giysiye sızmasını engellemeye yaradığını sanıyordum. Asıl kökeni Fransızca''daki "sous tien"dir ("aşağıdan tutan" anlamında). Okunuşu: sutien.

6- lahmacun: Bu sözcüğün "macun"la ilgisi dolaylıdır. Arapça''da "acin" yoğrulmuş (macun o kökten gelir), "lahm" ise "et" demektir. Lahm-i acin: yoğrulmuş et...

7- boğa yılanı: Bu yılan, avını boğarak öldürmesi ve belki de boğa gibi iri ve güçlü olmasından dolayı, ismi Türkçe sanılmaya oldukça yatkın olan ilginç bir örnektir. Oysa aslı, şimdi kesinlikle hatırlayamayacağım bir Afrika dilinden geliyor: boa... Sondaki "yılanı" sözcüğü gereksiz... Kobra, piton der gibi, boa!..

8- vapur: İngilizce "vapour" (buhar) sözcüğünden geliyor. Önceleri buharlı gemilere verilen ingilizce isimden... Aslında, dilimizde batı dillerinden uyarladığımız sözcüklerin genelde fransızca okunuşunu kullandığımızdan bunu da "vapor"dan uyarlamışız.

9- anahtar: Bu sözcüğün kökü, yunanca "anihto" (açmak) eylemidir. "Anihtiri" ise "açmaya yarayan" anlamındadır; yani "anahtar"... Yunanca kökenli sözcükler aslında dilimize Anadolu''da konuşulan ("konuşulmuş olan," demek daha doğru olur sanırım) Rumca''dan geçmiştir. Gerçekte iki dil biririne çok benzese de, Rumca''daki birçok sözcük Yunanlar''ca bilinmez. Bu yüzden bu sayfalardaki birçok grekçe sözcüğe "Yunanca kökenli" demek yerine "Rumca kökenli" demeyi yeğleyeceğim. Bu durumda ise "Anadolu Rumları''nın dili" anlaşılmalıdır.

10 - kilit: Yine Rumca''daki "kleo" (kapatmak) eyleminden türeyen "kleidi" ("klidi" diye okunur; "kapamaya, kilitlemeye yarayan" anlamında...) sözcüğünden gelmektedir...
 
 
 
TÜRK DİLİNİN DÜNYA DİLLERİ ARASINDAKİ YERİ

Dünya üzerinde konuşulan ve yazılan diller, genellikle iki esasa göre sınıflandırılmaktadır:

1. Köken (soy, menşe) bakımından diller:
Aynı çekirdek anadilden türemiş diller bir dil ailesi kabul edilir. Bilinmeyen dönemlerde, aynı anadile yapısı ve köken bilgisi bakımlarından, geriye doğru gidildikçe birbirine yakınlıkları sonunda beliren bağlılıklardır. Soy bakımından akrabalıkta söz dağarcığındaki benzerlikler de dikkate alınan bir ölçüdür. Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur: Akraba dilleri kullanan milletlerin aynı ırktan geldikleri söylenemez. Aynı soydan gelen ve dilleri akraba olan milletler bulunduğu gibi, ırk bakımından birbirleri ile hiçbir ilişkisi bulunmayan, fakat aralarında kültür ilişkisi ve kültür bağı olan milletler de vardır. Nitekim,Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer alan diller, birbirleriyle soy bakımından bir bağ bulunmayan birçok millet tarafından kullanılmaktadır. Aynı dil ailesindeki diller arasındaki akrabalık da derece derecedir. Bir anadilin ayrı ayrı kollarından gelen diller uzak akrabadırlar. İngilizce ile Farsça gibi. Aynı anadilin aynı dalından gelen kollar ise yakın akrabadırlar. Almanca ile İngilizce gibi.


Dünyadaki diller köken bakımından şu dil ailelerine bölünmektedir:

1-Hint-Avrupa dil ailesi

a)Asya kolu: Hintçe, Urduca, Farsça ,Ermenice, Hititçe...

b) Avrupa kolu:

1. Germen kolu:İngilizce , Almanca, Flamenkçe ...
2. Roman kolu:Lâtince, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca...
3. Slav kolu: Rusça, Sırpça, Bulgarca, Boşnakça, Lehçe...

Diğerleri: Yunanca, Arnavutça, Keltçe...

II. Hami-Sami dil ailesi: Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da konuşulan diller bu aileye mensuptur. Arapça, İbranice ve Berberi dilleri

III. Çin-Tibet dil ailesi: Çince,Tibetçe, Wietnamca ve Endenozya adalarında konuşulan diller.

IV. Bantu dil ailesi: Orta ve Güney Afrika’da konuşulan yerli diller.

V. Ural Altay dil birliği:

a) Ural kolu:
1. Fin –Ugor: Ugorca ve Permce (Fince ve Macarca’yı içine alır)
2. Samoyet: Samoyetçe


b) Altay kolu: Türkçe, Moğolca, Mançuca, Tunguzca, Korece ve Japonca.


VI. Kafkas dilleri: Gürcüce, Çeçence, Lezgince, Çerkez-Abhaz dilleri.

2: Yapı bakımından dünya dilleri

Yapı bakımından benzerliklerine göre dünyadaki diller üç gruba ayrılmaktadır:

a) Tek heceli diller: Bu yapıdaki dillerde kelimeler tek heceden ibarettir. İsim veya fiillerde çekim yoktur. Zengin bir vurgu sistemi vardır. Kelimenin anlamı çoğu kez cümledeki sırasından anlaşılır. Çin-Tibet dilleri, yapı bakımından tek heceli dillerdir.

b) Çekimli diller: Çekimli dillerde tek ve çok heceli kökler ve bir takım ekler vardır. Fakat yeni kelime yaparken ve çekim sırasında çok defa ,köklerde bir değişiklik olur. Bazı dillerde bu değişiklik kelime kökünü tanınmaz hale getirir. Arapça ve Fransızca’yı bu dillere örnek gösterebiliriz.

c) Eklemeli diller (Bitişken diller): Türkçe ve diğer akraba diller ile Ural dil ailesine mensup diller yapı bakımından eklemeli dillerdir. Bu dillerde kelimeler isim veya fiil kökleri hâlinde bulunurlar. Kelime türetme bu köklere ekler getirmek suretiyle olur. Türkçe yapı yönüyle bu gruba girer.

Özetle, Türkçe’miz köken bakımından dünya dilleri arasında Ural-Altay dil birliğinin Altay kolunda, yapı bakımından ise eklemeli diller grubunda sondan eklemeli bir dildir.



Konuşma Dili Ve Yazı Dili

Konuşma Dili: Evde, sokakta, okulda, hulâsa günlük hayatta her yerde kullanılan dildir. Sosyal çevrelere göre, farklılıklar arz eder. Bundan da; lehçe, şive ve ağız terimleri ortaya çıkar.

Lehçe: Bir dilin, bilinen ve takip edilen tarihinden önce, kendisinden ayrılan ve çok büyük farklılıklar gösteren kollarına denir. Ses, şekil ve kelime farklılıklarına dayanır.

Örnek: Çuvaşça ve Yakutça, Türkçe''nin lehçelerindendir. Türkiye Türkçesindeki, "ayak" kelimesi, Çuvaşça''da, "ura" olarak geçmektedir.

Şive: Bir dilin, bilinen ve takip edilen tarihî döneminde kendisinden ayrılan ve ses, şekil değişikliği gösteren kollarına denir.

Örnek: Kırgız Türkçesi, Azerî Türkçesi, Türkiye Türkçesi, Kazak Türkçesi, Kıpçak Türkçesi Türkçe''nin şivelerindendir. Türkiye Türkçesindeki "ben", Azerî Türkçesinde "men" olmaktadır.

Ağız: Bir şive içindeki, söyleyiş farklılıklarına dayanan küçük kollardır.

Örnek : Nevşehir ağzı, Aksaray ağzı, Yozgat ağzı ...


Biraz söyleyiş farklılıkları olsa da, bir şive içindeki çeşitli ağızları konuşan kişiler, birbirleriyle çok rahat anlaşırlar. Şiveleri farklı olan kişilerin, birbirleriyle anlaşmaları biraz daha zordur. Kelimelerde, az da olsa farklılıklar görülmektedir. Lehçeleri farklı olan kişilerin,birbirleriyle anlaşmaları ise diğerlerine göre çok daha zordur.

Yazı Dili: Yazıda kullanılan dildir, aynı zamanda medeniyet dilidir. Tarih boyunca, ancak; medeniyeti, kültürü ve edebiyatı olan milletler, yazı dilini kullanmışlardır. Bu dile, kültür dili, edebiyat dili de denir. Yazı diline, konuşma dilindeki farklılıkların hiçbiri aktarılmaz. Çünkü, her milletin bir tek yazı dili bulunur . Hiç kimse, konuştuğu gibi yazamaz.

Yazı dili sun’i; konuşma dili tabiîdir...
 
 

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 8:57:12 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12329#12329

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
TARİHTEN GELECEĞE TÜRK DİLİ

Türk dilinin en eski izleri Sümer kaynaklarındaki Türkçe sözlerdir. M.Ö. 3100-M.Ö. 1800 yılları arasına ait Sümerce metinlerde 300''den fazla Türkçe söz yer almaktadır. Sümerceyle Türkçe’deki ortak sözler ya ortak kökenden gelmektedir ya da alış veriş sonucu ortaya çıkmıştır. Hangi ihtimal doğru olursa olsun Türkçe’nin ilk verileri M.Ö. 2000-3000 arasına çıkmakta, yani bundan 4-5000 yıl geriye gitmektedir. Ortak sözler Türklerle Sümerlerin komşu olduklarını da gösterir. Türklerin hiç olmazsa bir bölümü M.Ö. 2000-3000 yılları arasında, belki de daha önce Ön Asya''da yaşamış olmalıdır.
M.Ö. 7.-3. yüzyıllar arasında Karadeniz''le Hazar''ın kuzeyinde ve Kuzeydoğusunda yaşayan Sakaların önemli bir bölüğü ve yöneticileri de büyük ihtimalle Türktü. M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış olan Sakaların kadın hükümdarının adı Yunan kaynaklarında Tomiris olarak geçer. Bu kelime Türkçe Temir (demir) olsa gerektir.
Dîvânü Lûgati''t-Türk''te anlatıldığına göre İskender''in Türkistan seferi sırasında (M.Ö. 330''lar) Türklerin bir kısmı, hükümdarları Şu yönetiminde Hocent civarında, yani Seyhun''un yukarı havzalarında idiler. İskender''in gelişiyle Şu ve idaresindeki Türkler Altaylara çekildiler; Oğuzlar ise Hocent civarında kaldılar.
Çin kaynaklarındaki ilk bilgilere göre Türkler Çin''in kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı. M.Ö. 220''lerde ortaya çıkan Tuman (Teoman) Yabgu ve M.Ö. 209''da hükümdar olan oğlu Motun (Mete) Yabgu, Hunların büyük hükümdarları idiler ve merkezleri bugünkü Moğolistanda bulunan Orhun vadisinde idi. Hunlardan sonra da Topalar, Avarlar, Göktürkler, Uygurlar dönemlerinde, M.S. 840''a kadar Türklerin merkezi Orhun vadisinde olmuştur. M.Ö. 220 - M.S. 840 arasındaki 1000 küsur yıllık dönemde Türkler kudretli zamanlarında Okyanus kıyılarından Hazar''a, hatta bazen Karadeniz''in kuzeyine kadar uzanan topraklara hükmediyorlardı. Türklerden bir bölüğü M.S. 370''lerde İdil''i geçmiş ve Kafkaslarla Karadeniz''in kuzeyine ulaşmıştı. Batı Hunları, Bulgarlar, Avarlar, Peçenekler ve Kıpçaklar 370''ten başlayarak yüzyıllar boyunca Doğu Avrupa ve Balkanları yönetimleri altında bulundurmuşlardır.
Asya ve Avrupa Hunlarına ait herhangi bir Türkçe metin elimizde bulunmamaktadır. Ancak Çin ve Bizans kaynaklarına geçen bazı özel adlar ve kelimeler onlara ait Türkçe veriler olarak kabul edilmektedir. Çin kaynaklarında geçen teri, kut, yabgu, ordu, temir gibi sözlerin Çinceleşmiş biçimleri, milât yıllarına ait Türkçe verilerdir. Attilâ''nın babasının adı olan Muncuk (Boncuk) ve oğullarının adları Deizik, İrnek, İlek Türkçeyle açıklanabilmektedir. 6.-9. yüzyıllardaki Tuna Bulgarlarından yıl ve ay adları ile birkaç kelimelik bazı küçük metinler kalmıştır. Yıllar hayvan adlarıyla adlandırıldığı için yıl adları aynı zamanda çeşitli hayvanların adlarını gösteriyordu. Aylar sıra sayılarıyla ifade edildiği için Bulgar Türkçesindeki sayıların adlarını da böylece öğrenmiş oluyorduk.
Moğolistan''da bulunmuş olan 6 satırlık Çoyr yazıtı tarihi bilinen en eski metindir. İlteriş Kağan''a katılan bir askeri anlatan metin 687-692 arasında yazılmış olmalıdır. Orhun anıtları olarak bilinen İşbara Tamgan Tarkan (Ongin), Köl İç Çor (İhe-Huşotu), Tonyukuk, Köl Tigin, Bilge Kağan anıtları 719-735 yılları arasında yazılmışlardır. Uygurların ikinci kağanı Moyun Çor Kağan''a ait Taryat, Tes ve Şine-Usu anıtları 753-760 arasında dikilmiştir. Moğolistan''da, Yenisey vadisinde, Kazakistan''da, Talas''ta (Kırgızistan), Kuzey Kafkasya''da, İdil-Ural bölgesinde, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Polonya''da Göktürk harfleriyle yazılmış daha yüzlerce yazıt bulunmuştur. Bu küçük yazıtların 7.-10. yüzyıllar arasında yazıldığı tahmin edilmektedir. Demek ki bu yüzyıllarda Doğu Avrupa ve Balkanlardan, hatta Macaristan''dan Güney Sibirya''ya ve Moğolistan içlerine kadar uzanan sahada Türkçe, Göktürk harfleriyle yazılan bir yazılı dil olarak kullanılmaktaydı.
9. yüzyıldan itibaren Türkçe’nin yazılı ürünlerini daha güneyde, Tarım havzasında da görmeye başlıyoruz. 840''ta Tarım havzasında ve Gansu bölgesinde devletler kuran Uygurlar; Göktürk, Uygur, Soğdak ve Brahmi alfabeleriyle kâğıt üzerine yüzlerce eser yazdılar, yüzlerce belge bıraktılar. Hatta bunların bir kısmı yazma değil, basma eserlerdi. Uygur yazılı eserleri, Gansu bölgesinde 17. yüzyıla kadar devam etmiştir.
11. yüzyılda Kâşgar ve Balasagun çevresi de bir Türk kültür çevresi olarak ortaya çıkar. 1069 tarihli Kutadgu Bilig Balasagun''da yazılmaya başlanmış, Kâşgar''da Karahanlı hükümdarına sunulmuştur. 1070''lerde Bağdat''ta kaleme alınan Dîvânü Lûgati''t-Türk de aslında Kâşgar muhitinin eseridir. Türkler 10. yüzyılda Müslüman oldukları hâlde 11. yüzyılda Arap yazısı henüz Türklerin yazısı hâline gelmemişti. Kâşgarlı Mahmud 1070''lerde Türk yazısının Uygur yazısı olduğunu kesin şekilde kaydeder.
Kâşgarlı Mahmud Türklerin 20 boy olduğunu yazar ve onları batıdan doğuya doğru şöyle sıralar: 1. Beçenek, 2. Kıfçak, 3. Oğuz, 4. Yemek, 5. Başgırt, 6. Basmıl, 7. Kay, 8. Yabaku, 9.Tatar, 10. Kırkız, 11. Çigil, 12. Tohsı, 13. Yağma, 14. Uğrak, 15. Çaruk, 16. Çomul, 17. Uygur, 18. Tangut, 19. Hıtay. Listedeki Hıtay''ı Kâşgarlı''nın ifadesiyle "Çin ülkesi" olarak ayırmak gerekir. Bu sıralamadan az sonra Kâşgarlı Beçeneklerle Kıfçaklar arasına Suvarlarla Bulgarları yerleştirir. Kâşgarlı''nın iki dilli oldukları için dillerini bozuk saydığı Soğdak, Kençek, Argu ve Tangutlardan Arguları da Türk boyları arasında saymalıyız. Demek ki 11. yüzyılda Balkanlardaki Bizans sınırından Çin ve Moğalistan içlerine kadar Türkçe konuşuluyordu.
13. yüzyılda Türk yazı dilinin merkezîleştiği bölge Aral''ın güneyindeki Harezm bölgesidir. 13.-14. yüzyıllarda Altınordu''nun merkezi olan Hazar''ın kuzey kıyısındaki Saray''dan hatta daha batıdaki Kırım''dan Tarım havzasının doğusundaki Gansu''ya kadar Türk yazı dili kesintisiz olarak kullanılıyordu. Tarım havzasıyla Gansu''da kullanılan dile Türkoloji literatüründe Uygur Türkçesi, Altınordu ve Türkistan sahasında kullanılan dile ise Harezm Türkçesi denmektedir. Ancak ikisi arasında ses ve gramer yönünden hemen hemen hiç fark yoktur. Yazıları ise farklıdır. Birincisi Uygur, ikincisi Arap yazısını kullanır.
13. ve 14. yüzyıllarda Türk yazı dili, bu ana sahadan başka üç coğrafyada daha kullanılıyordu. Bunlardan biri Yukarı İdil (bugünkü Tataristan) sahasıdır. Burada bulunan mezar kitabelerinin dili İdil Bulgarcası idi. İkincisi Mısır ve kısmen Suriye idi. Buradaki yazı dili Harezm Türkçesine çok yakındı ve Kıpçak Türkçesi adını taşıyordu. Üçüncü saha Azerbaycan ve Anadolu sahasıydı. 13. yüzyılda bu alanda Oğuz ağzına dayanan yeni bir yazı dili doğmuştu. Bu yazı dili Balkanlara doğru sahasını genişleterek kesintisiz şekilde bugüne dek sürmüştür. Sadece mezar kitabelerinde gördüğümüz İdil Bulgarcası 14. asırdan sonra yerini Kıpçakçaya bırakır. Mısır ve Suriye''de ise 15. yüzyıldan sonra Kıpçak Türkçesi kullanılmaz olur.
Karadeniz, Kafkaslar, Hazar denizi ve İran, Kuzey-Doğu Türkçesi ile Batı Türkçesini ayıran tabiî sınırlardır. 11. yüzyıldan itibaren Oğuzlar İran''ı aşarak Azerbaycan ve Anadolu''ya gelmişler ve Batı Türklüğünü oluşturmuşlardır. Batı Türklüğü 14. yüzyılda Balkanlara taşmış, daha sonra Macaristan sınırına dayanmıştır. Bugünkü Irak ve Suriye''nin kuzey bölgeleri de Batı Türklerinin 11. yüzyıldan itibaren yerleştikleri yerlerdi ve buralardaki nüfus Anadolu Türklüğünün tabiî uzantısıydı. Öte yandan Kuzey Afrika ve Arap ülkelerine de önemli miktarda Osmanlı Türkü yerleşmişti. Bütün bu sahalarda Batı Türkçesi ortak bir yazı dili olarak kullanılmıştır. 13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu ve Azerbaycan''da yazılan eserleri, yazı dili olarak birbirinden ayırmak kolay değildir. Bu asırlarda yazı dili henüz standartlaşmamıştır; esasen Azerbaycan, Anadolu ve Balkanlarda henüz siyasî birlik de yoktur; bölgede çeşitli Türk beylik ve devletleri hüküm sürmektedir. 15. yüzyılda Osmanlılar güçlenerek birliği kurmaya yönelirler ve yeni oluşmaya başlayan İstanbul ağzı esasında Osmanlı Türkçesi standart hâle gelir. 16. yüzyılda Doğu ve Güney-Doğu Anadolu ile birlikte Suriye ve Irak da Osmanlı topraklarına dahil olur; böylece bu bölgeler de Osmanlı Türkçesi alanı içine girerler. Kuzey ve Güney Azerbaycan, İran''la birlikte bir başka Türk devletinin, Safevîlerin yönetiminde kalır. Ancak yine de 16. asırda Azerbaycan ve Osmanlı yazı dillerinin kesin şekilde ayrıldığını söylemek doğru değildir. Hatayî ve Fuzulî her iki çevrenin de şairidir. 17. yüzyıldan sonra iki yazı dilinin ayrıldığını söylemek mümkündür; ancak aralarındaki fark yok denecek kadar azdır.
Kuzey ve doğu Türklerinde Harezm Türkçesi’nin devamı niteliğindeki Çağatay Türkçesi tek ve ortak yazı dili olarak 15. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar sürdü. Bunun bir tek istisnası vardı: Kırım Hanlığı. Osmanlı idaresinde bulunduğu için Kırım Hanlığında kullanılan yazı dili Osmanlı Türkçesi idi.
13. yüzyıldan itibaren iki ayrı yazı dili hâlinde gelişen Doğu ve Batı Türkçeleri sürekli olarak birbirleriyle temasta olmuşlardır. Çağatay sahası eserleri, özellikle Nevayî Osmanlı ve Azerbaycan Türklerince hep okunmuştur. Buna karşılık Osmanlı eserleri de özellikle İdil-Ural bölgesinde sürekli okunmuştur. Osmanlı ve Azerbaycan sahasında Nevayî''ye Çağatayca olarak nazireler yazılmış ve bu 19. yüzyıla kadar sürmüştür.
1552''de Kazan''ın düşmesiyle başlayan Rus yayılması 1885''te Batı Türkistan''ın işgaliyle tamamlanmıştır. Doğu Türkistan 1760''larda Çin işgaline uğramıştı. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde bağımsız olan Türkler sadece Osmanlı Türkleriydi.
19. yüzyılın ortalarında Türk yazı dilleri için yeni bir süreç başlar. Kazan Üniversitesinde hocalık yapan müsteşrik ve papaz İlminski, her Türk boyunun konuşma dilinin ayrı bir yazı dili hâline gelmesi gerektiği görüşünü ortaya koyar ve bunun için çalışmaya başlar. Özellikle Tatar aydınlarıyla Kazan''da okuyan Kazak aydınları üzerinde etkili olur. Bu iki Türk boyunun bazı yazar ve şairleri, ortak olan Çağatay yazı dili yerine kendi konuşma dillerini yazı dili hâline getirmeye çalışırlar. Yüzyılın sonlarına doğru Tatar ve Kazak yazı dillerinin ilk eserleri verilmeye başlar. İlminski''ye karşılık Gaspıralı İsmail, 1884''te Bahçesaray''da (Kırım) çıkarmaya başladığı Tercüman gazetesi ve Türk dünyasının her tarafında açtırdığı usûl-i cedit okulları vasıtasıyla ortak yazı dilini savunur; bütün Türk dünyasının sadeleştirilmiş İstanbul Türkçesinde birleştirilmesini ister. Rusya''da Meşrutiyetin ilân edildiği 1905 yılından itibaren Kırım, İdil-Ural, Azerbaycan ve Türkistan bölgelerinde Türk yazı dili konusu sıkı bir şekilde tartışılır. Gaspıralı İsmail''in tesirinde kalan Türk aydınları yazı dilinde birlik fikrini savunurlar ve buna uygun eserler verirler. İlminski''nin fikirleri ise başka müsteşrikler ve Çarlık memurları tarafından yayılmaya çalışılır. İlminski gibi bir papaz ve müsteşrik olan Nikolay Ostroumov 1870''ten 1918''e kadar Türkistan Vilâyetinin Gazeti’ni çıkararak bu gazete vasıtasıyla İrancalaşmış Özbek ağızlarını yazı dili hâline getirmeye çalışır. 1888-1902 arasında çıkarılan Dala Vilâyeti gazetesi Kazakçayı, 1905-1908 arasında çıkarılan Mecmûa-yı Mâverâyı Bahr-ı Hazar Türkmenceyi yazı dili yapmaya uğraşır. Her üç gazete de Çar idaresince çıkarılmaktadır. Yüzyılın başındaki bu tartışma ve uygulamalar kaynaklara ulaşmanın zorluğu yüzünden bugüne kadar ciddî şekilde araştırılmış değildir. Ancak 1917''deki Bolşevik ihtilâlinden sonra serbest tartışma ortamı yok edilmiş, İlminski ve Ostroumov''un fikirleri zorla uygulanarak her Türk boyunun konuşma dili ayrı yazı dili hâline getirilmiştir. Bu süreç Sovyetler Birliği’nde 1930''larda tamamlanmıştır. Çin idaresindeki Doğu Türkistan''da ise Uygurca, Çağatay yazı dilinin devamı olarak sürerken 1949''daki komünist idareden sonra mahallîleştirilmiştir. Alfabe değişiklikleriyle bu süreç hızlandırılmış, her Türk yazı dili için ayrı alfabeler oluşturularak farklılık artırılmaya çalışılmıştır. Bütün bu çalışmalar sonunda bugün 20 Türk yazı dili ortaya çıkmış bulunmaktadır: 1) Türkiye Türkçesi, 2) Gagavuz Türkçesi, 3) Azerbaycan Türkçesi, 4) Türkmen Türkçesi, 5) Kırım Tatar Türkçesi, 6) Karaçay-Malkar Türkçesi, 7) Nogay Türkçesi, 8) Kumuk Türkçesi, 9) Kazan Tatar Türkçesi, 10) Başkurt Türkçesi, 11) Kazak Türkçesi, 12) Karakalpak Türkçesi, 13) Kırgız Türkçesi, 14) Özbek Türkçesi, 15) Uygur Türkçesi, 16) Altay Türkçesi, 17) Hakas Türkçesi, 18) Tuva Türkçesi, 19) Saha (Yakut) Türkçesi, 20) Çuvaş Türkçesi. Rusya bugün dahi yeni yazı dilleri oluşturma fikrini bırakmış değildir. Tataristan Cumhuriyeti dışında kalan Batı Sibirya Tatarları ile Güney Sibirya''daki Şorların ağızları bazı fonlar ve yardımlar yoluyla yazı dili hâline getirilmeye çalışılmaktadır.
Türk dünyasında 1990''dan beri yeni bir süreç başlamıştır. Beş Türk cumhuriyeti bağımsız olmuş, diğerleri de daha serbest hareket edebilme imkânlarına kavuşmuştur. Şimdi artık kendi kültür politikalarını kendileri tayin edecek duruma gelmişlerdir. Nitekim bunun etkisi de kısa zamanda görülmeye başlanmıştır. 1991 Aralığında Azerbaycan, 1993 Nisanında Türkmenistan, 1993 Eylülünde Özbekistan, 1994 Şubatında Karakalpakistan Lâtin alfabesine geçme kararı almışlardır. Bu ülkelerde yeni alfabeye geçiş kademeli olarak uygulamaya konmuştur. Öte yandan Kırım Türkleri ile Gagavuzlar da Lâtin alfabesine geçerek bazı süreli yayınlarını yeni alfabeyle basmaya başlamışlardır.
"Dil dışı şartlar" dediğimiz siyasî, iktisadî ve kültürel ilişkiler de Türk yazı dilleri arasında yeni etkileşim ve oluşumlara yol açmaya başlamıştır. Türkiye''de Türk cumhuriyetlerinin edebiyatlarına ait bazı parçalar lise edebiyat kitaplarına konmuştur. Türk Ocakları, Kültür Bakanlığı, TÖMER gibi kuruluşlarca Türk lehçelerini öğreten kurslar açılmıştır. Nihayet dört üniversitede (Ankara, Gazi, Muğla, Atatürk) Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümleri açılmıştır. Pek çok Türkiyeli genç Türk cumhuriyetlerinde öğrenim görmektedir. Sayıları az da olsa sosyal bilim dallarındaki bazı genç araştırıcılar Türk toplulukları arasında araştırmalar yapmaya başlamışlardır. Avrasya televizyonunun bazı genç yapımcıları da Türk dünyasına sık sık giderek yeni yapımlara imzalarını atmaktadırlar. Siyasî, iktisadî, ilmî ve kültürel heyetler de sık sık bu dünyaya yolculuk etmektedir. Türk cumhuriyet ve topluluklarında uzun süreli kalan iş adamları ve görevliler de az değildir. Bütün bu teşebbüs ve ilişkiler Türk lehçelerinin Türkiyeli aydınlar ve gençler tarafından öğrenilmesine yol açmaktadır.
Türkiye Türkçesi’nin diğer Türklerce öğrenilmesi ise çok daha büyük ölçülerde karşımıza çıkmaktadır. Türkiye''de öğrenim görerek bizim lehçemizi öğrenen öğrencilerin sayısı 10.000''i geçmiştir. İktisadî, kültürel veya ilmî sebeplerle Türkiye''ye gelip kısa veya uzun süreli ülkemizde kalan ve Türkiye Türkçesiyle bizlerle anlaşabilen pek çok insan vardır. Öte yandan Türk cumhuriyet ve topluluklarında pek çok okul açılmıştır ve bu okullarda on binlerce öğrenci okumakta, Türkiye Türkçesi’ni öğrenmektedir. Doğrudan doğruya Türk televizyonlarını izleyebilen Azerbaycan veya Avrasya yayınlarına bakan Türkistan cumhuriyetleri bu kanalla da Türkiye Türkçesine aşina olmaktadır.
Bütün bu temas ve faaliyetlerin sonuçlarını önümüzdeki yıllarda görebiliriz. Türk televizyonlarını izleyen Azerbaycanlı çocuklar daha şimdiden Türkiye Türkçesi’ndeki farklı kelimeleri tanımaya ve hatta kullanmaya başlamışlardır. Samaylot yerine uçak kelimesi pek çok Türk topluluğuna ulaşmıştır. Türkiye Türkleri de artık orun (yer), kıyın (zor), çalar (nüans), kayıtmak (geri dönmek), aylanmak (çevresinde dönmek), uçraşmak (karşılaşmak), tapmak (bulmak) gibi kelimeleri tanımaya başlamalıdırlar.
Eski Sovyetler dışındaki Türk dünyası ile ilişkilerimiz de artmıştır. Batı Trakya, Bulgaristan, Makedonya, Yugoslavya, Romanya gibi Balkan ülkelerinde yaşayan Türklerle artık daha sık temas hâlindeyiz. Balkanlardan gelen pek çok Türk genci de Türk üniversitelerinde okumaktadırlar. Bu ülkelerin çoğunda ilk ve orta dereceli okullarda Türkçe öğretim yapılmakta, Türkçe gazete ve dergiler çıkarılmaktadır. Hemen hemen hepsinden Türk televizyonları izlenmektedir. İran''da da Azerbaycan Türkçesiyle (Arap harfleriyle) dergi ve kitaplar yayımlanmakta, belirli saatlere mahsus olarak radyo ve televizyon yayınları yapılmaktadır. İran’da artık Türkçe eğitim talepleri başlamıştır. Irak''ta, 36. paralelin kuzeyinde birkaç yıldan beridir Türkçe öğretim yapılmaya başlanmıştır; Türkçe gazete ve televizyon yayınları yapılmaktadır.
Türk dili yarın nasıl olacaktır? Yukarıda sayılan gelişmeler elbette Türk dilinin yarınını büyük ölçüde belirleyecektir. 20 yıl sonra Türkiye Türkçesi, Türk dünyasındaki pek çok aydın tarafından bilinen ve Türkler arası plâtformlarda kullanılan bir iletişim dili olacaktır. Bu süre içinde Birleşmiş Milletlerce kabul edilmiş olması da muhtemeldir. Türk dünyasının bazı genç aydınları az da olsa makale, şiir, hikâye ve kitaplarını Türkiye Türkçesiyle yazmaya başlayacaklardır. Onların, bizim yazı dilimizle yazdıkları eserlerde kendi lehçelerine ait bazı kelimeler, hatta fonetik ve morfolojik özellikler bulunabilecektir. Böylece bizler de o lehçelerden küçük tatlar almaya başlayacağız. Şüphesiz Türkiye Türklerinden yetişmiş bazı şair ve yazarlar da eserlerine Türk lehçelerinden kelimeler ve bazı özellikler serpiştireceklerdir. Bu hem Türkiye Türkçesi’nin kendi kaynaklarından beslenerek zenginleşmesine, hem de yeni tatlarla çeşitlenmesine yol açacaktır. Böylece 4000 yıl önce Sümer kaynaklarında görülen agar (ağır), di- (demek), dingir (tenri-tanrı), dug- (dökmek), men (ben), zae (sen), zag (sağ), gişig (eşik-kapı) gibi kelimeler önümüzdeki bin yıllarda sonsuzluğa doğru yollarına devam edeceklerdir...
 

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 8:57:41 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12330#12330

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
DİL BİLİMİ(YER, RENK, GÜN, AY, VB. ADLARININ KÖKENİ)

Günler:

1- Pazar: Farsça''daki "bazar"''dan (yiyecek, öteberi satılan yer, pazar) geliyor. Büyük olasılıkla "pazar yerinin kurulduğu gün" anlamında adını almış.

2- Pazartesi: Herkesin bildiği gibi, "pazar-ertesi", yani pazarın kurulduğu günden sonraki gün...

3- Salı: Farsça''daki "salis"ten (üçüncü demek) geliyor, yani "haftanın 3. günü"...

4- Çarşamba: Farsça''daki "çehar" (dört) ve "şenbe"den (gün) geliyor (4. gün).

5- Perşembe: Yine Farsça: "penç" (beş) ve "şenbe"den (5. gün)...

6- Cuma: Arapça''daki "cem" (toplanma) kökünden "cum''a"... (cem, cami, cuma, cumhur, cumhuriyet, cemaat, cemiyet, vb. hep aynı kökten türemiştir) Müslüman toplumlarda toplanma günü, cuma...

7- Cumartesi:: "Cuma-ertesi", yani toplanma gününden sonra gelen gün...


Aylar:
1- Ocak: "Ocak" (ateş yakılan yer, ev yuva) sözcüğüyle doğrudan bağlantısı olsa gerek; yani "ocakların yakıldığı, veya günlerin dışarıda çalışarak-avlanarak değil ocaklarda (evlerde) geçirildiği soğuk ay"...

2- Şubat: Süryanice''de, yeni takvimin ikinci ayına verilen isim (şabat/şobat)... Türkçe''de anlamını korumuş.

3- Mart: Latince''de "Mars" (savaş tanrısı) isminden... ( Özellikle batı toplumları, çoktanrılı din döneminde ay ve günlere tanrıların veya kimi imparatorların vb. ismini vermişlerdir. Tektanrılı din döneminde birçok dilde bu isimler büyük çoğunlukla değiştirilmiş ama kimi dillerde bir bölümü yine kalmıştır ) Birçok dilde bu ayın adı benzer isimler alır: Maerz (Almanca), mars (Fransızca), maris (Arapça),marzo (İspanyolca),marzo (İtalyanca),march (İngilzce), vb...

4- Nisan: Süryanice''den (nisanna) ay ismi... Aslında bu isim Süryani, Sümer, Akad ve İbrani dillerinde ortak ("nisannus, nasanus, nasanna, nusanus, nusanna" gibi şekilleri var)...

5- Mayıs: Latince''de ay adı (maius)... en büyük anlamındaki "maior"dan geliyor. Büyük olasılıkla bir tanrının (en büyük tanrı?..) adıydı. Bu ay da birçok dilde benzer isimlerle anılıyor: Mai (Almanca),mai (Fransızca),mayo (İspanyolca),maggio (İtalyanca),may (İngilizce), vb...

6- Haziran: Süryanice''de "hazıran" sözcüğü "sıcak" anlamına geliyor. Aynı dilde, bu aya, - "sıcakların başladığı ay" anlamıyla olsa gerek - "hazaran/hazuran" ismi verilmiş.

7- Temmuz: Sümer ve İbrani dillerinde "bey, efendi" anlamındaki "dummuzi" (Sümerce) ve "tammuz" (İbranice) sözcüklerinden geliyor, ancak ismi alış nedeni açık değil.

8- Ağustos: Latince "Augustus"tan (Roma imparatoru''nun adı)... Bir söylentiye göre, Augustus''un dogdugu aya bu isim verilmis. Augustus''un adı da "augus: kutsal" sözcüğünden geliyor.

9- Eylül: Süryanice''de "aylul" (üzüm), yani "üzüm ayı"... Mezopotamya dillerinde hep ortak isim olarak bu kullanılır (Şubat, nisan ve haziran''da olduğu gibi).

10- Ekim: Türkçe "ekme" eyleminden... Tarlaların sürülüp ekildiği ay...

11- Kasım: Bana göre bu isim "titreme, titreşme" anlamlarını taşıyan (Eski Türkçe) "kas, kasma, kasnama" sözcükleriyle ilgilidir. Yani "rüzgarların başlayıp ağaçları, yaprakları titrettiği ay" anlamında.... Yine Türkçe olan "kasırga"''da da bu anlamın çok güçlü olarak bulunması bu fikri oldukça destekler görünüyor. Yine de tartışmaya açık...

12- Aralık: Türkçe''deki "aralık" sözünden geliyor olsa gerek ancak taşıdığı anlam tam açık değil. 10 aylık takvimden 12 aylık takvime geçişte araya konan bir ay olarak mı bu ismi almış acaba? Tartışılır.


Renkler:
1- siyah: Farsça "siya"dan (kara)...

2- kahverengi: Anlamı açık!.. Japonlar da aynı renge "chairo" (cha: çay, iro:renk) demeleri...

3- gri: Fransızca''da "gris" "duman" anlamını taşıyor.

4- kurşuni: Kurşun madeninin renginde... (kurşun-i)

5- kırmızı: Arapça''da "kırmıs" "al" anlamını taşıyor. Ancak bana göre Türkçe''deki "kırmız-ı" kullanımı, "kırmız" diye bir nesnenin rengini işaret ediyor. "Kırmız", bir böcekten (kırmızböceği) elde edilen ve Osmanlı Dönemi''nde romatizma hastalıklarında kullanımı yaygın olan koyu kırmızı renkte bir ilacın adı... Yani bu rengin bizim dilimize bu biçimde yerleşmesi o yaygın ilacın adından türemiş olması olasılığını güçlendiriyor. Yine de, "kırmız" sözcüğü Arapça "kırmıs"tan gelmiş olabilir. Öte yandan, eski Türkçe''de ateş''e "kormiz" dendiği biliniyor (günümüzdeki "kor" sözcüğü o dönemden taşınmış olsa gerek). Yani "kızıl, ateş rengi" anlamında düşünürsek, sözcüğün kökeni Türkçe sayılabilir.

6- bordo: Bu renk, koyu kırmızı renkteki "Bordeaux" şaraplarının adından geliyor (Bordeaux: Fransa''da bir şehir).

7- turuncu: Turunç meyvesinin renginden; turunc-u...

8- pembe: Farsça''da pamuğa ve pamuk çiçeğine "penbe" denir. Pamuk çiçeklerinin başlangıçta aldıkları açık kızıl renkten dolayı... Burada da ilginç bir nokta, "pamuk", "pembe", "penbe" ve İngilizce''deki "pink" (pembe) sözcüklerinin benzemesidir. Anglo-Saxon''ların Mezopotamya''da yaşamış olmalarının bunda büyük etkisi olsa gerek... Farsça''daki bazı temel sözcüklerin İngilizce''de de bulunması bunu destekliyor. (Örneğin, sitare-star, peder-father, birader-brother, nev-new, vb. )

9- yeşil: Türkçe''deki "yaş" (diri) sözcüğünden geliyor. Anlam genişlemesiyle, "diri, yeşil bitki"den benzetilerek renk ismi yapılmış. Yeşermek, yeşil, yeşim (taş), yaş (ömür) hep "yaş" kökünden gelmektedir.

10- turkuaz: "Turkuaz" (firuze) taşının rengi...

11- mavi: Arapça "ma"dan (su) "ma-i"; yani "su rengi"...

12- lacivert: Farsça''da "lajvard", yüzük yapımında kullanılan koyu mavi renkli bir çeşit taşa ve o taşın bulunduğu yüzüğe denir.

13- yavruağzı: Özellikle kuş yavrularının gaga kenarlarındaki pembe-sarı karışımı açık renkli et parçalarından adını alıyordur.

14- menekşe: Farsça adı "benefşe" olan "menekşe çiçeği"nin renginden...

15- mor: Arapça''daki "mur" (demir pası) sözcüğünden geldiği söylense de ben pek ilgi kuramıyorum. Fransızca''daki "morte" (ölü) sözcüğü bile bu rengi daha iyi anlatır. Şaka bir yana, belki de gerçek kökü odur.

16- leylak: Yine bir çiçek (leylak) rengi...

17- bej: Fransızca''dan geliyor (beige) ve "koyun yünü"nün rengine işaret ediyor.

18- kara: Bu sözcüğün hem Türkçe''de hem de diğer dillerde o kadar çok anlamı ve olası kökü var ki, en iyisi bu kargaşaya hiç bulaşmamak...

19- haki: Arapça''da "hak", "toprak" anlamına geliyor. Buna göre, haki: toprak rengi...

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 8:58:13 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12331#12331

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Tarihçe
Dil bilgisi ve Tarihçesi

Dilleri bütün cepheleriyle konu edinip inceleyen bilimin adıdır. Arapçada sarf ve nahv ilmi, batı dillerinde ise gramer olarak adlandırılır. Bir dili seslerden cümlelere kadar, ihtiva ettiği bütün dil birliklerini, geniş bir şekilde mana ve vazife olarak inceleyen ilme dilbilgisi denir. Dil bilgisi, diğer bir çok kuralın aksine belirli bir grup tarafından hazırlanmayıp, o dili kullanan insanların zaman geçtikçe gerekli kuralları yaratmalarından veya varolan kuralları dilin gelişimine değiştirmelerinden oluşur.Dil bilgisi incelediği dil unsurlarına göre kendi içinde bölümlere ayrılır. Dilin seslerini inceleyen kısmına ses bilgisi (fonetik), yapı yönünden kelime ve şekilleri konu edinen kısmına şekil bilgisi (morfoloji veya sarf), kelime ve şekillerin çıkış yerlerini, yani menşelerini araştıran kısmına menşe veya türeme bilgisi (etimoloji), kelime ve şekillerin aralarındaki münasebetler ile cümleleri inceleyen dalına ise cümle bilgisi veya söz dizimi, sentaks veya nahv, dilin anlam oluşturma mekanizmalarını inceleyen semantik denmektedir. Dil ancak bu saydığı unsurlarla tamamlandığı gibi, dil bilgisi de bu unsurlardan teşekkül etmektedir. Bu bölümlerin hemen hepsi dilbilgisi içinde ayrı ayrı incelenmelerine rağmen, birbirlerinden kat'i çizgilerle ayrılmazlar ve daima birbirlerine karışırlar. Bu itibarla dil bilgisi bir dili bütün cepheleriyle bir bütün olarak ele alıp inceleyen ilmin adıdır.
İnsanoğlu tarihi akış içinde, zamanla biriken bilgiler sayesinde hemen her şeyi inceleme ve araştırma mevzuu yapmış, dillerin sırrını çözmeye çalışmış ve böylece yeni bir ilim dalı ortaya çıkarmıştır. Dillerin incelenmesi, Eski Yunan ve Hintlilerden başlayarak dillerin bağlı olduğu kaideler tesbit edilmeye çalışılmış ve bu kaidelerin ortaya çıkardığı bilgiye de gramer bilgisi denmiştir. Buna paralel olarak her dilin kelime hazinesi toplanmış neticede sözlükler ortaya çıkmıştır. Gramer sayesinde dillerin doğru okunup yazılması gerçekleşmiştir.


Tarihçe

Dil bilgisi çok eski ilimlerdendir. Grekçeden, Latinceye, oradan diğer dillere yayılmıştır. En eski gramercilerin Hintliler olduğu bilinir. M.Ö. 1. asırda batıda dil bilgisinin kurucusu Aristoteles kabul edilir. Aristo, grameri, mantığın aynası haline getirmiştir. Dionysos M.Ö. 1. asırda Dilbilgisi Sanatı adıyla ilk dilbilgisi kitabını yazmıştır. M.S. 4. asırda Romalı Donatus'un yazdığı dilbilgisi kitabı, batıda yıllarca okutulmuştur. Bunların dışında İskenderiye dil mektebinin gramer ve lugat konularında mühim yer tuttuğu görülür. İslami devirde görülen dilbilgisi çalışmaları daha çok bu mektebi taklit etmiştir. Emeviler devrinden itibaren İslam aleminde pekçok gramer ve lugat yazılmıştır. Türkiye'de 1858 yılında rüşdiyelerin açılması ile okutulmaya başlanır. On sekizinci asra kadar filozofların elinde kalan dil, onlar tarafından şekilci mantığın sözdeki şekli olarak mütalaa edildiği gibi, düşüncenin de değişmez kanunlarına bağlılığı şeklinde değerlendirilmiştir. Böylece dil bilgisi yalnız gramerin değil, aklın da temsilcisi olmuştur. Fakat 19. yüzyıldan sonra dilin apayrı bir müessese olduğu, kendi kanunlarına bağlı, canlılığa sahip bulunduğu fikri ortaya çıkmıştır. Yine bu asırda diller arasındaki akrabalıklar tesbit edilirken, dillerin ayrı aileler meydana getirdiği keşfedilmiştir. Böylece dilleri inceleyen, karşılaştırmalı gramer ortaya çıkmıştır. Ayrıca gramerin; bir dilin tarihini ve zaman içindeki değişme ve gelişmesini inceleyen tarihi gramerin yanında, bir dilin veya lehçenin belirli bir zamandaki durumunu konu edinen tasviri gramer gibi çeşitleri vardır. Bunun yanında bütün dilleri karşılaştırarak, sınıflara ayıran, onların iç ve dış kanunlarını araştıran bilgi koluna da umumi lengüistik denmektedir. Ayrıca dillerle uğraşan ve bir dil üzerinde araştırmalar yapan dil bilginine de lengüist adı verilmektedir.
Türkçe ilk dilbilgisi kitabı, bugün elde bulunmayan Kaşgarlı Mahmud'un 11. asırda yazdığı Cevahirü'n-Nahv adlı eseridir. Ebu Hayyan'ın Arap diliyle, Arapça dil bilgisi metoduna göre düzenlenmiş eseri Kitabu'l-İdrak li Lisani'l Etrak (yazılışı 1312 baskı 1931) ilk Türk dilbilgisidir. Osmanlı Türkçesinde yazılmış ilk dil bilgisi kitabı ise; Bergamalı Kadri'nin Müyessiret-ül-Ulum (1530) adlı eseridir.
On dokuzuncu asra kadar bütün dil bilgisi kitaplarında Arap dilbilgisi metodu izlenmiştir. Türk dilinin yapısı, kaideleri bu usule göre tesbit edilmiştir. Kimisinde Arap, kimisinde Fransız dilbilgisi metoduna uyularak yazılan, Osmanlıcanın yapısını anlatan eserler şunlardır:
  • Ahmed Cevdet ve Fuad paşaların Medhal-i Kavaid (1851),
  • Kavaid-i Osmaniye (1865),
  • Kavaid-i Türkiye (1875),
  • Abdullah Ramiz Paşanın Lisan-ı Osmani'nin Kavaidini Havi Emsile-i Türki (1866),
  • Ali Nazmi'nin Lisan-ı Osmani (1880),
  • Selim Sabit'in Nahv-ı Osmani (1881),
  • Abdurrahman Fevzi'nin Mikyasül-Lisan Kırtasü'l-Beyan (1881),
  • Manastırlı Rıfat'ın Külliyat-ı Kavaid-i Osmaniye (1885),
  • Şemseddin Sami'nin Nev-Usul Sarf-ı Türki (1892),
  • Necib asım'ın Osmanlı Sarfı (1894).
Fransız lisanının metodunu uygulayan yazarlar ve eserleri:
  • Şeyh Vasfi, Mufassal Yeni Sarf-ı Osmani (1901),
  • Mufassal Nahv-ı Osmani (1901);
  • Hüseyin Cahid Türkçe Sarf u Nahv (1908);
  • Ahmed Cevad, Lisan-ı Osmani (1912);
  • Anton Tıngır; Türk Dilinin Sarf-ı Tahlisi.
Meşrutiyet döneminde Tedkikat-ı Lisaniye Encümeni tarafından Maarif Nezaretince Sarf ve Nahv-ı Türki (1930) yayınlanmıştır.
Cumhuriyet döneminde kurulan Dil Encümeni (1928) alfabe ve dilbilgisi hakkında da iki rapor hazırlamış; 1928'de Latin harfleriTBMM'de kabul edilmiş, bir süre sonra da 1932'de Türk Dili Tedkik Cemiyeti kurulmuştur. Daha sonra ortaöğretimde kullanılacak dilbilgisi kitabını Tahsin Banguoğlu hazırlamıştır (1940). Bu tarihten sonra dilbilgisi çalışmaları iki kolda gelişir. İlk ve ortaöğretimde kullanılmak üzere yazılan dilbilgisi kitapları ile Türkçenin ana grameri vasfında ilim dilbilgileri ve monogrofiler (T.N. Gencan, K. Demiray, A.C. Emre ve Prof. Dr. M. Ergin gibi...) Ayrıca Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, tarihi Türkiye Türkçesi ile ilgili olarak Eski Türkiye Türkçesi ile Osmanlı Türkçesi Grameri III, adlı eserlerini bu devirde vermiştir.

Avrupa'da Türk dili ve grameri üzerindeki çalışmaların tarihi çok eskidir. Alman H.Megiser'in (1612) eseri, yazarı bilinmeyen İbrahim Müteferrika baskısı eser (1732) gibi Birinci Dünya Savaşından sonra Türklere karşı duyulan ilgiyle Avrupa üniversitelerinde doğu dilleri ve Türk dili bölümleri açıldı ve pekçok Türkçe dilbilgisi kitapları yazıldı. J.W. Redhouse (1884), J. Deny (1912), J.Nemeth (1916), Ettore Rossi (1939), S.Topalina (1940), A.N.Koronov (1941), A.Tietze, S.G.Lisse (1943), Harbert Jansky (1943), Robert Godel (1945), N. Nitek (1945), Normon A. Mcquown (1946), Heinz Appenzeller (1948), P.H.Rühl (1949), L.Rosony (1960), G.L.Lewis (1967).

Türk dillerinin mukayeseli grameri yazılmamış olmakla beraber bu sahada yerli ve yabancı birçok ilim adamı çalışmıştır. W.Radloff (1882-1883), A.Cevad Emre (Türk Lehçeleri Mukayeseli Grameri 1949), N.K. Dimitriev (1956-1959, 1961, 1962) gibi.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 8:59:31 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12332#12332

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Türk Dili
Türkçe, Ural-Altay dil gurubunun Altay koluna dahil bir dildir. Türk'lerin tarihine paralel olarak Türkçe'nin yayıldığı coğrafi alan çok geniştir. Bugünkü Moğolistan'da Karadeniz'in kuzeyinde, Balkanlarda, Doğu Avrupa'da, güneyde Anadolu ve Irak'da, Kuzey Afrika'nın bir bölümünü içine alan geniş bölgede, Türkçe konuşan Türk halkları yaşamaktadır. Bu kadar büyük bir alan içinde konuşulan Türkçe, pek çok lehçe, şive ve ağız farklılıkları göstermektedir. Tarihi gelişimi içinde Türkçe, VIII-XIII. Asırlar arasında Eski Türkçe, XIII-XX. Asırlar arasında Orta Türkçe, XX asırda yeni Türk Yazı Dilleri ana başlıkları altında üç gurupta incelenmektedir. Türkiye Türkçesi, Orta Türkçenin, Batı Türkçesi kolunun günümüzde kullanılan bölümüdür. Batı Türkçesinin ikinci devri olan Osmanlıca (Osmanlı Yazı Dili) İstanbul'un fethinden Osmanlı İmparatorluğunun sonuna kadar XV-XX. asırlar arasında devam eden yazı dilidir. Bu dönemde, Arapça ve Farsça unsurlar Türkçeyi büyük ölçüde istila etmiş, Osmanlı yazı dili. Üç dilden oluşan yapma bir dil haline gelmiştir. Beş asır süren Osmanlıca döneminde Türkçe kendi tabii gelişmesini sürdürememiştir. 1908 Meşrutiyetinden sonra Türkiye Türkçesine geçiş hareketinin hazırlıkları 1911'de Selanik'de başlayan "Yeni Lisan" hareketi ile şekillenmişti. Cumhuriyetten sonra 1928'de yapılan Harf İnkılabı ile Arap harfleri terk edilip Latin harflerinin kabulü Türkçenin yabancı unsurlardan kurtarılmasını hızlandırdı. Türk dilini araştırmak ve tabii mecrasında gelişmesine katkıda bulunmak üzere 1932 yılında Türk Dil Kurumu kuruldu. Bu çalışmalarla, bugün Türkiye Türkçesi, yabancı unsurlardan arınmış, tabii mecrasında gelişmeye devam eden edebiyat ve kültür dili olarak yaşamaktadır. Türk Edebiyatı, Türklerin dahil oldukları üç medeniyet ve kültür dairesine paralel olarak üç safhada incelenmektedir. İslamiyetten önceki Türk Edebiyatı, İslamiyetten sonraki Türk Edebiyatı ve Batı tesirindeki Türk Edebiyatı. İslamiyetten önceki Türk Edebiyatı, Türklerin Orta Asyada yaşadıkları devirlerde bütün Türk boyları arasında müşterek ve büyük bölümü ile sözlü olan edebiyattır. Türk dilinin tespit edilebilen en eski yazılı metinleri VII. Asrın sonlarına ve VIII. Asrın ilk yarısına ait olan dikili taşlardır. Bunlar arasında yer alan 732'de Kültigin, 735'de Bilge Kağan, 720'de Tonyukuk adına dikilen Orhun Anıtları gerek muhtevaları, gerekse mükemmel dil ve üsluplarıyla Türk dili ve edebiyatının ve tarihinin şahaserleri arasında yer almaktadır. Bu dönemden günümüze ulaşan Türk destanları arasında Yaratılış, Saka, Oğuz Kağan, Göktürk, Uygur, Manas destanları sayılabilir. XIV. asırda yazıya geçirilen "Dede Korkut Kitabı" destan döneminin hatıralarını saklayan, gerek muhteva gerekse dil ve üslup mükemmeliyeti bakımından Türkçenin şaheserleri arasında yerini daima muhafaza eden çok değerli bir eserdir.

1071 Malazgirt zaferi ile birlikte yaşayan Türklerin Anadoluya göçleri sonucunda kurulan Anadolu beylikleri, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu dönemlerinde Türk Edebiyatı iki kolda gelişme göstermiştir. Klasik Türk Edebiyatı veya Divan Edebiyatı adıyla anılan arap-fars geleneğine dayalı Türk Edebiyatı ve Orta Asya geleneğine dayalı Türk Halk Edebiyatı. Divan şiirinin kökleri islam öncesi Arap şiirine dayanır. Bu şiir tarzı islamiyetten sonra, bu dine giren çeşitli milletlerin katkısı ile önce Arapçada, daha sonra Farsçla ile Doğu ve Batı Türkçelerinde, en sonra da Hint müslümanlarının yazı dili olan Urduca'da gelişmiştir. İslami edebiyatların şiir tipi ortak teknik malzeme (şekiller, temalar, motifler) ile ortak bir dünya görüşünü ve estetik kavramını benimsemiştir. Ayrıca İslam dininin sınırlı oranda da bu dinin yayıldığı çevrelerdeki eski kültürlerin etkilerinin ürünleridir. İslam kültürü, ortak islam edebiyatının şekil ve tekniği, zevki, hayat görüşü, temaları, motifleri, Türklerden önce müslüman olarak bir islami edebiyat geliştiren İranlıların aracılığı ile Türk Edebiyatına girmiştir. Divan şairlerinin müstakil dünya görüşleri ve felsefeleri yoktur. Hepsi aynı fikirleri değişik bir biçimde söylemişlerdir. Şairin kişiliğini ve büyüklüğünü, söyleyiş orjinalliği ve güzelliği sağlar. Divan şairi daima aşıktır. Bu aşk onulmaz dert olmakla beraber şair bu dertten memnundur, onlara göre bu derdin dermanı gene bu derdin kendisidir. En başarılı ve tanınmış divan şairleri Baki, Fuzuli, Nedim ve Nefi'dir. Türk Edebiyatı, İslamiyetin kabulünden ve tarihindeki siyasi gelişmelerden dolayı iki farklı tarzda gelişme göstermiştir. Saray, konak, medrese ve bunlara yakın çevrelerde tahsilli kişilerin yarattığı ve takip ettiği Divan Edebiyatı ile eğitimleri daha çok sözlü kültür birikimine dayanan daha çok kırsal kesime ve yeniçeri ocaklarına has olan Halk Edebiyatıdır. Divan Edebiyatı başlangıçta iki yabancı gelenek olan Arap-Fars edebiyat geleneğine kurulmuş zaman içinde taklidi aşan Osmanlı terkibi ve uslübuna ulaşarak milli edebiyat hüviyetini kazanmıştır. Bugün de bir ölçüde yaşamakta olan Türk Halk Edebiyatı geleneği, Türklerin Orta Asya Edebiyat geleneklerinin islamiyet ve yeni yaşayış şart ve şekilleri içinde tekabül etmiş milli edebiyatlarıdır. Türk Halk Edebiyatı, dış yapıda ve bir ölçüde icra töresinde müştereklik gösteren muhteva ve fonksiyonları ile farklı olan Anonim, Aşık ve Tekke Edebiyat tarzından oluşur. XIII asrın ikinci yarısıyla XIV. Asrın başlarında yaşamış olan Yunus Emre, şiirde çığır açmış büyük sofi ve şairdir. Yunus Emre, Divan, Aşık Tekke ve Tasavvuf Edebiyat tarzlarının her üçünde de etkili olmuştur. Karacaoğlan, Aşık Ömer, Erzurumlu Emrah, Kayserili Seyrani, Aşık edebiyatının önemli temsilcileri arasında yer alırlar. Çağdaş Türk Edebiyatı, 1839 Tanzimat Fermanı ile yürürlüğe giren medeniyet ve kültür değişikliği ve bu değişikliğin dayandığı Batılılaşma olgusunun belirlediği bir gelişim sürecinde değerlendirilebilir.

19.yüzyılda Türk edebiyatı, batılılaşma hareketine bağlı olarak roman, hikaye, tiyatro gibi yeni türlerin denenmesiyle çağdaş bir çizgiye girdi. Türk edebiyatının yönü batı düşüncesinin temel alınması sonucu değişti. Batıyla ilişkiler, aydınların bir batı dilini öğrenmeleri, batı edebiyatından yapılan çeviriler, batıdaki fikir akımları ile tanışma bir kültür ve medeniyet değişimini gündeme getirdi. Sosyal, ekonomik ve siyasi hayatta meydana gelen değişiklikler edebiyata da yansımış, Cumhuriyet kuruluşuna kadar arayışlar devam etmiştir. Bu devrin bariz özelliği, estetik ve mükemmeliyet kaygısından çok fikri bir zeminde birleşen edebi arayışlardır. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı adı ile anılan son devir edebiyatı , Divan edebiyatının terk edilmesinden sonra teşekkül eden Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat adlarıyla anılan edebiyat tarzları vasıtasıyla oluşturulan zemin üzerine kurulmuştur. Tanzimat edebiyatının 1860-1880 arası birinci dönem temsilcileri Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi'dir. 1880-1896 yılları arasında ikinci dönemin tanınmış temsilcileri Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade Sezai ve Nabizade Nazım'dır. Tanzimat Edebiyatının temsilcilerinin amacı batı örneğine göre bir edebiyat yaratmak ve batı hayatını tanıtmak olduğu için, sanatçıların hepsi edebiyat türlerinin romandan şiire kadar en az bir kaçı ile örnekler yazmışlardır. Bu dönemde telif eserler yanında çok sayıda tercüme ve adapte eser de Türk Edebiyatına dahil edilmiştir. Tanzimatla birlikte başlayan edebiyatı, Avrupa ruhu ve tekniği içinde yenileştirme hareketi 1895-1900 yılları arasında çıkarılan Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan yeni nesille ikinci bir hamle yapmıştır. Servet-i Fünun'cu ve Edebiyat-ı Cedide'ciler denilen grup Fransız edebiyatının özelliklerini büyük ölçüde Türk edebiyatına adapte etmeye çalışmışlardır. Tanzimat döneminde başlayan ve benimsenen, dildeki yabancı unsurları ayıklayarak sade Türkçe'ye geçiş hareketi bu devirde durmuş, Arapça ve Farsça gelimelere yeniden itibar edilmeye başlanmıştır. Topluluğun üslubu süslü ve sanatlı, ruh ve ifade tarzı ise Avrupai'dir. Şiirde geleneksel aruz vezni kullanılmakla birlikte, nazım şekilleri ve konularda büyük yenilikler yapılmıştır. Romanda tahlil ve teferruata yer verilmiş, modern kısa hikayenin ilk örnekleri bu dönemde şekillenmiştir. Bu edebiyat mensuplarının hayata bakışları karamsar ve içe dönüktür. Tanzimatçılar, sanat toplum içindir prensibini benimserken, Servet-i Fünuncular ise sanat sanat içindir prensibi ile hareket etmişlerdir. Şiir, roman, hikaye, tiyatro, tenkit ve hatırat türlerinde başarılı eserler veren Servet-i Fünun temsilcilerinin en tanınmışları, şiirde Tevfik Fikret, Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif ; roman ve hikayede Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu'dur. Servet-i Fünun edebiyatına katılmayarak gene, batılı anlayışla eserler verenler arasında Ahmet Rasim hatırat türü ile, Hüseyin Rahmi Gürpınar İstanbul'u anlatan romanları ile yeni Türk edebiyatını desteklemişlerdir.

II. Meşrutiyetten sonra Servet-i Fünun mecmuası etrafında kendilerine Fecr-i Ati adını veren yeni bir nesil toplanmıştır. Kısa ömürlü olan bu topluluk, Servet-i Fünunculardan daha sade bir dil kullanmış sembolizm, empresyonizm ve romantizm gibi akımları eserlerine uygulamışlar, Avrupa Edebiyat ile Milli Edebiyat arasında bağ oluşturmuşlardır. Aruz'la şiir yazan Fecr-i Ati şairlerinden tanınmış ve orijinali Ahmet Haşim'dir. Başlangıçta Fecr-i Ati roman ve hikayecisi olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay ise, gerçek kişiliklerini Milli Edebiyat akımı içerisinde göstermişlerdir. Fecr-i Ati topluluğu dışında kalan İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı kendi şiir anlayışlarına göre eserler veren ve daha sonra Milli Edebiyat akımına katılan şairlerdir. Modern Türk Edebiyatını yaratma amacıyla kurulan Tanzimat, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati toplulukları büyük hamleler yapmakla beraber ruhta büyük ölçüde Fransız sanatına bağlı, dil ve üslupta Osmanlıcayı sürdüren, milli kimlik ve kişiliğe ulaşamamış bir edebiyat vücuda getirmişlerdir. Osmanlı imparatorluğunun dağılışı sırasında, Türk aydınlarının büyük bir bölümü, ümmete bağlı Osmanlıcılığın terk edilerek milliyetçiliğin benimsenmesinin, memleketin geleceği için gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inanç sonucunda Türkçülük ve Milliyetçilik akımları doğmuş, her sahada milli kimlik ve kimlik arayışları başlamıştır. Türk Dili, Türk Vezni, Türk Zevki ve Kültürü ile Milli konuları, Milli Ülküleri işleyen Türk Edebiyatı ihtiyacı ve özlemi sonucunda 1911-1923 yılları arasında Milli Edebiyat akımı doğmuştur. Bir kısmı daha sonra Cumhuriyet dönemi yazar ve şairleri arasında da yer alan bu edebiyatın temsilcilerinin en önemlileri, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, Kemalettin Kamu, Aka Gündüz, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Refik Halit karay, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Halide Nusret Zorlutuna, Şükufe Nihal, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tampınar'dır. Cumhuriyet kültür, ideoloji, edebiyat alanlarında Milli Edebiyatçıları hemen bütünüyle devralmıştır. Milli Edebiyat akımının özellikleri, cumhuriyetin ilk on yılının da bir özeti olmaktadır. Bu çerçeve içerisinde, Milli Edebiyat akımının ilkeleri de şu şekilde belirtilebilir : Dilde yalınlık, halk edebiyatı şiir biçimlerinden yararlanma ve hece ölçüsü, konu seçiminde yerlilik. Yalın bir dille yazma, konularını hayattan ülke şartlarından seçme ve milli kaynaklara yönelme ilkelerinde birleşilmiştir. İslamcı, Osmanlıcı, gelenekçi görüşlere sahip yazarlardan , bireysel eğilimli yazarlara kadar tüm edebiyatçılara açık bir bütünlük mevcuttur. Çünkü artık söz konusu olan Milli Edebiyat akımı kavramı değil, Milli Edebiyat dönemidir. Bu akım dilde ve duyuşta 1911-1915 dönemi milliyetçilik fikirlerinin ön planda olduğu roman, hikaye, tiyatro eseri ve şiirler verilmesine yol açmıştır.

Türk milletine mensup olma şuuru, tarih içinde devamlılık düşüncesi, kendi kalarak Batılılaşma inancı, 1911-1923 yılları arasındaki akımın temelleridir. Bu dönemin bariz özelliği, Türk Romantizminin edebi tezahürlerini göstermesidir. Adını 1912'den itibaren duyurmakla beraber asıl şöhretini Milli Mücadele Devrinde kazanan Yahya Kemal Beyatlı, ölümüne kadar saf şiir peşinde koşmuş bir mısra kuyumcusudur. İslamcı şair olarak tanınan, başta İstanbul'da olmak üzere çeşitli şehir ve ülkelerin geri kalmışlığını, çaresizliğini, aydınların yabancıl amacını anlatan Mehmet Akif Ersoy'un Safahat (Safhalar) adlı şiir kitabı hem aydınlar hem de geniş halk yığınları üzerinde büyük etki yapmıştır. Gerek Mehmet Akif Ersoy gerekse Yahya Kemal Beyatlı şiir dili ile konuşma dili arasındaki uzlaşmalığı ve Türk diline zor uyan aruzun engellerini ortadan kaldırıp yaşayan Türkçe ile başarılı şiirler yazmışlardır. Yahya Kemal Beyatlı sadece bir şair olarak değil, medeniyet ve kültür araştırıcılığı, çok çeşitli fikri ve edebi zenginlikleri şahsında toplamış, sohbetleri ile çığır açmış bir edebiyatçı olarak da tanınır. Birinci Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş savaşından sonra Türkiye'de meydana gelen en önemli olay, tarihe karışan Osmanlı Devletiyle birlikte, onun dayandığı müesseseler, sosyal tabaka, hayat felsefesi, dil ve üslubun ortadan kalkarak, yeni bir rejime, zihniyete ve sosyal düzene dayanan yeni bir devletin kurulmasıdır. Cumhuriyet devri, halk iradesine dayanan parlamento rejimini getirdi. Bu rejimi kuran ilk nesil, Kurtuluş savaşını kazanan subaylar, İkinci Meşrutiyet devrinde yetişen münevverlerdir. Hem büyük bir kumandan hem de kültür ve medeniyet konularında ileri görüşlü olan Mustafa Kemal Atatürk,bu münevverlerle birlikte Türkiye'nin sosyal, iktisadi ve kültürel yapısını değiştiren inkilapları gerçekleştirdi. Cumhuriyet devri edebiyatının ilk dönem eserleri bu siyasi, sosyal ve kültürel çerçevenin etkilerini taşır. Cumhuriyet kuruluşunu hazırlayan milliyetçilik ideolojisi içinde doğan Milli Edebiyat akımı Cumhuriyetin ilk yıllarında en olgun eserlerini verdi. Cumhuriyet rejimi ve bu devirde meydana getirilen sosyal ve iktisadi müesseseler üstünde başlarında büyük Türk sosyolog ve düşünürü Ziya Gökalp'in bulunduğu Türkçü ve Milliyetçi münevver zümre etkili oldu. Gökalp'in Türkiye ve Türkler için şekillendirdiği düşünceler başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyeti kuran birinci neslin dünya görüşünün kaynağını teşkil etti. 1880 yıllarından sonra doğan, II. Meşrutiyeti, Balkan savaşını ve Kurtuluş savaşını gören ve modern Türkiye Cumhuriyetinin aydın tabakasını meydana getiren nesil, felaketlerle olgunlaşmış ve zenginleşmiş hayat tecrübesine sahiptir. Halka ulaşabilmek ve onunla bütünleşebilmek için onun dilini kullanmak gerektiğine bu nesilden yazarlar eserlerinde konuşma dilini kullandılar. Halk dilini kullanırken gençlik yıllarında hayran oldukları Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) yazarlarının ince zevkini günlük dile aktardılar. Genç Kalemler Dergisinde başlayan bu çalışmalar başlangıçta Edebiyat-ı Cedide topluluğunda yer alan ve II. Meşrutiyet devrinde Türkçülük akımına katılan Ahmet Hikmet Müftüoğlu (1870- devrinin ilk dönem şairleri Türkçülerin yaygınlaştırdığı sade dil ve hece veznini kullandılar. Memleket gerçekleri ve bir ölçüde günlük hayat şiir konuları arasına girdi. Mütareke yıllarında şöhret kazanan hececiler, Orhan Seyfi Orhon (1890-1972) ve Yusuf Ziya Ortaç'dan (1896-1967) sonra yetişen Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973) ile Kemalettin Kamu (1901-1948) Anadolu'yu ve vasat insan tipini şiire soktular. Hece vezni ile serbest tarzda şiirler yazan Enis Behiç Koryürek'in (1892-1949) şiirleri tarihi ve milli heyecanları yansıtır. Kendine has üslubu, vatan, coğrafya ve tarihini İstanbul dekoruyla canlandıran Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958) hem şiirde hem de nesirde çok başarılı örnekler veren çok yönlü bir edebiyatçıdır. 1900'den sonra doğan, ilk gençlik ve olgunluk yılları, Cumhuriyetin ilk devresinde geçen ilk şairler nesli şiire Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve batı şairlerinin etkisiyle ve kendi yaratıcılıklarının katkısıyla yeni estetik şekiller kazandırdı. Ahmet Hamdi Tanpınar, Türkçeye Paul Valery'nin şiir görüşünü uygulayarak, yoğun kapalı, derin şiirler yazdı. Ahmet Kutsi Tecer (1901-1967) Tanpınar'ı hatırlatan özelliklerin yer aldığı folklor kaynaklı değişik eserler meydana getirdi. Necip Fazıl Kısakürek (1905-1983) çok yönlü kişiliğinin etkisiyle ve Türkçeyi ustaca kullandığı şiir ve piyeslerinde Anadolu insanının mistik eğilimlerini orijinal ve modern bir üslupla ifade etti. Genç yaşında Rusya'ya giden ve oradan marksist ve materyalist bir inançla dönen Nazım Hikmet Ran (1902-1963) Türkçenin estetiğini Mayakovski tesirleri taşıyan yeni bir tarzda kullanarak ihtilalci şiirler yazdı. 1960'lı yıllardan sonra Türk Edebiyatı içinde yaygınlaşan sosyalist akımının başlangıcı bu şiirler oldu. Ahmet Muhip Dranas şiiri tamamen estetik olarak kabul eden şairlerdendir. Aynı nesilden olan Arif Nihat Asya (1904-1976) üslup ve ruh yönünden zenginliğini şiirlerine aksettiren orijinal bir şairdir. Türk Edebiyatında küçük klasik hikaye yazma geleneğinin kurucusu ve en başarılı temsilcisi olan Ömer Seyfettin'in (1884-1920) hikaye kitapları 144 baskı yaparken kendisi en çok okunan yazar oldu. Sait Faik Abasıyanık (1906-1948) ve Sabahattin Ali'nin 1935 yılından sonra yayınladıkları hikayeler, birbirinden farklı iki yeni çığır açtı. Sait Faik, konuları İstanbul'da geçen ve şahsi izlenimlerine dayanan şiir duygusuyla dolu hikayeler yazdı. Materyalist bir dünya görüşüne sahip olan Sabahattin Ali, dış tasvirlere ve sade olaylara fazla önem veren hikayeler yazdı. Bu iki yazarla birlikte 1960'lı yıllardan sonra yoğunlaşan günlük hayat ve olayların, düşünce ve beklentilerin edebiyata akması başladı. 1940-1945 yılları arasında Türkiye II. Dünya Savaşına katılmamakla birlikte, siyasi,sosyal,kültürel bakımdan büyük değişikliklere uğradı. İdeolojik yönden Nazizm ve Faşizme karşı açılmış olan bu savaş bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de batılı demokrasiye ve sosyalist akımlara üstünlük sağladı. Türkiye, bu yeni kuvvetler dengesi içinde Tanzimattan beri yöneldiği Batı medeniyetini ve örnek aldığı, Batı demokrasisini tercih etti. Demokrasiye bağlı hürriyet ve tenkitle beraber sosyalist ve marksist görüşler de Türkiye'ye girdi. Şiirlerini 1941 yılında Garip adlı kitapta toplayan Orhan Veli Kanık'a ve onunla aynı tarzı paylaşan Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat, Garipçiler adıyla anıldılar ve Türk şiirlerinde yeni bir akım meydana getirdiler. Bu akımın esası, şiiri öteden beri vazgeçilmez unsurlar sayılan vezin, kafiye ve benzetmelerden sıyırarak, duyuların yalın ifadesi haline getirmekti. Orhan Veli, bu tarzda yazdığı başarılı şiirlerle kendisinden sonrakileri büyük ölçüde etkiledi. Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956) aynı sadeliği vezin ve kafiyeyi kullanarak sağladı. Tarancı mısra içindeki belirli durakları kaldırarak veya değiştirerek hece vezninde yenilik yaptı. Bu neslin dünya görüşü Andre Gide'in tesiri ile varlık ötesi geçmiş ve gelecek tasavvurları olmaksızın anlık duyumlara dayanıyordu. Sait Faik'in eserleri de dahil olmak üzere bu grubun eserlerinde yaşama sevinci hakimdir. Serbest şiir hızla yayılmış, Asaf Halet Çelebi, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil gibi başarılı temsilciler yetişmiştir. Asaf Halet Çelebi bazı şiirlerinde doğu mistisizmi ile tasavvufu birleştirdi. İlk şiirlerinde serbest çağrışımlara yer veren Fazıl Hüsnü Dağlarca, şuur altının karanlık akımlarını ifade eden sembollerle dolu orijinal şiirler yazdı. Behçet Necatigil, şiirlerinde büyük şehir hayatı içinde ezilmiş ve kaybolmuş insanın kırık, karanlık, dolaşık duygularını anlattı. Şiirlerinde ahengi ihmal eden Necatigil, divan şiirinde olduğu gibi, gittikçe derinleşen bir arka planı işlemiştir. 1950 yılından itibaren Türk yazar ve şairlerinin büyük bir kısmı hayat görüşlerini "toplumsal gerçekçilik" adıyla edebiyata uyguladılar. Bu dönemde Batıdan gelen varoluşculuk ve gerçeküstücülük akımları da hayata bakış tarzıyla beraber eserlerinin kompozisyon ve üslubunu da değiştirdi. Son kırk yıllık Türk Edebiyatı Batıdan gelen akımlar, sosyalist dünya görüşü, milli ve dini yaklaşımlar ve çok partili dönemde çeşitlenen politik tercihler doğrultusunda fevkalade çeşitlilik göstermekte, edebiyat çok kere vasıta gibi kullanılmakta ve yeni arayışlar içinde görünmektedir. Kısa zaman içinde büyük şöhret kazanan veya adını pek az duyurabilen yazar ve şairlerin Cumhuriyet terkibi paralelinde kurulmakta olan yeni edebiyat geleneklerine katkıda bulunmakla beraber, bunlar hakkında içinde yaşarken objektif tenkitler yapmak ve edebiyat tarihindeki yerlerinin belirlenmesi mümkün olamamaktadır. Özellikle 1960'lı yıllardan sonra gelişen kadın yazar ve şairlerin sayılarının artmış olması feminist akımın da diğer pek çok akım gibi Türk Edebiyatı içinde yer almasını sağlamıştır. 1850-1986 yılları arasında isimleri en çok duyulan ve okunan roman ve hikayeciler şöyle sıralanabilir : Halide Nusret Zorlutuna, Nihal Atsız, Safiye Erol, Tarık Dursun K., Atila İlhan, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Firuzan, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Selim İleri, Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Bekir Büyükarkın, Necati Cumalı, Haldun taner, Mustafa Kutlu, Muhtar Tevfikoğlu, Bahaettin Özkişi, Durali Yılmaz, Rasim Özdenören, Şevket Bulut.

Bu dönemin şairleri: Behçet Kemal Çağlar, Necati Cumalı, Ümit yaşar Oğuzcan, Bekir Sıtkı Erdoğan, Atila İlhan, Yavuz Bülent Bakiler, Mehmet Çınarlı, Mustafa Necati Karaer, Munis Faik Ozansoy, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, İlhan Geçer, İlhan Geçer, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Bahaettin Karakoç'tur. 2. PLASTİK SANATLAR Türklerin islamiyetten önceki tarihi dönemlerinden günümüze ulaşan plastik sanatlarla ilgili eser sayısı sınırlıdır. İslamiyetten sonra Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde plastik sanatlar, Osmanlı medeniyet ve kültürüne has ihtiyaç ve şekillerde çeşitlilik ve gelişmeler gösterdi. Tarihi dönemlerin grafik işlerini çeşitli mimari eserlerde düzenler, oyma yazılar, nakışlar, çiniler, semboller şeklinde izlemek mümkündür. Türkiye'de Batılı manada plastik sanatların sistemli olarak oluşum ve gelişimi 1883 yılında kurulan Sanayii Nefise Mektebi'nden kaynaklanan öğretim kadrosuyla başlamış, Cumhuriyetten sonra Eğitim Enstitüleri ve Güzel sanatlar Fakülteleri, programlı ve tutarlı Türk plastik sanatının oluşumuna katkıda bulunmuş ve bulunmaktadır. Resim, heykel, tekstil, fotoğraf, seramik ve grafik sanatlarının geçmişi ve bugünü şuurlu bir yaklaşımın izlerini taşımaktadır. Türk sanatçıları dünyayı ve çevrelerini ulusal-evrensel verilerle yoğurup anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadırlar. Özellikle son 15 yıl içinde grafik sanatlarında büyük terakki göze çarpmaktadır. Reklam grafiğinden afişe, orijinal baskıya kadar bir çok alanda uluslararası başarılar kazanılmıştır. Resim İslamiyetten önce resim sanatı, savaşçı Türk kavimleri arasında kumaş dokuması, halı, kilim, maden kakmalar, deri işleri, ok ve kılıç üzerine ağaç ve demir süslemeleri biçiminde gelişmiştir. Uygur Türkleri diğer Türk gruplarından önce yerleşik hayata geçtiklerinden IX. asra ve daha sonraki asırlara ait Turfan, Karahocu, Bişbalığ gibi şehirlerde yapılan kazılarda bazı duvar resimleri, din ve ticaretle ilgili kitaplarda resimler tespit edilmiştir. Türklerde biçim, çizgi ve rengin temel örnekleri ve figürlü sanatın ilk eserleri minyatür sanatı şeklinde gelişti. Türk minyatürcülüğü, Orta Asya'dan Selçuklu'lara, Osmanlı Devletinin kuruluşundan İstanbul'un fethine ve Lale Devrine uzayan asırlar içinde değişik akım ve anlatım şekilleri kazanmıştır. XV. asırda Fatih Sultan Mehmed, tanınmış İtalyan ressamlarını saraya davet ederek, bir anlamda batı resminin Türkiye'ye girmesini sağlamıştır.

Batı ülkeleri ile münasebet kurulduktan sonra sosyal ve siyasi hareketlere paralel olarak güzel sanatlarda da gelişmeler oldu. Tanzimat Fermanından sonra II.Mahmut, portresini (Tasviri Hümayun) yağlı boya olarak yaptırıp resmi daire duvarlarına astırdı. Sultan Abdülaziz, Avrupa gezisinden sonra güzel sanatlara daha çok önem verdi. Abdülaziz de resim yapıyordu, sarayına davet ettiği Batılı ressamların eserlerinden bir kolleksiyon meydana getirmesi, Türkiye'de resim sanatının gelişmesinde tesirli oldu. Osmanlı döneminde ilk defa, 1793 yılında kurulan Berii Hümayunda, resim dersi verildi. XIX. asrın ortalarına doğru askeri ve sivil bütün okullara resim dersi konuldu. Avrupa'ya resim öğrenimi yapmak üzere öğrenciler gönderildi ve bu öğrencilerin yurda dönüşünden sonra resim sanatı çağdaş akımlara paralel gelişmeler gösterdi. Bu hazırlık dönemi sonunda 1883 yılında bugün Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi adını alan Sanayii Nefise Mektebi kurulmuş ve müdürlüğüne Osman Hamdi bey getirilmiştir. Bu okulun öğretim üye kadrosunu yabancılar teşkil etmiş, ilk yirmi öğrenci resim, heykel ve mimari alanlarında öğrenim görmüştür. "Türk primitifleri" veya "Türk fotoyorumcuları" olarak adlandırılan ilk dönem Türk ressamlarının eserleri bugün İstanbul Resim ve Heykel Müzesinde bulunmaktadır. Bu dönemin başlıca eğilimleri manzara ve natürmort gibi iki temel türde toplanır. İlk dönem ressamları, Osman Nuri, Giritli Hüseyin, Ahmed Bedri, Ferid İbrahim Paşa, Hüsnü Yusuf, Tevfik Paşa, Nuri paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Osman Hamdi bey, Servili Ahmet Emin, Hüseyin Zekai Paşa ve Hoca Ali Rıza'dır. Türk primitifleri genellikle gerçekçi bir sanat anlayışına bağlı kaldılar. Bu ressamlar Yıldız Sarayı, Yıldız Camii, Kağıthane ve Anadolu yörelerine kadar uzanan görüntüleri daha önce çekilen fotoğraflardan hareketle yağlıboya ile işlemişlerdir. Fotoğrafı temel aldıkları için objektife bağlı bir perspektif düzeni ve ışık-gölge biçimleyiciliği geliştirmişlerdir. İnsan figürüne pek nadir yer verdiler. Bazılarının, tarihi bina görüntüleri ve manzara ile ortak üsluplaşmaya yöneldikleri görülür.İstanbul ve çevresini geleneksel bir üslupla işleyen Şeker Ahmet Paşa ve çağdaşları Çallı kuşağının öncüleri sayılırlar. Bu ressamlardan sonra Halife Abdülmecid, Perspektifçi Ahmet Ziya Akbulut, Ömer Adil, Şevket Dağ eserler verdiler. Bu ressamları savaş sonrası ressamları takip etti. Türkiye'ye izlenimciliği getiren bu ressamların en başarılısı akademiklerin sonuncusu, izlenimcilerin ilki olan Halik Paşa'dır. Cumhuriyet dönemi resim sanatı, Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin değişik adlar altında 1930'lara kadar sürdürdüğü sanat etkinlikleri ile başlar. 1908'de kurulan cemiyetin ilk üyeleri Ruhi Arel, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Asaf, Agah, Kazım, Hüseyin, Haşim, Ahmet Ziya Akbulut, Hoca Ali Rıza, Muazzez, Mahmut, Mesrur ve İzzet'tir. Cemiyetin başkanı Sami Yetik oldu. Halil Paşa, Hüseyin Zekai Paşa, Nazmi Ziya, Avni Lifij, Feyhaman Duran gibi tanınmış Türk ressamları da bu guruba katıldılar. Bu gurubun öncüsü kabul edilen ve yaygın üne kavuşan İbrahim Çallı'dan dolayı bu ressamlar "Çallı Kuşağı" olarak da isimlendirildiler. Çoğunluğu Sanayi-i Nefise Mektebi mezunu olan Çallı kuşağı ressamları, Avrupada sanat eğitimi görerek yetiştiler. Bu ressamlar, batı resminde etkisini tamamlamış izlenimci görüşe bağlandılar. Fakat bu akım içinde Batı resminde olduğu gibi , renklerle ilgili problemin çözülmesi ihtiyacı ile hareket etmediler. Umumiyetle optik görünüşleri , az çok renkçi anlayışla dile getirdiler. Bu sanatçılardan Çallı İbrahim, akademikleşmiş izlenimciliğe bağlandı. Zeybek ve Mevleviler, adlarını taşıyan eserlerinde olduğu gibi bazı eserlerinde yerli motifleri işledi. Natürmortlarında ve açık hava resimlerinde anlatım ustalığı gösterdi. Fırça tuşlarına önem verdi. Feyhaman Duran, izlenimci anlayışı yansıtan eserlerinde titiz bir işçilikle, renk ve desen uzlaşmasını birleştirdi. Hikmet Onat, genellikle eski İstanbul görüntülerini canlandıran peyzajlar yaptı. Nazmi Ziya, izlenimci anlayışı renk problemlerine özel bir dikkat göstererek İstanbul görüntülerini güneş ışığı ve sis gibi unsurlarla birlikte verdi. Çallı kuşağı ne tam anlamıyla Batı sanatının izleyicisi durumundadır, ne de bütünüyle yerel nitelikte bir sanat anlayışını temsil eder. Bu ressamlar batı resim sanatından etkilenmekle birlikte, bu etkileri kendilerine özgü bir doğaya yaklaşım biçimi içinde özümseyebilmişlerdir. Kendi aralarında gösterdikleri ortak üslup özelliklerinin yanı sıra sezgi ve içgüdünün yönlendirildiği bir arayışla biçimsel sorunları sınırlamada bir gerilimi yaşarlar. Böylece kendi kişisel üsluplarını yaratmada da başarılı olmuşlardır. Bütün bu özellikleriyle Çallı kuşağı Türk resminde kesin bir dönüm noktasıdır. Gerçekte Türk resminin gelişimi çoğunlukla tam bir kesinlik içermeyen ve bütünüyle tek bir görüş çerçevesinde toplanmayan gurup hareketlerinin birbirini izleyen sürekliliği içinde kurulmuş değildir. Çünkü Osmanlı Ressamlar Cemiyeti ve uzantıları ile onları izleyen müstakiller, D Gurubu, Yeniler ve benzeri guruplaşmalar arasında süreklilikle sonuçlanan bir etki-tepki diyaloğu yoktur. Müstakillerin baştaki kurucuları Refik Epikman, Hamit Görele, Şeref Akdik, Nurullah Berk, Hale Asaf, Muhittin Sebati, Zeki Kocamemi, Avni Çelebi, Mahmut Cuda ve heykeltraş Ratip Aşir'dir. Müstakiller tek bir bakış açısı çevresinde birleşen bir gurup değildir. Bu ressamlar herbiri aralarındaki üslup ortaklığı kadar üslup ayrılıklarında da birleşmiş bir görünüm sergiler. Buna karşılık amaçlarının Cezanne biçimciliğinin uzantısı olan bir tuş düzeni ile kübizm ve konstrüktivizm gibi akımların biçimsel kuruluşa tanıdığı önceliği bütünleştirmek olduğu söylenebilir. D gurubu 1933 yılında Cemal Tollu, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Abidin Dino ve heykeltraş Zühtü Müridoğlu tarafından kurulmuştur. Çoğunluğu Sanayi-i Nefisede Çallı ve arkadaşlarının öğrencileri olan D gurubunun kurucuları, kendilerinden öncekiler gibi Avrupa'da resim öğretimi görmüşlerdir. D Gurubu, Çallı kuşağının renkçiliğine desenin sağlamlığını katarak, düzen ve kuruluşa ağırlık veren bir biçim anlayışı ile hareket etmiştir...

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:00:23 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12333#12333

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Gerçi müstakiller de Çallı kuşağının izlenimciliğine karşı çıkarak kübizm ve konstrüktivizmde sağlam düzen kuruluşları aramışlardır, ancak D gurubu ise müstakillerin yeni anlayışlarını daha aşırı bir boyut içinde vermişlerdir. Gurup üyeleri kendi aralarında farklı anlayışa sahip olmakla birlikte, Türk resmine yeni bir entelektüel yaklaşım getirmek, resimde tekniği düşünce ile birleştirmek gibi ortak bir amaçta birleşmiş görünürler. Gerek düşüncede, gerekse uygulamada "akademizme ve körükörüne doğa kopyacılığına" aynı oranda karşıdırlar. Ancak sözcülüğünü ettikleri "Lhote" biçimciliği, etkinlikleri doruk noktasına ulaştığı sıralarda, Avrupa'da çoktan akademik sayılan bir boyut kazanmıştır. D Gurubunun, Türkiye'de resim kültürünün yaygınlaştırılmasında katkıları çok büyüktür. 1940'larda etkili olan Yeniler Gurubunda ise Nuri İyem, Agop Arad, Selim turan, Avni Arbaş, Nejat melih Devrim, Kemal Sönmezler, heykeltraş Faruk Morel ve afişçi Yusuf Karatay bulunmaktadır. Yeniler, kendilerinden önceki D Gurubunun aşırı Avrupa sanatı taraftarlığına ve biçimciliğine karşı toplumsal içeriğin önemini vurgulamak amacında birleşmişlerdir. Onlara göre sanat ve resim toplumun sorunlarına dönük olmalı, gerçek yaşamı yansıtmalı, insanların güncel uğraşlarını konu almanın yanı sıra onların sevinç ve üzüntülerini de belirtmeliydi. Ancak, yenilerin tutumları kendi içinde kavranabilir bütünlüğü olan bir resim dili yaratmaya yetmemiştir. Çünkü, Yeniler, toplumsal konuların resimsel anlatımının gerektirdiği biçimlere yönelmek yerine, geleneksel ve Cezanne kökenli biçim modellerinin birleşimi bir anlayışla hareket etmişlerdir. II. Dünya Savaşından sonra Batıda genel olarak soyut sanat, özel olarak da soyut dışavurumculuk geniş çapta gelişmeler sağlamıştır. Batıdaki benzerleri gibi Türk resim sanatında da soyut eğilimler teknik ve biçim açısından iki temel davranış biçimi içinde sınıflandırılabilirler. Bunlardan ilki düzenli bir fırça işçiliğine ve yüzeysel geometrik bir biçim anlayışına dayanan akılcı, kuralcı ve katı yaklaşımdır. Diğeri ise dağınık bir tutuş ve serbest fırça işçiliği üstüne temellenen lirik, kendiliğinden, disiplinsiz ve bir yere değin de ifadeci olabilen duyarlı organik yaklaşımdır. Sabri Berkel, Halil Dikmen, Cemal Bingöl, Şemsettin Arel, Arif Kaptan ve Hamit Görele daha çok geometrik kuruluşlara düz yüzeylere, sert ve açısal biçimlerle çalışan soyutçular arasında yer alırlar. Öte yandan Şemsettin Arel, Abidin Elderoğlu ve bir yere değin de Sabri Berkel'in hat sanatı ve kaligrafiden esinlenen yapıtları soyut biçime geleneksel bir bağlam kazandırma arayışlarının ürünüdür. 1970'ler, Türk resminde evrensel ve yerel, soyut ve somut gibi karşıt eğilimlerin berraklaşmaya dönüştüğü ve bazı sentezlere ulaştığı bir başlangıcı yaşar. Yaşlı kuşak sanatçıların bir kısmı giderek ağırlık kazanan yeni gelişmelere ayak uydurmaya çalışırken bir kısmı da kendi bireysel üsluplarını derinleştirmeye yönelirler. Genç kuşak içindeki tutarlı kişilikler ise, geçmişe oranla daha belirgin bir biçim-içerik bütünlüğü ile yeni arayışlara girişirler.

1970'lerde resim sanatı beş temel anlayış doğrultusunda biçimlenmektedir. 1. Soyutçular 2. Soyut ya da figüratif biçimci yaklaşımlar 3. Soyutlanmış figüratif biçimde lirik arayışlar 4. Yerelci ve toplumcu eğilimler 5. İfadeci ve eleştirel figüratif yaklaşımlar Soyutçular : Sabri Berkel, Adnan Çoker, Ömer Uluç, Burhan Doğançay, Erol Eti, Eral Alantar, Adnan Turani, Güngör Taner, Hali Akdeniz, Tomur Atagök. Soyut ya da figüratif biçimciler : Gürel Yontan, Şükrü Aysan, İsmail Saray, Ahmet Öktem, Serhat Kiraz Soyutlanmış figüratif biçimde lirik arayışlar : Özdemir Altan, Turan Erol, Orhan Peker son yıllarında Bedri Rahmi, Şadan Bezeyiş, Mustafa Esirkuş, Nuri Abaç, Erol Akyavaş, Dinçer Erimez, Burhan Uygun, Zahit Büyükişleyen. Yerelci ve Toplumcular : Osman Oral, İsmail Altınok, Hüseyin Bilişik, Duran Karaca, Kayıhan Keskinok, Mehmet Güler, Yalçın Gökçebağ, Veysel Günay, Mehmet Başbuğ. İfadeci ve Eleştirel Yaklaşımlar : Alaettin Aksoy, Mustafa Ata, Neşe Erdok, Mehmet Güleryüz, Ergin İnan, Kemal İskender, Balkan Naci islimyeli, Özer Kabaş, Erol Kınalı, Hüsamettin Koçan, İbrahim Örs, Kadri Özayten, Gürkan Çoşkun, Utku Varlık. 1970'lerle birlikte İstanbul, Ankara ve İzmir gibi Türkiye'nin büyük kentlerindeki sanat etkinlikleri geçmişe oranla eşi görülmedik boyutlarda bir gelişme göstermiştir ve hala da göstermektedir. Galerilerin sayıları çok büyük bür artış göstermiş ve bu olgunun etkisiyle resme olan ilgi büyük ölçüde artmış, kolleksiyoncu çevreler ve resme meraklı aydınlar daha çok resim toplamaya yönelmişlerdir. Heykel Cumhuriyet dönemi heykelciliği, plastik ve estetik veriler açısından zengin bir geçmişin henüz çok genç mirasçısıdır. Anadolu'ya bakıldığında bu toprakların, birbirinin üzerine kurulmuş çeşitli medeniyetlerden kalan farklı sanat anlayışıyla yapılmış heykellerle dolu olduğu görülür. Atatürk önceleri Arap ve Acem Kültürlerinin izlerini taşıyan, daha sonra da Tanzimat'la birlikte Batıya yönelen Türk sanatının, doğuya ya da batıya özenen değil de, kendine özgü biçimini yaratan ve uygulayan bir şekle gelmesi için sanata ve kültüre, inkilapların en başında yer vermiştir. Milleti yaşatmak, çağdaş kültür düzeyine eriştirmek, ona katkıda bulunmak için sanatın büyük düşünsel-itici gücüne inanan Atatürk, güzel sanatlara öncelik tanımıştır. Cumhuriyetin kurulmasından sonra heykel sanatının geliştirilmesi için alınan önlemler şöyledir :


a.Türk tarih Kurumunun önderliğinde arkeolojik çalışmaların genişletilmesi. Bu çalışmalar örneklemeyi çoğaltması ve ufku geliştirmesi açısından heykel sanatı için önemli birer kaynaktırlar. Anadolu topraklarında yapılan kazılarda M.Ö. 8 bin yılına ait pek çok taş ocağı bulunmuştur. Özellikle Yesemek bölgesi taş ocakları bugün dahi dünyada eşine az rastlanır heykel üretim yerleridir. Heykellerin stillerinde ekolleşme, uzmanlaşma görülür. M.Ö. 2 bin yılından kalan Alaca Höyük, Kalın Kaya, Boğaz Köy ve Tilmen Atölyeleri Von der Osten tarafından 1926'da gün ışığına çıkarılabilmiştir. b. Dışarıdan öğrenci gönderme, heykelci çağırma. 1924'ten itibaren sanatçıların gelişmesi ve eğitilmesi için, bu konuda merkez olan Paris, Münih gibi şehirlere burslu öğrenciler gönderilir. Ratip Aşir, A. Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman ilk giden heykelcilerimizdendir. Aynı zamanda heykel eğitiminde yabancı sanatçılardan yararlanılır. 1937'de Hitler Almanya'sından kaçan R. Belling Türkiye'ye gelir. Kendisi "Kasım Gurubu" nun kurucularından ve dünya sanat tarihine çığır açan "DREIKLANG" adlı eserin sahibidir. Resim ve heykel arasındaki farkın üçüncü boyutta düğümlendiğine inanan bir sanatçıdır. Belling, plastik değerler, yöntem, entelektüel gelişim açısından Türk heykel sanatında çok önemli bir yer tutan bir öğretici olmuştur. Hüseyin Özkan, Hakkı Atamulu, Yavuz Görey, Rahmi Artemiz, İlhan Koman, Zerrin Bölükbaşı, Hüseyin gezer, Turgut Pura, Şadi Çalık Belling'in öğrencilerinin başlıcalarıdır. Ancak belirtilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Türk heykelcileri bu yıllarda ülkemizde çalışmış yabancı heykelcilerin idealize ya da abartılı anatomik yapılı heykellerini -bir kaç örnek dışında- benimsememişlerdir. c.Sanat ortamı yaratılması . Çeşitli gazetelerde yayımlanan makaleler, çıkarılan dergiler, basılan eserler iletişimi sağlarken, sanatın gelenekselleşmesini sağlayacak, onu benimseyerek, destekleyecek izleyici topluluğunun gelişmesine yardımcı olmuştur. Heykel sanatını sevdirmek, yurdumuzda yaygınlaştırmak amacıyla çeşitli ödüller konulmuş, yeni okullar, eğitim enstitüleri, müzeler, devlet sergileri, galeriler açılmıştır. Atatürk'ün emriyle 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesinin, Resim ve Heykel Müzesi olarak düzenlenmesi,1939 yılından başlayarak her yıl düzenli Devlet Resim ve Heykel Sergilerinin açılması, bu alanda Cumhuriyetten sonra sağlanan gelişmeyi göstermektedir. Güzel sanatları ülke düzeyine yaymak amacıyla Devlet eliyle 23 güzel sanat galerisi ve resim-heykel müzesi açılmıştır. Ayrıca son yıllarda büyük şehirlerde özel resim galerilerinde resim heykel çalışmaları ve sergileri çok yaygınlaşmıştır. 1986 yılı Mayıs ayında düzenlenen I. Uluslararası Asya-Avrupa Sanat Bienali, Türk sanatının geniş manada dünyaya açılışını sağlayan faaliyetlerden biridir. İstanbul ve Ankara'daki Üniversitelerin güzel sanatlarla ilgili fakültelerinde modern anlamda plastik sanatlar eğitimi yapılmakta ve geleceğe umut vadeden sanatçılar yetişmektedir.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:01:12 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12334#12334

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Tarihi heykel sanatı, şematik kütle plastiği ile üsluplaşmış kabartma örneklerden oluşur. Osmanlılarda figürlü ve anıt-heykel yoktur. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte bu sanat dalının geliştirilmesi önem kazanmıştır. Türkiye'de heykel sanatı Cumhuriyet devrinde Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerden başlayarak Anadolu şehir ve kasabalarının meydanlarına kadar yayılan Kurtuluş Savaşı ve Atatürk anıtlarıyla gelişmiştir. İlk anıt 1925 yılında İstanbul'da Gülhane Parkına dikilmiş, bunu 1928 yılında Taksim'de yapılan Cumhuriyet Anıtı izlemiştir. İlk örnekler yabancı sanatçılar tarafından yapılmış, 1930'lardan itibaren Ratip Aşir Acudoğlu, Zühtü Müridoğlu, Kenan Yontuç gibi heykeltraşlar yetişmiş ve anıt heykelciliğinde kendilerine has üslupla eserler vermişlerdir. Bu dönemde çok sayıda büst çalışmaları da yapılmıştır. 1950'li yıllardan itibaren Şadi Çalık, Turgut Pura, Kuzgun Acar gibi sanatçılar, soyut form anlayışını zorladılar ve değişik eserler vücuda getirdiler. Ali Teoman Germaner, Hakkı Baha Çavuşgil, Sebahat Acuner, Gürdal Duyar, Tamer Başoğlu, Namık Denizhan, Saim Bugay, Koray Ariş gibi orta kuşak sanatçıların yakın yıllardaki çalışmalarından kurallar yapılmış, heykele çağdaş görünüm kazandırma çabaları farklı anlayıştaki sanatçılar tarafından paylaşılmıştır. Süsleme Sanatları Türklerde süsleme sanatları M.Ö. I. asırdan başlayarak günümüze gelmiştir. Çini, minyatür, telkari, ebru, vitray, hüsn-ü hat, teship, oymacılık, cam, kakma gibi dallarda gelişen süsleme sanatlarının en güzel örneklerini Selçuklular ve Osmanlılar zamanında görmek mümkündür. Bütünüyle uygulamalı sanatlar olan bu tür çalışmalar sanattan çok zenaat olarak kabul görmüştür. Bu sebeple, çok farklı üslupları olmasına rağmen sanatçılar, eserlerinde imza kullanmamışlardır. Günümüzde bu sanatlardan büyük bir kısmı devlet desteği ile okullarda ve meraklı amatör sanatçılarla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. a. Çinicilik Türk süsleme sanatları içinde önemli yeri bulunan dallardan biri de çini sanatıdır. Anadolu Türklerinde seramik sanatının çok eski bir geleneğe sahip olduğu bilinmektedir. Büyük Selçuklu, Gazneliler ve Karahanlılar İslam dünyasında çini sanatının lideri durumundaydılar. Selçuklu döneminde iç ve dış mimaride kullanılan çiniler daha çok turkuvaz, kobalt, mor ve siyah renkliydi. Bu dönemde sade renkli çiniler yanında bitki desenli, hayvan ve insan figürlü ve mitolojik karakterli olanları da vardı. Bu çiniler mozaik tekniğinde veya tek renkli levhalar halinde idi. Tarihte bilinen en eski Selçuklu çinileri Konya'da kullanılmıştır. Konya'daki Alaaddin Cami ve Beyşehir Gölü civarında bulunan Kubadabat Sarayı bu çinilerin en güzel örnekleri ile kaplıdır. Çini sanatı XIV-XVII asırlar arasında Osmanlı sanat ve mimarisinin en önemli unsurudur. Bu asırlarda çiniler, medrese, cami, tekke, imarathane, hamam, köşk, saray. Konak, şadırvan, sebil, çeşme, kütüphane, kilise gibi binalarda geniş kullanma alanına sahiptir. Çini üretiminin en önemli iki merkezi İznik ve Kütahya'ydı. Osmanlılardan günümüze kadar gelen en eski çiniler İznik'te Yeşil Cami Minaresinde görülmektedir. Bu cami 1391-1392 yıllarında yapılmıştır. Osmanlı çinicilik sanatının başlangıç devrinde, duvar çinilerinde renk ve teknik Selçuklu geleneğinin devamıdır. XV. asırdan itibaren Osmanlı çiniciliği kendine has tarzda gelişme gösterdi. 1420'de yapılan Bursa Yeşil Cami ve Türbesi'nde Selçuklu çinilerden farklı olarak sarı ve yeşil renkte çiniler kullanılmış, bitki ve çiçek motifleri yeni bir zevk ve anlayışla daha zengin bir şekilde yapılmıştır. Bursa Muradiye Camii, Osmanlı sanatında ilk defa olarak firuze ve beyaz duvar çinilerinin kullanıldığı en eski örnektir. Mozaik, sıraltı ve renkli sır teknikleriyle imal edilen ilk devir çinileri Osmanlıların en önemli çini merkezi olan İznik'de yapıldı. İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan (1472) Çinili Köşk'de genellikle sarı renk hakimdir ve Selçuklu geleneğinin devamı olan mozaik çiniler kullanılmıştır. XVI. asrın ortalarına doğru İstanbul'da mozaik çiniler ve altın yaldızlı tek renkli çiniler tamamen kayboldu. Bunların yerini renkli sır tekniğinde yapılmış dört köşe levhalar halinde çiniler aldı. Rumiler ve Hatayiler arasında palmet ve rotüs motifleri olan çiçek ve üsluplaştırılmış yapraklardan meydana gelen süsleme, bu devir çiniciliğinin özelliğidir. 1522'de yaptırılan Sultan Selim Türbesi ve 1548'de yaptırılan Şehzade Mehmet Türbesi bu özelliği gösteren örneklerdir. Yeşil, sarı ve laciverthakim olmak üzere yer yer firuze ve uçuk kırmızının kullanıldığı bu çinilerde klasik rumi, palmet motifleri arasında büyük nar çiçekleri, güller, yapraklar ve rozetler görülür. XVI. asrın yarısından itibaren çiniler, sıraltı tekniği ile yapılmaya başlandı. Firuze, mavi, koyu yeşil, açık lacivert ve beyaz bu dönemin hakim renkleri oldu. Mercan kırmızısı da bu dönemin özel renkleri arasındaydı. Üsluplaştırılmış motifler, palmet ve rumilerin yerine çiçek ve yapraklarla şakayık, narçiçeği, gül, lale ve sümbül motifleri aldı. Bu yeni üsluptaki çinilerin en güzel örneği İstanbul'da Süleymaniye Camii Mihrabının iki yanında görülür. Sultan Ahmet'teki Sokullu Mehmet Paşa Camii, Kasımpaşa'da Piyale Paşa Camilerinde mercan kırmızısı çiniler hakimdir. Mercan kırmızısı çiniler Topkapı Sarayında geniş ölçüde kullanılmıştır. Hırkai Şerif Dairesinde, tavus kuşlu çiniler, Harem Dairesinin Altın Yol adı verilen koridorunda bulunan üç pano, Üsküdar'da Valide Camii çinileri ve Edirne Selimiye Camii mihrabının iki tarafında ve Hünkar Mahfilinde görülen zengin çini dekorları bu devrin en güzel örnekleridir. XVII asrın başlarında çini sanatında bir duraklama görülür. Şehzade Camii avlusundaki Damat İbrahim Paşa Türbesinde uzun zamandır görülmeyen geometrik yıldız motifleri tekrar ortaya çıktı. Lale ve karanfillerle mercan kırmızısı kayboldu, yerini soluk kırmızı aldı. Yine aynı yıllarda yapılmış III. Mehmet Türbesi (1603) ile Topkapı Sarayında I. Ahmet Kütüphanesi çinilerinde yeşil renk hakimdir. Topkapı Sarayından sonra çini bakımından en zengin eser olan Sultan Ahmed Camii'nde 20.143 parça çini vardır. Bu çinilerde yeşilve mavi renkler hakimdir. İrigül, lale, sümbül, karanfil ve uzun yapraklı motifler görülür. Bu motifler arasında yalnız karanfil ve lalede kırmızı renk kullanılmıştır. Bu devrin öteki örnekleri Topkapı Sarayında, Sultan İbrahim tarafından yaptırılan Sünnet odasının duvarlarında, IV. Sultan Murad'ın yaptırdığı Bağdat Köşkü'nde görülür. Batılılaşma hareketleri XVII. Asırdan itibaren bu sanat dalının bir süre duraklamasına sebep olmuş, Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında bu sanatı yeniden canlandırmak için Beykoz ve Yıldız'da sert fayans ve porselen fabrikaları kurulmuştur. Bu fabrikalar Batı tekniğini Türkiye'ye aktarmıştır. 1919 yılında Sanayi-i Nefise mektebinde açılan seramik atölyesi eski ile yeni arasında bağ kuran yeni sanatçıların yetişmesine yardımcı olmuş daha sonra güzel sanatlar akademisi bu sanat dalının çağdaş örnekler vermesine yardım etmiştir. 1960 yılından itibaren seramik sanatı gerek yurt içinde gerekse yurt dışında orijinal eserlerle varlığını hissettirmektedir. Osmanlıların ilk devrinden itibaren İznik'ten sonra ikinci çini merkezi olan Kütahya, bugüne kadar bu sanatı devam ettiren tek merkez haline geldi. Kütahya'da eski renk ve desenleri taklit eden çini sanatı, vazo, duvar tabağı, kül tablası gibi dekoratif eşyaya ağırlık vererek devam etmektedir.


b. Minyatür Türklerde biçim, çizgi ve rengin temel örnekleri ve figürlü sanatın ilk eserleri minyatür sanatı şeklinde gelişti. Türk minyatürcülüğü Orta Asya'dan Selçuklulara, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan İstanbul'un fethine ve Lale Devrine uzayan asırlar içinde değişik akım ve anlatım şekilleri kazanmıştır. Türk minyatür sanatı, islamiyetten sonra kitap süsleme sanatı olarak değiştirilen kitap çapına uyacak özellikler göstermektedir. Işık ve gölge yerine düz veya kuyruklu çizgileri örten saf veya parlak renkler kullanılır. Minyatür, milli sanat niteliğini Selçuklular döneminde kazanmış, bu dönemde Nakışhane ve Nigarhane denilen resim okulları kurulmuştur. Bu dönemde İran ile minyatür sanatçısı değişimi yapıldığından Türk-İran minyatürleri birbirlerini etkilemiştir. Ancak, Türk minyatürleri başlangıçtan itibareb daha gerçekçi bir anlatıma sahipti ve günlük hayatı aksettiriyordu. Minyatürde, Osmanlı üslubu XV. asırda belirginleşmiş, klasik örneklerini XVI. asırda vermiştir. XV. asırda Fatih Sultan Mehmed , şairlere ve nakkaşlara rahat çalışma imkanları hazırlatmış, tanınmış İtalyan ressamları saraya davet ederek bir anlamda batı resminin Türkiye'ye girmesini sağlamıştır. İtalyan ressamlardan Matteo di Pasti ile Constanzio di Ferrara, Fatih'in tasvirini taşıyan madalyalar yapmışlardır. Ünlü ressam Bellini de Fatih Sultan Mehmed'in portresi yanında İstanbul'un çeşitli görünümlerini resmetmiştir. XVI. asırda klasik eserlerini veren minyatür sanatına Fatih Sultan Mehmed devrinde sarayda çalışan yabancı ressamların da tesiri oldu. Kanuni Sultan Süleyman devrinde imparatorluğun çeşitli bölgelerinden, özellikle doğudan gelen sanatçılar, sarayda Türk nakkaşlarıyla birlikte çalıştılar. Bu dönemde edebiyatı konu edinen yazmaların yanında tarihi konular da resimlendirilmeye başladı. Bu durum sanatçıların değişik kompozisyon denemelerine yardım etti ve klasik üslubun doğmasına yol açtı. Klasik üslubda en değerli minyatürler II. Mahmud'un zamanında yapıldı. Bu dönemde padişahların savaşlarını,seferlerini, başarılarını, hünerlerini, düğünlerini anlatan yazmaların resimlendirilmesiyle gerçekçi bir üslup ortaya çıktı. Türklerde XVIII. asırdan önceki tasvir sanatının temel özelliği iki boyutlu oluşudur. Minyatür yaşanan çevreden etkilenmekle beraber nesneye bütünüyle bağlı kalmamış , süslemeye çok önem verilmiş, düz ve parlak renkler tercih edilmiştir. Osmanlı minyatüründe, İran minyatürünün romantik peyzaj anlayışı sadeleştirildi ve peyzaj bütünüyle fon olarak kullanıldı. İnsan figürleri, mimari yapılar, konunun esas unsurları minyatürde ön plana çıktı. Klasik Türk minyatüründe çizgiler düz, renkler canlı, üslup hikayecidir. Bu gerçekçi ve hikayeci üslup XVIII asra kadar devam etti. Osmanlı minyatür sanatının en belirgin özelliği sağlam yapılı kahramanları, sadeliği, konuların gerçek hayattan seçilişi ve renk anlayışıdır. Önemli niteliklerden biri de Osmanlı minyatürlerinin birer tarihi belge oluşur. XV asırda Nigari, XVI asırda Nakkaş Osman, XVII asırda Nakkaş Hasan, XVII asırda Levni minyatür sanatının en belli başlı temsilcileridir. Cumhuriyet sonrasında minyatürcülük konusunda en önemli çalışmaları Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver gerçekleştirmiştir. Araştırmalarının yanısıra kendi de minyatürler yapmıştır. Günümüzde minyatür konusunda bazı bireysel çalışmalar haricinde, üretime yönelik bir çaba söz konusu değildir.Mimar Sinan Üniversitesi, Türk Süsleme Sanatları bölümünden Mihriban Sözen ve Neşe Duyar minyatür çalışması yapan sanatçılardır.



c. Telkari Orijinal Türk Maden sanatlarından olan Telkari işçiliği büyük bir sabır, titizlik, hayal gücü ve incelik gerektirir. Bu ince Türk sanatı ile Tespih, Köstek, Küpe, Yüzük, Bilezik, Broş, Kemer, Tütün tabakaları, Mücevher kutuları gibi süs eşyası yapılmaktadır. Bugün Diyarbakır'da gümüşle, Trabzon'da altınla yapılan telkari işleri bulunmaktadır...

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:01:52 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12335#12335

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 

Altay dilleri

Altay dilleri, Ural-Altay dil ailesinin Altay koluna verilen isimdir. Altay dilleri Avrupa'dan, Orta Doğu'ya ve Orta Asya'dan Uzak Doğu'ya kadar uzanan büyük bir coğrafyada konuşulan dilleri kapsayan bir dil ailesidir. Altay kolunda Türk, Moğol, Japon, Kore dilleri ve Kafkas dilleri bulunur.
Altay dil ailesinin kolları şöyledir:
  • Türk Lehçeleri
  • Türkiye Türkçesi
  • Azerbaycan Türkçesi
  • Özbek Türkçesi
  • Türkmen Türkçesi
  • Kazak Türkçesi
  • Kırgız Türkçesi
  • Uygur Türkçesi
  • Kazan Tatar Türkçesi
  • Kırım Tatar Türkçesi
  • Başkurt Türkçesi
  • Balkar Türkçesi
  • Gagauz Türkçesi
  • Halaç Türkçesi
  • Saha Türkçesi
  • Çuvaşça
  • Yakutça
  • Moğol dilleri
    • Buryatça
    • Kalmıkça
  • Tungus Dilleri

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:02:35 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12336#12336

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Azerbaycan Türkçesi


Azerbaycan
'da 8 milyon, İran'da ise 32 milyon kişi tarafından konuşulan Türkçenin Oğuz (Batı) lehçelerinden biri olan Azerice, Azerbaycan'ın resmi dilidir. Iraklı Türkmenler'in ve Kars ve çevresinde yaşayan Terekeme ve Karapapak adıyla bilinen grupların dili de Azerbaycan Türkçesine benzer.


Azerbaycan Türkçesinde Günlük Konuşmalar:


Selamlaşma

-Salam
Selam/Merhaba/Günaydın
-Sabahın xeyir/Sabahınız xeyir
İyi sabahlar/Günaydın
-Gecən xeyir/Gecəniz xeyir/Gecəniz xeyrə qalsın(giderken)
İyi geceler
-Necəsən?
Nasılsın?
-Necəsiniz?
Nasılsınız?
-Yaxşıyam.
İyiyim.

Tanışma

-Adın nədir?
Adın ne?
-Adınız nədir?
Adınız nedir?
-Adım Ulduzdur.
Adım Yıldız.
-Məmnun oldum./Çox şadam.
Memnun oldum.
-Neçə yaşın var?
Kaç yaşındasın?
-Neçə yaşınız var?
Kaç yaşındasınız?
-Yirmi üç yaşım var.
Yirmi üç yaşındayım.
-Evlisiniz?
Evli misiniz?
-Evliyəm.
Evliyim
-Subayam.
Bekârım.

Türkiye Türkçesinden Farklı Bazı Kelimeler
  • axı: ?
Axı belə də olmur. - Ama böyle de olmuyor.
Sən nə deyirsən axı? Sen ne diyorsun.
Sən tapşırıqları həll eləmisən? Yox. Axı sabah dərs yoxdu(r). Sen ödevleri yaptın mı? Hayır. Yarın ders yok ki.
  • axtarmaq: aramak
Axtardığımı tapa bilmirəm. Aradığımı bulamıyorum.
  • bacarmaq: becermek, yapabilmek
Bunu istəsəm də bacarmaram. Bunu istesem de yapamam.
  • balaca: küçük; az
Balaca qız küçədə anası ilə gedir. Küçük kız sokakta annesiyle gidiyor.
Bir balaca sus. Biraz sus.
  • başa düşmək: anlamak
Mən səni başa düşmürəm. Ben seni anlamıyorum.
  • başa salmaq: anlatmak
Mənə hər şeyi başa sal. Bana herşeyi anlat.
  • biabır: rezil, aşağılık
Məni biabır elədin. Beni rezil ettin.
  • biabırçılıq: rezillik, rezalet
Bu biabırçılığa son verin.Bu rezilliğe son verin.
  • çaşmaq: şaşmak, şaşırmak
Mənim ağlım çaşıb. Benim aklım şaştı.
  • çaşdırmaq: şaşırtmak
Məni çaşdırırsan. Beni şaşırtıyorsun.
  • çörək: ekmek
Çörək itirən çörək tapmaz. Ekmek yitiren ekmek bulmaz. (Atasözü)
  • dal/dalı: arka; geri
Dalımızca danışırlar. Arkamızdan konuşuyorlar.
Dala qayıtdım. Geriye döndüm.
  • danışmaq: konuşmak
Siz nə danışırsınız? Siz ne konuşuyorsunuz?
  • dayanmaq: durmak
Vitrinin qabağında dayandım. Vitrinin önünde durdum.
  • dayandırmaq: durdurmak
Fəaliyətimi dayandırmışam. Faaliyetimi durdurdum.
  • dözmək: dayanmak, tahammül etmek
Sən gedib qayıdana qədər dözə bilmərəm. Sen gidip dönene kadar dayanamam.
  • elə bil: sanki
Elə bil yuxudayam. Sanki rüyadayım.
  • eləmək: eylemek, yapmak, etmek
Naz eləmə. Naz eyleme.
Niyə elə elədin? Niye öyle yaptın?
  • fikirləşmək: düşünmek
Siz bu barədə necə fikirləşirsiniz? Siz bu konuda nasıl düşünüyorsunuz?
  • gic: aptal, budala
Gic gic danışma. Aptal aptal konuşma.
  • harada: nerede
Harada yaşayırsan? Nerede yaşıyorsun?
  • haradan: nereden
Haradan bilirsən? Nereden biliyorsun?
  • həmişə: hep, her zaman
Həmişə belə olur. Hep böyle oluyor.
  • indi: şimdi
Mən indi səni başa düşdüm. Ben şimdi seni anladım.
  • isti: sıcak
Yayda isti, qışda da soyuq. Yazın sıcak kışın da soğuk.
  • iy: koku
Sarımsağın iyi ətdə qalmır. Sarımsağın kokusu ette kalmıyor.
  • iylənmək: kokmak
Balıq başdan iylənər. Balık baştan kokar.
  • kar: sağır
Kar yoxdur, eşidirik. Sağır yok, duyuyoruz.
  • kimi: gibi; olarak; kadar
Oxucularımızdan bizə bunun kimi maraqlı suallar gəlib. Okuyucularımızdan bize bunun gibi ilginç sorular geliyor.
Bir kafedə ofisiant kimi işləyir. Bir kafede garson olarak çalışıyor.
İndiyə kimi nəyi düz deyib ki? Şimdiye kadar neyi doğru söylemiş ki?
  • kişi: erkek, adam
Atan yaşında kişiyəm, məni ələ salırsan? Baban yaşında adamım, beni alaya mı alıyorsun?
  • kömək: yardım
Mənə kömək edin. Bana yardım edin.
  • küçə: sokak
Küçə uşaqlarına yardım edilir. Sokak çocuklarına yardım ediliyor.
  • laylay: ninni
Anam körpəyə laylay dedi. Annem bebeğe ninni söyledi.
  • maraq: ilgi, merak
Ədəbiyyata olan marağım daha da artdı. Edebiyata olan ilgim daha da arttı.
  • maşın: araba
Bir köhnə maşınım var, onu sürürəm. Bir eski arabam var, onu sürüyorum.
  • mat qalmaq: şaşırıp kalmak
Bu sözləri eşidəndə mat qaldım. Bu sözleri duyunca şaşırıp kaldım.
  • nəfər: kişi
Ailədə səkkiz nəfərik. Ailede sekiz kişiyiz.
  • oxşamaq: benzemek
Sən yaxşı birinə oxşayırsan. Sen iyi birine benziyorsun.
  • ötmək: geçmek
Günlər, aylar ötdü. Günler, aylar geçti.
  • öyrəşmək: alışmak
Bakıya öyrəşə bilmisənmi? Bakü'ye alışabildin mi?
  • öz: kendi
Özümü itirdim. Kendimi kaybettim.
  • pis: kötü, fena
Vəziyyət o qədər də pis deyil. Vaziyet o kadar da kötü değil.
  • pişik: kedi
Pişiyin ağzı ətə çatmayanda deyər iy verir. Kedi erişemediği ciğere mundar der. (Atasözü)
  • pul: para
Ona 20 min manat pul veriblər. Ona 20 bin manat para vermişler.
  • qabaq: ön, önce
Papağını qabağına qoyub fikirləş. Şapkanı önüne koyup düşün.
  • qayıtmaq: dönmek
Tez evə qayıtdım. Hemen eve döndüm.
  • qulaq asmaq: dinlemek
Radioya qulaq asırdı. Radyo dinliyordu.
  • qurtarmaq: bitmek; kurtarmak
Mən dedim, qurtardı! Ben dedim, bitti!
Bizi qurtar. Bizi kurtar.
  • soruşmaq: sormak
Məndən heç nə soruşma. Bana hiçbir şey sorma.
  • tapmaq: bulmak
Səni harada olsan taparam. Seni nerde olsan bulurum.
  • tələ: tuzak, kapan
Bizə tələ qururlar. Bize tuzak kuruyorlar.
  • televizora baxmaq: televizyon seyretmek
Bir az televizora baxıram. Biraz televizyon seyrediyorum.
  • tor: ağ
hörümçək toru örümcek ağı
Tora bir balıq düşüb. Ağa bir balık düştü.
  • uşaq: çocuk
Hirsindən uşaq kimi ağlayırdı. Sinirinden çocuk gibi ağlıyordu.
  • yadına salmaq: hatırlamak
Ötən günləri yadına salır. Geçmiş günleri hatırlıyor.
  • yadına düşmek: hatırlamak, hatırına gelmek
Bu gecə birdən yadıma düşdün. Bu gece birden hatırıma geldin.
  • yadına gəlmək: hatırlamak
Elə belə yadıma gəlirsən. Seni şöyle böyle hatırlıyorum.
  • yaxşı: iyi; peki
Yaxşı dostu yaman gündə sına. İyi dostu kötü günde sına.
  • yay: yaz
Qışa hazırlıq yayda başlayıb. Kışa hazırlık yazdan başlamış.
  • yekə: büyük
Nənə sənin gözlərin niyə belə yekədi? Büyükanne senin gözlerin neden bu kadar büyük?
  • yuxu: uyku; rüya
Yuxum gəlib. Uykum geldi.
Xəyal kimi hər gün girdin yuxuma. Hayal gibi hergün girdin rüyama

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:03:04 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12337#12337

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Kırım Tatar Türkçesi

Kırım Tatar Türkçesi veya Kırım Tatarca (Qırımtatarca), Kuzeybatı Türkçesi lehçelerindendir. Ana unsurlarını Kıpçak lehçesinden almış başka lehçelerle de etkileşimde bulunmuştur. Osmanlı Devleti ile olan sıkı ilişkileri olan Kırım Hanlarının ve ileri gelenlerinin genellikle İstanbul'da eğitim almaları Oğuz lehçesinin etkilerini getirmiştir. Gaspıralı'nın çalışmaları ile bu etkiler iyice yerleşmiştir. Rus idaresine girilmesi ile de Rusça'dan etkilenmiştir. Ayrıca sürgün zamanından dolayı Özbek lehçesi etkileri de görülmüştür.
Kırım Tatarcası'nın başlıca şu ağızları vardır:
  • Yalıboyu ağzı
  • Ortayolaq (Bahçesaray) ağzı
  • Çöl (Kuzey) ağzı
Yalıboyu ağzı:

Yalıboyu ibaresi Kırım'ın güneyinde Karadeniz kıyısında kalan ve dağlardan dolayı da iç kesimlerle irtibatı daha az olan bölgeyi ifade etmektedir. Bu bölgede yer alan Sudak ve başka bazı kaleler Kırım Hanlığı topraklarında olmasına rağmen doğrudan İstanbul (Osmanlı) tarafından yönetilmekteydi. Bu nedenle Anadolu'da yaşayan pek çok insan memuriyet, askerlik ve çeşitli geçim vasıtaları temini amacıyla bu bölgeye yerleşmişlerdir. Ayrıca deniz yoluyla doğrudan Osmanlı limanlarıyla bağlantılı olmaları nedeni ile de önemli bir etkileşim olmuştur. Tüm bunların sonucunda ortaya çıkan Yalıboyu ağzı, Anadolu Türkçesine oldukça yakın özellikler göstermiştir. Bir anlamda Anadolu Türkçesinin bir ağzıdır denilebilir.


Bahçesaray ağzı;
bir yandan Kıpçak özellikleri taşırken bir yandan da gerek gramer gerekse kelime hazinesi bakımından Oğuz lehçesi özelliklerini de oldukça fazla barındıran bir geçiş şivesidir. Anadolu Türkçesi konuşan insanlar tarafından küçük bir çabayla anlaşılabilir. Kabul edilen edebi dil Bahçesaray ağzıdır ve mahalli lehçede yazılmayan eserlerin çoşu bu şiveyle kaleme alınmaktadır.


Çöl ağzı;
Kırım'ın kuzeyinde kalan bozkır bölgesinde yaşayan halkın konuştuğu dildir. Tamamen Kıpçak özellikler taşır. Nogay ve Kazak leyçelerine yakındır ve Türkiye Türkçesi konuşan insanlar tarafından anlaşılması daha zordur.


Eğitim

Kırım'da Tavrida Millî Üniversitesi'nde ve Kırım Devlet Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesi'inde Kırım Tatarca öğretmenlik ve edebiyat bölümleri mevcuttur. Ayrıca Kırım boyunca 16 adet ilk ve orta öğretim okulunda Kırım Tatarca dersleri fakültatif şekilde verilmektedir.


Konuşulduğu Ülkeler
  • Türkiye
  • Kırım / Ukrayna
  • Özbekistan
  • Romanya
  • Rusya
  • Bulgaristan
  • Kazakistan
  • Kırgızistan
  • Amerika Birleşik Devletleri
  • Almanya

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:03:36 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12338#12338

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Uygur Türkçes

Uygurca Sincan'daki Uygur halkı tarafından konuşulan ayak/tağlık grubundan bir Türkî dildir

Ses Bilgisi

Uygur Türkçesinde 8 ünlü, 24 ünsüz vardır. Uygur Türkçesinde iki türlü e sesi vardır. Bunlardan ə Türkiye Türkçesindekinden daha açık, e ise daha kapalı telaffuz edilir. Kalın olan k̡ ve ƣ sesleri yanında i'ler ı okunabilir, diğer yerlerde ise i okunduğu kabul edilir. k̡ ve ƣ sesleri Türkçedekinden daha kalındır. Bu sesler gırtlağa daha yakın olarak telaffuz edilir. h̡ sesi sert olarak telaffuz edilen bir gırtlak sesidir. Ng genizsi n sesidir.


Alfabe

Uygurca 10. yüzyıldan beri Arap alfabesi ile yazılmaktadır. 1969-1983 yılları arasında Çin hükümetinin hazırlattığı Uygur Latin alfabesi ile yazılmış fakat sonra Uygurca sesleri gösteren ek işaretler ile Arap alfabesine dönülmüştür.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:04:14 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12339#12339

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
TÜRK DİLİ


On dokuzuncu asra kadar bütün dil bilgisi kitaplarında Arap dilbilgisi metodu izlenmiştir. Türk dilinin yapısı, kaideleri bu usule göre tesbit edilmiştir. Kimisinde Arap, kimisinde Fransız dilbilgisi metoduna uyularak yazılan, Osmanlıcanın yapısını anlatan eserler şunlardır:

* Ahmed Cevdet ve Fuad paşaların Medhal-i Kavaid (1851),
* Kavaid-i Osmaniye (1865),
* Kavaid-i Türkiye (1875),
* Abdullah Ramiz Paşanın Lisan-ı Osmani'nin Kavaidini Havi Emsile-i Türki (1866),
* Ali Nazmi'nin Lisan-ı Osmani (1880),
* Selim Sabit'in Nahv-ı Osmani (1881),
* Abdurrahman Fevzi'nin Mikyasül-Lisan Kırtasü'l-Beyan (1881),
* Manastırlı Rıfat'ın Külliyat-ı Kavaid-i Osmaniye (1885),
* Şemseddin Sami'nin Nev-Usul Sarf-ı Türki (1892),
* Necib asım'ın Osmanlı Sarfı (1894)

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:04:41 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12340#12340

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Türkmen Türkçesi


Türkmenistan'ın resmi dili olup nüfusun %90'ı (3.500.000 kişi) tarafından konuşulur. Ayrıca İran'da 2.000.000, Afganistan'da ise 500.000 kişilik azınlıklar tarafından konuşulur. Türkçe'nin Oğuz (Batı) lehçesine ait olan bu dil Türkiye ve Azerbaycan Türkçelerine büyük benzerlik gösterir.

Zamirler

1-Şahıs Zamirleri
Türkmence şahıs zamirleri aşağı yukarı Türkiye Türkçesindeki gibidir:
Men, sen, ol, biz, siz, olar
Yönelme hallerinde n>ň değişmesi olur:
maňa, saňa, oňa

2-İşaret Zamirleri
Türkmence işaret zamirleri şunlardır: Bu, şu, ol, şol.
Çekimli hallerde;
  • "Bu" işaret zamiri "m" ile başlar.
  • Ek ile zamirlerin aralarına "n" sesi girer.
  • Yönelme hallerinde ise n>ň değişmesi olur.
muny: bunu, muňa: buna, onuň: onun


Fiiller



Şimdiki Zaman

-&yacute;ar, -&yacute;är Şimdiki Zaman Eki + Şahıs Ekleri
  • bil&yacute;ärin, bil&yacute;ärsiň, bil&yacute;är, bil&yacute;äris, bil&yacute;ärsiňiz, bil&yacute;ärler
  • oka&yacute;aryn, oka&yacute;arsyň, oka&yacute;ar, oka&yacute;arys, oka&yacute;arsyňyz, oka&yacute;arlar
Olumsuz:
  • bilme&yacute;ärin, bilme&yacute;ärsiň, bilme&yacute;är, bilme&yacute;äris, bilme&yacute;ärsiňiz, bilme&yacute;ärler
  • okama&yacute;aryn, okama&yacute;arsyň, okama&yacute;ar, okama&yacute;arys, okama&yacute;arsyňyz, okama&yacute;arlar
Geniş Zaman
  • bilerin, bilersiň, biler, bileris, bilersiňiz, bilerler
  • okaryn, okarsyň, okar, okarys, okarsyňyz, okarlar
Olumsuz:
  • bilmerin, bilmersiň, bilmez, bilmeris, bilmersiňiz, bilmezler
  • okamaryn, okamarsyň, okamaz, okamarys, okamarsyňyz, okamazlar
Gelecek Zaman

Türkmence gelecek zamanda şahıslara göre fiil çekimi yoktur. Bunun yerine zamirler kullanılır.
  • men biljek, sen biljek, ol biljek, biz biljek, siz biljek, olar biljek
  • men okajak, sen okajak, ol okajak, biz okajak, siz okajak, olar okajak
Olumsuz:
  • men biljek däl, sen biljek däl, ol biljek däl, biz biljek däl, siz biljek däl, olar biljek däl
  • men okajak däl, sen okajak däl, ol okajak däl, biz okajak däl, siz okajak däl, olar okajak däl
Görülen Geçmiş Zaman
  • bildim, bildiň, bildi, bildik, bildiňiz, bildiler
  • okadym, okadyň, okady, okadyk, okadyňyz, okadylar
Olumsuz:
  • bilmedim, bilmediň, bilmedi, bilmedik, bilmediňiz, bilmediler
  • okamadym, okamadyň, okamady, okamadyk, okamadyňyz, okamadylar
Türkmencenin imlasına bağlı olarak:
  • Üçüncü şahıslarda görülen geçmiş zaman eki her zaman -dy, -di şeklinde yazılır.
gördi, gördiler
  • İki ya da daha fazla heceden sonra tüm şahıslarda bu durum görülür.
düşündim, düşündiň, düşündi, düşündik, düşündiňiz, düşündiler


Öğrenilen Geçmiş Zaman
  • bilipdirin, bilipdirsiň, bilipdir, bilipdiris, bilipdirsiňiz, bilipdirler
  • okapdyryn, okapdyrsyň, okapdyr, okapdyrys, okapdyrsyňyz, okapdyrlar
Olumsuz:
  • bilmändirin, bilmändirsiň, bilmändir, bilmändiris, bilmändirsiňiz, bilmändirler
  • okamandyryn, okamandyrsyň, okamandyr, okamandyrys, okamandyrsyňyz, okamandyrlar

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:05:08 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12341#12341

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Avrupa'da Türk dili

Avrupa'da Türk dili ve grameri üzerindeki çalışmaların tarihi çok eskidir. Alman H.Megiser'in (1612) eseri, yazarı bilinmeyen İbrahim Müteferrika baskısı eser (1732) gibi Birinci Dünya Savaşından sonra Türklere karşı duyulan ilgiyle Avrupa üniversitelerinde doğu dilleri ve Türk dili bölümleri açıldı ve pekçok Türkçe dilbilgisi kitapları yazıldı. J.W. Redhouse (1884), J. Deny (1912), J.Nemeth (1916), Ettore Rossi (1939), S.Topalina (1940), A.N.Koronov (1941), A.Tietze, S.G.Lisse (1943), Harbert Jansky (1943), Robert Godel (1945), N. Nitek (1945), Normon A. Mcquown (1946), Heinz Appenzeller (1948), P.H.Rühl (1949), L.Rosony (1960), G.L.Lewis (1967).

Türk dillerinin mukayeseli grameri yazılmamış olmakla beraber bu sahada yerli ve yabancı birçok ilim adamı çalışmıştır. W.Radloff (1882-1883), A.Cevad Emre (Türk Lehçeleri Mukayeseli Grameri 1949), N.K. Dimitriev (1956-1959, 1961, 1962) gibi.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:05:44 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12342#12342

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Ağız,
Mensubu bulunduğu kültür dili ile aynı dile bağlı lehçe ve şivelerde bazı meselelerini aydınlatmada ipuçlarına sahiptir. Ayrıca bir dilin tarih içindeki gelişimi, diğer lehçe ve şivelerle mukayese imkanını da vermektedir. Bunun yanında yazı dilinin beslenmesi ve geliştirilmesinde diyalektlerin, yani ağızların oynadığı rol çok büyüktür. Fakat şurası açıktır ki, Türkçenin diyalektleri henüz istenildiği gibi tesbit edilmiş olmadığı gibi, bu ağızların tesbiti için gerekli çalışmalar da yapılmış değildir. Hatta yaşayan ağızlar için bir arşivden de mahrum bulunmakta. Batı ülkelerinde bu çalışmalar 100 seneyi aşkın bir süredir tesbit edilmeye çalışılmış, arşivler kurulmuş ve diyalektoloji ile ilgili olarak, dil atlasları bile yapılmıştır.

Almanya'da diyalekt çalışmaları 19. asırda başlamış olmasına rağmen, temeli bir hayli gerilere götürülebilir. Luther bile eserini meydana getirirken halk diline gitmeyi ihmal etmemiştir. Bu ülkede asıl diyalekt çalışmaları Jacob Grimm ile başlamıştır. J.Grimm tarihi dil araştırmalarıyla Alman diyalekt araştırmalarını sağlam bir yola sokmuştur. Fakat Almanya'da asıl diyalekt araştırmalarına romantizmin dayandığı milli ve tarihi varlığa duyulan arzu sebeb olmuştur. Böylece milli düşüncenin temeli sayılan dil üzerine Jacob Grimm, Franz Bopp ve Wilhelm von Humboldt çalışmalara başlamışlardır. Bavyeralı Johann Andreas Schmeller (1785-1852) de bölgesinin ağızlarını gramer bakımından incelemiş ve diyalektoloji (ağız çalışmaları)nin kurucusu olmuştur. Schmeller ağızları fonetik ve morfolojik (ses ve yapı) bakımından dilin eski çağlarını aydınlatan bir vasıta olarak kabul etmiştir. Bu bilginden sonra Almanya'da ağız incelemeleri ve araştırmalarının en önde gelen hedefi ağızların tasnifini yapmak olmuştur. Hatta 1876 yılından sonra sesi esas alan gramerciler ortaya çıkmıştır. Bütün bu çalışmalar mahalli ağızların ses ve yapısı ile kelime servetini ve cümle yapısını ihtiva eden tasviri gramerlerin yazılmasını sağlarken; ağızlara has fonograf arşivlerinin meydana getirilmesini ve neticede Georg Wenker'in gayretleri Alman Devleti Dil Atlası'nı yapmaya kadar götürmüştür.

Buna paralel olarak Fransa'da da diyalekt çalışmaları yapılmış ve Fransa Dil Atlası ortaya konmuştur. Fransa'da bu işi başlatanlar Tourtoulon ve Bringuier olmuş; Jules Gilliéron ile öğrencisi E. Edmond da teşkilatlandırmışlardır. Son iki bilgin işe başlarken Almanya'daki çalışma ve tecrübelerden faydalanmışlarsa da vasıtasız bir metod takib etmişlerdir. Onlar Fransa'da 639 yer seçerek dil malzemesi derlediler. Ayrıca ağızlardaki kelime servetini toplamayı da ihmal etmediler. Neticede 1903 yılında Gilliéron ve Edmond Fransız Dil Atlası'nın elli ciltlik haritasını yayına muvaffak oldular. Eser milyondan fazla dil şeklini ihtiva ediyor ve 1920 haritadan meydana geliyordu.

Türkçe için bu araştırmalar, devrine göre, bütün Türk lehçe ve şivelerini içine alır mahiyette; daha 11. asırda büyük Türk dilcisi ve Türkçe müdafii Kaşgarlı Mahmud'la başlamıştır. Kaşgarlı'dan bu yana ele geçmemiş eserler hariç, Türk diyalekti meşhur Türkolog Wilhelm Radloff'a kadar bu alandaki çalışmalar durmuştur. Kaşgarlı Mahmud'un yolundan giden Radloff bilhassa Türkiye dışı Türklerinin ağız malzemelerini toplayarak bu alanda Türkolojinin önde gelen hadimi olmuştur. 10 cilt tutan Proben'i çeşitli Türk şivelerine ait diyalekt malzemesini ihtiva etmektedir. Proben'in 7. cildi Türkiye ağızlarına ayrılmış fakat bu toplamayı Macar Kunoş yapmıştır

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:06:11 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12343#12343

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Lehçeler


Lehçe - Ağız (Şive) - Jest ve Mimikle İfade

Lehçe:

Bir dilin tarihi, bölgesel, siyasi sebeplerden dolayı ses, yapı ve söz dizimi özellikleriyle ayrılan kolu, diyalekt. Kırgız Lehçesi, Kazak Lehçesi vb.

Ağızlar (Şiveler)

Şive: Bir dil veya lehçenin daha az konuşma farkları gösteren ve bölgeden bölgeye veya şehirden şehire değişebilen küçük kollarına denir.

Jest ve Mimikle İfade

Jest ve Mimik: Herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle el, kol veya baş ile yapılan içgüdüsel veya iradeli hareketlere jest, yüz ifadesine ise mimik adı verilir.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:06:42 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12344#12344

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Türk Milletinin Kullandığı Alfabeler

Türkler, çeşitli yerlerde ve yerleştikleri sahalarda başka başka alfabeler kullandılar. Sesin ifadesi olan harf denen işaretler itibaridir, iğretidir, takmadır. Aynı ses ayrı alfabelerde, değişik harfler/şekiller ile yazılır. Alfabeye, İslam dininin kabulüyle Osmanlı terbiyesinde yetişen yaşlıların hala kullandıkları şekliyle, Elifba, Ebced de denilmiştir.


Kültür tarihimize bakıldığında daha ilk yazılı abidelerimizde Türkçe yazma endişesi kendisini göstermektedir. Buna paralel olarak, edebiyatımızın menşeine doğru gidersek, saraylarda ve halk arasında Türkçe söylemek; kamlarda, bahşılarda ve ozanlarda milletin dertlerine deva olmak gerçeği vardır. Bütün bunlar, bir millete dili ile seslenmek, anlatmak, millet fertlerini en iyi şekilde yetiştirmek ve birleştirmek içindir. Şu halde her millette olduğu gibi bizde de dil ön sırada yer almıştır. Şair ve müellifler tarafından işlenen dile türlü emekler sarf edilmiştir. Alimlerimiz onunla bildiklerini açıklamışlardır. Fakat Türkçe'nin tarih içinde zaman zaman talihsizliğe uğradığı da bir gerçektir. Böyle olmasına rağmen kesintisiz devam eden Türk tarihi içinde ona arka çıkan hakanlar olmuş, Türkçe yazan şair ve müellifler mükafatlandırılmıştır.

Türk tarihi, düğümler ve bu düğümlerin açıldığı dağınıklıklarla doludur. Göktürkler devrinde millet, tek bir hakanın etrafındadır. Dili, dini ve alfabesi tektir ve her bakımdan bir birlik mevcuttur. Uygurlar devri bu birliğin az çok bozulduğu, Türklüğün bilhassa dini açıdan dağılmaya yüz tuttuğu bir devir olarak karşımıza çıkmaktadır. Uygurlardan sonra Türklük, İslam medeniyetine dahil olmuştur. İslamiyet, Uygurlar zamanında görülen dağınıklığı gidermiş, Türklüğü kurtarmış ve milleti yeniden bir bütün haline getirmiştir. Karahanlılar'la başlayan ve Selçuklular'la yeniden tesis edilmeye çalışılan birliğin ve bütünlüğün gerçekleşmesi de İslam dini sayesinde olmuştur. Ancak, bu iki devleti birbirinden ayıran en mühim şey, birincisinin Türkçe'ye verdiği değerdir. Selçukluların bunun yanında belirtilmesi gereken hizmetlerinden biri alfabede birliği sağlamış olmalarıdır. Zaten bu büyük devlet, tarihe mal olurken İslami - Türk yazısını Türk birliğinin kurulabilmesi için en mühim unsurlardan biri olarak miras bırakmıştır.
Selçuklulardan sonra her beylik, Türkçe sayesinde tutunmaya ve hükmetmeye çalıştı. Böylece anlatım ve ifadede birlik ile Türkçe'ye verilen değer önde geldi. Dil düşüncesinin yanında alfabede de birlik sağlandı ve her beylik İslami-Türk yazısını kullandı. O devirde bütün Türk illerinde durum aynı idi. Beylerin sınırları olsa bile yazı birliği bütün Türklüğü birleştiriyordu. Bu, doğu ve batı Türklüğü için de söz konusu idi.
Bugün Türk dünyası dil ve din birliğine sahiptir. Fakat alfabede birliği kaybetmiştir. Bu birlik, Rusya’daki Türkler arasında bile mevcut değildir. Ancak onlar da görülen çözülme üzerine yazıda birlik tarafına yönelmişlerdir.


Türklerin tarih boyunca kullandığı alfabeler:

Göktürk (Orhun) alfabesi:

Metinleri Orta Asya’daki Orhun Nehri kıyısında bulunduğu için Göktürk veya Orhun ismi ile anılır. Orhun’da yerleşen Türkler tarafından kullanıldığı için de Türük, Türk Alfabesi denir. Türklere mahsustur ve Esik Kurgan yazısına benzer. Hunlar, Göktürkler ve sathi olarak da Asya ve Avrupa’ya yayılan Türk kavimleri, kullanmıştır. Bu alfabede resmin göze hitap ettiği ve ses haline geldiği açıkça görülür. Göktürk alfabesi otuz sekiz harften meydana gelir. Dördü sesli olup, sekiz sesi karşılar, gerisi sessizdir. Ayrıca ok, ko, uk, ku, ük, kü, nç, nd, gibi heceler ayrı harflerle gösterilmiştir. Sesli harfleri, sessizler okutur. Sağdan sola doğru yazılır. Tonyukuk, Kültigin ve Bilge Kağan hatırasına yazılıp, dikilen Orhun Abideleri bu alfabenin şaheser numunesidir. Bunlar ayrıca Türkçe'nin bilinen ilk yazılı metinleridir.

Uygur alfabesi:
Göktürklerden sonra Türkistan’da devlet kuran Uygurlardan adını alır. Uygurlar ve Türkistan’daki Türkler kullandı. On sekiz işaretten meydana gelir. Dördü sesli, gerisi sessizdir. Harfler umumiyetle birbirine bitişiktir, çok defa başta, ortada ve sonda olmak üzere üç şekli vardır. Sağdan, sola doğru yazılır. Sekizinci asırdan, on ikinci asra kadar yaygın, on beşinci asra kadar mevzii bir şekilde görülür. Bu yazının kâtiplerine, bakşı, bakşıgeri veya serbahşı adları da verilmiştir.


Arap-İslam alfabesi:

Türklerin topluca İslamiyet'i kabulünden, yani 10. asırdan sonra geniş bir sahada bütün Türk-İslam devletleri tarafından kullanıldı. Arap Alfabesi yirmi sekiz harf olmasına rağmen Türklerin kullandığı İslam harfleri otuz bir ile otuz altı harften meydana gelir. Sağdan sola doğru yazılan bu alfabe, bütün Türklüğü kucaklamış ve Türkçe'nin çeşitli lehçelerinde, pekçok kitap, kitabe yazılmıştır. Muazzam ve kesintisiz abidevi eserler bu alfabe ile verildi. Türkiye, İslam alemi ve dünyanın her yerindeki kütüphane ve kitapseverlerin kitaplıklarında İslam harfleriyle yazılmış milyonlarca Türkçe eser mevcuttur. Dünyanın en büyük ve muazzam arşivi, Türk - İslam alfabesiyle yazılan Türkçe evraklarla doludur.


Kiril alfabesi:
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hudutları içinde yaşayan Türkler tarafından kullanılmaktadır. Kiril Alfabesi, ihtiyari olmayıp, Rus ve komünist emperyalizmin zoraki tatbikidir. Komünist idare, Türklere tek bir alfabe kullandırmayıp, milli birliği bozmak için on sekiz Türk boyuna değişik işaretli alfabe kullandırmıştır. Sunî bir Slav alfabesidir. Otuz sekiz harftir. On biri sesli, gerisi sessizdir. Soldan sağa doğru yazılır. Kullanma alanı, Rusya’daki Türkler içindir.


Latin alfabesi:

Bu alfabe, 1925 yılında ilk defa Azeri Türklüğü tarafından kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra; 1928’de Türkiye’de kullanılmaya başlandı. Günümüzde, Türkiye ve Avrupa Türkleri kullanır. Latin asıllı yirmi dokuz harften meydana gelir. Sekizi sesli, gerisi sessizdir. Türkler; Orhun-Türk, Uygur-Sogd, Arap-İslam, Kiril-Slav ve Latin alfabelerinden başka Sogd, Mani, Brahmi, Süryani, Rum, Slav vs. gibi alfabeleri de kısmen kullanmışlardır.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:07:15 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12345#12345

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Dİn NEDir? Ve Dilin ÖNemi

“İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli anlaşmalar sistemi, seslerden oluşmuş içtimai bir sistemdir.”

Yukarıdaki tarif “Dil nedir?”sorusuna Prof. Dr. Muharrem Ergin’in verdiği cevaptır. Bu tanımda iki nokta oldukça dikkat çekicidir. Birincisi dilin, “gizli anlaşmalar sistemi” olması. Mesela Türklerin “taşa” niye taş dediği meçhul olduğu gibi, Farslar “seng”, Araplar “hacer” derler. Bunu “Neden böyledir ?”diye sorguya tutamayacağımız için izahı gizli anlaşmalar sistemi şeklinde yapılmıştır. Ayrıca sebebi meçhul bu gizli anlaşma her millette farklıdır.
Tanımda ikinci önemli unsur;dilin içtimai yani günümüz ifadesi ile sosyal bir müessese olmasıdır. Kanaatimizce dil bir milletin en büyük müessesesidir.

Tarihçiler milleti oluşturan unsurları beş başlık altında toplarlar:

1. Dil birliği
2. Tarih birliği
3. Ülkü birliği
4. Vatan birliği
5. Kültür birliği
Dikkat edilirse bir insan topluluğunun millet olabilmesi için sahip olunması gereken ilk beraberlik dil birliği şeklinde ifade edilmiştir. Gaspralı İsmail 1883’te Kırım Bahçesaray’da bu gerçeği şu şekilde beyan etmiştir:
“Dili dilimden, dini dinimden olan bütün Türkler benim milletimdir.”
Yeryüzündeki dilleri incelediğimizde dil ailelerinin dört gruptan oluştuğunu görürüz:
1. Hint- Avrupa dil ailesi (Avrupa, Asya, Hindistan ülkelerinin kullandığı diller)
2. Sami dilleri ailesi (Akadca, Arapça, İbranice)
3. Bantu dilleri ailesi (Afrika ülkelerinin kullandığı diller)
4. Çin-Tibet dilleri ailesi (Çin ve Tibet ülkelerinin kullandığı diller)
Türkçe, Ural-Altay dil grubuna girer. Ural kolunda; Fince, Macarca vb. Altay grubunda Türkçe, Moğolca, Çağatayca yer alır.
Bir milletin, boyları, bölgeleri, şehirleri farklı bir ağız kullanabilir. Bu farklılık ayrı dilleri konuştukları anlamına gelmez. Konuşma bakımından dilimiz üç grupta incelenir:
1. Lehçe: Bilinmeyen zamanlarda Türkçeden kopmuş şekil ve yapı bakımından farklılık arz eden özelliktedir. Türkçenin iki lehçesi vardır.; Çuvaşça ve Yakutça.
2. Şive: Yapı bakımından farklılık arz etmeyen, söyleyiş farklılığına dayanan özelliktir. Şive, dilin bilinen tarihi süreci içerisinde bazı ses ve şekil ayrılıklarıdır. (Kırgızca, Kürtçe, Kazakça, Özbekçe…)
3. Ağız: Bir şive içindeki söyleyiş farklılıklarıdır.( Karadeniz, Muş, Sivas, İstanbul…)

DİLİMİZ VE HALİMİZ

Dünya milletleri arasında en az okuyan ve haliyle de en az kelime ile konuşan milletler arasında maalesef başa güreşmekteyiz. Bu durum zaten ilmiye sınıfına da yansımış ve ders kitaplarımızdaki kelime çeşidi diğer Avrupa ülkelerinin yanında oldukça komik bir rakama düşmüştür. ABD de ilköğretimde okuyan çocukların ders kitaplarında 71 bin kelime bulunur. Bu rakam İngiltere’de 70 bin, İtalya’da 33 bin, Türkiye’de ise 7 bin kelimedir. Ve maalesef çocuklarımız bu 7 bin kelimenin ancak ve ancak ir kaç yüzü ile düşünüp konuşabiliyorlar. Bırakınız çocuklarımızı, bu ülkede aydın geçinenlerin bile dağarcığındaki kelime sayısı binlerle sınırlıdır. Hatta pek çoğu 700- 800 kelime ile ancak konuşabilmektedir. Bunun içindir ki toplum karşısına çıktıkları zaman her cümlelerinin ardından 2 ııı, şeyy, yani…2 gibi manasız ünlemler, ahenk bozucu cümleler peş peşe sıralanıyor.
Peki bu acı tablonun sebebi nedir? Tabi ki birinci ve en gerçekçi sebep: o-ku-ma-mak… Okumuyoruz… Okumuyoruz… Okumuyoruz. Her tür faaliyete her çeşit uğraşa vakit buluyoruz ama okumaya bir türlü fırsat bulamıyoruz. Avrupa ülkelerinde kişi başına 70-80 kitap düşerken bizde ise 700-800 kişiye bir kitap ancak düşüyor. En basiti Ermeni meselesinde bizim sekizde bir nüfusumuza sahip olan Ermenistan kendilerinin haklılığını isbata çalışan 24 bin çeşit kitap basmışlardır. Bu mevzuda bizdeki çeşit 50- 60 sayısına ancak ulaşmıştır.
Peki bizim yazarlarımız yok mu? Kitap gibi kitaplarımız yok mu? Fuat Köprülü, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Cengiz Aytmatov, Emine Işınsı, Mehmet Niyazi, Erol Güngör, Ahmet Kabaklı, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Muharrem Ergin, İbrahim Kafesoğlu, Necmettin Hacıeminoğlu… velhasıl uzayıp giden abide şahsiyetler ve birbirinden harika eserleri.
Ama kaçımız günlük sigaraya verdiği para ile aynı miktarda ayırıp hiç olmazsa 2-3 ayda bir kitap sahibi olmaya çalışıyor.yemeye, içmeye, gezmeye, yüzmeye fırsat bulur; saatlerimizi televizyonun karşısında heba eder ama günlük bir satımızı okumaya ayırmayız.
Bu olumsuz tablonun bir başka sebebi daha var. O da geçmişle olan bağlarımız acayip teorilerle koparıldı ve bir çok eserlerimiz bize yabancı dil gibi gelmeye başladı. İşte 1900’lü yıllardan bir beyit:
“Kitabın zulme kaldı gezindiğim sahralar
Uyan ey yarer-i şir’i jian ha bu gafletten”

YOK EDİLMEK İSTENEN TÜRKÇEMİZ

Meselenin bir başka boyutu daha var. O da işlek, kıvrak, nezih, lezzetli dilimizin içine bir takım ucube kelimelerin sokulması ile bir keşmekeşliğe itilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğudur. Bir grup kurbağa dili sevdalıları “ulusallığımızı sözcüklerimizin olanakları koşullandıramadığı için gereksinimlerimizi sorguçlayamıyoruz(!)” soytarılığı ile işgüzarlık etmektedirler. Bakınız hangi güzel kelimelerimizin yerine hangi ucube sözcükler yerleştirilmiş: “Milli-ulusal, millet-ulus, şart-koşul, imkan-olanak, netice-skor, edebiyat-yazın, vs…” Belki diyeceksiniz “Ne fark eder canım isteyen istediğini kullansın.” Hayır efendim mesele hiç de bu kadar basit değil. Esaret dilin kaybedilmesi; hürriyet ise herkesin birbirini anladığı bir dil ile başlar. Yukarıdaki kelimelere maalesef her yerde rastlıyoruz. Peki birkaç yıl sonra kitaplarımızda şu kelimeleri görürseniz de ne fark eder, diyecek misiniz?
“Anne-doğurgaç, baba-doğurtgaç, otobüs-oturgaçlı götürgeç, İstiklal Marşı- ulusal
düttürü, vs…” belki bu satırları okurken istihzai bir gülümseme dudaklarınıza takılmıştır. Ama dilimize sahip çıkmazsak bizi bekleyen tehlike bu bahsettiğimizden hiç de aşağı değildir.

YABANCI DİL SEVDASI

Bir milleti sömürge altına almanın birinci yolu onun dilini bozmak ve nesiller arasındaki kültür bağını koparmaktır. M. Necati SEPETÇİOĞLU, Çatı adlı romanında, Anadolu’nun yurt edinilmesindeki en büyük etkeni fethedilen yerlere Türkçe isimler verilmesini gösterir.
Bugün hangi şehre gidersek gidelim büyük büyük tabelalarla karşımıza, İngilizceden Japoncaya kadar her dili görürüz de nedense bir iki muhafazakar esnafın dışında hiçbir yerde Türkçe tabela göremeyiz. Bu neyin özentisidir, nasıl bir anlayışın ürünüdür acaba?
Avrupa ülkelerinde başka dille tabela asanlar önce uyarılır, ardından dükkan sahibi ısrar ederse vergiye tabii tutulur. Fransa’da yabancı dille tabela asanlara uygulanacak vergi mecliste kanunlaştırılmış ve oldukça ağırlaştırılmıştır. Peki neden bizim meclisimizde böyle bir girişimde bulunmayı düşünmüyor. Hatta tarihimizden, edebiyatımızdan, kültürümüzden isimler koymayı özendirecek girişimlerde bulunmuyor. İlginçtir, bizdeki uygulama tamamı ile tersinden gerçekleştiriliyor. Geçtiğimiz yıllarda Eskişehir’de bütün tarihi isme haiz sokaklarımız Rum ve Bizans isimleri ile değiştirilmişti. Buna benzer bir çok örnek yaşıyoruz. Bizim bu yerleşim yerlerimiz ne zamandan beri müstemlekecilerin eline geçti ki isimleri de o işgalci kuvvetler tarafından değiştirildi.

ÇÖZÜM

Türk Edebiyatı tarihinde dilimizin güzelliğini, yüceliğini anlatan, aktaran bir çok isme rastlarız. Bir Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk adlı eseri dönemin diğer milletlerine Türkçeyi öğretme adını en büyük girişim olmuştur.
Yine Ali Şir Nevai’nin Muhakemet-ül Lügateyn adlı İki Dilin Karşılaştırması manasındaki eseri Türkçenin, Farsçadan daha da güzel bir dil olduğunu anlatan çok kıymetli bir eserdir. Günümüzde ise yaşanan dil kaosuna en net ve gerçekçi çözümü Ziya Gökalp koymuştur. Gökalp meselenin çözümünü dört madde halinde şu şekilde sıralamıştır:
1. Türkiye Türkçesi dediğimizde kullanacağımız, anlayacağımız dil İstanbul Türkçesi olmalıdır.
2. dilimize girmiş olan anlamı da bütün Türkler tarafından bilinen ama köken itibarı ile Arapça ya da Farsça olan kelimelerimiz dilde yenilik adı altında Türkçemizden çıkarılmamalıdır. (mesela, imkan, hakim vb.)
3. Teknolojik terimlerin aynen kullanılmasında bir mahsur yoktur.(televizyon, teleskop vb.)
4. Kelime türetme adına anlamları kabul görmüş ve edebiyatımızda da kullanılan kelimeleri yok etmemeliyiz.

Nihayetinde asırlar önce Kaşgarlı Mahmut’un, Ali Şir Nevai’nin yaptığı kutsal mücadeleyi bizler de aynı zevk ve heyecanla yapmalı KAMUS NAMUSTUR anlayışı ile hareket etmeliyiz.
DİL DAVASININ BİR BAĞIMSIZLIK DAVASI OLDUĞUNU UNUTMAMALIYIZ.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:07:48 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12346#12346

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Dili Yeniden Düşünmek
A. Osman DÖNMEZ
Dünyada dengeler hızla değişiyor. On beş yıl öncesine kadar demir perdenin kalesi olan ülkelerde bugün yepyeni oluşumlar ışık saçıyor. İki binli yılların bu ilk diliminde yeni bir dünyanın eşiğindeyiz. Bu, nesillere ufuk gösterecek bir umut... Bu umudun gerçekleşmesi; tarih, kültür, coğrafya, ekonomi, dil ve edebiyat gibi birçok unsuru hesaba katmaya bağlı. Orta Asya ülkeleriyle olan kültür, dil ve tarih birliğimizi yok saysak, münasebetler ne kadar sığ temeller üzerine atılırdı.
Orta Doğu, Akdeniz, Karadeniz, Balkanlar ve Kafkaslarla çevrili olan ülkemiz; coğrafyamızın belirlediği, tarihimizin biçimlendirdiği şekliyle, zengin bir bileşime sahiptir. Anadolu'ya mazinin sağladığı bu zenginlik, çeşitlilik ve bütünlük geliştirilecek olan evrensel bir dille, geleceğimizin de en büyük dayanağı olacaktır.
Hedefimiz; evrensel barışı gâye edinen, diyalog ve hoşgörüyü esas alan yeni bir model sistemi dünyaya sunacak olan beyinlerin ve aksiyon erlerinin bu mesaj sunumunu gerçekleştirirken dil hususunda nelere dikkat edeceklerine ışık tutabilmektir. Bu model sistemi temsil edeceklerin şüphesiz, dil bakımından mükemmel olmaları gerekir. Diğer bir ifadeyle evrensel barışı, diyalog ve hoşgörüyü esas alan bu modelin, evrensel bir dil ile temsil edilmesidir.
Dilin tanımı, insanî münasebetlerdeki önemi, toplum için ifade ettiği anlam, mesaj aktarımında tek başına yeterli olup olmadığı, mükemmel dilin tanımı ve insanların bu dile nasıl sahip olacağı bu yazının konuları arasındadır.

Dil ve ifade ettiği anlam
Dil, Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde, insanların duygu ve düşüncesini aktarma vasıtası olarak tanımlanır. Bu tanımlama dile, anladığımızın dışında çok geniş bir anlam yüklemektedir. İnsanlar sadece sözle duygu aktarımı yapmazlar. Bakışlar, tavırlar, jest ve mimikler kısaca "hal dili" de insan duygularının aktarımında bir vasıtadır.
Sözün insanlar üzerindeki tesiri çok büyüktür. Bu sebeple insanlar, tarih boyunca, bir başkası üzerinde tesirli olacak güzel söz söylemenin yollarını araştırmışlardır. Dilin ustası olarak kabul edilen şairler ve hatiplerin toplum içinde hep ayrıcalıklı bir yeri olmuştur. Öyleki, söylemiş oldukları sözlerden dolayı devlet adamları tarafından itibar gören şairler olduğu gibi, sözlerinin meydana getirdiği tesiri canlarıyla ödeyen şairler de mevcuttur.
Dilin tebliğdeki önemi çok büyüktür. Biz, bunun örneğini Hz. Musa'nın hayatında görmekteyiz. Hz. Musa, Firavun'a karşı tebliğle vazifelendirildiğinde Allah'tan; "dilindeki hafif pürüzün giderilmesini, daha tesirli konuşma yapabilme imkânına eriştirilmesini, daha pürüzsüz konuşabilen kardeşi Harun (as)'un bu yüce davaya hizmette kendisine yardımcı verilmesini"1 dilemiştir. Bu durum Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır: "Musa dedi ki: ‘Rabb’im, yüreğime genişlik ver, işimi kalaylaştır, dilimden şu düğümü çöz ki; sözümü anlasınlar, bana ailemden birini (kardeşim Harun'u) vezir olarak ver, onunla arkamı kuvvetlendir." (Taha / 25-26-27-28-29-30-31) Bu âyetlerin de işaret ettiği gibi tebliğ vazifesinin gerçekleşebilmesi için ilahî mesajların insanlara tesirli bir dille anlatılmasına ihtiyaç vardır. Nitekim Allah (cc); Hz. Harun'u, Hz. Musa'ya yardımcı olarak göndermiştir.
Söz, sosyal olaylarda da çok önemlidir. Sözün toplumlar üzerindeki tesiri zaman zaman "savaşları bitirecek, başları kestirecek" kadar büyük olmuştur. Cahiliye döneminde Araplarda şiirin büyük bir yeri vardı. Şiir yarışmalarında birinci olan şiir altın harflerle yazılarak Ka'be'nin duvarına asılırdı. İslâmiyet geldiğinde Ka'be'nin duvarında "Muallakat-ı Seb'a" denen yedi şiir bulunmaktaydı. Kur'an, edebiyata ve şiire çok değer veren bu topluluk üzerine onları şaşkına çeviren büyük bir ilahî üslupla nazil olmuştur. Kur'an, bu insanlar üzerinde çok büyük bir tesir göstermiş ve onun bir beşer sözü olamayacağı konusunda ittifak etmelerine vesile olmuştur. Nitekim Kur'an bazı âyetlerinde insanlara ve cinlere hitaben kendisine benzer bir eser oluşturamayacakları hususunda meydan okumuştur. Bu meydan okuma, bu toplumun değer ölçüleri ve ruh halleri dikkate alınırsa daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü bu topluluk İslâmiyet'ten önce şairin bir sözüyle savaşa girişir, bir sözüyle savaşı bitirirdi.
Günümüz dünyasında da dil en tesirli silâhlardan biridir. Bu silâh, kullananın kabiliyeti, becerisi ve gâyesine göre olumlu veya olumsuz olabilmektedir. Günümüzün en ciddi savaşları kültür sahasında yaşanmaktadır. Bu savaşın da en tesirli silâhının dil olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Dil toplum münasebeti
Dil, bir milletin en önemli yapıtaşıdır. Çünkü o, fertleri bir arada tutan, onlarda ortak yaşama arzusu uyandıran, dertlerini azaltan, sevinçlerini çoğaltan en önemli unsurdur. "Dil, milletin ve milli varlığın en önemli unsuru, milli birlik ve bütünlüğün en büyük amili olduğu gibi, her türlü bilginin de temelidir."2 Heidegger: "Dil, insanın evrenidir." der, bu sözü topluma doğru genişleterek ifade edecek olursak, dil; bir milletin ortak rüyasıdır. Onda bir milletin en aziz, en değerli, en büyük ve en tılsımlı hazineleri gizlidir. Türkçede tarih boyunca yaşamış bütün bir milletin rüyası, hayali ve birikimi vardır.
Bir devlet, başka bir milleti tarih sayfasından silmek istediği zaman, işe onun dilinden başlayacaktır. Burada, 'Dil, kılıçtan keskindir.' sözünü hatırlamamız yerinde olacaktır. Çünkü yapmada ve yıkmada dil, en tesirli silâhtır. Dilde, fertleri yalnızlaştıran güçler; rahatlıkla o milleti parçalayabilir. Bu tehlikenin farkında olan Türk büyükleri ilk yazılı eserlerimiz olan Göktürk Kitabeleri'nden bu tarafa bu konuya hassasiyetle eğilmişlerdir. Tanzimat'tan bu yana, Türk toplumunun içine ekilen ayrılık tohumlarının büyük bir kısmı dille olmuştur. Zararlı fikirler yazılarak, konuşularak insanımızın zihni bulandırılmıştır. "Dil meselesi bir milli müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü dil, vatan kadar, tarih kadar aziz; bayrak ve aile kadar mukaddesattandır."3 Bu sebeple insanlığa götürülecek mesajı olanların dile vermeleri gereken önem büyüktür.

Dilin yeterliliği
Günlük hayatta derinden etkilendiğimiz olaylar karşısında, duygularımızı ifade etmekte zorlanırız. Bu hususta zaman zaman büyük şairlerin de muzdarip olduklarını görmekteyiz. İçte biriken duygu ve düşünceleri ifade etmede kelimelerin kifayetsiz kalışı şairleri yakındırmıştır. Merhum M. Akif:
"Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım!"
derken bu feryadı bayraklaştırıyordu. Bir toplumun dilini en iyi kullanan şairlerin de zaman zaman bu tarz yakınmaları, içlerinde birikenleri ifade etmekte acziyete düşmeleri, söylediklerinin muhatap üzerinde tesir bırakmaması, dil hakkında bazı kuşkuları beraberinde getirmiştir.
- Acaba, söz iletişimde tek başına yeterli değil midir?
- Sözü tesirli kılacak vasıtalar nelerdir?
- Muhatap üzerinde sözden daha tesirli vasıtalar var mıdır, varsa bunlar nelerdir?
Bu sorulara cevap aramak insan-dil münasebetini daha berrak hale getirecek, ayrıca bu sorulara verilecek cevaplar "mükemmel dili" bulmada bir ışık vazifesi görecektir.

Mükemmel dil
Mükemmel dil, kişinin meramını tam olarak anlatması, muhatabın da mesajı tam olarak algılaması olarak tanımlanabilir. Aynı zamanda bu dil, iletişimde ve uygulamada herhangi bir aksaklığın olmamasını ifade eder.
Mükemmel dili aramanın yolu, kendi dilimizin kusurlu olduğunu kabullenmekten geçer. Bunun temelinde, konuşulanla anlaşılanın farklı olması veya konuşulanın tesir etmemesi yatmaktadır. Bu, bizi yeryüzündeki en mükemmel dili aramaya götürür. Bunu anlamak için de ilk insanın konuştuğu dilden günümüze kadar bir yolculuk yapmamız icap eder.
Acaba ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'den bu tarafa konuşulan en mükemmel dil hangisidir?
Gerek İslâm, gerekse Batı kaynaklarındaki bilgiler, Hz. Adem'in konuştuğu dilin kıyamete kadar konuşulacak bütün dillere kaynaklık ettiği yönündedir. Allah (cc) Kur'an'da: "Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: 'Haydi, davanızda sadıksanız, bana şunları isimleriyle haber verin.' dedi." ( Bakara 2/31) buyurmaktadır. Elmalılı M. Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirini yaparken, "Lisan hususunda bütün Adem oğullarının zamanımıza kadar vaki olan tenevvü (çeşitlenme) ve ilerlemelerin hepsi, esas itibariyle, Hz. Adem'in yaratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğretme özelliğine borçludur... Kelâmla ilgili kuvvet, insana has ruhun mahiyetinde bir kısım teşkil etmiştir."4 demek suretiyle kıyamete kadar konuşulacak dillerin temelinde Hz. Adem'e öğretilen isimler olduğuna işaret etmektedir. Ebu Katade'den nakledilen bir hadiste: "Allah, Adem'e her şeyin ismini öğretmiştir ve Adem her şeyi ismi ile adlandırıyordu. Her şey Adem (as)e toptan sunulmuştur."5 buyrulmaktadır. Bediüzzaman da buradaki toptan kelimesini şerhedebilecek bir açıklamayı 20. Söz'de şöyle yapar: "Hz. Adem'e icmalen talim olunan esmânın bütün meratibiyle tafsilen 'mazharı' Peygamberimiz Aleyhissalâtüvesselam'dır."
İnsanlar Hz. Adem'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılmıştır. Gerek coğrafî özellikler, gerek sosyal şartlar, gerekse insanların mizaçlarındaki farklılıklar her sahada olduğu gibi dil sahasında da farklılaşmayı beraberinde getirmiştir. Şu an yeryüzünde konuşulan dillerin Hz. Adem'e öğretilen isimlerden hareketle ortaya çıktığı söylenebilir.
Farklı dillerin ortaya çıkış sebebiyle ilgili olarak Tevrat'taki bir âyet Doğulu ve Batılı birçok dil bilimcisinin farklı yorumlar yapmasına sebep olmuştur. Bu konuda U. Eco'nun Avrupa Kültürü'nde Kusursuz Dil Arayışları isimli kitabında geniş bilgiler vardır.
Çok dilliliğin sebebi ne olursa olsun, gerçek olan, tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de aynı dili konuşanlar arasında bile kelimelerin; duygu, düşünce ve kavram bakımından farklı çağrışımlar yapmasıdır. Konuşmaların anlamı çok defa söz konusu kelimenin anlamca çok çok uzağına düşer. Dilin tanımında da belirttiğimiz gibi söz sadece bir vasıtadır. Onun anlatmaya çalıştığı, asıl kaynaktır. "Yani dilin göstergesi sözcükler değil varlıkların kendileridir."6 Dolayısıyla kelimelerin bizdeki anlamı; tecrübelerimizde ve bizde yaptığı çağrışımlardadır. İstiklâl Marşı'nın anlamı kelimelerde değil kelimelerin karşılığı olan dünyadadır. Mehmet Kaplan bu konuya şöyle yaklaşır: "Kelimeler hakikatin ta kendisi değildir. Biz güçlü bir refleksle kelimenin, eşyaya tıpatıp tekabül ettiğini sanır ve aldanırız. Dile inanan adam daima aldanır. Çünkü hakikat dilde değil, dilin delalet ettiği varlıktadır."7
O zaman aldanmamak ve aldatmamak için sözün ilerisindeki gerçeğe yönelmemiz gerekiyor. Bu gerçek de Allah (cc)'ın, Kur'an'da Peygamberimiz'e (sas) hitaben söylediği ve Efendimiz'in de, 'Bu âyet beni ihtiyarlattı.' dediği "...Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..."(Şûrâ 42/15) âyetinin ışığında görülmektedir. Bu da; hareket, tavır, yaşama ve konuşma dilinin birbirini doğruladığı bir sentezde bulunabilir. Hal dilinin, tarihin her döneminde ses ve yazı dilinden daha tesirli olduğu bilinen bir gerçektir. Hz. İsa'nın Havarilerinin gitmiş oldukları coğrafyalardaki halkların dilini bildiklerine dair bir bilgi bulunmamaktadır; ama bu insanlar çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde o dönemin en büyük devleti olan Roma'nın dininin Hıristiyan olmasına vesile olmuşlardır. Bu olay; onların, davalarını bir hayat tarzı haline getirmeleriyle açıklanabilir. Bedenen ve ruhen evrensel bir hitap tarzına ulaştıklarını gösterir, yani bütün insanlığın tereddütsüz anladığı mükemmel dili bulmalarıyla açıklanabilir.
Çağımızda yapılan araştırmalar göstermiştir ki; hal dili en tesirli ifadedir ve mesajı sunanın durumu kesinlikle muhataba yansır: Amerika'da bir öğretmen, anlatacağı dersi banda almış, sınıfa dinletmiş ve bunu her gün böyle yapmış. Haftalar sonra sınıfın yanından geçerken işlerin yolunda gidip gitmediğini öğrenmek için sınıfa baktığında her öğrencinin sırasının üstünde bir kayıt makinesi vardır. Anlatmak yerine dinletmeyi tercih eden bu öğretmene karşılık, not almak yerine kaydetmeyi tercih eden öğrencilerin durumunun anlatıldığı bu hikâye, iletişimin temel işlevini ortaya koymaktadır. Çünkü öğretmenlerini taklit etmişlerdir.

Sonuç olarak
Hal dili ile kal dilinin birbirini doğruladığı ahenkli kompozisyona "mükemmel dil" diyoruz. Kur'an: "Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır." (Saf 61/2-3) âyetleriyle bu konuya çok güzel ışık tutmaktadır. Yeryüzünde Allah dostlarının ve bütün samimi gönüllerin anlaşma biçimi olan bu mükemmel dil, peygamberlerin, havarilerin, sahabenin ve kutsîlerin dilidir. İnsanlığa götürecek mesajı olan ve gâyesi evrensel barış, diyalog ve hoşgörüyü esas alan bir model oluşturmak olan kişilerin de bu dile ihtiyacı vardır. Nitekim, "Söz temsil kanatlarıyla uçurulabildiği ölçüde, gönüllerde heyecan uyarır ve bütün engelleri aşarak gider her istidada ulaşır. Sineleri her zaman saygıyla İslâm diye çarpanlar, oturup kalkıp onun heyecanıyla yaşayanlar, kendi gönülleri de dahil, ne kaleler aşmış ne kaleler fethetmiş ve ne medeniyetler kurmuşlardır."8 Geleceğin dünyasını da "gönül verdikleri yüce hakikât sayesinde, hayatları hep ukbâ buutlu, tabii üsluplarında aslâ alafrangaya girmeyen, düşüncelerini kendi enstrümanlarıyla seslendiren, sözlerinin belâgatini samimi olmalarında arayan, düşüncelerini ihlasla besleyen, hiçbir zaman cümlelerini süsleme lüzumu duymayan"9 mükemmel dil sahipleri kuracaktır.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:08:21 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12347#12347

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Dilde Yabancılaşma
Mehmet SUCU

Bir televizyon kanalı, 'Best Model Türk Dili Konuşan Ülkeler' yarışması düzenlemiş. Yani Türk dili konuşan ülkelerin mankenlerinin yarışması. Hem Best Model, hem de Türk Dili konuşan ülkeler... Tam, 'altı kaval, üstü şeşhane' deyimine uygun bir durum...
Maalesef günümüz insanı sözlerinin arasına İngilizce, Fransızca vb kelimeleri sokuşturmayı kültürlü olma göstergesi addetmektedir. Sadece sözlerinde yer vermekle kalmayıp, günlük hayattaki bir çok eşyayı ve kavramı da yabancı kökenli kelimelerle anlatmaktadır. Özellikle gençler olmak üzere insanlar artık; 'Blue Jean Center'dan aldığı 'new creation' kıyafetleri giyerek, 'restaurant'a veya 'fast food'a gidiyor. Kapıda 'closed' yazarsa geri dönüyor, 'open'i görünce 'push'u da okuyup kapıyı iterek içeri giriyor. 'Köfte burger' yiyip çıktıktan sonra; 'cafe'ye ya da 'wc'ye gitmek isteyebilir. Daha sonra 'new style dizayn' edilmiş 'club'larda vakit geçiriyor. Eğlencesi genellikle 'non stop'tur. Saçlarına, üzerine 'sprey' sıkmıştır. Arabası 'steyşin' olabilir. Yedek tekerleğe ihtiyacı yoktur, nasıl olsa 'stepne'si vardır. Mükellefi 'stopaj' öder, çiftçisi 'sübvansiyon' bekler, borsacısı 'spekülasyon' yapar. Sanatçıları 'star'dır. 'Suare'de veya 'matine'de mutlaka bulunmalıdır. Tercümesi 'spontone', anlaşması 'stand-by'dir. Yarım gün tatildedir. Ona ihtiyaç duymaz. Çünkü 'part-time' çalışmaktadır. Yılbaşında 'eşantiyon', 'promosyon'lar dağıtılır. Ortamın 'steril' olmasına çalışır. Ancak genellikle 'stres'li olduğundan 'spazm' geçirir.

Yabancı kökenli bu kelimelerin dilimizde bu kadar çok yer tutması, günlük hayatta tabelalarda, basında, caddelerde bu kadar çok kullanılması, dilimizin geleceği konusunda kaygılanmayı gerektirecek boyuttadır. İnsan birçok büyük şehrin caddesinde dolaşırken, kulaklarını tıkayıp sadece tabelalara baksa, kendini rahatlıkla yabancı bir ülkede hissedebilir.

Bu durumun yeni bir şey olmadığını, eskiden de buna benzer durumlarla karşılaşıldığını kaynaklardan, eski yazarların hikâye ve romanlarından öğreniyoruz. Bu konuya değinen yazarlardan biri de Ahmet Hikmet Müftüoğlu'dur. Yazar, 1922 yılında yazdığı 'Turhan Nasıl Çıldırdı?' adlı hikâyesinin kahramanı Turhan'ın şahsında şunları anlatmaktadır: Turhan sokakta, duvarlarda ve cemakânlarda, dükkânların üstlerindeki Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca hattâ Rusça ilânlara, yaftalara, reklâm afişlerine bakar: 'Yarabbi! Bu memlekette bir zabıta, bir şehremaneti (belediye başkanı), bir matbuat nizamnamesi yok mu?' diye feryat ederdi. Çünkü Avrupa'nın hiçbir tarafında yerlilerin lisanından başka bir dil, bir yazı ile sokaklarda ilân, yafta görmemişti.

Paris'te, Londra'da, Newyork'da dersaadetten pek çok ecnebi mevcut olduğu halde, İngiltere ve Amerika'da İngilizce'den gayrı sokaklarda bir yazı görülmezdi. Ekseri kahvehanelerde; 'ena isketo' lokantalarda 'ona kutleta', iskelelerde 'ena pedi' çığlıkları biçâre Turhan'ın kulaklarını törpüler delerdi. 'Bu nasıl millî, bu nasıl resmî lisan? Bu nasıl memleket, bu ne kayıtsız, duygusuz millet?' derdi.

Genç; tasavvurunun, tahammülünün farkındaki bu hallere karşı daima isyan ederdi. Polis müdürüne, matbuat müdürüne gider, baştan savulurdu. Ceridelere makaleler yazar, sansür çıkarırdı. Büyük makamlara lâyihalar (dilekçe) takdim eder, 'hıfz' işaretiyle evrak odalarına gönderilirdi. Bu suretle muvaffak olamayınca, yeni ve ateşli bir nesil yetiştirmek için evvelâ hususî bir mektebe fahri, sonra devlet mekteplerinden birine muvazzaf (kadrolu) muallim oldu. Bir müddet geçti, talebeyi dersten başka şeylerle meşgul ettiği suçlamasıyla kınamaya maruz kaldı, istifaya mecbur oldu.'

Restaurant, cafe, center, shop, night clup, wc, express, highlife, newline, colelction, color foto, by by, pardon, part time, full time, carrier, family, jean, new style, creation, open, closed, push, cottonland, full automatice, best model.. vb kelimelerle de, bugünün Turhanlar'ı karşılaşmakta. Ancak günümüzün Turhanları'nın, hikâye kahramanı Turhan kadar şuurlu oldukları söylenemez. Bu kelimelerin kullanılmakla yetinilmemesi, genellikle İngilizce'de yazıldığı şekilde yazılması, söylendiği şekilde telaffuz edilmesi büyük bir çoğunluğu rahatsız etmemekte, çoğunun dikkatini dahi çekmemektedir.

Yazarın seksen sene önce gördüğü ve hikâyeleştirdiği bir meselenin halledilmesi bir yana, bugün daha vahim bir durum almış olması, yeterli çalışmanın yapılmadığını göstermektedir. Seksen sene sonra yine aynı manzaralarla karşılaşılmaması için alınması gereken bazı tedbirler olmalı.

Fertler bu konuda hassas olmalıdır. Türkçe karşılığı bulunan yabancı kökenli kelimeleri kullanmaktan kaçınılmalıdır. 'Pardon, çok pardon' yerine, 'afedersiniz, özür dilerim, izin verir misiniz' vb cümleleri pekâla kullanabiliriz. 'Mersi' yerine 'teşekkür ederim, sağ ol' diyerek, meramımızı ifade etmek değerimizi eksiltmez. Yabancı kökenli karşılıklarını kullanmanın değerimizi artırmayacağı gibi...

Yazılı ve görüntülü iletişim vasıtalarında çalışanlar; yazılarında, programlarında Türkçe kelimeleri kullanmaya özen göstermelidirler. Bu yayınları seyredenler bunları örnek almakta ve bunlardan etkilenmektedir. Buralarda duydukları, gördükleri, okudukları kelimeleri bir süre sonra kullanmaya başlamaktadırlar. Sözgelimi yılbaşı dolayısıyla hazırlanan bir programda sahneye; 'New Years' yazılı bir yazı asmak ne seyirci sayısının artmasına, ne de programın kalitesine bir katkıda bulunabilir. Bunun yerine, 'Mutlu Yıllar, Mutlu Seneler, İyi Yıllar, İyi Seneler', gibi ifadeler kullanılabilir. Böylece muhatap ne denilmek istendiğini daha rahat anlar ve programda meramınızı daha kolay anlatmış olursunuz. Sahası ne olursa olsun, dil konusunda eğitimcilere çok büyük vazife düşmektedir. Sadece eğitimciler değil, herkesin; Türkçe'nin doğru ve güzel kullanılması konusunda büyük bir hassasiyet göstermesi, çok şuurlu davranması, dilimizin geleceği açısından son derece önemlidir.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:08:49 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12348#12348

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Dil Kasabası
Erdal ARALAN

Yaşadığımız yüzyıl içerisinde 1930'lardan başlayarak dil öğretiminde en çok tartışılan konulardan birisi "yabancı bir dili sınıfta nasıl öğretiriz?" idi. Bir çok teori ve uygulama dil öğrenimi tarihinde sırası ile tatbik edildi. "Communicative approach" (iletişime dayalı öğreti) en çok tutulan ve ve-rimli olan metotlardan birisi oldu. Bu metoda göre meselâ bir İngilizce öğretmeni, derste anadili hiçbir zaman kullanmayacak, bütün sınıf içi ve sınıf dışı faaliyetleri İngilizce olarak açıklayacaktır. Öğretmen çok zor durumda kalırsa öğrencinin anadiline başvuracaktır. Yine bu metoda göre öğretilecek olan İngilizce yaşayan, gerçek ve fonksiyonel İngilizce olacaktır. Yani hangi durumlarda hangi İngilizce yapıları kullanılıyorsa, şu anda geçerli olan hangi yapılarsa, bunlar öğretilecektir.
Böyle bir programı gerçekleştirmek için okul içinde ve okul dışında İngilizce konuşulan bir ortam hazırlamak en ideal durum olacaktır. O hâlde dil öğrenmenin gayesi, okulda veya herhangi bir dil kursunda sınıf geçmek değil de, yabancı dili gerçekten anlayabilme, konuşabilme ve yazabilme olacak ise (ki gerçek dil öğrenimi budur), bunun en kolay yolu dilin konuşulduğu ülkeye gidip hem ESL dersleri alma, hem de kendini o yabancı dilin kullanıldığı ortama bırakma ve dili orada yaşadığı şekli ile öğrenme olacaktır. Ünlü dil bilimci Stephen Krashen, okulda öğretilen kurallara uygun dil öğretimini "dil öğrenme" (learning) ikincisini ise "dili özümseme, alma" (language acquisition) olarak tanımlar ve ekler: "dil öğrenme şuurludur; fakat dili alma, özümseme şuur altıdır".

Amerika'da Los Angeles'taki üniversitelerden birisinde yapılan bir araştırmada, beş yaşında Çinli bir çocuk, bir kelime dahi İngilizce bilmediği hâlde anaokuluna kaydedilir. Öğrencinin ismi Paul'dür. Paul iki yaşında iken Los Angeles'a gelmiş, anaokuluna kayıt yapılana kadar da evden dışarı hiç çıkartılmamış, hiç Amerikalı arkadaşı olmamış, annesi, babası ve bakıcısıyla hep ana dilinde konuşmuş ve evde hiçbir şekilde İngilizce televizyon kanalları izlenmemiştir. Anaokulundaki sınıf arkadaşlarının hepsi Amerikalı öğrencilerdir. Anaokulunun süresi 4,5 aydır.

Paul okulda devamlı İngilizce ile karşılaşmaktadır. İlk öğrendiği cümlelerden birisi "get out of here"dir. Bir gün Amerikalı sınıf arkadaşı onun yanına oturmasını istemez ve bu cümleyi söyler. Diğer bir gün Paul bisiklete binerken kendisini rahatsız eden Amerikalı sınıf arkadaşına aynı cümleyi mırıldanır "get out of here". Gerçekte Paul kullandığı cümlenin kelimelerini tek tek bilmez fakat bildiği, böyle bir durumda kulla-nabileceği cümlenin bu olduğudur.

Diğer bir gün resim dersinde resim çizerken diğer arkadaşının "I am finished" demesiyle öğretmeninden "you can go now" cevabını alıp sınıftan dışarıya çıkması, Paul'e örnek olur. Paul de resmini bitirdikten sonra aynı şekilde cümleyi söyler ve dışarı çıkar. Ve bir kaç kez, aynı cümle ile değişik durumlarda karşılaşan Paul, artık "I am finished" cümlesinin "bitirdim" mânâsına geldiğini öğrenmiştir. Bu şekilde Paul 19 hafta içinde İngilizce'yi, aynı süre dahilinde normal İngilizce eğitimini sınıfta alan bir öğrenciden çok daha ileri bir seviyede öğrenmiştir. Sebep gayet açıktır: Paul tamamı ile İngilizce konuşulan bir ortamda bulunmuş, dil üzerine normal bir eğitim almadığı hâlde Amerikalı arkadaşları, çevresi onun için en büyük kaynak olmuştur.

19 hafta içerisinde İngilizce'yi konuşur hâle gelmiştir ama henüz hiçbir gramer kuralı bilmemektedir. Kendimizi ele alıp düşünecek olursak her biri-miz doğduğumuzdan itibaren çevremizden duyduğumuz cümleleri taklit ederek, tekrar ederek dili öğreniriz. Ve çok gerekli olan kurallar dışında da Türkçe gramerini fazla bilmeyiz. (Belki gramer bize ortaokul 2 veya 3 itibari ile ders olarak konur ve ciddî olarak öğrenmemiz istenir. Ve biz o devreye kadar Türkçe'yi konuşmakta hiçbir zorluk çekmeyiz.)

O hâlde, yabancı bir dili öğrenmek için ilk olarak o dilin konuşulduğu bir ortamın gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Dil öğrenmek isteyen bir öğrenci 'hedef dil' ortamında dili çok çabuk, doğru bir şekilde ve şuur altına yerleştirerek öğrenebilir. Bu şekilde öğrenilen dil ödünç alınan bir elbise gibi değil, ömür boyu kullanılmak üzere satın alınan bir elbise gibi kendimize ait olur. Bu durumda dil öğrenmek için yurt dışına gitme gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Fakat her dil öğrenmek isteyen öğrenci, hem maddî sebepler, hem de bazen suç oranlarının yüksek olması sebebiyle yurt dışına gitmek istemez. O zaman diğer bir çözüm akla geliyor: İngilizce dil ortamını burada, Türkiye'de oluşturmak.

1970 yılında bir grup Rusça öğretmeni Rusya'nın dağlık, kamp alanı olarak kullanılan bir yerini kiralayarak burayı bir dil köyüne çevirdiler. Köy içindeki levhalar, gümrük kontrolü her şey Rusça oldu. Haberleşme, televizyon, radyo her türlü iletişim aracı Rusça üzerine tasarlandı. Daha sonra öğrenciler buraya davet edildi ve eğitim başladı.

Öğrenci sınıf içinde gördüğü eğitimden sonra okul dışında yine Rusça ile karşılaştı ve sonuç oldukça başarılı oldu. Öğrenciler böyle bir kampta Rusça'yı kısa bir sürede, yaşayan gerçek dil yapıları ile özümseyerek öğrendiler.

Aynı proje kendi ülkemizde yapılabilir. Şehirden uzak bir yerde, öğretilecek dilin klâsik bir ortamı inşa edilebilir. Kasabanın her türlü tabelaları, işaretleri bu dilde olacak, her türlü sosyal, kültürel birimleri, postahane, sinema, klinikler, lokanta, kütüphane, gazete bayileri bu dili konuşan aileler tarafından işletilecektir. Televizyon, gazeteler, dergiler de hep bu dilde yayın yapacaklardır. Kısaca öğrenci Türkçe ile irtibatını kesecek sadece hedeflenen dili konuşacaktır.

Dil öğreniminde "kültür" önemli bir faktördür. Öğreneceğiniz dilin kültürünü bilmezseniz dil içerisindeki yapıları, onunla ilgili esprileri, nükteleri yakalamanız çok zordur. Bir ülkenin kültürünü öğrenmek ve anlamak o dili anlamayı kolaylaştırıcı faktörlerden birisidir. Yine böyle bir kasaba ortamına bir lise hazırlık sınıfı kurulabilir, bir dil kursu veya yaz okulu açılabilir. Lise hazırlık sınıfına gelen öğrenci yatılı olarak burada kalır ve ancak sömestr tatilinde eve gitmesine izin verilir. Yine böyle bir okulda müdür ve çalışanlar ana dili hedef dil olanlardan veya bu dilin konuşulduğu bir yerde doğmuş, Türkçe'yi az bilen eğitimli Türklerden olabilir.

Kısacası, böyle bir kasabada, yaşayan dil konuşulacaktır. Böyle bir ortamda öğrenci, okul içersinde duyduğu konuşulan hedef dili, okul dışında her şeyi ile o dile ait olan bir ortamda pekiştirerek çok kısa bir süre içerisinde geliştirebilir. Sözün kısası bu projenin temel prensipleri, yabancı dil öğrenirken ana dilden mümkün olduğunca az faydalanma ve gerçek dil materyallerini kullanma olacaktır. Tabiî ki böylesine dev bir proje, çok büyük bir maliyet ve ekip çalışması gerektirmektedir.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:09:18 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12349#12349

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Kelimelerin Kökleri
Safvet SENİH

Bazıları, bir kelimeyi anlamak ve yerinde kullanabilmek için o kelimenin etimolojisini bilmek gerektiğini iddia ederler. İlk bakışta insana inandırıcı gibi görünen iddialarını biraz incelemeye tabi tutunca, bunun şart olmadığını anlayabiliriz.

Bir kelimenin manasını ve bugün ne şekilde kullanıldığını iyiden iyiye öğrenebilmek için mutlaka çok derinlere gitmeye gerek yoktur. İngiltere ve Amerika’da etimologlar ve bazı filologlar hariç, hemen hemen hiç kimse bütün kelimeleri geniş bir aile grupları halinde öğrenemezler. Mesela, “Lady” kelimesinin etimolojik olarak “somun yoğurucu manasına Eski İngilizce “hlaefdiqe” den geldiğini ve “dough” (hamur), “dairy” (süthane) gibi Anglosakson ve Eski İngilizce asıllı daha pek çok kelimeyle akraba olduğunu dil bilginlerinden başka kimse bilmez. Yazarların her halde çoğu “lord” un Eski İngilizce’ de ‘hlafward (somun muhafızından) geldiğini, “warden” (gardiyan) ve “steward” (önceleri “domuz bekçisi”, şimdi “metrdotel” “kamarot”, “ayvaz” v.s.) kelimeleriyle aynı kökten olduğunu bilmezler. “Reward” (mükafat) kelimesinin ise Eski Fransızca “reguarder” den geldiğini hiç bilmezler.

Bir kelimenin etimolojisini bilmek o kelimeyi daha anlamaya ve tam yerinde kullanmaya mutlak olarak yardım etmediği gibi, bazan insanı şaşırtabilir de... “Cynic” kelimesini ele alalım; Grek felsefesinde “cynicler” yegane iyiliğin fazilet olduğuna inanan, bunu sağlamak için de nefse hakimiyet ve hürriyet salık veren filozoflardı. Köpeklerin ne kadar sadakatli ve fazilet sahibi hayvanlar olduğunu düşünürsek bu felsefe mektebinin ismini niçin Grekçe “kynikos” (köpek) ten almış olduğuna şaşmayız. Gelgelelim kelime bu manaya takılıp kalmıyor. Bir zaman sonra, “cynic” namiyle anılan filozoflar örf ve adetlerin ve cari felsefelerin şiddetli tenkitçileri olarak tanınıyorlar. Modern “cynic” kelimesi işte bu ikinci manadan doğuyor. Şimdi bu adama cynic denildiği zaman kedisinin herşeyi kötü gözle gören, başkalarını hareketlerinde daima menfaat gizli olduğuna inanan bir kimse olduğu manasını çıkarırız. Cynic kelimesinin manaca artık ne köpekle, ne de köpeklikle hiç bir ilgisi yoktur. Ama bizde etimoloji bilgisi çok, mantık bilgisi kıt birisi çıkar, cynic yerine (köpeksi) dememizi tavsiye eder. Halbuki, mesela “Hocam sözlerinizde bir “cynisme” saklı, yerine “Hocam, sözlerinizde bir köpeksilik saklı,” demeye bu milletin sadece milli zevki değil, milli terbiyesi de müsaade etmez.

Aynı şekilde “uslu” kelimesindeki “us” (akıl) köküne bakılarak bu kelime “akıllı” manasına kullanılamaz. “Uslu” ile “akıllı” arasındaki farkı yalnız uslu çocuklar değil, yaramazları bile bilir. İnsanların gelişip olgunlaşacağını kabul ettiğimiz gibi dil ağacının kelimelerinin de kemale ereceğini kabul etmemiz gerekir.

Bir adamın adının Aslan, Korkmaz yahut Satılmış olmasına bakarak o insanın nasıl aslan, korkmaz yahut satılmış olduğuna hükmedemezsek, bir terimin lafzına bakarak da o terimin manasını anladık diyemeyiz. “Sürrealizm” terimi bize eğer bir şey söylemiyorsa, “gerçeküstücülük’’ de söyleyemez. “Gerçeküstü” ne demektir? Sanatta kübizm, fütirizm, fovizm, ekspresyonizm, hepsi gerçek üstü değil mi? Fauvisme (fovizm) “vahşi hayvanlık” demektir. Halbuki, Matisse’ in, Rouault’nun, Derain’in vahşi hayvanlıkla ne alakaları vardır? Onlara bu adı veren san’at tenkidçisidir. Bu tenkidçinin bile “vahşi hayvanlık” la alakası yoktur. “Vahşi renkler” kullanmak başka “vahşi hayvanlık” başkadır.

Terime bakıp, terim uydurma laubaliliğinden kurtulup terimlerin aslını, manasını öğrenelim. Yoksa Peyami Safa’ nın da belirttiği gibi mesela; “benimiçincilik” hiç bir zaman “egocentrisme” karşılığı olamaz. Söylediklerimiz yanlış anlaşılmasın. Biz hemen herşeyde olduğu gibi, etimoloji bahsinde de ne ifrat ne de tefrit taraftarıyız. Bütün kelimelerin etimolojisini herkese öğretmeye kalkışmak ne kadar fuzuli bir emek olursa, hiçbirimize hiç etimoloji öğretmemekte o derece yanlıştır. Arapça ve Farsça’ nın bazı temel gramer kaidelerini öğrenmek her Türk münevveri için lüzumlu olduğu gibi, en sık geçen Grekçe ve Latince kökleri bellemek de faydalıdır. Hele beynelmilel ilmi terimlerin çoğu Grekçe kök ve eklerden yapıldığı için, biz de o kök ve eklerin hiç olmazsa en mühimlerinden bazılarını öğrenmek mecburiyetindeyiz. Evet biz Siyavuşgil’ in dediği: “Kulaklarımız, kelime ve cümlelerin yedi göbek ötesinden gelen şehadetlerle değil, musikisinde, duygu ve fikirle uslubun tam kaynaşmasından süzülen ahenktedir.” anlayışını kabul ediyoruz.

Yoksa bir kelimenin kökünü bilmezsek onu doğru kullanamayız, anlayışını bir anlık kabul edersek bile bu fikri kabul edenlerden mesela Nurullah Ataç’ın açık mektubunda geçen kelimeler de bir sürü izah isteyecek. “Kelime” karşılığı kullandığı “tilcik” teki “til” köküne ne diyelim. Bunun manasını kaç kişi biliyor? “Tilcik” i nasıl yerinde kullanacağız? Ya “ücük” (harf) “nen” (şey), “yoru” (mana) ve daha binlercesini? Hepimiz bu ölü kökleri bellemeye kalkarsak milletçe belki etimolog oluruz ama başka hiç bir şey öğrenmeye ve yapmaya vaktimiz kalmaz.

Bir de dilimizde “etmek’’ li fiiller var. Bunların da kökü yabancıdır diye atamayız. Yazı üslubu, her moda gibi zamanla değişebilir. Şimdi hemen bütün dünyada cereyan, sade dile doğrudur. Halk Türkçesiyle de edebiyat olur. Fakat “sade” olsun dersen Türkçe’ yi fakirleştirmeye hele avamfiripçe bir davranışla aşağı bir seviyeye düşürmeye hiç hakkımız yoktur. Evet öz Türkçe’ dir diye, fikrimizi tam anlatmaktan uzak olan kelimeleri (fiilleri) kullanmak doğru olmuyor. Sevmek: teşhir etmenin; çoğaltmak: teksir etmenin, çektirmek: istifa etmenin karşılığı olamaz (işten el çektirmek de manayı karşılamıyor.). Böyle gayretkeşlikler, üç aylık kurstan sonra ecnebi bir dille konuşmaya çabalayanların ibtidailiklerini hatırlatıyor. Her millet gibi biz de kendimizi dünyadan hariç düşünemeyeceğimize göre, doğudan da batıdan da, kuzeyden de, güneyden de “etmek” li fiiller dilimize girmeye devam edecektir. Öteden beri, milletimiz için iki şık vardı: “Ya “etmek” siz kabile hayatı, veya “etmek” li medeniyet bütün dikenlere rağmen “gül” ü ‘‘kediotu” na tercih ederiz.

Şimdi bunlardan bazı misaller verelim:

(1) Mezcetmek: (katıştırmak)
Kanuni Süleyman’ın ihtişamı ile Sinan’ın dehasını mezceden bu İslamiyet Abidesi binlerce Müslüman ile dolup taştı.
Bu iki sistemin mantığı ve oyun kaideleri birbirlerinden tamamen farklıdır. Bunları mezcetmeye imkan yoktur.

(2) İlzam etmek: (cevap veremez hale getirmek)
Bu nurani simalar ne güzel konuşuyorlar. Ne tatlı telmihler, ne ince nükteler, ne yumuşak cinaslarla karşı tarafta bulunanları ilzam etmeye çalışıyorlar.
O, isticvabında, gerek muhakemede akılları durduracak bir soğukkanlılıkla kendini ve davasını müdafaa etmiş ve en güçlü hâkimleri ilzam edecek, iddia makamını tereddüde düşürecek cevaplar vermişti.

(3) Cerhetmek: (çürütmek)
Bu mecmuanın o çarpık teoriyi cerheder tarzda kaleme alınacak bir makaleyi neşre amade olduğu haberi de memnuniyet uyandırıcı bir şey.
Bazıları hiç araştırmadan kendilerine telkin edilen faraziyeleri cerhedilmez bir hakikat sanıp, hür düşüncelerinin emin yerde bulunuşu ile öğünüyorlar.

(4) Cehdetmek: (çabalamak)
Eğer milletin ıstırabından doğma bir şuurun ateşinde dövülmüş bir çelikten irade, bütün bu perişan emelleri, bu dağınık cehdleri bir araya toplayıp bir hedefe doğru sevketmezse, encamımız nereye varır?
Daima ileriye doğru cehd ve gayret etmedikçe ve zaman terakkiyatından faydalanamadıkça muvaffak olamayız ve yaşayamayız.

(5) Heder etmek: (boş yere harcamak)
“Kurt geldi, bir koyun daha kaptı!” kabilinden bir anlayışla millet evlatlarını heder edemeyiz.
Gelecek nesilleri düşünmeden, elimizdeki imkan ve nimetleri heder etmeye hakkımız var mı?

(6) Empoze etmek: (zorla yaptırmak) Tekniğin, fizik-maddi ilimlerin tekamülü, son keşifler, daimi sulhu sağlayacak bir organizasyonu insanlığa empoze edecek güçte midir?
Gururlarını empoze ederek, insanlar saygı toplayabilirler mi?

(7) İhtida etmek: (müslüman olmak, hidayete —doğru yola— girmek)
Hidayete mazhar olarak “Mir Reşid” namını alan Zaharyadis Efendi, ihtidasından evvel Fener Patrikhanesinin baş vazifelisi idi.
Maurice Bucaille, Kaptan Cousteau, Roger Garaudy ve Hans Aiberg gibi meşhurların ihtida etmesi Batıda müslümanlığın yayılmasını bilhassa Fransa’ da kiliselerin camiye çevrilmesine sebeb olmuş, bu vaziyet hristiyan çevreleri korkuya düşürmüştür.

YTÜ FORUM

unread,
Feb 24, 2007, 9:09:53 AM2/24/07
to dostuz.biz
Merhaba dostuz.biz,
Foruma Bir Mesaj Gönderildi YTÜ FORUM Bu E-posta bu konuda bilgilendirilmek istediğiniz için gönderilmiştir.
Mesajı görüntülemek ve/veya cevaplamak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın :
http://www.dostuz.biz/forum/forum_posts.asp?TID=5271&PID=12350#12350

Forum: Edebiyat
Konu: Dil Bilimi (Dil Bilgisi)
Mesajı Yazan: RdönMezs

 
Seyyah Kelimeler
Sızıntı

Bütün dillerde, birçok kelime başka dillere geçmiş, denizler aşırı ülkelere seyahat etmiştir. Bazıları gittikleri yerlerde vatan tutup kalmış âdeta evlenip çoğalarak bir kelime topluluğu meydana getirmişlerdir. Bazıları kök atıp bir aile meydana getiremedikleri için yok olup kaybolmuş, arkalarından bir nesil bırakamamışlardır. Bir kısım kelimelerin, kendileri veya torunları tekrar kendi memleketlerine döndüklerinde öyle bir hüviyet değişikliğine uğramışlardır ki, artık tanınmaz bir hâl almışlardır...

Bu gerçek bütün dil âlimlerince bilindiği halde, bizde bilinmemezlikten gelinmiştir. Bu fıtrî kanuna karşı, bilerek veya bilmeyerek gözlerini yumanlar, dilimizde yerleşip kökleşmiş, renk renk meyve vermiş binlerce kelimeyi, yabancı sayarak lügatlarımızdan ve dillerimizden atmak istemişlerdir. Fakat yepyeni sürgünlerle, taptaze fidanlarla en ücrâ yerlerimize kadar giren bu kelimeleri ve onlardan meydana gelen kelime ailesini sürüp çıkarmanın imkânsızlığını görünce bu sefer, bütün kelimelerin bizim dilimizden çıktığını bütün dünya dillerinin Türkçeden doğduğunu iddia etmeye başlamışlardır.

Bunun neticesinde meydana gelen garabetleri önceki sayılarda arzetmeye çalışmıştım. Bu sayıda da bir başkasına işâret ettikten sonra, bir çok ülkeyi gezip dolaşan bazı kelimelerden bahsetmek istiyorum.

"Yafetik Okul"u kuran Rus dil bilginlerinden Nikola Marr (1865 - 1934)'dan "rahmetli Marr" diye "Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu" isimli eserin 1. cildinin 5. sayfasında bahseden Prof. Naim Hâzım Onat, imparatorluğumuzun hâkim olduğu dönemlerde Türkçeden Arapçaya ister istemez giren kelimeleri delil getirerek aslında Arapçanın Türkçeden doğduğunu isbata kalkışmış ve bu mevzuda 1944'de büyük hacimde adı geçen eseri neşretmiştir. Bu eserden gâye güneş dil teorisini desteklemekti....

Otobüs kafilesiyle hacca giderken bir kavga ile karşılaşan bir hoca efendi şöyle demişti. "Ayıralım diye Arapça bağırıp çağırarak kavga eden bir kalabalığın içine girince, oradaki vatandaşlarımızdan birisi bana —"Lâ tükarışhâ!"Yani kavgaya karışma diye engel olmak istemişti..." Burada karışmak masdarından gelen kelimenin Arapça kalıba uydurularak "neni hâzır" siğasına nakledildiğini görüyoruz. Şimdi bunun gibi Arapça "telfene" "telefon etti" demektir. O zaman Arapçanın Yunanca'dan doğmuş olduğunumu iddia edeceğiz. Araplar telefona "hâtif derler ama, "tilifun" diye de kullanırlar. Nitekim "mibsâr" dedikleri yunanca asıllı televizyona da "tilifizyun" derler. Hatta bu kökten olmak üzere kullandıkları "Telfeze" kelimesi uzaktan görüş demektir.

Gorci Zeydan diyor ki: "Arapça fiillerden büyük bir kısmının câmid isimlerden çıktığı ve aslında yabancı bir kelime olup sonradan arapçalaştırıldığı gözden gizli kalmıyacak bir hakikattir. Meselâ, Felsefe, tefelsefe gibi... Bunların aslı Philosofia kelimesidir ki Philia "sevgi", Sofia, "hikmet" köklerinden birleşmiştir. Bu çeşit kelimeler Arapçada çoktur, bunlardan en çoğu Farsça, Yunanca, Lâ-tinceden alınmıştır. Diller eğreti kelime almak ihtiyacından hiçbir zaman kurtulamaz. Halkın "istif etti" yerinde kullana-geldiği"settefe" kelimesini sözlüklerde göremeyiz. Anlaşıldığına göre bu da, her ikisi de aynı köke dayanan "Stow" "Stuff'tan alınmıştır. Halkın bunu ingilizlerden aldığı büyük bir ihtimalle söylenebilir. Biz kelimelerin göç hikâyelerini dinlerken, göçmen insanların kıssalarını duyar gibi oluruz.

Meselâ "şah" kelimesinin başına gelenler İran şahlarının başına gelmemiştir. Satranç oynasın oynamasın hemen herkes "şah mat" tâbirini bilir. Muârız şâha hücum ettiğiniz zaman "şah" diye ikaz e-der, gidecek yeri olmazsa "mat " der, oyunu bitirirsiniz. Arapça "mâte" öldü demektir. Ama artık kalıp halinde "şah mat" "şah öldü" demektir. Bir satranç tabiri olarak bunların birbirinden ayrılamıyacağı gibi, dilimize geçerken de böylece kalıplaştığı için kimse onun yerine "şah öldü" demez. Ortaçağ'da satranç oyunu Acem diyarından kalkıp Frenk diyarına göç ettiği zaman "şah mat" sözünü de beraber götürdü. Satranç bugün belki oyunların kralıdır, ama Ortaçağ Avrupasında ancak kralların oyunu idi. Şu var ki, "şah mat'taki "şah" sözü, "zarar, ziyan, mağlubiyet" mânâsıyle şatolardan aşıp halka karıştı. "Şah" kelimesi eski Fransızca'da "escheque, eschec" yazılıp "eşek" diye okunmuştur. (Bunun satrançtaki "at"la bizim "merkeb"le, hiç bir alâkası yoktur.) Orta İngilizce'de "escheque" baştaki harflerin düşmesiyle "checque" haline gelmiştir. Derken "check" (çek) diye yazılmaya başlanmış, mânâsı da "zarar ziyan"-dan "kontrol, tevbîh'e intikal etmiştir.

Arkası çorap söküğü: "check" kontrol demek olduğuna göre, "kontrol altındaki para" için" chekkere" denmiştir. Derken "kontrol, murabeke" altındaki paranın veya bir kısmının ödenmesi için verilen yazılı emre de "check" adı verilmiştir. Ve bugün yalnız İngiliz bankalarında değil, bütün dünya bankalarında harıl harıl çekler alınıp veriliyor. İnsan şah adını düşünüyor da şu "çekilenler" pişmiş tavuğun başına gelmez diyor.

Şimdi soralım: Bu kelimelerin aslı, hâlis muhlis Farsçadır diye İranlılar para yerine geçen kâğıt parçasını hükümdarlarının adı ile mi çağırsınlar? Alış-verişlerinde "çek" yerine "şah"mı istesinler?

Birinin kalkıp "üstad"ın aslı Türkçe "usta"dır. Acemler "usta" demeyi beceremedikleri için "üstad" demişlerdir. Öyleyse biz de onların kelimesini dilimizden atalım demesi uygun değildir. Bir kere "usta" ile "üstad" yapışık kardeşler gibi birbirinin aynı değildir; aralarında ince bir fark vardır. "Usta" belki Acemistana buradan gitmiştir. Ama üstad olarak vatana dönmüştür. "Usta" diye bir "zanaaf'ta mâhir olana denir. "Üstad" ise bir ilim veya sanatta üstün yeri olan kimsedir.

Diğer yandan, aslında "zanaat", "sanat"ın taşra ağzı ile telâffuzundan ibarettir. Fakat aralarında mânâca bir nüans mevcuttur. "Türkçe sözlük'e göre "zanaat", "maddeye dayanan ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan ve az çok el mahâreti isteyen muayyen bir iş''tir. Demircilik, marangozculuk, gibi "Sanat" bu mânâya gelmekle beraber bir mânâ daha taşır; hoşa gidecek, hayranlık uyandıran bir âhenk veya ifâde kullanma işi: Selimiye Camii, yüksek bir sanat eseridir. Selimiye kışlasında hiç sanat yoktur. Şu halde, "zanaat" yerine "sanat" diyebiliyoruz, fakat sanat yerine her zaman "zanaat" diyemiyoruz.

Bazı kelimelerin hakiki etimolojilerine indiğimiz zaman, bunlar bazen birer heyecanlı tarih sayfası kadar insanı cezbederler. Meselâ, Almancaya, Lehçe'ye, Fransızcaya, İngilizceye ve daha pek çok dillere girmiş olan "horde" kelimesi Türkçe "ordu"dan gelmedir. İnsan ne zaman bu kelimeyi bir ecnebi dilde görse, gözünün önüne, başlarında tolgaları, ellerinde kılıçlarıyla heybet ve haşmet saçan atlı akıncılarımız gelir.

"Hakî" kelimesi Hintçe'dir. 1850 yıllarında Hindistan'daki "İngiliz Guide Corps"u beyaz üniformalarını kamufle etmek maksadıyle onları toz toprağa bularlardı. Yerliler İngilizlerin bu kılıklarına bakıp "tozlu" manasına "khaki" dediler. Demeleriyle tutması bir oldu. Yalnız İngilizler değil bütün dünya bu Hintçe kelimeyi kendi öz diline mâl etti.

I. Dünya Harbi'nin en kritik devresinde İngilizler zafer ümitlerini gizli bir silâha, tanka bağlamışlardı. Fakat bu silaha daha bir ad bile bulamadan onu Fransa'ya sevketmek gerekiyordu, —seri ve gizli olarak düşmanı avlamak şarttı— Alman ajanlarını aldatmak için tahta ambalajların üzerine iri puntolarla "su haznesi" mânâsına "TANK" diye yazdılar. Ajanlar yanıltıldı, ithilaf devletleri cepheyi yardı, savaş kazanıldı ama isimsiz silahın adı "tank" kaldı. İngiliz gemicisi Kaptan Cook 1770'de Avustralya'ya çıkıp ta önden cepli, yandan kollu, uzun bacaklı, hop hop giden garip hayvanlarla karşılaşınca hayretler içinde kalır, yerlilerden birisine hayvanın adını sorar. O da "ne söylüyorsun, anlamıyorum" mânâsına "kan—gu—ru" diye cevap verir. Öteki (Cook) memnun, hayvanın adını İngilizce imlâsı ile "kangaroo" şeklinde deftere geçirir. Halbuki Avustralya yerlilerinin kendi dillerinde kangurunun adı. "wallabi"dir.

Arapça'da "şafak" "güneş batmasından sonraki alacakaranlık" mânâsınadır. Halbuki Türkçe'ye "tan zamanı" yani güneş doğmadan evvelki alacalık diye geçmiştir. Böyle tam ters mânâsıyla dilimize geçmiş başka kelimelerden bahsederken İsmail Habib Şevük şöyle der: "Farsça'da "ön" mânâsına gelen "piş''i biz "peşimden gel" diye "arka" mânâsına kullanırız. Arablar "hala"yı "teyze" mânâsına kullandıkları halde biz onu ananın kız kardeşliğinden çıkarıp babanın kardeşi yaptık. Farsça, "serbest'in "başı bağlı" demek olduğu meydanda iken biz onu tam tersine "başı boş" hale getirdik."

"Poyraz"ı "şimal rüzgarı" mânâsına "boreas"tan dilimize aktardığımız gibi daha nice yabancı kelimeleri böyle asıl veya değişik mânâlarıyle alıp söylenişiyle dilimize uydurmuşuzdur. O kadar ki, o dilin sahihleri bile anlayamaz. Meselâ: Çamaşır (câme—şuy); "çorap"(çeyrep); "patlıcan" (bâdingâh); "çarşaf (çadır—şeh); "çapraz" (çeburast); "sarnıç" (sihriç); "tandır" (tennur); "mahmuz" (mihmaz); "perşembe" (penç—şenbeh); "hoşaf (hoş—ab); demektir. Şimdi "hoş—ab"a bakalım. Farsça "hoş su" demeye geliyor. Ama biz hoşafı içerken ne etimolojisini ne de başka bir dilden geldiğini düşünürüz. Çünkü icabında "hoşafın suyu" sözünü bile söyleriz. Halbuki bu "hoş su suyu" demek olur. Bizim tabirimiz hoştur ama bazan haşivlerin hoşa gitmeyeni de olur.

Bazı kelimeleri fonetik bakımdan olduğu gibi bırakmışız, yani şekil ve telâffuzlarına dokunmamışız da, semantik değişikliğe uğratmışız. İsmail Habib Sevük: "Farsça'da "pehl" asker, "vân" ise muhafız mânâsına geldiği için ikisinin birleşmesinden hâsıl olan "pehlevan" onlarda "kumandan" demekken biz kispeti giydirip onu güreş meydanına çıkardık" diyor. İsmail Hamu Danişmend de yazılarından birinde şu enteresan misalleri verir: "Bizdeki (itibar) Arapça'da (ibret almak), bizim (hile) onlarda (çâre,tedbir) bizdeki "imzâ" orada (geçirmek)tir. Arapça'da "halt", karıştırmak demektir. Halbuki biz "halt karıştırmak" şeklinde yeni bir ifade ortaya koymuşuz.

Bütün bunlardan çıkan netice şudur ki, milletimizin şu veya bu yollarla başka dillerden devşirdiği lisan değirmeninde öğüttüğü, milli zevk süzgecinden geçirdiği ve seve seve kullandığı bütün kelime ve tabirleri Türkçe saymak mecburiyetindeyiz
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages