PARALEL DİN

4 views
Skip to first unread message

beyazkaranfiller

unread,
Nov 17, 2016, 4:42:23 AM11/17/16
to beyazkaranfiller

PARALEL DİN

Müslümanların fethettikleri topraklardaki yaşayan insanların sahip oldukları İslam öncesi din ve felsefeleri unutulup gitmedi. Fethin etkisinden kurtulup İslam toplumu içerisinde ayakları yer tutmaya başlayınca; bunlar da kendi inançlarını İslam’ın rengine boyayarak tedavüle sokmaya başlamışlardır. Bunların başında ilk günden itibaren varlıklarını bildiğimiz Ehli Kitap gelmektedir. Yahudilerin mişnaları, Hıristiyanların hurafeleri, Zerdüştlerin din anlayışları, İran kültürünün Şahın şahsına yükledikleri yarı ilah anlayışları İslam’a boca edilmiştir.  

Din,  eğrisi ve doğrusu ile bir yaşam biçimi, dünya görüşüdür. Herhangi bir dünya görüşünün içini boşaltarak görünüşte ona benzeyen yeni bir din oluşturulmasına da, paralel din ismi verilmektedir. Bu işlem her din için geçerli olmakla birlikte, bizim burada üzerinde duracağımız Din İslam’dır.

Allah, İslamı bozulan toplumları düzeltmek, Allahtan başkasına kulluk edenlerin sadece Allah’a kul olmalarını temin etmek için Elçilerinin rehberliğinde insanlığa merhale -merhale indirmiştir. İslam geldiği günden itibaren, ulaştığı toplumları batıldan hakka doğru değiştirip dönüştürmüştür.  Bozulan kavramları düzeltmiş, olması gerekenleri de ilave etmiştir.

İlah, Rab, Kulluk, İman, İbadet, Ahlak, Hak-Batıl, Dünya ve Ahiret, Hak-Hukuk, Adalet ve Zulmün ne olduğunu bütün ayrıntılarıyla ortaya koymuş; Elçinin görev ve sorumluluklarının sınırlarını belirlemiştir. Her Peygamber dini sadece Allah’a has kılacak, Allah’ın vahyini ümmetine tebliğ edip yaşamalarına rehberlik edecektir.

Son elçiye gönül verenler Resulün öderliğinde öyle bir seviyeyi yakalamışlardı ki, Emredileni yapıyor, yasak edilenleri de bırakıyorlardı. Atalarının dinini tamamen terk ederek, Peygamber neyi verirse alıyorlar, neden men ederse onu da bırakıyorlardı. Böylece Kur’an’ı Ahlak edinen bu insanlar Allah’tan, peygamberden ve birbirlerinden razı olmuşlardı ki, Allah ta onlardan razı olduğunun müjdesini vermişti. (Beyyine 98/7-8)

Resulullah’ın irtihali ile birlikte ortaya çıkan liderlik konusunda ki görüş ayrılıkları toplumun geçmişteki cahili anlayışlarının da yeniden uyanmasına vesile oldu. Raşit halifeler döneminde, sahih İslam anlayışının korunması yolunda azami gayret gösterilmeye çalışılmıştı. Hz. Osman (ra)’ın şahadetiyle dışa vuran Ümeyye Oğullarının iktidar hırsı, Muaviye’nin galibiyeti ile sonuçlanınca; İslam’da Aslolan fikrin liderliği, yerini şahsın liderliğine bırakmış oldu. Böylece Arap cahiliye kültüründe var olan kişi merkezli liderlik anlayışı, yeniden İslam’ın içine sokulmuş oldu. Bu cümleden olarak Muaviye kendisinden sonra oğlu Yezid’in halifeliği için hayatta iken ümmetten biat aldı. Böylece hilafet saltanata dönüştürülmüş oldu. Sonrası malum, aynen cahiliye de olduğu gibi kabileler arası iktidar mücadeleleri sürüp gitti. O gün bu gün bu yanlışın bir daha düzeltilme şansı olmadı.

