12 MART’A BEŞ KALA [Celil Gürkan] – Uğur Mumcu’nun sunuşu ile

532 views
Skip to first unread message

Kemal Simsek

unread,
Jan 8, 2016, 3:04:48 PM1/8/16
to aydinlik-gelecek-hareketi

 

12 MART'A BEŞ KALA

 

Celil Gürkan

 

 

TEKİN YAYINEVİ

 

 

İkinci Basım

 

 

12 Mart'a Beş Kala, Celil Gürkan 2. Basım, Mart, 1986 / Kapak, Erkal Yavi

 

İÇİNDEKİLER

Sunuş..............................        7

Giriş.................................      15

Birinci Bölüm : Niçin Yazdım?   21

İkinci Bölüm :  12 Mart Öncesi   41

Üçüncü Bölüm : Açıklamalar..   375

Dördüncü Bölüm :   Anılar           553

 

SUNUŞ

 

İhtilaller tarihinde iki büyük akım, eğilim ve kanata rastlanır. Bu iki akım, eğilim ve kanat, her ülkede başka renklere ve kişiliklere bürünür. Ancak iki ana eğilim, her zaman kendi sözcülerini arar ve bulur.

Birinci eğilim, kurulu düzeni değiştirmeye yönelik ilerici ve devrimcidir. 1789 Fransız Devriminde bu ilerici ve devrimci kanadı Jakoben'ler oluşturmuştur... Jakoben'ler, Fransız İhtilalinde Devrim ve Cumhuriyet yanlısıydılar.

İkinci eğilim, kurulu düzeni savunur. Kurulu düzenin ayrıcalıklarına dayanır. 1789 Devriminde Jako-ben'lere karşı Jironden'ler toprak burjuvazisinin çıkarlarını korumak için biraraya gelmişlerdir.

Adlarını, toplantı yaptıkları manastırdan alan Jakoben'ler, Fransız İhtilalinin devrimci kanadını, Jironden'ler de tutucu ve gerici kanadını temsil ederler.

Bu iki ana akım, zaman içinde gelişmiş, çağımızın ilerici ya da gerici ideolojilerine kaynaklık etmiştir. Jakoben görüş ve eylem, devrimci ve ilerici düşünceler ile bütünleşmiş, Jironden'ler ise, muhafazakar ve gerici düşüncelere ve ideolojilere ipuçları vermiştir.

Tabii her ülke, "bu Jakoben/Jironden çatışmasını çok başka dönemlerde ve çok başka adlar altında yaşamıştır. Sağcılık ve soLculuk, ilericilik ve gericilik, 1789 Fransız Burjuva İhtilâiLadeki bu çalışmalardan güç alarak, toplumların yazgısına egemen olmuştur.

 

Jakoben'lik ve Jironden'lik, her toplumda siyasal kadroların önüne çıkan bir yol ağzıdır.

Yakın tarihimizde İttihatçı diye anılan asker-sivil aydınlar, Türk Jakoben'leri olarak adlandırılırlar.

Abdülhamit yönetimine karşı, Ordu içinde örgütlenen aydınlar, İstibdat yönetimini yıkmak, yerine Meşrutiyet yönetimi getirmek isterler. Bu inançla Ordu içinde gizli örgüt kurarlar. Bu amaçla dağlara çıkıp «Hürriyeti ilan» ederler. 31 Mart gerici ayaklanmasını, örgütledikleri Hareket Ordusu ile bastırırlar; Bâb-ı âli baskısı ile hükümeti ele geçirirler; genç yaşlannda koskoca imparatorluğu yönetirler...

Bunlar, Enver, Cemal ve Talat Paşalardır.

Arkalarında o dönemin genç aydınları ve subayları bulunmaktadır.

Ne var ki, İmparatorluk içten içe çürümüştür. Devlet, Düyun-u umumiye yönetiminin mali denetimi altındadır. Bugünkü İstanbul Erkek Lisesi binasında çalışan Düyun-u umumiye'deki görevli memur sayısı, İmparatorluğun Maliye Nezaretindeki memur sayısından fazladır. İmparatorluk, tam bir ipotek altındadır. 1881 ile başlayan borç ekonomisi Osmanlı Devletini teslim almıştır.

İttihatçılar, bu ipotekli İmparatorlukta yönetimi ele almışlardır.

Türk Jakoben'leri, İmparatorluk üzerindeki bu ipotekleri kaldıramazlar.

İttihatçılar karşısında Hürriyet ve İtilaf Fırkası oluşmuş, Meşrutiyetin bu tutucu ve gerici kanadı İttihatçılar ile amansız bir savaşa tutuşmuştur.

Çeşitli yanılgılar ve serüvenlerden sonra, İttihatçı liderler yurt dışına kaçarlar.

Ancak, yurt dışında da örgütlenme çalışmalarını sürdürürler.

Enver Paşa, Sovyetler'den yardım alarak Anadolu'ya geçme düşleri kurar; Cemal Paşa Ankara hükümeti ile ilişkiler kurar, Mustafa Kemal ile mektuplaşır; Talat Paşa Almanya'da Anadolu İhtilaline destek olmaya çalışır.

Bu üç ihtilalcinin yazgıları dramatik biçimde son bulur; Talat ve Cemal Paşalar Ermeni teröristlerce vurulur; Enver Paşa da Orta Asya'da, yanında bir avuç adam, at üstünde Sovyet askerleri ile dövüşerek ölür.

İmparatorluğu sarsan bu üç adam böylece siyaset sahnesinden çekilirler.

Ancak «İttihatçılık» yine yaşar.

Kurtuluş Savaşının büyük Önderi Mustafa Kemal, yakın silah ve düşün arkadaşı İsmet Paşa da birer İttihatçıdır.

Her ikisi de Abdülhamit yönetimine karşı Ordu içinde örgütlenen İttihatçılara katılmışlardır.

Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, 31 Mart gerici ayaklanmasını bastırmak üzere örgütlenen Hareket Ordusunun kurmay kadrosundadırlar.

Mustafa Kemal, İsmet ve Karabekir Paşalar Hareket Ordusunda en ön safta görev yaparlar.

Kurtuluş Savaşı, hiç kuşkusuz bir İttihatçı eylemi değildir.

Mustafa Kemal ile bir kısım İttihatçılar, daha sonra büyük çatışmalar içine girmişlerdir.

Mustafa Kemal, İttihatçıların yanılgılarından ve sürüklendikleri serüvenlerden elbette dersler çıkarmasını bilmiş ve önderi olduğu Anadolu İhtilalinde bu gibi yanılgılara düşmemiş ve bu serüvenlere sürüklen-memiştir.

Her siyasal hareket ve örgüt bu gibi çalkantılardan geçer.

«Lider», yaşanan bütün olayları değerlendirir, yanılgılardan sakınır, serüvenlerden uzak durur ve böylece amacına ulaşır.

Eski İttihatçı Mustafa Kemal'in de büyüklüğü buradadır.

İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf, Cumhuriyet döneminde de ilerici ve tutucu akımlara kaynaklık etmiş değil midir?

Halk Fırkası ve CHP'de İttihat ve Terakki'nin; Serbest Fırka, DP ve AP'de, bugün de ANAP'da «Hürriyet ve İtilaf»ın siyasal izlerine rastlanır.

Fransız İhtilalindeki Jakoben ve Jironden ikilemi, Meşrutiyet döneminde İttihatçı-İtilafçı çelişkisi ile yaşanmış ve bu çelişkiler, aynı denizlere akan ne-iıirler gibi bugünkü ilerici ve tutucu akım, eğilim vs partilere kaynaklık etmiştir.

27 Mayıs 1960 ihtüali ile 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri müdahalelerini bu süreç içinde görmek hiç de yanlış olmaz.

27 Mayıs, kendine özgü koşulları içinde, Cumhuriyet dönemi içinde yeni ve çağdaş bir «İttihatçı» arayışıdır.

27 Mayıs asker ve sivil öncülerinde, Jakoben ya da İttihatçı diyeceğimiz tavrın izlerine rastlanır.

27 Mayıs ihtilali de kendi içinde bir yol ayrımı ile karşılaşır.

Bu yol ayrımında «Özgürlükçü kanat» ağır basar.

1961 Anayasası böylece yürürlüğe konur. Toplum yaşamında yeni bir devir açılır.

Bu yol ayrımında yenik düşen kanat, sonradan kendi arasında yeni çalkantılara sürüklenir.

«Türk-İslam sentezi» formülünde kendini bulan anti-laik görüş, liderini de 27 Mayıs'ın ihtilalden sonra yenik düşen kanadından seçer.

Jakoben ve Jironden ayırımı burada da - hiç : şüphesiz başka görünümler ile - yaşanır.

Emekli Tümgeneral Celil GÜRKAN'ın anıları, 27 Mayıs 1960-12 Mart 1971 çalkantası içinde çözüm arayan ve çözümü ATATÜRK devrimleri anlamında «Devrimcilik» ve çağdaş Batı toplumlarında görülen «demokratlık;» çizgisinde bulan bir özlemi yansıtıyor.

General GÜRKAN'ın Kurtuluş Savaşı ve ATATÜRK ilkelerine olan bağlılığı «ilerici ve devrimci» kişiliğini yansıtıyor.

Celil GÜRKAN, tam bir «Kemalist subay»dır.

ATATÜRK'ün «tam bağımsızlık» ilkesi ile yoğrulan laik düşünceyi vazgeçilmez bir inanç sayan, ATATÜRK devrimlerini, ulusal yapı içinde çağdaşlaşma olarak yorumlayan General GÜRKAN, 12 Mart 1971'den sonra emekliye sevkediliyor, 1973 yılında da elleri ve ayaklarına, zincir bağlanıp, gözlerine siyah bağ bağlanarak, istanbul Ziverbey'deki Zihni Paşa köşkünde sorgulanıyor, daha sonra da serbest bırakılıyor.

General GÜRKAN'ın yaşadığı olaylar, yine bir Jakoben-Jironden çatışmasının, 1971 dönemine denk düşen yansıması değil midir?

Kaynağını tarihin derinliklerinde bulan bu iki görüş, her ihtilalin içinde ve sonunda tarih ile randevusunu gerçekleştirir.

Bu randevuda şanlar ve şöhretler olduğu gibi zincirlere ve kelepçelere de rastlanır.

Celil GÜRKAN bu şanları ve şöhretleri zincirler ve kelepçelerle birlikte yaşamıştır.

Cumhuriyet gazetesinde General GÜRKAN'ın anılarının bir bölümünü yayınladık.

Bu, General GÜRKAN ile bir söyleşi niteliğindeydi. Bu yayına başlarken, bu anılarda adı geçen herkesin - doğrulayıcı, yalanlayıcı ve düzeltici - açıklamlarını da beklediğimizi belirttik.

Gazeteye gelen açıklamaları da GÜRKAN kitabına aldı.

Bununla bir amaç güttük; amaç, tarihimizin karanlıkta kalan bu dönemine ışık tutmaktı.

Son otuz-beş yılda üç askeri ihtilal yaşamıştık.

Bu üç ihtilalden de gereken dersleri çıkarmak hepimiz için gerekliydi.

Askeri ihtilallerin bir daha olmamasını istiyorsak, bu olayları çok yakından tanımamız gerekiyordu.

General GÜRKAN, anıları ile bu görevi yaptı.

Gazeteye açıklama gönderen eski ihtilalciler de bu göreve unutulmaz katkılarda bulundular.

Gerek GÜRKAN'ın anılarında, gerek Cumhuriyet gazetesinde bu anıları doğrulayan açıklamalarda açıksözlü özeleştiri çabalarına tanık olundu.

Dünya, 70'li yıllardan 80'li yıllara doğru gelirken bir çok ülkede «ekonomilerin militarizasyonu» süreci yürürlüğe kondu.

Siyasal liberalizm'den yoksun sistemler üzerine oturtulan totaliter rejim özlemleri dünyada yeni bir model oluşturdu.

70'li yıllardan 80'li yıllara doğru gelinirken bu sancı yaşandı.

Ekonomileri militarize eden bu yeni modelin siyasal dildeki eski adı «Bonapartizm» dir.

Bonapartizm, devleti, «sınıflar üstü» bir varlık gibi benimsetmeye çalışan, ancak özünde toplumun ayrıcalıklı kesimlerine dayanan bir diktatörlük biçimidir.

Jakobenizm'den bazı yöntemleri «kopye çeken» Bonapartizm, ekonomileri militarize eden ve böylece az gelişmiş ülkeleri çok uluslu kapitalizm ile bütünleştirmeyi amaçlamaktadır.

Anılarında görüleceği gibi General GÜRKAN, dünya genelinde yaygınlaşan bu modele karşı, ideolojik kaynağını Kurtuluş Savaşı'nda bulan «Devrimci, Halkçı, Ulusçu, Devletçi, Laik» görüşü savunan ve «1961 Anayasasındaki özgürlükleri genişletmeye çalışan» bir akımın son öncülerinden biriydi.

General GÜRKAN'ın anılarını okurken, askeri müdahalelerin nasıl geliştiğini, ne gibi çalkantılarla karşılaştığını, ihanetleri, döneklikleri, kararsızlıkları - sanki sizler yaşarcasınâ - öğreneceksiniz.

İster ilerici ve devrimci yanları ile «Jakoben» kavramını seçelim, ister GÜRKAN ve arkadaşlarına «Son İttihatçılar» diyelim, bu umutsuz çırpınışlar 9 Mart 1971 günü büyük bir yenilgi ile sonuçlanmıştır. Bu yenilgi, beraberinde birçok yararlı ders de getirmiştir.

Derslerden biri şudur:

Sivil demokrasi yaşadıkça askeri müdahale ortamı olmaz.

Kendiliklerinden cunta kuranlar olsa bile bu cuntalar başanya ulaşamazlar.

Önemli olan, sivil demokrasinin bütün koşulları ile işlemesi ve işletilmesidir.

Bunun sorumluluğu askerlerden çok sivillere düşer.

Demokrasiyi yaşatmayan sivillerin, olağanüstü dönemlerde askeri yönetimden yakınmalarının da bir yararı olmaz.

İkinci ders, hukuk devletinin, niçin yaşamsal bir değere sahip olduğunu gösteriyor.

İstanbul'un orta yerinde bir koru içindeki köşkte insanlar, elleri ve ayakları zincirlenerek en acımasız işkencelerden geçiriliyorlar, bu işkencelerde devrin Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları ile ilgili suçlayıcı ifadeler alınıyor ve bu işkenceleri yapanlar ve yaptıranlar daha sonra ödüllendiriliyorlar.

Alınacak üçüncü ders, bir yenilgiden sonra, bu ihtilal toplantılarına katılanların, anıları yayınlanınca nasıl «hazan yaprakları» gibi tirtir titrediklerine tanık olunarak yaşanıyor.

Bütün bu olayları, serüvenleri, yenilgileri ve yanılgıları gördükten sonra, ileri kesim için tek çıkar yolun, örnekleri Batı ülkelerinde görülen çoğulcu demokrasi olduğu iyice anlaşılıyor.

Türkiye, her on yılda yaşadığı bir askeri müdahaleden sonra, kısıtlı da olsa, bir demokrasi ortamına kavuşuyor.

Silahlı Kuvvetler, yaşanan bunca çalkantılara karşın, sağlam geleneklerini koruyarak, siyasetten çekilip «asli görevi» ne dönüyor.

Her üç askeri ihtilalden sonra Ordunun kışlasına çekilmesi, bizlere bir başka ders daha veriyor:

Siviller olarak, demokrasiyi yaşatmak, demokrasiyi yaşatırken, kişiler, kurumlar ve partiler arasında hoşgörü köprüleri kurmak, düşünce ayrımlarını koruyarak, teröre ve terörizme ortak biçimde karşı çıkmak...

Emekli General Celil GÜRKAN, elinizde tuttuğunuz bu kitap ile hem yakın tarihe ışık tutuyor, hem de genç kuşaklara, alınması gereken derslerin kapılarını aralıyor.

Umarız bu derslerden yararlananlar, kendilerini, geleceğin yanılgılarından, çalkantılarından, serüvenlerinden ve tuzaklarından korumasını bilirler...

 

Ankara,  12 Aralık 1985

Uğur MUMCU

 

***

 

GİRİŞ

 

İnsanoğlu hayatında hangi anıları yaşamak istediğini önceden seçebilme hak ve özgürlüğüne sahip değildir. Buna karşılık, öteki dünyaya göçerken de tam tersine, yaşadığı anılarından hangilerini geride kalanlara bırakacağına, hangilerini kendisiyle birlikte sonsuzluğa götüreceğine karar vermek de tartışmasız şekilde kişinin elindedir.

Bazan düşünüyorum da, ya bunun tersi olsaydı ne olurdu?...

Herhalde yaşam, renkliliğini ve ilginçliğini yitirir, Tarih, daha da gerçek yazılırdı!

Bireyin, yaşamı boyunca, başka bireylerden ve toplumdan, olumlu, ya da olumsuz şekilde etkilendiği dönemler olduğu gibi, başka bireyleri ve toplumu etkileyen kendi davranışları olduğu da bilinen bir gerçektir.

Kişinin yaşamını karakterize eden, bu etkilenmenin ve etkilemenin olumlu veya olumsuz oluşu ve derecesidir.

Yer yer düzenli, zaman zaman da dağınık günlük notlar tutmuş olmakla beraber, doğrusunu söylemek gerekirse, yaşantımın, bana ilginç görünen kimi dönemleri hakkında bir şeyler kaleme almayı, hele yayımlamayı hiç düşünmüyordum.

Herhalde benim istencim (iradem) içinde ve bana açık seçenekler arasında olmayan nedenlerle buna «zorlandım» ve, başlangıçta, bir gazetede belki bir kaç sütunluk açıklama ile geçiştirmek istediğim görüş ve gözlemlerim, elinizdeki kitaba dönüştü.

İyi mi oldu, kötü mü?

Bilmiyorum; ama, yakın ta rihimizin ilginç bir dönemini oluşturan «12 Mart» ile ilgili olarak «CUMHURİYET» gazetesinde, değerli gazeteci-yazar sayın Uğur MUMCU ile yaptığım söyleşi, ummadığım ve beklentilerimi aşan bir ilgi ile karşılandı ve özellikle genç kuşak mensuplarının ısrarları ile elinizdeki kitap ortaya çıktı.

Olayın kahramanı belki ben'im; ama kitabın yazarı kuşkusuz «okuyucular» olmuştur.

Bu naçiz sayfalarla, artık ben de, karınca kararınca, yaşadığı dönemin hiç değilse bir kesitine ilişkin anılarını, bencil bir düşünce ile alıp kendisiyle birlikte öteki dünyaya götürenler, götürecek olanlar -topluluğundan kurtulmuş, yazılı olarak topluma, geride kalanlara bırakmışlar arasında yer almış bulunuyorum.

Kitabımı dört bölüm halinde düzenlemeyi uygun gördüm.

«NİÇİN YAZDIM?» ana başlığını taşıyan birinci bölümü, belki biraz uzatılmış bir giriş olarak kabul edecekler olabilir. Haklıdırlar.

Ama, yukarıda kullandığım «yazmaya zorlandım» deyiminin yeterince anlaşılabilmesi için, alışılagelen giriş yazılarının dışına çıkıp ayrıntılı bir bölüm oluşturmak kaçınılmaz idi benim için.

«12 MART ÖNCESİ» ana başlığı ile ikinci bölüm, diyebilirim ki kitabın gövdesini oluşturmaktadır.

Üçüncü bölümü «AÇIKLAMALAR» a ayırmamın nedeni, az önce de değindiğim gibi, anı dizimin, gazetede yayınlanmasının tahrik ettiği açıklamaların, yanıtların, hatta eleştirilerin sayın okurlar üzerinde kendi anılarım kadar, belki bir çok yerde daha da ileri derecede ilgi yaratmış olması, GERÇEK'e varma çabalanma çok önemli katkılar getirmesi olmuştur.

Böylesine değerli katkıları, Anı kitabımın ayn bir bölümüne yerleştirerek, okurlarımın kitaplığına ve, asıl önemlisi Tarihçi'nin ellerine vermek de benim için ayrı bir görevdi.

Bunu yaptım.

Son bölüme, DÖRDÜNCÜ BÖLÜM'e gelince, burada okurlarımın izni ile pek de kısa sayılmayan bir açıklama yapayım.

Bu bölümde, sırf asker olduğum için, bir başka deyişle üniforma sayesinde bizzat tanık olduğum, gördüğüm, duyduğum, yaşadığım anı ve gözlemlerimden seçme bir demet sunmaya çalıştım.

Sanmıyorum ki, zorunlu askerlik görevine, halkımızın deyimi ile «vatani görevini yapmaya» giden oğullarını, davul-zurna ile, bir düğün havası içinde uğurlayan bir başka ulus olsun yeryüzünde.

Küçük çocukları, nöbetçi erlere, devriyelere «asker abi» diye güvenle sokulan bir başka toplum da bilmiyorum.

Yabancılarla temaslarımda, ister asker, ister sivil, hepsinin, Türk ulusunun bu içten gelen ve eskimeyen asker sevgisini anlamakta, daha doğrusu kavramakta çok güçlük çektiklerini gördüm. Haklılar... Çünkü bu, bizden başka hiç bir ulusta olmayan bir duygu, bir toplu sevgidir.

Pekiyi ama asker kimdir?

Birinizin babası, ötekinin erkek kardeşleri, damadınız, mahalle arkadaşınız, dayınız, ağabeyiniz ve siz, kendiniz...

Yani, hepimizin içinden, ailesinden kişiler. Bu kadar yakınlığın ve bundan doğan sevginin verdiği bazı haklar olmalı insanda. O da, sevdiklerimizi yakından tanımak, onların dünyalarını paylaşmak ve onlarla içice olabilmek hakkıdır.

Bu konuda toplumumuz bence bir ikilem yaşamaktadır. Böylesine çok sevdiği, bağrından çıkardığı, bağrına bastığı ve her şeyini hoşgördüğü bir kitleyi, nedense zaman, zaman bir tabu gibi görmek, yeterince, içtenlikle tanıyamamak gibi bir zorlanmaya itilir insanlarımız.

Oysa ki bireyleri bize bunca yakın olan bir topluluğa karşı bu çekingenlik niye?

Askerler de herkes gibi insandır ve ünlü düşünür Seneca'nın dediği gibi «insanda insanlığın her hali vardır!»

 

Ara sıra toplumumuzda «asker yorulmaz, asker acıkmaz, asker üşümez, asker uyumaz..» gibisinden sevecen espriler, yapılır.

Halbuki asker de yorulur, acıkır, üşür, uyur ve de hata yapar. Herkes gibi.

Ama Türk ulusunun anlayışına göre askerlik, bireylerini öyle bir inanç potasında kaynaştırır ki, Türk askeri görevini ve sorumluluğunu hiç bir zaman bireysel duygularının ve ihtiyaçlarının ardına itmez.

İşte bunun içindir ki Türk askeri övgüye değerdir.

Türk Ordusu hiç bir zaman bir Şah'ın Ordusu olmamıştır, hiç bir zaman diktatörlerin buyruğunda bir Güney Amerika ordusu olmamıştır.

Her zaman ulusunun, halkının ordusu olmuştur.

Ama unutulmasın ki o da içinden çıktığı halkın en yüce niteliklerine sahip olduğu kadar, her insan gibi bazı zaaflara, yanılgılara ve davranış yanlışlıklarına da müpteladır.

Askerlerimizin içinde çok akıllı olanlar, daha az akıllı olanlar, belki de düpedüz akılsız olanlar da vardır. Bilgilisi de vardır, bilgisizi de vardır.

Geniş görüşlü olgun subaylarımız, komutanlarımız da vardır, ama ihatası dar, saplantılı subaylarımız ve komutanlarımız da vardır.

Niye olmasın?

Ben, 37 yılı aşkın askerlik yaşamımda, özettikle arkadaşlık ve tanışıklık bağları çok sıkı olan bu topluluğun içinde her yapıda asker kişi gördüm.

Erinden generaline kadar. Anlatmak istediğim, bu kişilerin hepsinin bizden ve bize ait olduklarıdır. Bunun için diyorum ki, madem seviyoruz, tanıyarak sevelim!

Sanıyorum o zaman daha çok seveceğiz.

Askerimizi, subayımızı, komutanlarımızı gerçek dışı bir «aziz» gibi görmeyelim.

Kendimiz gibi zaman zaman güçlü, zaman zaman çaresiz, bazan bilgili, hazan bilgisiz, kimi üstün, kimi vasat ama içimizden insanlar gibi görelim.

Türk halkının askerine duyduğu evlat sevgisi, onların her hatasını, her kusurunu hoşgösterir, bağışlatır.

Hep öyle olmadı mı zaten?

Ama bunun karşılığında, asker ile asker olmayan birbirini çok daha iyi anlar.

Unutmıyalım ki askerliğin gizli yanı, yurt savunmasına ilişkin görevler ve bilgilerdir.

Askerlerin kişilikleri olmamalıdır.

İşte zaman zaman rastladığımız bu çekingenliğin, bu tabu yanılgısının, bu gereksiz donukluğun yıkılması için değişik askerlik anılarımı da, özet halinde yazıp okurlara sunmak istedim.

İstedim ki sizler de asker kişileri, omuzlarındaki yıldızları ile değil, bizden birer insan olarak kişilikleriyle tanıyasınız.

Çünkü biliyorum ki bizim halkımız, askerini öyle de sever, böyle de sever.

Kitabımı, yakın tarihimizi yazacak olanlar, kullanmaya, yararlanmaya değer bulurlar mı bilemem ama bildiğim bir şey varsa o da yazdıklarımın - belki birkaç küçük yer, zaman ve ad yanılgısı dışında  GERÇEK oluşudur.

Çünkü, çarpıtılmış, saptırılmış gerçeklerin topluma, tarihe yarar, saptırana da, uzun vadede itibar sağlayacağına inanmıyorum.

Ben ve kendisi ile söyleştiğim sayın MUMCU, anılarımın özet halinde CUMHURİYET gazetesinde yayımlanmasının sonucu olarak gelebilecek her türlü yanıtlamalara, eleştirilere, açıklamalara, suçlamalara, hatta yalanlamalara açık olmak konusunda görüş birliğine varmıştık.

Türk basınının en seçkin organlarından CUMHURİYET gazetesi de bu görüşümüzü, sütunlarını ve sayfalarını önce anılarıma, daha sonra da gelen bu tür yanıtlama ve eleştirilere cömertçe açık tutmak ve uzun, kısa demeden bütün yazılan - açıklayıcı, eleştirici, hatta suçlayıcı - noktası ve virgülüne kadar yayınlamak suretiyle destekledi ve gerçek gazeteciliğin ne olduğunu bir kez daha kanıtladı.

Bu konuda «CUMHURİYET» ailesine gönül borçlusuyum.

Bu davranışın isabeti, en kısa sürede kendini göstermiş, dizinin bitimi bile beklenmeden açıklamalar gelmeye başlamıştır.

Bir ikisi dışında, olayları yaşamış, tanık ohtıuş en yetkili kişilerin, hiç bir karşılık beklemeden, cömertçe ve yürekli biçimde kaleme aldıkları bu açıklamalar, benim ifadelerimi ve iddialarımı doğrulamış, dahası, anılarıma yepyeni boyutlar getirip içerik kazandıran ilginç katkılar olmuştur.

Olumlu, olumsuz demeden hepsinin sahiplerine müteşekkirim.

 

Ankara,  30 Kasım 1985

Celil GÜRKAN

 

 

BİRİNCİ   BÖLÜM

 

NİÇİN YAZDIM?

 

Günü gününe 2 Eylül 1933 Cumartesi'den 16 Mart 1971 Salı'ya kadar tam 37 yıl 6 ay 14 gün....

Henüz 15 yaşımda iken Konya'deki Askeri Orta Okulunun nizamiye kapısından ilk adımımı atıp asker ocağına girdiğimden, 12 Mart Muhtırasının verilmesinin hemen ardı sıra, 53 yaşımda emekliye sevkedilip, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargahının yan kapısından çıkarak, Emir Subayımın ısrarına karşın resmi arabama binmeden yaya, Devlet Mahallesindeki (eski adı ile Namık Kemal Mahallesi) lojmana doğru yollandığım güne kadar, sırtımda üniforma, onur ocağı Türk Silahlı Kuvvetlerinde hizmet ettiğim bir yarı ömür.....

Ülkemin koşulları altında, asker kökenli bir faninin, meşru yoldan görebileceği ikbalin en alâsını, sevinci ile, sıkıntısı ile yaşayabileceği hayatın en renklisini, üniforma sayesinde bu ocakta gördüm ve yaşadım.

Bir Bucak Müdürünün sekiz çocuğundan biri olduğum düşünülürse, eğer asker ocağının kapısını çalıp kendimi bu ocağın sıcak, vefalı, kadirbilir kollarına atmasaydım, ilkokulu, haydi bilemediniz en çok ortaokulu bitirdikten sonra, babamın görev yaptığı köylere yakın bir kasabada ortaokul mezunu çok küçük bir memurlukla yaşantımı sürdüreceğim kuşkusuzdu.

Bu nedenle Silahlı Kuvvetlerimize sarsılmaz bir gönülborcluluğu duydum, duyuyorum ve duyacağım.

Evet, meşru ikbalin âlâsını gördüm.

 

21

 

Yurt içinde ve yurt dışında, ulusal ya da uluslararası en büyük askeri karargahlarda, son derece duyarlı ve sorumlu görevlerde bulundum; Devlet Başkanlarının, Başbakanların. Düklerin, Lordların, Başkomutanların sofralarında oturdum; kişilikli insana derin haz veren çok önemli ve sorumluluğu ağır hizmet sandalyaları bana emanet edildi; pek çok ülke gördüm; onur yatağı Ordumuzda, mesleğimde ve çevremde, nefret edilmeyecek kadar sevildim; silik sayılmıyacak derecede tanındım, saygınlık gördüm; tembel sayılmıyacak kadar çalışkan, geri zekalı diye nitelenmiyecek ölçüde zeki ve akıllı, okur-yazarlığım tartışma konusu edilemiyecek kadar da bilgili ve aydın bir subay olarak görüldüm ve kabul edildim.

Pek doğal olarak, bütün bunların yanında da, aziz ulusumun gücü ve olanakları ona yettiği için, örneğin, henüz gelişme çağında olmamıza karşın, Askeri Orta Okulda sade bulgur çorbası ile sabah kahvaltısı yapmak, Harp Okulu öğrencisi iken, 1937 Sonbaharında İzmit yöresindeki tatbikata katıldığımda, sürekli yağmur altında, tabanı delik asker postalı ile, o tepe senin, bu tepe benim koşuşup, sadece sıcak bir asker tayını, bir tabak bulgur pilavı ile yetinmek, çadırda çamur zemin üzerine serpilmiş ot üstünde yatmak.

İkinci Dünya Savaşının nefes kesen günlerinde, HİTLER'in Panzer (Zırhlı) tümenlerinin benzinini bile donduracak derecede müthiş 1941-42 kışını Demirkapı mevzilerinde, altında su kaynayan gömme çadırlarda geçirmek, yetersiz bir maaş rejimi altında iki çocuklu bir aileyi geçindirme zorunda olduğum için çoğu kez öğle yemeklerini bile kaldırarak üç yıllık bir Harp Akademisi öğrenimi yapmak gibi meşakkatli ve, en sonunda da, 16 Mart 1971 de, tepeden inme bir kararname ile ve adeta «nehir ortasında at değiştirircesine» emekliye sevkedilmek gibi elemli anlarım, günlerim de olmadı değil. Ama bunların hiçbiri benim, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve bağrından çıktığı aziz ulusuma karşı gönül borçluluğumu azaltmamış, sarsmamıştır.

Bu nedenledir ki, emekliye sevkedildiğim 16 Mart 1971 Salı günü sabahı, emeklilik kararnamesini bana tebliğ etmek üzere.

22

 

Emir Subayımla birlikte çalışma odama gelen Personel Subayının uzattığı sarı zarfı açıp okuduktan sonra, tebellüğ belgesini imza ederken, böyle bir görevin kendisine düştüğünden üzüntü duyduğunu söyleyip benden özür dileyen görevli subaya ve göz yaşlarını zorlukla tutan Emir Subayım vefalı, seçkin ve mert asker Tank Binbaşı Nihat BODUR'a hitaben, tam bir içtenlikle şu konuşmayı yapacak derecede hayırhah idim :

«Ne üzülüyorsunuz arkadaşlar!.. Celil'ler, Nihat'lar, Ahmet'ler, Mehmet'ler gelip geçici, ama Türk ulusu, Türk vatanı ve Türk Silahlı Kuvvetleri kalıcıdır. Bizler gideriz, başkaları gelir ve hizmet yapılır. Yeter ki aziz ulusumuz muazzez, sevgili vatanımız mamur ve müreffeh ve şerefli Silahlı Kuvvetlerimiz daima muzaffer olsun. Haydi hayırlısı...»

 

İlk ve Son Ortak Açıklamamız

 

Bu kitabımın ilerideki sayfalarında daha da ayrıntılı biçimde belirteceğim gibi, 16 Mart 1971 günü, yani en üst düzeydeki dört Komutanın, «12 Mart Muhtırası» adı ile yakın siyasal tarihimize geçecek olan Muhtırayı vermelerinden 4 gün sonra, benim de dahil olduğum 5 General/Amiral ile 8 Albay, «muhtıra vererek hükümet düşüren»ler ile «düşürülen» hükümetin Başbakanının ve Milli Savunma Bakanının, dahası, “devre dışı bırakıldığını” söyliyen Cumhurbaşkanının ortaklaşa imzaladıkları kararname ile emekliye sevkedilmiştik.

Olayı hemen izleyen günlerde, basında ve TRT'de yeralan, «güdümlü» ve «enjekte edilmiş» olduğundan asla kuşku duymadığım aleyhimizdeki nice spekülatif haber, yayın ve beyanlar karşısında, emekliye ayrılan arkadaşlarımla, bir MİT arabasının ve 2-3 resmi görevlisinin sürekli biçimde gözaltında tuttuğu evimde toplanarak bir bildiri yayınlamak ve, acımasızca bizlere yöneltilen temelsiz, düş ürünü suçlamalar karşısında gerçeği Türk kamuoyuna duyurmak kararını verdik. Tarafımdan kaleme alınan ve arkadaşlarımın da oybirliği ile onaylamalarının ardından TRT'nin 18 Mart 1971 akşam haber bültenlerinde ve ertesi günkü basında yeralan bu bildiri aynen şöyle idi:

 

23

 

«Silahlı Kuvvetlerimizin en üst düzeydeki Komuta hey'etinin 12 Mart 1971 tarihli Muhtırası ile gelişen olaylar hakkında sayın Türk basınında geniş çapta yayın yapılmakta olduğu bilinmektedir. 17 Mart 1971 tarihli basın haberleri arasında, değerli Türk basın alemine mensup bazı gazetelerde, 16 Mart 1971 de emekliye ayrılan veya görev yerleri değiştirilen asker kişiler ile ilgili ve fakat gerçekle asla bağdaşmaz nitelikte bazı haberler yayınlanmıştır.

Memleketseverliklerine inanç beslediğimiz kıymetli basın organlarımızın aracılığı ile Türk kamuoyuna aşağıdaki açıklamanın yapılmasının hem kaçınılmaz bir görevimiz, hem de vazgeçilmez hakkımız olduğu inancındayız :

Türk Silahlı Kuvvetleri ocağının sağlam ve değişmez geleneği, yurdun ve ulusun yüce menfaatlerini herşeyin üstünde tutmayı emreder ve Büyük ATATÜRK ile başlıyan devrede de bu gelenek, «ATATÜRK Devrimciliğinin her ne pahasına olursa olsun savunulması» esprisine kavuşarak Ordumuzun değişmez ve belirgin vasfı ve ulusumuzun en güçlü ve güvenilir teminatı olmuştur. Bütün ömrünü bu kutsal ocakta geçiren ve benliğini bu ATATÜRKÇÜ gelenek ve bilinç içinde eriterek yıllarca vakarlı hizmetler gören bizlerin, Büyük Kurtarıcının ilkelerinin dışında, ulus ve yurtseverlik kaygılarının ötesinde bir düşünce ve tutum içinde asla olmadığımızın ve olmayacağımızın aziz Silahlı Kuvvetlerimiz mensuplarınca takdir ve teslim edildiğine inanıyor ve bu inanca dayanarak, aynı gerçeği sayın kamuoyuna saygı île arzt gerekli görüyoruz. Ankara, 18 Mart 1971»

Şimdi düşünüyorum da meğer Muhtıra rejimi altındaki o günün TRT'si, Muhtıracıların, «disiplin mekanizmasını işleterek» emekli ettikleri bir grup subayın ortak demecini haber bültenlerine alıp kamuoyuna yansıtabilmekle, günümüz TRT'sinin bir kaç gömlek ilerisinde bir görev, yetki ve sorumluluk bilincine sahip imiş!

 

24

 

Yukarıya çıkardığım bildiriden başka, arkadaşlarla ortaklaşa verdiğimiz bir başka ve önemli kararımız daha vardı ki onu da burada açıklamakta yarar görürüm.

12 Mart döneminde, Muhtıra imzacısı dört Komutan, o güne dek Türk hukuk kodeksinde ve Türk askeri terminolojisinde resmen mevcut olmayan ve dolayısiyle yasal bulunmayan bir «Komuta Konseyi» halinde bir araya gelip, hukuk dışı ortak bir karar almışlar ve benim de aralarında bulunduğum 5 General/Amiral ve 8 Albayı emekliye sevketmişlerdi.

Emeklilik kararını içeren sarı zarfları aldığımız ana kadar, kişisel yazgılarımızın, en azından başımızdaki Kuvvet Komutanlarının yazgılarından değişik olmıyacağı inancında bulunduğumuz için, altında bizzat o Komutanların imza ve onayları yeralan böylesine haksız bir idari tasarruf kararı doğal olarak hepimizi üzmüştü.

Ama ortada, görmezlikten gelemeyeceğimiz bir gerçek de vardı:

Şerefli saflarında yıllarca hizmet gördüğümüz Silahlı Kuvvetlerimizin başındaki dört komutan bir muhtıra vermişler, işleyişinde pek çok aksaklıklar olmasına karşın, özgürlükçü demokratik parlamenter niteliğe sahip bir rejimi en azından «normal koşullara göre işleyemez», ya da «Silahlı Kuvvetlerin izin vereceği norm ve koşullar altında işleyebilir» duruma getirmişlerdi.

Bir başka deyimle, çok büyük oynamışlardı. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yazgısı sözkonusu idi. Böyle olunca, kişilerin mağduriyeti, kişiler hakkında alınan kararlardaki hatalar elbette son plana itilmek gerekecekti.

İşte biz de bu görüşten hareket ederek ortak bir karar aldık:

Ülkenin yüksek çıkarlarını düşünerek, Silahlı Kuvvetler ocağımızın, Muhtıra ile yüklendiği tarihsel sorumluluğunu, girilen bu yeni ve duyarlı dönemde yerine getirmesini zorlaştırmaya aracı olmamak bakımından, 12 Mart öncesi ile ve hakkımızda uygulanan işlemle ilgili herhangi bir demeç vermeyecek, açıklamalarda bulunmayacak ve gerçeklerin zamanla ortaya çıkmasını bekleyecektik.

 

25

 

Sağduyu sahipleri için, gerçeğe itibar edenler için, yayınladığımız yukarıdaki bildiri yeterince anlamlı ve aydınlatıcı sayılırdı.

Bugün büyük bir gönül borçluluğu duygusu ile ifade etmeliyim ki, arkadaşlarımın hepsi de, zaman zaman boy gösteren akıl dışı iftiralara, suçlamalara karşın, ortak karara şu ana kadar uymuşlar, kimi «güçlü» lerin, 12 Mart öncesi hakkında bildiklerini, şöhret uğruna, ileriye yönelik kişisel ve politik amaçlar uğruna, çeşitli ve çarpıcı savlarla ve asıl önemlisi de, yer yer ya gerçekleri çarpıtarak, ya da kasten üstü kapalı geçiştirerek kamuoyuna aktarmalarını ibretle seyretmişler, bildiklerini, gördüklerini, duyduklarını, ya da bizzat tanık olduklarını, sansasyon amaçları ile asla kullanmamışlardır.

Bunlar arasında diyebilirim ki bu perhizi bir kaç kez, fakat işi istismar konusu yapmadan, sırf şahsımı ve arkadaşlarımı savunma amacı ile tek bozan kişi ben olmuşumdur. Bu da doğal karşılanmalıdır; çünkü, arkada daha dört General/Amiral ve sekiz Albay var iken, konuya değinen herkes benim adımı kullanmış, dolayısiyle, 12 Mart yıldönümlerinde yapılan açıklamalara, ya da o dönemle ilgili yayınlara sıcağı sıcağına yanıt vermek bana düşmüştür.

 

Suskunluğum Eleştiri Konusu Oluyor

 

Aradan yıllar geçmiş ve değerli gazeteci-yazar sayın Cüneyt ARCAYÜREK, yakın tarihimize ışık tutan altı ciltlik «Cüneyt ARCAYUREK açıklıyor - 1-6» başlıklı ilginç dizi yapıtlarını yayınlamış ve «Çankaya'ya Giden Yol -1971-1973» adlı 6 ncı cildinde de (Bakınız: Sayfa 171) şöyle demiştir:

«.... Ne var ki, 12 Mart'tan sonra, üç Kuvvet Komutanlığında kimi önemli görevlerdeki Generallerle Albaylar emekli edildiler. İçlerinde - Tümgeneral Celil GÜRKAN gibi - değerli kişiler vardı. Ben 1974'lerde 12 Mart'ın arkasındaki gerçeği ve kişileri araştırırken, GÜRKAN Paşa ile de doğrudan konuştum.

 

26

 

GÜRKAN   Paşa   12  Mart darbesine  ve  daha önce olup  bitenler üzerinde  «hiçbir açıklama»  yapmadı. Bütün direnmelerime karşın sustu. Yıllar geçti,  hâlâ da bu suskunluğunu  sürdürüyor. 12  Mart olayının  içeriğinde yatan   kimi  oluşmalar, kişilerin  o günlerde yüklendikleri   işlevler  üzerinde ' hiç konuşmuyor.»

ARCAYÜREK'in bu satırlarında, bana, en azından 12 Mart dönemi ile ilgili bir görev çağrısı yapıldığını sezinlemiştim.

 

Sabır Taşıran Yazı Dizisi

 

Yıl 1981... «Cumhuriyet» gazetesinin 12, 13 ve 14 Mart tarihli sayılarında «Muhsin BATUR 12 Mart günlerini anlatıyor!» başlıklı bir yazı dizisi yayınlanıyor.

Bu yazısında BATUR, «12 Mart hareketinde çeşitli kesimler» hakkındaki görüşünü açıklarken aynen şöyle konuşmuştur :

«Silahlı Kuvvetler mensuplarının o zamanki durumunu şöyle değerlendirebilirim :

•    Komuta kademesi, yani bizler.

•  Radikal Sol'a dönükler.

•  Statükocular.

•  Hiç bir şeye karışmayanlar.

Şahsen ben DÜZEN DEĞİŞİKLİĞİ ile Türkiye sorunlarının çözümlenebileceğine inanıyordum. Radikal Sol'a dönük arkadaşlarımız da makro açıdan aynı düşüncede idiler. Ancak yöntemleri farklı idi. Klasik özgürlük ve demokrasiden vazgeçmek suretiyle sonuca varmak istiyorlardı. Bu sebeple onlara katılmadık ve sonuçta Silahlı Kuvvetler disiplin mekanizması işledi!»

Yani, BATUR'un, kendisini nedense soyutlayıp «Radikal Sol'a dönükler» diye tanımladığı ben, Tümgeneral Şükrü KÖSEOĞLU, Hv. Tuğgeneral Ömer COKGÖR, Tuğgeneral M. Ali AKAR, Tuğamiral Vedii BİLGET, Kurmay Albay Nedim ARAT, Kurmay Albay Bahattin TANER, P. Albay Kadir TANDOĞAN, P. Albay Ömer ŞAMLI, Kara Pilot Albay Hidayet ILGAR, Muhabere Albay Mehmet NAMLI, Tank Albay Kadir OK ve Tank Albay Cavit BAYER'den oluşan 13 subay emekliye sevkedildik!

 

27

 

3 Mayıs 1985... Em. Orgeneral BATUR, kaleme aldığı anılarının özetini MİLLİYET gazetesinde yayınlamaya başlıyor. Yirmi üç gün süren ve dikkatle izlediğim yazı dizisinde adımdan açıkça söz edildiğini, ancak özellikle şahsımı ilgilendiren olaylar anlatılır, değerlendirilirken, gerçeklerin insafsızca çarpıtıldığını görüyor ve kendisine aynı gazetede, aynı sütunlarda yanıt verme, açıklama yapma konusunu ciddi şekilde düşünüyorum. Çünkü BATUR'un, bu kez MİLLİYET gazetesindeki anılarında, 12 Mart öncesinde görüşlerini dörtlü Komuta Konseyinde şöyle açıkladığını yazdığına tanık oluyorum i

«Türkiye'deki fikir ve menfaat gruplaşmasını dörde bölebiliriz:

•  Hakiki Komünistler.

Ilımlı  Reformistler (ki zannederim  biz buna  dahiliz.)

•  Düzenin muhafazasını menfaatleri icabı isteyenler (ki  bunlar bizi  kendi  emellerine  hizmet  için  kullanmak  istemektedirler.)

•  Sağcılar, yobazlar... v.b.»

Açıkça görülüyor ki Orgeneral BATUR, 12 Mart öncesi dönemdeki görüş, eğilim ve davranışlar için, kendi dar dünyasında ve kişisel ölçülerine göre bir sınıflandırma yapıyor, kendisinin de dahil bulunduğu o günkü dörtlü “Komuta kademesi”ni «ILIMLI REFORMİSTLER» diye niteleyip aklayıp pakladıktan sonra, geri kalanları, işine geldiği ve amacına uygun düştüğü gibi ya «radikal sola dönükler» (ki bunun düpedüz Marksist anlamına geldiğini anlamak için kahin olmaya gerek yok), veya «Hakiki Komünistler» diye kamuoyuna takdim etmek gereğini duyuyor.

Geri kalanları da «statükocular» veya «sağcılar, yobazlar» ya da «etliye, sütlüye karışmayanlar» olarak görüyor.

 

28

 

Şimdi de tarih 2 Haziran 1985!.. Yani, anılan yazı dizisinin yayınlanmasının bitiminden yaklaşık on gün sonra kararımı veriyorum ve «Milliyet» gazetesi Yazıişleri Müdürlüğüne aşağıdaki mektubu yazarak hazırladığım açıklamayı da iliştirmek suretiyle, aynı gün gazetenin Ankara Temsilciliği kanalından gönderiyorum :

 

Ankara, 2 Haziran 1985

«MİLLİYET»   Gazetesi Yazı  İşleri   Müdürlüğüne

Nuruosmaniye caddesi No. 60

Cağaloğlu

İSTANBUL

 

Saygıdeğer gazetenizin 3 Mayıs 1985 tarihli sayısından itibaren yayınlanmasına başlanan «Son 30 yılın olayı: Muhsin BATUR'un anıları» başlıklı yazı dizisini dikkatle izledim.

Anayasamızın öngördüğü «düşünce ve kanaat özgürlüğü» ne yürekten inanmış bir kimseyim ve bugüne kadarki davranışlarımla da bunu kanıtlamış olduğumu sanıyorum. Ancak, bu inancımdan ötürü, adımdan ve şu ya da bu ölçüde rolümden sözedilen yakın geçmişe ait bir dönemin (12 Mart döneminin) anlatımında, bizzat içinde bulunduğum ve tanık olduğum bölümlere münhasır kalmak kaydıyla bazı gerçekleri açıklamaktan uzak durmamı kimsenin benden işleyemeyeceğine de kaniim.

Geçmişte olduğu gibi bugün de, ülkemizin çeşitli sorunlarına ilişkin ciddi görüşlere sayfalarını daima açık tutmakla Türk basın topluluğunda seçkin ve saygın bir yer kazanmış olan MİLLİYET gazetesinin, yakın tarihin şahsımla doğrudan ilgili bazı önemli gerçeklerini - evet, sadece gerçeklerim - ortaya koymak gibi yasal ve masumane amaçla - ama öyle sanıyorum ki yeterince de yetkili olarak -kaleme aldığım ilişikteki açıklamalarıma da herhangi bir kesinti yapılmadan ve mümkün olan en erken tarihte yayınlanmak için yer vermek civanmertliğini göstereceğine güvencim tamdır.

Derin  saygılarımı  sunarım.

EK: Açıklama

Celil GÜRKAN Em. General

 

29

 

BATUR'un, gazetede yayınlanan anı dizisi, yukarıda değindiğim ve arkadaşlarla ortaklaşa aldığımız «perhiz» kararını (yani basına demeç verme ve açıklama yapmada olabildiğince kısırgan davranma kararını) sürdürmemin artık bir anlamı kalmadığı kanısını veriyordu bana.

MİLLİYET gazetesine yazdığım mektupta da değindiğim gibi.

Anayasamızın düşünce ve kanaat özgürlüğüne yürekten inanmış bir kişiyim. Ancak içtenlikli inancım budur diye, inandığım gerçekleri açıklamaktan, savunmaktan sonsuza dek kaçınmayı ne kendime yedirebilirim, ne de kimse bunu benden isteyebilir!

Sağduyu sahibi herkesin, yazarı tarafından, hangi amaçlarla ve asıl önemlisi nasıl bir zamanlama ile kaleme alındığını kolayca sezinlediğine inandığım anı dizisinin - daha sonra da kitap halinde yayınlanan metnin, şahsımı ve, aralarında bulunduğum her biri onurlu, yurtsever ve tam ATATÜRKÇÜ 13 General/Amiral ve Albaydan oluşan bir grubu sinsice lekelemeye, suçlamaya, gerçekleri saptırmaya yönelik sözleri ve esprisi karşısında, salt gerçekleri, anı yazarının yüzüne vurmak, aziz halkımın gözleri önüne sermek, sadece tarihe karşı bir görevim değil, bunun da ötesinde, özsaygımın korunması bakımından vazgeçilmez hakkımdır da...

 

30

 

Zaten BATUR da, MİLLİYET gazetesi yazarı sayın Sadun TANJU ile yaptığı ve aynı gazetede 2 Mayıs 1985 tarihinde yayınlanan söyleşide, bu tür yanıtlama, açıklama ve tartışmalar beklediğini söylemek gereğini duymuş ve:

«... ilk düşüncem, bu anılarımın, ölümümden sonra yayınlanması idi; ama bu anılara cevap verecekler olursa, sorular sorulacaksa, onları karşılayabilmek için en iyisi, yaşadığım ve içinde rol oynadığım olayları, uyandıracağı tepkilere, yaratacağı kırıklıklara bakmadan, cesaretle, kendimi şahid diye ortaya atarak ve bütün itirazları karşılamaya hazır bulunarak kamuoyuna sunmaya karar verdim.» demiştir.

İşte bu noktadan hareket ederek ve şahsımı doğrudan doğruya ilgilendiren bazı gerçeklerin, kişisel düşünce ve hesaplarla, yer yer, zaman zaman insafsızca, kimi kez de maalesef hoyratça saptırılmasına, çarpıtılmasına seyirci kalamayacağımı düşünerek, BATUR'a yanıt vermeyi, özellikle maksatlı olarak sükutla geçiştirdiği, ya da değiştirdiği bazı olayları belli ölçüde açıklamayı gerekli gördüm.

Bunu yaparken de, BATUR'un yukarı aktardığım sözleri ile, olası eleştirilere açık bir tavır içinde görünmesine inanmış ve MİLLİYET gazetesinin de yasal bir hakkın -yanıt verme hakkının- kullanılmasına engel çıkarmayacağına güvenmiştim.

Sayın okuyucularımın da açıkça gözledikleri gibi, MİLLİYET gazetesine yazdığım mektupta, açıklamalarımda «kesinti yapılmaması» ve «mümkün olan en erken tarihte yayınlaması» koşullarını ileri sürüşüm, BATUR'un, gazetede yayınlanan anılarının etkisi kamuoyunda kaybolmadan, unutulmadan, benim açıklamalarımın da aynı sütunlarda yayınlanmasını sağlamak ve böylece okuyucuyu, karşılaştırma yapıp bir yargıya varma olanağı vermekti.

Ama gelin görün ki, biz askerlerin çok kullandığımız bir deyim ile «harekat», hiç de «planlandığı şekilde cereyan» etmedi.

Adı geçen gcfzetenin Ankara Temsilcisi sayın Orhan TOKATLI kanalından, ya da doğrudan, gene eski ve fakat artık vefalı olduğunu söyleyemeyeceğim dostum sayın Altan ÖYMEN'e doğrudan telefonla birden fazla kez başvurularıma karşın, açıklama yazım gazetede yayınlanmamış, üstelik kesinlikle yayınlanacağı konusunda verilen sözlü güvencelere karşın, tam bir ay, evet tam bir ay savsaklanmış, boş yere - tabii benim açımdan boş yere, ama gazete açısından belki de bir amaçla yönelik olarak- bekletilmişti.

 

31

 

Daha önceleri aynı gazetede, bir iki kez bu tür açıklamalarıma, o dönemin Genel Yayın Koordinatörü rahmetli Abdi İPEKÇİ'nin kişisel olarak ne denli titiz ilgi gösterip zamanında ve eksiksiz yayınlattığını anımsayınca çok üzüldüm ve saygı duyduğum bir gazetenin, ciddi gazetecilik ilkeleri ile bağdaştıramadığım bu üzücü tutumu karşısında açıklama yazımın o gazetede yayımlanması isteğimden vazgeçtiğimi bildirerek hemen tarafıma iadesini istedim.

Nitekim 1 Temmuz 1985 günü - gazeteye verilişinden tam bir ay sonra - geri aldım.

Ama bu kez de işin bir başka garip yönü kendini göstermişti.

İstanbul'dan Ankara Temsilciliği aracılığı ile bana gönderilen yazı, benim açıklama yazımın imzalı aslı değil, fotokopi çıkarılmış sureti idi.

Anladım ki ilgililer, açıklama yazımın, fotokopi yolu ile bir, ya da fazla sayıda suretini çıkarmayı, aslını kendi arşivlerinde saklayıp, yazı sahibi olan bana bu suretlerden birini göndermeyi uygun görmüşlerdi.

Bana öyle geliyor ki, gazetecilikte «gazeteye gönderilen yazılar, yayınlansın, yayınlanmasın, sahibine iade edilmez» ilkesinin, yasal bir hakkın kullanılmasına yönelik böyle bir açıklama yazısı için de geçerli olacağı sanılmıştı.

Pek doğal olarak yazımın orijinalini istedim ve aldım.

Belki biraz fazla karamsar, fazla kuşkucu düşünüyorum ama ben, bu savsaklamanın altında, ilgililerin, böyle bir açıklama yazısının gazetede yayınlanmasından önce -hele kitabın satışa çıkmasından önce- anı sahibinin görüş ve onayını almak, gerekirse kendisine, yayınlanma aşamasındaki kitabında, benim değindiğim bazı hususlarla ilgili rötuşlar yapabilmesi için zaman ve fırsat kazandırmak düşüncesinin yatıp yatmadığı sorusunu uzun süre kafamdan söküp atamadım.

Nitekim, daha sonra sırası geldiğinde de değineceğim gibi, anıların gazetede yayınlanan kısmi metninde, 12 Mart öncesi bunalımlı ve gerilimli dönemin doruk noktasına ulaştığı bir olay sayılmak gereken 9 Mart akşamı Hava Kuvvetleri Karargahında BATUR'un çalışma odasında, onun girişimi ile düzenlenmiş ve başta Orgeneral GÜRLER olmak üzere, hazırlık çalışmalarına dahil kişilerin katıldıkları toplantıya her nedense yer verilmemiş, ama daha sonra, kitapta, fazla ayrıntıya girmemek koşulu ile sözkonusu toplantıya yer verilmesi gerekli görülmüştür.

 

32

 

Hem de açıklama yazımda kullandığım bazı deyimlere benzer deyimler kullanılarak...

Bu aşırı kuşkuculuğumda inşaallah yanılmışımdır.

Aksi takdirde basın gelenekleri açısından üzücü ve düşündürücü bir uygulama ile karşı karşıya olduğumuzu kabul ve teslim etmek zorunda kalacağız demektir.

MİLLİYET gazetesine gönderdiğim yukarıda belirttiğim üzere maalesef yayımlanmayan açıklamamda BATUR'a soruyordum :

«Haklarında, kendi ifadenizle Silahlı Kuvvetler disiplin mekanizması işletilerek 16 Mart'ta apar, topar emekliye sevkedilen ve «makro açıdan sizinle ve Faruk Paşa ile aynı düşüncede olup da «yöntemleri farklı bulunan «ARKADAŞLARINIZ»!, ilk sınıflandırmanızda «Radikal Sol'a dönükler» kategorisine yerleştirmiştiniz. Anımsayacaksınız, o zaman aynı gazetede (Cumhuriyet gazetesinin 8 Nisan 1981 tarihli sayısında «Celil GÜRKAN, 12 Mart konusunda Muhsin BATUR'u yanıtlıyor» başlıklı yazım) size cevap vermiş, bazı sorular sormuş ve bu arada da, yazar-gazeteci sayın Kurtul ALTUĞ'un «27 Mayıs'tan 12 Mart'a» adlı dizi yazısından aldığım aşağıdaki pasaj için ne düşündüğünüzü açıklamanızı istemiştim ama siz: «Celil Paşa ile polemiğe girmek istemiyorum!» diyerek yanıt vermekten kaçınmıştınız.

Sayın Kurtul ALTUĞ şöyle yazıyordu: «...TAĞMAÇ önce direndi ve sonra işin içinde SUNAY olursa kabul edebileceğini bildirdi. Mart Harekatı yön değiştiriyor ve amacından sapıyordu. İşin içine SUNAY ve TAĞMAÇ girince Ordunun aktif ve devrimci unsurlarının tasfiyesi gerekli idi. Buna bir Muhsin BATUR nasıl rıza gösterdi? Akıl alacak iş değildi. Gerçi BATUR, sonra buna bir gerekçe bulmuş ve radikallerin komünizmi getireceklerini inandırıcı bir biçimde savunmuştur ama ilerideki yıllarda herhalde BATUR'un vicdanı, geçmişteki bu kararından ötürü sık sık sızlayaçaktır!!'»

 

33

 

Bugün esefle görüyorum ki. sayın Kurtul ALTUĞ'un, «vicdan sızlaması» tahminini de boşa çıkararak, kendi dışınızdaki «ARKADAŞLARINIZ»! da, velev üstü kapalı da olsa, «Marksistlik»le suçlamaya devam

etmektesiniz sayın BATUR...

Nitekim aradan dört yıl geçtikten sonra bu kez anılarınızda Türkiye genelinde yaptığınız yeni bir sınıflandırmada, 12 Mart öncesi suçlamanızın dozajını her nedense artırmak gereğini duymuş, «Radikal Sol'a dönükler» deyimi yerine bu kez de «Hakiki Komünistler» deyimini getirmişsiniz.

Söyler misiniz lütfen sayın BATUR, böylesine bir tırmandırma yöntemi ile, adları geçen «ARKADAŞLARINIZ»!, bu kez de «Hakiki Komünistler» olarak mı suçlamak istiyorsunuz? Bu hakkı ve cesareti nereden alıyorsunuz? Eğer niyetiniz gerçekten bu ise, şunu iyi biliniz ki, değil «Hakiki Komünistliği», «Radikal Sol'a dönüklüğü» bile tertemiz ATATÜRKÇÜ fikir yapıları ile bağdaştıramayan, emekliye sevkedilmiş yukarıda adlarını saydığım 5 General/Amiral ve 8 Albaydan oluşan şerefli grubun bir mensubu olarak ben, bu imanızı -üstü kapalı ifadenizi - eskilerin deyimi ile kemali şiddetle ve nefretle reddederim.

Bir başka iftiranıza karşılık bir diğer sorum da şu olacaktır sayın BATUR: «ARKADAŞLARINIZ» olan bu 13 General/Amiral ve Albayı, «Klasik özgürlükler ve Demokrasiden vazgeçmek» suretiyle sonuca varmak isteyen bir yöntem izlemekle» suçlamıştınız ilk yazı dizinizde. Sizin ve Orgeneral GÜRLER'in emir ve talimatınız çerçevesinde 12 Mart öncesi çok iyi bildiğiniz faaliyetlerde bulunan bu kimselerin, hangi güce dayanarak, hangi tür davranışları ve eylemleri sizde böylesine insafsız bir suçlama kanaati uyandırmıştır? Unutmayınız ki, 12 Mart Muhtırasında bizlerin değil, ama sizlerin imzalarınız var.»

Ve sonunda da yayımlanmayan açıklamalarımı şöyle bağlıyordum :

 

34

 

«BATUR, ne denli aksini iddia ederse etsin, 12 Mart Muhtırası verilip aynı gün saat 13.00 te Türkiye radyolarında okunduğu ana kadar geçen sürede, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde gelişen ATATÜRKÇÜ, ATATÜRK devrim ve ilkelerini ısrarla savunucu, ilerici, yurtsever hareketin. Orgeneral GÜRLER ile birlikte fiilen ve hukuken «içinde» ve «başında» bulunmuş bir kişidir ve bu gerçek, genç yaşta sevdikleri mesleklerinden ayrılma zorunda bırakılmış pek çok subay tarafından da bilinmektedir. BATUR, istese de, istemese de tarih, 12 Mart olayını yazarken, kendisinin tek yönlü, duygusal, sübjektif, belli amaçlara yönelik anılarını elbette tek belge olarak kabul etmeyecek, Latince ünlü deyim ile: Ouis? Ouid? Ubu? Ouibus auxiliis? Gür Ouomodo? Ouando? (yani: Kim? Ne? Nerede?, Hangi vasıta ile? Niçin? Nasıl? Ne zaman?) diye soracaktır.

Bunlara doğru ve ayrıntılı yanıt vermek ise o olayları yaşayan insanlara düşer...»

 

Bir Kez Daha «Konuşsana!» Uyarısı Alıyorum

 

MİLLİYET gazetesinin azizliği, BATUR'un anı dizisi  hakkındaki görüşlerimi ve açıklamalarımı hiç değilse aynı gazetede kamuoyuna sunma olanağından beni mahrum bırakmış, bu da soruna, çok daha geniş açıdan yaklaşmayı düşünmeme neden olmuştu. İşte tam bu sırada, değerli gazeteci-yazar Uğur MUMCU'nun, 12 Temmuz 1985 tarihli CUMHURİYET gazetesinde «Gözlem» köşesinde «İki kitap» başlıklı yazısı yayınlandı.

MUMCU, görebildiğim kadarı ile, bugüne dek gazeteci-yazar olarak, başta CUMHURİYET gazetesi olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerdeki yazıları ile, yayınladığı ve kamuoyunda özel bir ilgi ve onay gören, sayıları da bir Türk aydınına onur verecek dereceye varan kitapları ile, çeşitli açık oturumlarda ve seminerlerde yaptığı konuşmalarla, 12 Mart öncesine, 12 Mart Muhtırasına ve Muhtıra sonrası döneme en gerçekçi tanı (teşhis) yi koyan Türk entellektüellerinin önde gelenlerinden biri idi.

 

35

 

Yalnız 12 Mart dönemi için değil, ülkemizde her yönü ile gerçek bir demokrasinin kurulması koşullarını memleketçi bir yazar cesareti ve onuru ile sergileyen, savunan, 12 Eylül öncesi döneme damgasını vurup da serpintileri bugün bile görülen terör, anarşi, kaçakçılık, yolsuzluk sorunlarına en gözüpek, gerçekçi ve yapıcı yaklaşımlarla parmak basan bir gazeteci-yazar olmak, öyle sanıyorum ki sayın Uğur MUMCU'ya, Türk halkının, Türk gençliğinin takdirini kazandırmaya yeter nedenlerdir.

Bütün bunları, sözümü, MUMCU'nun, yukarıda değindiğim köşe yazısına getirmek için söylüyorum.

O yazısında MUMCU, 12 Mart Muhtırası ile ülkeye empoze edilen «sui generis/nev'i şahsına münhasır» ara rejimin, daha emekli edildiğimiz günlerde bile saptadığım, ancak yukarıda açıkladığım nedenlerle bugüne dek ifade etmediğim ilginç ve tam anlamı ile gerçek yönünü, o zarif ve usta kalemi ile kamuoyuna hatırlatmış ve sonunu da şöyle bağlamıştı:

«....15 Mart 1971 günü hem BATUR'un, (GÜRLER’in olacak - C.G.) hem de DEMİREL'in imzaları ile emekliye sevkedilip daha sonra Erenköy işkence evinde ellerine ve ayaklarına zincir vurularak sorgulanan Emekli Tümgeneral Celil GÜRKAN da, bugüne kadar sürdürdüğü suskunluğu bir yana bırakarak konuşacak, o zaman 12 Mart öncesi ve sonrası daha iyi anlaşılacak...»

BATUR'un, gerçekleri açıklayan bölümlerine bir diyeceğim yok ama kimi gerçekleri çarpıtan yönleri ile, kapanmasını dilediğim yaranın kabuğunu kaldıran talihsiz bîr metin diyebileceğim anılarından ve sayın ARCAYÜREK'in daha önce değindiğim satırlarından sonra bu kez sayın MUMCU'nun son tümcesi de benim için bir başka uyarı olmuştu.

Bir de buna, 12 Mart öncesi dahil, hayli renkli geçen askerlik yaşantıma ilişkin ilginç gözlemlerimi kayda geçirecek bir çalışmaya girmemi yıllardır benden isteyen ailemin ısrarları katılınca kaleme sarılmak artık kaçınılmaz hale gelmişti.

 

36

 

12 Mart hakkında az yayın yapılmış olduğu savı ileri sürülemez kanımca.

O döneme adını veren «12 Mart Muhtırası» da, üzerinde değişik eğilimlere göre çeşitli spekülasyonlara neden olmuş tarihsel bir belgedir.

Burada kullandığım «spekülasyon» sözcüğüne sayın okuyucularımın dikkatini çekmek isterim.

Öyle sanıyorum ki, günümüzde sürüp giden belge ve, bilgi açıklama kısırlığı devam ettikçe, tarih, 12 Martı, gerçek yönleri ile yazmakta oldukça zorluk çekecektir.

Nasıl çekmesin ki, vaktiyle CUMHURİYET gazetesinde yazdığım bir yazıda kullandığım gibi, «omuzlarındaki yıldız sayısının dört oluşundan ve Türk Harp Okullarından mezun olmalarından başka ortak hiç bir yönleri bulunmayan», bir başka deyimle, ayrı dünyaların, ayrı emel ve ihtirasların adamları olan Orgeneral/Oramiral rütbesinde dört Komutanın ortaklaşa imzalayıp sundukları Muhtıra, ifrat derecede, belki de suiistimal edilircesine kullanılan bir özgürlük ortamında, seçimle gelmiş Parlamentosu ve bu Parlamentonun çoğunluğunun desteğine sahip Hükümeti ile, iyi kötü, kusurlu kusursuz ama gene de «özgürlükçü demokratik parlamenter rejim» görünümü veren bir devleti, yeniden nasıl monte edileceğini «Muhtıracılar»ın da bilmedikleri biçimde «demonte» etmişti.

Girişim, umulan, beklenen (tabii Muhtıracıların umdukları ve bekledikleri) sonucu vermez ise - ki nitekim vermemiştir - ve yeni baştan «montaj» işlemi de başarılı ve amaca götürücü olmaz ise - ki maalesef olmamış ve ülke, on yıla varmadan, 12 Mart öncesini bile geride bırakacak vahamette çalkantılara düşerek günde 20 vatandaşın yaşamını yitirdiği 12 Eylül öncesi koşullara sürüklenmiştir- doğabilecek tarihsel sorumluluğu yıkacak omuzların aranacağı, bunun için de bazı gerçeklerin, «Muhtıracılar» tarafından kapalı tutulmak isteneceği doğaldı.

Nitekim öyle olmuş, öteki üç Muhtıracı Komutanın, biraz erkence sonsuzluğa göçmeleri sonucu, Türk kamuoyu önünde, tarih önünde tek başına kalan BATUR, «tarihsel gerçekleri saptırarak, başkalarını suçlayarak kendini aklama» çabasına düşmüştür.

 

37

 

Yayınladığı anı kitabı, çok önceden başlattığı bu sinsi kampanyanın en son, en somut ve asıl garibi, kendisini en çok ele veren belgesi olmuştur.

Ben gene de BATUR'a gönül borçlusuyum ki, bu anıları ile bana, bir tür görev çağrısı yapmış ve hem 12 Mart öncesi ve sonrasına ilişkin bazı gerçekleri açıklama, hem de ötedenberi kaleme almayı tasarladığım, fakat bugüne dek bir türlü gerçekleştiremediğim 37 yıl 6 aylık askerlik yaşantımın Silahlı Kuvvetlerimizle ilgili bazı ilginç ve de gelecek kuşaklara ders olucu gözlemlerini derleme fırsatı vermiştir.

1960-62 yıllarında, Kıbrıs'ta, Zürih ve Londra Anlaşmaları uyarınca kurulmuş ve Türk, Yunan ve Kıbrıslı subaylardan oluşan Üçlü Karargah'ta (Tripartite Headquarters) Komutan Yardımcısı olarak görev yaptığım sırada, Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi tarafından, Kıbrıs'taki Türk varlığı ile ilgili bir kitap hazırlama söz konusu olmuş, bu kitaba önsözün de benim tarafımdan kaleme alınması o sıralarda Kıbrıs'ta Türk Kuvvetleri Alayının Komutanı olan Turgut SUNALP (Emekli Orgeneral)ın önerisi üzerine Cemaat yetkililerince uygun görülmüştü.

Yayınlanıp yayınlanmadığını şimdi pek de anımsayamadığım - çünkü kısa bir süre sonra Kıbrıs'tan ayrılmıştım - bu kitap için kaleme alıp ilgililere verdiğim «Önsöz»de mealen şöyle demiştim :

«... Tarih açıkça gösteriyor ki, tarihsel olayları saptamak ve gelecek kuşaklara aktarmak bakımından Batı ile Doğu, birbirinden ayrı yöntemler seçmişlerdir. Bu konuda Batı dünyası «Kaydı (kaydedici, kayda geçirici)», Doğu dünyası da «Hafızavî (belleğine güvenip akılda tutucu ve zamanı gelince bellekten aktarıcı)» yönteme itibar göstermiştir. Böyle olunca da Doğu, kendi tarihini bile, her gördüğünü hemen kayda geçiren, belgeleyen, yazılı belgeler geliştiren Batılı tarihçilerden öğrenmek zorunda kalmıştır. Doğal olarak bir çok saptırmalar, gerçek dışı beyanları sineye çekme pahasına...»

 

38

 

İşte bu kitabı hazırlarken de, belli ölçüde bu düşünce etkili olmuş, belki uzunca süren bir gecikme sonun da da olsa, 12 Mart ve öncesine, Silahlı Kuvvetlerimize ilişkin bazı gerçekleri, olayları da açıklama yoluna gidilmiştir.

Bunu daha fazla geciktirmem doğru olmayacaktı.

Yaşım 67... Ülkemizdeki ortalama yaş süresini doldurmuş ve, rahmetli kayınpederimin çok hoşuma giden deyimi ile «ömrümün sermayesini kurtarıp kâra dönmüşüm!»

Yukarıda da belirttiğim gibi, mesleğimin ve ülkem koşullarının olanak verdiği meşru ikbalin her türlüsünü gördüm, yaşadım. Sıra, aziz ulusuma, henüz ödeyemediğim manevi borcumun artanını, hiç değilse onu ilgilendiren konularda örtülü kalmış bazı gerçekleri gün ışığına çıkarmak suretiyle ödemeye gelmiştir.

Bu kitabımda belki pek fazla şey yok ama mevcut olanlar kesinlikle gerçektir.

Tarih, yer, ad ya da olayın betimlenmesine ilişkin ayrıntılar üzerinde bazı yanlışlıklar da saptanabilir. Ama bunların, asıl gerçeği değiştirmeyeceğine ve okurlarım tarafından özel bir kasta bağ-Innmayacağına inanıyorum.

Benim kişilerle ilgim, kimseyi yermek, ya da övmek gibi bir amacım yok.

Bu topraklar benim ülkem. Bu ulus benim ulusum ve nihayet bu Ordu, benim bütün bir ömrümü verdiğim şerefli ocağımdır.

Böyle olunca da, bu üç kutsal varlığı ilgilendiren hususlarda ilgi ve kaygı duymam elbet tamamiyle doğaldır ve bildiğim, tanık olduğum, yaşadığım gerçekleri olduğu gibi nakletmek yurttaşlık hakkımdır.

İşte bunun için yazdım.

 

39-40



Satır içi resim 1



Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages