ABD’de Trump-Musk faşizmi
21.02.2025
100 yıl önceki bir roman: 'Burada Olamaz…'
Ara başlıkta sözü edilen roman Amerikalı yazar Sinclair Lewis’in yapıtıdır; “It Can’t Happen Here” başlığı ile 1935’te yayımlanmıştır: Olamayacağı kastedilen olay, Hitler benzeri bir faşizmin ABD’de iktidara gelişidir.
Yazar beklenmeyen bu olasılığı varsaymış; kurgulayarak romanlaştırmıştır.
Romanın yayın tarihinde Hitler’in Nazi Partisi Almanya’da iki yıldır iktidardadır.
Sosyal Demokrat ve Komünist partiler tasfiye edilmiş; Yahudi kıyımının ilk işaretleri ortaya çıkmıştır.
ABD’de ise Başkan 1932’den beri Demokrat Parti’den Franklin D. Roosevelt’tir.
Ülke 1929’da ağır bir ekonomik bunalıma girmiştir.
Roosevelt, kamu yatırımları ve sosyal transferler içeren New Deal programı ile yaygın işsizliği ve emekçilerin yoksullaşmasını hafifletmeye çalışmaktadır.
New Deal’e karşı Cumhuriyetçi Parti’den sert eleştiriler gelmekte; gerici çevrelerde ırkçı, Yahudi aleyhtarı eğilimler yükselmektedir.
Sinclair Lewis romanında, Hitler benzeri bir siyasetçinin Amerika’daki gerici eğilimleri kullanarak yasal yollardan başkanlığa gelişini ve sonrasını kurgulamaktadır: Berzelius Windrup adlı bir Cumhuriyetçi Parti senatörü, kendisini “unutulmuş vatandaşların ve geleneksel değerlerin temsilcisi” ilan ederek Başkanlık seçimine aday olur. Her Amerikalıya yılda 5 bin dolar dağıtmayı ve ülkeyi “yeniden büyük ve müreffeh yapmayı” vaat ederek 1936 başkanlık seçimini kazanır.
İlk uygulamalarından biri Kongre’nin yetkilerini Başkan olarak üstlenmek olacaktır.
Basın, ifade, örgütlenme özgürlükleri, kimi sosyal haklar kısıtlanır.
Muhalefet sokağa taştığında milis ve polis şiddeti ile bastırılır.
ABD giderek Nazi rejimini andıran bir faşizme dönüşecektir.
Romancı Sinclair Lewis’in ABD’deki 1936 seçimine ilişkin kötümser varsayımı tutmadı; tam aksine Roosevelt oy farkını artırarak başkanlığı korudu.
Ama, Sinclair Lewis’in faşizme geçiş kurgusu doksan yıl sonraki Amerika’da gerçekten yaşanmaktadır.
Tek bir eklentiyle: Faşizme dönüşümü hızlandırmada milyarder bir faşist (Elon Musk), yeni başkan Trump’ın sağ kolu olarak özel bir rol üstlenmiştir.
Kasım 2024 sonrasındaki uygulamalar da faşizme geçişin şaşırtıcı bir tempo ile başladığını gösteriyor. İzleyelim.
Ralph Nader’in çağrısı: 'Terör başlamadan faşizmi önleyin…'
Trump-Musk ikilisinin temsil ettiği ABD faşizminin aşamalarını, genel özelliklerini incelemek yerine, dönüşüme ışık tutan tespit ve gözlemler arasında bir gezinti yapmayı yeğliyorum.
Ralph Nader’in Eurasian Review dergisinde yayımlanan, Amerikan halkına dönük bir direnme çağrısı da olan yazısı ile başlayalım.1
Nader, bugün 90 yaşında bir siyasetçi ve yazardır.
Tüketici haklarına, çevre sorunlarına ve dev şirketlerin oligarşik güçlerine dönük önerileri, eleştirileri ile ün yapmıştır.
Kaybedeceğini bilerek dört kez Yeşil Parti’den veya bağımsız olarak ABD başkanlık seçimlerine katılmıştır.
2000 seçiminde 3 milyon civarında oy almış ve Cumhuriyetçi George W. Bush’un Demokrat aday Al Gore’a karşı başkanlığı kazanmasına dolaylı katkı yapmıştır.
Nader’in yazısından önemli bazı bölümleri aktarıyorum:
“Amerikan halkı, gecikmeden harekete geçin: Diktatör heveslisi Trump ve onun sağ kolu Musk’ın gangsterleri faşist bir darbe yapmaktadır.
Federal devletin sizlerin sağlığı, güvenliği, ekonomik güvencesi için sağladığı hizmetleri hedefliyorlar.”
“Trump ABD Anayasası’nı açıkça ihlal ediyor; diktatörlüğü önlemek için Kongre’ye verilmiş olan yetkileri çiğniyor. Elon Musk Güney Afrikalı bir çılgındır; Beyaz Saray’a bitişik hükümet binasına çetesiyle birlikte taşınmıştır. Haftanın yedi günü portatif karyolalarıyla orada kalıyorlar… Kalabalık, özel bir güvenlik birliğince korunuyorlar.”
“Amerikan halkı, dikkat ediniz: Dünyanın en zengin kişisi olan Musk, federal bir görevli değildir.
Yetkisizdir; ama, şirket suçlarını izleyen federal polisi, FBI çalışanlarını görevlerinden almaktadır.
Tahripkâr çetesini peş peşe devlet dairelerine yollamakta; kimilerini kapatmakta; bilgi toplamakta; görevlileri sokağa atmakta; kamu hizmetlerine son vermektedir.
Musk devletten aldığı ballı ihaleleri, vergi beyannamelerini açıklamayı reddetti. Talep ediniz.”
“Trump’ın ilk 20 günlük yasa-dışı çılgınlıkları, büyük sermayeye daha da fazla hizmet edecek bir polis devletinin inşasına işaret ediyor.
Saldırılarının hedefinde Savunma Bakanlığı’nın, gizli servislerin, Musk’ı besleyen NASA’nın astronomik bütçeleri yok.
Trump ve Musk gibi zorbalar 80 milyon Amerikalıya sağlık hizmeti getiren Medicaid’den, temiz enerji projelerinden nefret ederler.”
“Kongre’deki Cumhuriyetçiler, Cumhuriyet Kurucuları’nın emanet ettiği anayasal hakları Beyaz Saray’daki diktatör heveskârlarına utanmazca teslim etmiştir.
Azınlıktaki Demokrat Parti ise, halkın yükselmekte olan hiddetine tercüman olacak bir Kongre Soruşturması’na teşebbüs dahi etmedi.”
“Sıradan alışkanlıklarınıza son verin Amerikalılar.
Bu darbeyle vatanınıza el koyuyorlar. Vatanınızı sahiplenin. 1776’nın ilk vatanseverleri de sizden bunu isterlerdi.”
Elon Musk’ın yönettiği esrarengiz kurul: DOGE…
Servet hesabına göre dünyanın en zengin kişisi Elon Musk’tır.
Son ABD seçiminde Trump kampanyasına rekor (yaklaşık 270 milyon dolar) bağış yapmış; karşılığında da Trump tarafından Hükümet Etkinliği Kurulu (“Department of Government Efficiency” veya DOGE) yöneticisi olarak atanmıştır.
Ralph Nader’den aktardığım icraatı gösteriyor ki bu atama ile Musk, Başkan’ın fiilen “sağ kolu” olmuştur.
Ne var ki DOGE, ABD kamu yönetimi içinde yer almıyor.
Nitekim Trump’ın atadığı Savunma, Dışişleri, Sağlık… bakanları gibi Senato onayı almamıştır.
DOGE ise ABD Hazinesi’nden hükümet adına harcama yapmaya da yetkili kılınan Musk’ın icraatıyla fiilen oluşmaktadır. Trump da, “Musk bir özel hükümet görevlisi olarak atandı; icraatını bizim onayımızla sürdürecektir” açıklaması ile bu esrarengiz konuma bir nebze ışık tuttu. (CNN, 3 Şubat 2025).
Bu durumda, başta Space X şirketine olmak üzere federal bütçeden milyarlarca dolarlık ihale almış olan Musk’ın Amerikan Hazinesi ile bir çıkar çatışması içinde olduğu açıktır.
Musk’ın ekibinin hızla Federal Hükümet’in finansal altyapısına girdiği ve denetim-dışı kaldığı da eleştirilmiştir. (Sam Pizzigati, Scheer Post 9 Şubat; Allison Stanger, Asia Times 11 Şubat).
Şirketlerle Hazine arasında çıkar çatışması sorunlarının denetimi Adalet Bakanlığı’nın görevidir.
Trump’ın istisnaî özenle seçtiği bakanın bu işlevi ciddiyetle üstlenmesi beklenmez.
Yargı denetimi niçin etkisiz?
ABD siyasal hayatında güçler ayrılığı kök salmıştır.
Anayasası, yürütme erkinden kaynaklanacak diktatörlük eğilimlerine karşı yargının denetim işlevine öncelik vermiştir.
Trump-Musk ikilisince tezgâhlanan sivil darbeye karşı bu güvence şimdilik etkisizdir.
Harvard Üniversitesi’nden Maya Sen bazı nedenleri açıklıyor (The Conversation, 13 Şubat).
Nedenlerden biri zaman baskısıdır.
Trump, sakıncalı kararnameleri olağan dışı bir hızla çıkarıyor.
Federal mahkemelerin bu tempoyu izlemesi çok güç.
İptal ve durdurma kararlarının yeni kararnamelerle geçersiz kılınması da mümkün.
Daha da önemlisi var: Mahkemelerin hatta Yüksek Mahkeme’nin kararları uygulanmazsa ne olur?
Üstelik bu niyet peşinen de açıklanmıştır: Başkan Yardımcısı Vance “generalin askerî operasyonuna bir yargıç müdahale edemez; yasadışıdır. Yargıçlar yürütme organının yasal yetkilerine karışamaz” görüşündedir (ABC News, 11 Şubat).
Trump da birkaç gün sonra, yürütme erkinin ABD Anayasası’nda Başkan’a verilmesini vurgulayarak aynı görüşü tekrarlamış (Seymour Hersh, 17 Şubat).
ABD 2010 sonrasında (başta Brezilya olmak üzere) Latin Amerika’da bir dizi sivil darbeye katkı yaptı.
Trump-Musk ikilisi o deneyimleri şimdi doğrudan doğruya kendi ülkelerinde mi uygulamaktadır?
Belki, yeni bir faşizme geçiş modeli inşa edilmektedir.
2016 sonrasının Türkiye’si ile benzerlikler de çarpıcı, öğreticidir.
'Tek kutuplu dünya' yok olurken…
04.04.2025
Donald Trump’un 2’nci ABD Başkanlığı, sadece ülkesinde değil, uluslararası ilişkilerde de bir dizi çalkantı yaratarak başladı.
Çalkantıların ilk boyutunu “ABD’de Trump-Musk Faşizmi” başlığı altında kuşbakışı gözden geçirmiştim (soL Haber 21 Şubat 2025).
Bu yazı, çalkantıların ikinci boyutu, dünya sisteminin ABD hegemonyasına dayanan “tek kutuplu niteliği” ile ilgilidir.
Trump, Başkan Yardımcısı J.D. Vance ve Elon Musk’tan oluşan yeni ABD yönetimi, Rusya ile anlaşarak Ukrayna savaşından çekilmeye ve Avrupalıları yalnız bırakmaya kalkıştı.
İki NATO müttefikine (Kanada ve Danimarka’ya) karşı toprak talepleri ileri sürmekte; Filistinlilerin topluca tehciri sonrasında Gazze’yi bir turizm cennetine (“Doğu Akdeniz Rivierası’na) dönüştürerek işletmeyi önermektedir.
Bu arada DTÖ kurallarını ve mevcut ticaret anlaşmalarını çiğnemekte; ABD’nin dış açık verdiği ülkelere karşı gümrük tarifelerini yükselterek bir dizi ticaret savaşı başlatmaktadır.
Bu uygulamalar, dünya sisteminin yerleşik dengelerini bozmakta, istikrarsızlığa yol açmaktadır.
Bu ortama ışık tutan bir Amerikalı iktisatçıya odaklanmak istedim.
James K. Galbraith: Kapitalist kutuplaşmanın erken tarihi
Sermaye, doğası gereği “vatansızdır”.
Kapitalizm de bu nedenle siyasal sınırlar içinde kalamaz.
Dışarı taştığı coğrafyalara kendi üretim/mülkiyet ilişkilerini taşır.
Bu dönüşüm çoğu kere kapitalizmde geciken ülkeleri sömürgeleştirerek gerçekleşir.
Kapitalist dünya sistemi de eşitsizliğe ve bağımlılığa dayalı bir kutuplaşma içererek oluşur.
Trump-sonrası ABD’yi de dikkate alarak kapitalist dünya sistemindeki kutuplaşma aşamalarını inceleyen anlamlı bir katkı1, Amerikalı iktisatçı J.K.Galbraith’ten geldi.
İlk kutuplaşma üretim ilişkilerinde kapitalizme, üretim güçlerinde sanayileşmeye dayanır.
Siyasal yapı imparatorluklar içerir.
Bağımlılık, ham madde, girdi olarak “kaynak sağlayan çevre” ile bunları sanayide işleyen “merkez” arasında gerçekleşmiştir.
Marksist yazında bu ikilinin “artık aktaran” / “artığa el koyan” kutuplar arasında ifade edildiğine; ekonomik yöntemlerin ayrıntıyla incelendiğine değinelim.
İmparatorluklar, kolektif hegemonyanın odağını oluşturur.
Kendi aralarında sürekli çatışırlar.
Osmanlı, Çin, İspanyol imparatorlukları gibi kapitalist sanayileşmede geride kalanlar çok-kutuplu sistemin bağımlı-alt blokuna kayar.
Bu ayrımla Galbraith, siyasal bağımsızlık içinde yaşanan “yarı-sömürgeleri” kastetmektedir.
İki kutuplu dünyanın Altın Çağı
Galbraith’e göre, bu çok kutuplu aşama, hegemonik kutuplar arasında “Çevre’yi paylaşma” mücadelesinin ürünü olan iki Cihan Harbi’ni yaşadı; büyük buhranı, Sovyet devrimini ve faşizmi de içererek 1945’te iki kutuplu bir dünya sistemine dönüşerek son buldu.
Bir kutup SSCB liderliğinde sosyalist bloku; diğer kutup ABD ve müttefiklerini içerir. IMF, DB, DTÖ/GATT gibi çok taraflı kurumlar aracılığıyla yürütülür.
Galbraith bu iki kutuplu dünyayı, “rekabetçi, nükleer risk de taşıdığı için tehlikeli, göreli olarak istikrarlı, bazı önemli özellikleri ile ilerici” olarak nitelendiriyor.
Latin Amerika, Asya, Afrika'da güçlü bağımlılık ilişkilerinin süregeldiğini de vurguluyor.
Bu betimlemede Galbraith, 1945-1980 arasını içeren Altın Çağ’ın katkılarına haksızlık yapmaktadır.
Bir kere dönem, II’nci Dünya Savaşı’nın galipleri arasında, ilerici özellikler taşıyan bir toplumsal uzlaşma sonunda inşa edilen Birleşmiş Milletler sistemi ile başladı; Güvenlik Konseyi dışında eşit üyeler içeren bu sistemin esneklikleri sayesinde fiilen üçüncü bir kutup da oluşturdu.
Bu dönemin belirleyici özelliği, dünya sistemi içinde siyasal sömürgeciliğin tarihe karışması oldu.
Bağımsızlaşan yeni devletler, BM üyeliği içinde dünya siyasetine katıldılar.
Çin, Hindistan, Yugoslavya, Mısır ve Endonezya’nın liderliği ile oluşan Bağlantısız Ülkeler bloku bu dönemde uluslararası siyasette belli bir ağrılık taşıdı.
Aynı ülkelerin BM’de uluslararası ekonomik ilişkilere ilişkin önerilerini inşa ve müzakere eden 77’ler Grubu küçümsenmeyecek önem kazandı. BM sistemi içinde gelişmekte olan ülkelere özel ayrıcalıklar bu sayede tanımlandı; yerleşti.
Tek kutuplu dünya: Ekonomik bilanço
Galbraith, iki kutuplu dünya sisteminin 1989 sonrasında SSCB ve Doğu Avrupa’da komünist rejimlerin tarihe karışmasıyla son bulduğunu vurguluyor.
Komünist Parti yönetimini koruyan Çin, bu çöküntünün dışında kaldı; dinamik, esnek stratejiler izleyerek bu dönemin “yükselen ekonomik gücü” oldu.
Yeni dünya düzeni böylece. ABD hegemonyasında tek kutuplu bir sisteme dönüştü.
Galbraith’e göre tek kutuplu bu dönem içsel bir çelişki içermektedir.
Hegemonik gücü sürdürme mekanizmaları, ABD’nin ekonomik olarak zayıflamasına da yol açmıştır.
Hegemonyanın temel ekonomik aracı olan finansal altyapı, ABD dolarının güçlü, değerli olmasına dayanmaktaydı.
Bu gereksinim ABD’nin ucuz ithalata bağımlılığını artırdı. “20’nci yüzyılın ortalarında Amerikan gücünün temelini oluşturan sanayi tabanı bu nedenle fiilen felce uğradı.”
Galbraith’e göre ABD hegemonyasına dayalı tek kutuplu bir dünya, artık sürdürülemez.
Avrupa’nın durumu daha da kötüdür. BRICS ve Çin’in yükselen güçleri karşısında çok kutuplu bir dünyaya uyum gerekecektir.
“Sanayideki gerileme, Amerikan işgücünün teknik yeteneklerini aşındırmıştır.
Bugünkü istihdam, hizmet sektörüne alışmış çok sayıda profesyonel ile teknoloji ve finansta yer alan az sayıda seçkine dayanmaktadır.”
“Amerika’nın dramı, seçkinlerin dünyayı denetleyebilmek için güçlü dolara dayalı finansal konumun zorunlu olduğu saplantısından kaynaklanıyor.
Bu bayatlamış ideolojik tutumun terkedilmesi; finansta, teknolojide, sanayide, askerî alanda yer alan seçkinlerin, yeni ve daha gerçekçi bir kuşakla yer değiştirmesi gerekiyor.”
“Yeni kadroların, ülkenin fiziksel ve insan gücünü yeniden yapılandırmaya çalışmaları ve bunu da ülkenin sosyal kazanımlarını parçalamadan gerçekleştirmeleri gerekiyor.
İlk adım, çok kutuplu bir dünyanın ne anlama geldiğini ve nasıl sağlanabileceğini kavramak olacaktır.”
ABD hegemonyasının kanlı bilançosu
Galbraith, bu tespitleri ile tek kutuplu dünya sisteminin ABD ve Batı ekonomilerindeki ekonomik sonuçlarını ve alternatiflerini özetliyor.
Bunlardan hemen önce, (adeta parantez içinde) önemli bir vurgulama daha yapıyor: Tek kutuplu dünyanın yol açtığı ekonomik sorunlara karşı ABD’nin ürettiği “ekonomi dışı” çözüm yöntemine işaret ediyor: ABD’nin askerî gücü, ekonomik gücün erimesini telafi etmek için kullanılmış; bir anlamda ekonomik zafiyeti ikame etmiştir: “Afganistan, Irak, Orta Doğu savaşları, hayalî bir güç göstergesi olarak kullanıldı; ama gerçek hayatta bunların karşılığı yoktur. Bu zafiyet şimdi Ukrayna’da kaynak zenginliğini [hedeflemekte]; sınaî ve askerî bir dünya gücü olarak öne çıkan Rusya’ya karşı sınanmaktadır.”
Bu vurgulama, Amerikalı iktisatçının tek kutuplu dünyaya karşı temel karşıtlığının nedenini de örtülü olarak içeriyor.
Bu dönemde “askerî gücün” nasıl öne çıktığını hatırlatarak Galbraith’in olası gerekçesini de açıklayabiliriz:
20’nci yüzyılın sonunda ABD liderliğinde NATO’nun ve Avrupalı müttefiklerinin eski Yugoslavya’da başlattıkları askerî müdahale, 21’nci yüzyıl başında farklı bir coğrafyada “teröre karşı savaşa” dönüştü.
Sonraki çeyrek yüzyıl içinde Orta Doğu ve Afganistan’da kanlı rejim değiştirme operasyonlarını içerdi; bugünlerde Filistin’e ve yeniden Suriye’ye ulaştı; hâlâ son bulmadı.
Balkanlarda başlayan savaşların son aşaması da Ukrayna’da Rusya’ya karşı sürdürülmektedir; askerî bir yenilgiyle noktalanmak üzeredir.
İnsanî bilançosu, milyonları aşan ölümlerdir.
Savaş mağdurlarına neoliberal şokların Afrika’da, Latin Amerika’da yarattığı ekonomik mağdurlar katılmakta; çoğalarak göçmenlere dönüşmekte; Türkiye’den, Akdeniz’den Batı Avrupa’ya; Meksika sınırından ABD’ye akmaktadır. Batı toplumlarındaki ekonomik ve ciddi siyasal sonuçlarını gözlüyoruz.
Niyeti ne olursa olsun Trump, bu ortamın kaynağı olan ABD hegemonyasını baltalamaya başladı.
Sonuçlarının bugünden daha kötü olması beklenemez.
James K. Galbraith, “Is Europe still a model for BRICS in the new multipolar world?”, vox euro, 23.II.2025