Bununla birlikte Müslümanların fethettikleri topraklardaki yaşayan insanların sahip oldukları İslam öncesi din ve felsefeleri unutulup gitmedi. Fethin etkisinden kurtulup İslam toplumu içerisinde ayakları yer tutmaya başlayınca; bunlar da kendi inançlarını İslam’ın rengine boyayarak tedavüle sokmaya başlamışlardır. Bunların başında ilk günden itibaren varlıklarını bildiğimiz Ehli Kitap gelmektedir. Yahudilerin mişnaları, Hıristiyanların hurafeleri, Zerdüştlerin din anlayışları, İran kültürünün Şahın şahsına yükledikleri yarı ilah anlayışları İslam’a boca edilmiştir.

Zerdüşt bir aileden gelen Suhreverdi “İşraki’liği”  (İşrak metafizik âlemden kalbe doğan bilgi) Tasavvufa kazandırırken; Kabul Ahbar, Vehb ibni Münebbih ve Temim Ed Dadri gibi Ehli kitabın Haham ve Rahipleri de Yahudi ve Hıristiyanlığın hurafelerini, ihlâsla veya ihanetle İslama sokmayı başarmışlardır.

İkinci olarak Ümeyye oğulları döneminden itibaren başlayıp Abbasiler döneminde doruğa çıkan Yunan felsefesi saraya gelen doktorlar aracılığı ile gündeme gelince, sultanların dikkatini çekmiş, Müslümanlar arasında felsefeye karşı büyük bir ilgi başlamıştır. Felsefeye ait kitaplar hikmet adı altında tercüme edilerek Arap kültürüne kazandırılmıştır. Bu işe o kadar önem verilmiş ki, Abbasi halifesi El Me’mun döneminde ( M. 830 ) Bağdat’ta  “Beytül Hikme” adıyla bir felsefe evi açılmıştır. Bununla birlikte Yunan, İran, Mısır ve Hind kültürüne ait tüm bilgiler/hezeyanlar (M.767-912 yılları arasında) Müslümanların dünyasına aktarılmıştır.  Bundan sonra Müslümanların kafası İslam’dan başka her türlü düşüncenin harmanlandığı karışık bir anlayışa sahip olmuştur.  Artık bu kafa yapısından nelerin çıkacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Felsefe Farabî gibi filozofları üretirken, mistik düşünceler de tasavvuf ekolünü ve İbni Arabi gibi mutasavvıfları üretmiştir. Filozoflar nakli akla tabi kılarak nakli tevil ederken; Mutasavvıflar da Naasların batini yorumlarından hareket ederek, Nasları istedikleri gibi yorumlayıp kendi hezeyanlarını meşrulaştırmışlardır.          Tasavvufun ileri gelenlerine verilen bir takım imtiyazlı sıfatlar ile hakikatin bilgisine vasıtasız ulaşılacağını savunmuşlar ve Velilerin bilgiyi bizzat Allahtan aldıklarını söyleme cüretini göstermişlerdir.  Böylece Vahyin karşısına ilham’ı, Mucizenin karşısına da keşif ve Kerameti, vahyin ürünü olan Gaybi bilgilerin karşısına da Velilerin vasıtasız Allah ile görüşme hezeyanını ihdas etmişlerdir.

Tasavvuf ekolünün yapmış oldukları değişiklikler bunlardan ibaret kalmamış; Vahdeti vücut felsefesi ile Tevhid inancını bozmuşlar , “Çoklukta birlik” anlayışı ile tüm yaratılmışları Allah Teâlâ’nın görüntüsü olarak kabul etmişlerdir. Bu anlayış ile Halik ile mahlûku bir tek vücut, bir tek mevcut olarak görmüşler; Kâinatta Allahtan başka mevcut yoktur “La mevcuda İllallah” cümlesiyle ifadelendirmişlerdir.

İşi buraya kadar getirdikten sonra,  Muhıyddini Arabî; “şeytana bile tapan Allaha tapmış olur. Çünkü Kâinatta Allahtan başka mevcut olan bir şey yoktur” diyebilmişti

Kulun sorumluluğu konusunda ise İnsanın ruhi gelişimini belirten bir takım mertebeler belirleyerek,  en son mertebe olan Fena fillah’a ulaşanlar Allah ile birleştiği için artık bu makama ulaşanların ibadetle sorumlu olmayacaklarını ifade etmişlerdir.

Bu konuda Ercümend Özkan, Tasavvuf ve İslam isimli eserinde: “Tasavvfuf İslam’dan ayrı bir dindir. Tasavvuf kurdun kuzu postuna bürünmüş halidir. Küfür İslam’dan öcünü Tasavvuf kanalıyla aşmıştır” ifadelerini kullanmıştır.

Tasavvufun ana kaynaklarından olan İbni  Arabî’nin Fususil Hikem, Fütühat’il Mekkiyye’sini; İmam Rabbani’nin Mektubat’ını; Celaleddin’i Rumî ‘nin Mesnevisini okuduğunuzda bu ifadelerin hafif kaldığını göreceksiniz. Bunların hepsinde Allah’ın eşyaya hulul etme düşüncesi mevcuttur. Her üçünde de Allah kadın figürü olarak kullanılmıştır.

İşte İslama Paralel bir din üretmenin temelleri ta o günlerde bu anlayışlar ile atılmıştır. Bu saha öylesine su götürür bir saha ki, içine ne koysanız kabul görür ve meşruiyet kılıfına bürünür. İran’ın yarı tanrısal “şah yanılmaz” anlayışı, Şia’nın “İmamlar yanılmaz”  anlayışına terfi etmiş.  Bu sıfat, Hz. Ali’den başlayarak soyundan gelen 12 İmama verilmiştir. Buna bilahare mehdi inancı da eklenmiştir. Bu anlayış bununla da sınırlı kalmayıp toplumun rağbet ettiği tüm şeyhlere ve üstatlara taşınmıştır.

Türklerin şaman kültürü,  İslami dönemde Babalara ve Dedelere dönüşmüştür.  Selçuklularda Gıyaseddin Key Hüsrev döneminde büyük bir isyan çıkartan Baba ishak önceleri kendisini Allah’ın Velisi olarak takdim etmiş, halk etrafına toplanınca da peygamberliğini ilan etmiştir.  Koskoca Selçuklu ordusu isyanı bastıramamış Bizans’tan yardım istemiştir.                                                                                          (Sebebi Selçuklu ordusundaki Müslümanların “peygamber” ordusuna karşı savaşmaktan çekinmeleridir.)

Selçuklular ve Osmanlılar döneminde bunlar Erenler, Evliyalar, veliler, Şeyhler, Gavslar ve Kutuplar olarak isimlendirilmişler; Faaliyetlerini ise, Dergâhlar, Tekkeler, Zaviyeler, Mevlevi haneler gibi mekânlarda devam ettirmişlerdir.  Osmanlının yıkılışından sonra gelen cumhuriyet hükümeti buraları kapatmış faaliyetlerine de son verilmişti. Çok partili döneme geçiş ile birlikte bunlar da ABD nin “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında yeniden faaliyetlerini canlandırmışlardır. Yetmişli yıllardan sonra daha da geliştiler. Siyasiler Oy kaygısı ile bu cenahın yolunu açınca, sayıları hızla çoğalmaya başladı. Şu an milyonlara varan mensuplarıyla kıvanan çok sayıda cemaatin varlığı bilinmektedir. Bunların dünyasına hâkim olan düşünce hemen -hemen aynı olduğu için isimleri farklı olsa da ürettikleri düşünce yapısı ve insan tipi aynıdır. Din anlayışları Kitap merkezli değil, kişi merkezlidir. Neticede Sonucu belirleyen Naaslar değil, Şeyh efendinin sözüdür.

            İşte bu saha tabiatı gereği yabancı ot yetiştirmeye oldukça elverişlidir. Özellikle dini kaynağından öğrenmeyen geniş halk kitleleri üzerinde algı operasyonları ile istedikleri sonucu elde etmeleri çok kolay olmaktadır.

            Bu durumu keşfeden İngilizler Nurculuk hareketini kullanarak işe başlamışlardır. Daha altmışlı yıllarda Said Nursî’nin kitapları Shell firması tarafından bastırılıp el altından dağıtılmıştır.

(Bir Yahudi firması olan Shell, neden daha 1960’larda Risale-i Nurları bastırır ve dağıtır? www.AkademiDergisi.com)

Bu damardan gelen Fetullah Gülen’in sicili de pek temiz görünmüyor. 1941 doğumlu olan Hoca 1951 de kurulan kominizim ile mücadele derneğinin Erzurum şubesini 1963 de açanlardan biri olduğu görülmektedir. Hocanın Amerika ile ilişkileri o yıllara dayanmaktadır. Çünkü bu dernekler Kominizim ile mücadele için kurulmuştur, fakat kısa zaman sonra Amerikan çıkarlarını koruyan derneklere dönüşmüştür.

(‘Komünizmle Mücadele’de Yetişip Bugüne Damga Vurdular          :

Türk Milliyetçiliği ülküsüyle 1951’de kurulan Komünizmle Mücadele Derneği zamanla, Amerikan çıkarlarına hizmet eden bir kuruluşa dönüştü. Hem MİT hem CIA bu dernekte çok etkin oldu. Ancak burada yetişen isimler, devlet idaresine uzun yıllar yön verdi. Fetullah Gülen,  Abdullah Öcalan, Recai Kutan. Milli Türk Talebe Birliği ve İlim Yayma Cemiyeti de bu derneğin Türevleri idi. “Twitter.com/gurkanhacir.” -“Özgür Bireyler Topluluğu” )
Bu kaynaktan beslenen Hoca, mevcut anlayışı, konuşma üslubu ve şahsiyetinin bu işlere yatkınlığı ile dikkatleri üzerine çekmiş olacak ki, küresel güçler tarafından keşfedilir ve “yürü ya kulum” imtiyazına sahip olur. Bundan sonra Hoca, mensuplarının gözünde hormonlu bir şekilde şişirilmeye başlanır. Her sözünde bir hikmet her hareketinde bir keramet olduğu imajı verilir. Derken hoca sürekli Peygamberimizin ruhaniyeti ile görüşen biri olup çıkar. Artık bire bin katılan kerametlerine yandaşlarının rüyaları da ilave edilerek Hocanın ayakları yerden kesilir. Uçurulup kaçırılmaya başlanır. (Artık Hoca Peygamberle (as) birlikte yurt içi yurt dışı okullarının başındaki Ağabeyleri tebrik ziyaretleri düzenler hale getirilir.)

Bunun sebebi; Ocak 1978 de gerçekleşen İran İslam devriminden sonra İslam dünyasında yeniden canlanan Radikal İslam anlayışını kırmak, Müslümanların din algılarını değiştirmek için yeni bir projeye ihtiyaç duyan Küresel güçler, “Ilımlı İslam” projesini ortaya attılar. Bunu hayata geçirecek yerli unsurlara ihtiyaç vardı. İşte bu ihale Fetullah Hocaya verildi. Yurt içinde alt yapısı hazır olan bu çalışmalar hızlandırıldı. Yeni okullar, yurtlar, dershaneler, üniversiteler birbirini takip etti.

Artık yurt dışına açılma zamanı gelmişti. Bu düşünceyi besleyecek zemin olarak “Dinler Arası Diyalog” düşüncesini gündeme getirerek kolları sıvadı. 1990’lı yıllarda Turgut ÖzalTansu ÇillerMesut YılmazBülent EcevitAbraham FoxmanMorton AbramowitzPapa II. John Paul gibi tanınmış din ve devlet adamları ile görüşmeler yapmıştı. Başta Türkî cumhuriyetler olmak üzere yurt dışında okullar, Üniversiteler, Kültür merkezleri açarak faaliyetlerini küresel boyuta taşıdı. 1999 yılı Mart ayında “sağlık sorunları nedeni ile” Amerika Birleşik Devletleri‘ne giden Gülen, o tarihten bu yana ABD de yaşamaktadır.

Her ne kadar gidişine sebep sağlık sorunları gösterilse de, Hocanın bir zamanlar sağ kolu olan Nurettin Veren’in beyanına göre: Efendim Türkiye’ye bu kadar emek verdiniz bu eserinizi bırakıp niçin gidiyorsunuz sorusuna Hocanın cevabı; Türkiye’ye kurduğumuz sistem artık kendi kendini idare eder duruma geldi.  Dünya gemisinin kaptanı ABD dir. Biz artık kaptan köşküne gidiyoruz” diyor. Görüldüğü üzere mesele sağlık meselesi değildir. Oraya kalıcı olarak gittiğini bizzat kendi adamı ifade etmektedir. Fethullah Gülenin ABD’de kalabilmesi için referans mektubu yazanlar arasında Graham Fuller’in yanı sıra, CIA eski görevlisi George Fidas ile ABD’ nin eski Ankara Büyükelçisi (ABD Haber alma Araştırma Dairesi eski direktörü) Morton Abramowitz gibi toplam 27 isim bulunmaktadır. Ayrıca Fuller, BBC’ye verdiği bir röportaj da:” Gülen’e ben kefil oldum ve yine de olurum!” demiştir.

Hoca gitmeden bir yıl önce 16 Temmuz 1998 de Başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı tarafından Abant da bir toplantı tertip etmişlerdi. Bu toplantıların nihai amacını ABD den gelen heyetin kurduğu şu cümle ortaya koymaktadır: ”Müslümanlar neden din devleti ister?”

Bu sözün söylendiği yıllara gittiğimizde Müslümanlar şimdiki gibi demokrasiyi içselleştirmiş değildi. İran devriminden sonra halkı Müslüman olan devletlerde özellikle genç kuşakların gönüllerinde “İslam devleti” fikri yeniden yeşermişti.  Bunun karşısına ılımlı İslam diye bir düşünceyi çıkartarak Radikalleri düşman ilan etmişlerdi. Bu savaşı nasıl kotaracaksınız? Kur’an’ı mı değiştireceksiniz diyenlere; Graham Fuller şu cevabı vermişti: Kur’an’ı değil Sadece Kur’an’dan anlaşılanı değiştireceğiz.”  Bu cümleleri birleştirdiğimiz zaman Abant toplantılarının gayesi anlaşılacaktır.

Tüm çabalar, Üretkenliği olmayan iğdiş edilmiş bir din/ “İslam” üreterek, İslam’ın iktidar olma talebinin Müslümanların zihninden silinmesini sağlamaktı.  İşte ilki 16 Temmuz 1998 de başlayan toplantılar yerli ve yabancı katılımcıların iştiraki ile yurt içi ve yurt dışında 26 kez icra edilmiştir. En sonu 9-11 Mart 2012 de yine Abant Palas’ta yapılmıştır. Bunlarda konuşulan konular Laiklik ve İslam üzerinde yoğunlaşmaktadır. Varılan sonuç: İslamın devlet talebinin olmadığıdır. Bu düşünce 1925 de ilk defa Mısırda Ali Abdürrazık tarafından dile getirilmişti.                                          Ayrıca yine İngilizlerin bir zamanlar sömürgeleştirdikleri Hindistan’da benzer şekildeki bir din anlayışını “BABİLİK VE BAHAİLİK “ adı altında yaymaya çalışmışlardı. Bu dinin Fetullah Güleni de  Muhammed Baha idi.

Abant’ın  aktif elemanlarından Ali Bulaç, geçmişinin aksine İslamın devlet isteminin olmadığını savunanlarla birlikte hareket ederken;

Prof. Dr. Mehmet S. Aydın ise: “İslam devleti projesi neticede beşeri bir projedir dayatılamaz” sözüyle aynı şeyi ifade ediyor.

Hayrettin Karaman: “ Peygamber Mekke de sadece din tebliği ile meşguldü. Devlet kurma talebi olmadı. Kâbe’de herkes kendi putuna tapıyordu. Peygamber de bir köşede Müslümanlar ile ibadet yapmak istedi. O günkü otorite buna izin vermedi. O da hicret etmek zorunda kaldı. Otorite ibadet özgürlüğünü tanısa idi muhtemelen hicret gerçekleşmeyecekti. Medine devleti diye bir şeyde ortaya çıkmayacaktı.”

Bu cümleler durumun vahametini ortaya koymaktadır. O günün İlahiyatçısından, siyasetçisine, Dindarından Ateistine, demokratından Sosyalistine,  Tarihçisinden Edebiyatçısına, Sosyologlarından Pisikoloklarına ve hukukçusuna kadar ağız birliği etmişçesine Allah’ın dinini vicdanlara mahkûm etmek için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar. Neticede Mehmet Aydının : “Demokrasi eşittir İslam” demektir. Bu nedenle Müslümanlar iki kere demokrasi demeleri gerekir” ifadesini kullanarak bu çalışmalar marifeti ile ürettikleri esas paralel dini göstermiş oldu.

İşin bir boyutu, böyle bir kamuoyu oluşumunu sağlarken diğer boyutu ise 40 yıldır yapılan çalışmaların sonucu kamu kurum ve kuruluşlarını fili bir işgal eylemi yürüterek, devletin her kurumunu ele geçirdikleri 15 Temmuz hareketiyle gün ışığına çıktı. Böylece Paralel dinin yanında Paralel devlette oluşturulmuştu.

Bu hareket,  zannedildiği gibi: Güler yüzlü, badem bıyıklı, dindar kılıklı insanlar değilmiş. Arkalarında korkunç bir canavarı, tahmin edilemez sahtekârlıkları, sınır tanımaz “şantaj kasetçiliği”, soru hırsızlığı, hedeflerine varmak için yalan, iftira, Şahıslar üzerinde baskı kurarak iş bıraktırma, ülkenin en mahrem sırlarını yabancı istihbaratlar ile paylaşma hâsılı aklınıza gelen ne kadar gayri hukukî ve ahlakî düzenbazlık varsa hepsini barındıran ihanet şebekesi olduğu ortaya çıkmış durumdadır.

Şimdi herkes tarafından görüldü ki, keramet Hocada değil küresel güçlerde ve onların istihbarat örgütlerinde imiş. Dünyanın 186 ülkesinde 3000 tane okul açıp işletebilmenin bir vaizin vizyonunu aşan işler olduğu açıktır. Meğer Hoca ve ekibi, Yenidünya düzeninin güler yüzlü badem bıyıklı İslamı kullanan figüranları imiş. Şapka düştü kel göründü!!!  Görülmeyen ve görülmesi gereken ise, üretilen paralel dinin toplumlar üzerinde bıraktığı kirliliktir. Bunun için İnançta ve amelde yeniden Kur’an’a dönerek ilk Müslümanlar gibi inanarak, yaşayarak, ahlak edinerek, peygamber (as)den başka örnekleri devreden çıkartarak arı duru bir Müslüman profilini görünür hale getirmeliyiz. Çünkü bu kirliliği devam ettiren onlarca paralel din anlayışı hala yoluna devam etmektedir.

İKTİBAS

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages